Sofiyye-i
aliyye denilen büyük velîlerden. İsmi, Hüseyn bin Mensûr olup, künyesi Ebül
Mugis'tir. Doğum târihi kesin bilinmemekle beraber 243-246 (m. 857-860) yılları
arasında İran'ın Beyzâ şehrinde doğduğu kaydedilmiştir. 306 (m. 918)'de şehîd
edildi. Babasının ise Mahamma isimli birzerdüşt olduğu rivâyet edilmiştir.
İlk gençlik
yıllarından sonra tasavvufa meylederek, Tüster'de büyük velîlerden Abdullah-ı
Tüsterî'nin (k.s.) sohbetinde iki sene bulundu. Onsekiz yaşında Basra'ya gelerek
Amr bin Osman-ı Mekkî'ye bağlandı ve onsekiz ay sohbetinde kaldı. Her iki
velînin yanında da çok sıkı riyâzetler (nefsin isteklerini yapmamak),
mücâhedeler (nefsin istemediklerini yapmak) yaptı. Mu'teber ailelerden Ebû
Ya'kûb-i Aktâ'nın kızı ile evlendi. Bir müddet Basra'da kaldıktan sonra,
Bağdâd'a Cüneyd-i Bağdâdî'nin (r.a.) yanına geldi. Cüneyd (r.a.) ona susmayı ve
insanlarla görüşmemeyi emretti. Daha sonra Hicaz'a giderek, bir sene Ravda-i
mutahhara'da mücavirlik yapıp tekrar Bağdâd'a geldi. Burada yine Cüneyd-i
Bağdâdî hazretleri ile görüştü ve ba'zı suâller sordu. Cüneyd-i Bağdâdî (r.a.)
suâllerine cevap vermedi. Sorduğu mes'elelerin cevâbını alamayınca, izin alarak
Tüster'e gitti. Bir sene orada kaldı. Burada büyük kabul ve ilgi gördü. Daha
sonra buradan ayrılıp, beş yıl ortadan kayboldu. Horasan ve Mâverâünnehr gibi
beldelerde bulundu. Sonra Ahvaz'a geldi. Burada da nasîhatlarda bulunup, Ahvaz
halkı içinde büyük kabul ve ikrâm gördü. Ahvaz'da ilâhî esrardan çok
bahsettiğinden, kendisine Hallâc-ı Esrar denildi. Tekrar hacca gitti. Dönüşte
Basra'ya geldi. Oradan tekrar Ahvaz'a gitti. "Halkı Hakka da'vet için şirk
beldelerine gidiyorum" diyerek, o zamanlar henüz müslüman olmamış ba'zı Türk ve
Kürt kavimlerinin müslümanlığı kabul etmeleri için, Hoten ve Turfan'a sonra
Hindistan'a gitti. Bu arada üç defa hac etmiştir. Tarikat sarhoşluğunda
gördüklerini, İslâmiyetin zâhirine uymayan kelimelerle söylediğinden, 306 (m;
918) yılı Zil-ka'de ayının 24. Salı günü, halife Ca'fer bin Mu'tasım'ın
zamanında Bağdâd'da elleri ve a-yakları kesilip asılarak şehîd edildi. Sonra
yakılarak, külleri Dicleye atıldı..
Hallâc-ı
Mensûr, zamanındaki ba'zı zahir âlimlerinin de anlayamadığı sâdık, Allahü
teâlânın aşkı ile yanan bir Hak âşığıdır. Şiddetli mücâhedeler ve çetin
riyâzetler çekmiş, himmeti yüksek, kerâmetler sahibi bir velîdir. Sözleri güzel,
konuşması fasîh ve belîğ, fîrâseti üstün, hakikat, esrar, ma'nâ ve ma'rifetler
sahibi olup, yaşadığı müddetçe, dâima ibâdet ve riyâzetle meşgul olurdu. Günde
bin rek'at namaz kılardı. Şehîd edildiği günün gecesinde de 500 rek'at kılmış
olup, her gece en az dörtyüz rek'at namaz kılmaya kendisini mecbur tutardı.
Hallâc-ı Mensûr'a; "Bu yüksek derecelere ulaşmış iken, niçin bu kadar meşakkat
çekiyorsun?" diye sorulunca, "Allahü teâlâya dost olanların işlerine, ne rahat,
ne de meşakkat te'sîr eder. Onlar, Allahü teâlânın sıfatlarında fânî olup,
kendilerini unuttuklarından, rahat veya zahmet onlara te'sîr etmez" cevâbını
vermiştir.
Aslında
Mensûr'un mesleği hallac (pamuk atıcı) değildir. Birgün dostu olan bir hallâcın
dükkânında otururken, onu bir işe gönderdi ve "Senin işini de ben görürüm" dedi.
Parmağı ile işaret edince pamuklar, çekirdek ve tozlarından ayrıldı. Bu kerâmet
yayılarak, "Hallâc" ismiyle meşhûr oldu.
Her an şükür ve
tâat üzere olduğu hâlde, Arafat meydanında başını bir kum tepesi üzerine koyup,
"Ey âlemlerin Rabbi! Ey azîz olan Allahım! Bütün tesbih edenlerin tesbihinden,
bütün tehlîl söyleyenlerin tehlîlinden ve her tefekkür sahibinin tefekküründen
seni tenzih ederim. Yâ ilâhî! Biliyorsun ki, sana şükretmekten âcizim. Benim
şükrüm ancak budur" buyurdu.
Fakîrlik nedir?
diye sordular: "Fakîr; Allahü teâlâdan başka herkesden müstağni (uzak, beri)
olan ve ancak Allahü teâlâya muhtaç olup, herşeyi ondan bekleyen kimsedir"
cevâbını verdi.
Buyurdu ki:
"Hakîkî tevekkül sahibi, bulunduğu şehirde kendisinden daha muhtaç ve daha hak
sahibi biri varsa, orada yemek yemez."
"Kul,
ubûdiyyetin (kulluğun) bütün şartlarını kendinde toplarsa, (Allahtan başkasına)
kul olmanın yorgunluğundan kurtularak hürriyete kavuşur, külfetsiz ve sıkıntısız
bir şekilde (Allaha) kul olmanın zîneti ile süslenir. Peygamberlerin ve
sıddîkların makamı budur. Ya'nî, bu durumdaki kul mahmul hâle gelir. (Ya'nî,
ibâdet ve tâat bedene zor gelse bile, Allahü teâlânın yardımı ile onu zevkle ve
gönül rahatlığı ile îfâ eder.) İslâmiyet yönünden bu nevi ibâdetlerle süslü
bulunduğu hâlde ibâdetlerinde kalbine en küçük bir meşakkat, sıkıntı ârız
olmaz."
"Kim hürriyeti
murâd edinirse ubûdiyyete (kulluğa) sıkı bir şekilde devam etsin. Hakiki
hürriyet Allahtan başkasına kulluk yapmamaktır."
"Allahü teâlâ
bir kulunu kendisine çekti mi, bütün sırlar onun mülkü hâline gelir. Bunların
hepsini görür ve ne olduklarını haber verir."
"Firâset sahibi
ilk bakışta doğruyu bulur. Te'vîle, zanna ve şüpheye saplanmaz."
"Yüksek ahlâk,
bir kere Hakkı mütâlâa ve müşahede ettikten sonra, artık halkın eza ve cefâsının
sana te'sîr etmemesidir."
"Kul;
ma'rifet-i ilâhiyeye ulaştığı zaman, Allahü teâlâ onun kalbine ve zihnine (bir
çok gizli sırlar) ilham eder."
"Hakiki
muhabbet, insanın kendi vasıflarının, sıfatlarının, hepsini unutarak, sevgiliyle
beraber bulunmaktır."
"Huluk-i azim,
engüzel ahlâk, Allahü teâlâyı tanıdıktan sonra, halktan gelen eza ve cefânın
insana te'sîr etmemesidir."
"Mürid,
tövbesinin, murâd (Allahü teâlânın kendisine çektiği kimseler) ise günah
işlememenin göl-gesindedir."
"Dünyâyı
unutan, nefs zahidi; âhıreti unutan, kalb zahidi; kendini unutan da ruh zahidi
olur."
Şehîd edilmeden
önce kendisinden nasîhat isteyen hizmetçiye: "Nefsi, yapması gerek bir şeyle
(i-bâdetlerle) meşgul et! Yoksa yapılmaması gereken bir şeyle (haramlarla), o
seni meşgul eder" dedi.
"Azîz ve celîl
olan Allahtan başka bir şeyden korkan veya bir şeyi ümit eden kimsenin yüzüne,
Allahü teâlâ bütün kapıları kapatır, ona âdi bir korkuyu (Allah korkusunun
dışında kalan korkuları) musallat eder. Kendisi ile onun arasına yetmiş perde
çeker, bu perdelerin en incesi şüphe (vesvese) olur."
Kerâmetleri pek
çoktur ve halk içinde yayılmıştır. Meselâ, insanlara yazın kış meyveleri, kışın
yaz meyveleri çıkarır ikrâm ederdi. Elini havaya uzatınca avucu, üzerinde "Kul
hüvallahü ehad" yazılı gümüş paralarla dolardı. Bunlara, kudret paraları ismini
verirdi. İnsanlara, evlerinde ne yediklerini, ne yaptıklarını, ne konuştuklarını
ve kalblerinden geçenleri haber verirdi.
Kerâmetlerinden
daha mühimi; ma'rifet, hikmet ve ince ma'nâlar dolu sözleridir. Bunlar, onun
ilim ve ma'rifette ulaştığı kıymetli dereceleri çok güzel gösteren birer
delildirler. Hallâc-ı Mensûr (r.a.) bir kafile ile beraber hacca giderlerken,
sahrada birkaç gün yiyecek bulamadılar. Hüseyn bin Mensûr'a, şimdi kelle kebabı
olsa da yesek dediler. Elini arkaya uzatıp, bir kebâb olmuş kelle ile iki pide
alıp, birine verdi. Dörtyüz kişi idiler. Her defasında elini arkaya uzatıp, bir
kelle iki pide aldı. Neticede 400 kelle, 800 pide almış oldu ve her birine bir
kelle iki pide vermiş oldu. O topluluk bunları yedikten sonra, taze hurma olsa
da yesek dediler. Kalktı ve beni silkeleyin buyurdu. Hurmalar döküldü. Doyuncaya
kadar yediler. Bundan sonra yolda ne zaman sırtını bir dikenli ağaca dayasaydı,
taze hurma verirdi. Sahrada ba'zı
insanlar, kendisinden incir istediler. Elini havaya uzattı ve önlerine bir tabak
incir koydu.
Bir defasında
yine tatlı istediler. Bir tabak helva ve sıcak şeker önlerine koydu. Bu helva,
Bağdâd'da Tak kapısında bulunur dediler. Bize, Bağdâd ve sahra aynıdır buyurdu.
Birgün çölde
İbrâhîm Havvâs'a, işin nedir? dedi. Tevekkül makamında tevekkülü dürüst
yapıyorum dedi. Bütün ömrünce, karnının, mi'denin tâmiriyle uğraştın, ne zaman
tevhidde fâni olacaksın? dedi.
Hallâc-ı Mensûr
"Enel-Hak=(Ben Hak'ım)" sözünü söyledi. Bu sözünü zahir âlimleri dalâlete ve
ilhâda hükmedip katline fetva verdiler. Bunun, asıl sebebi ise şöyle
nakledilmiştir:
Birgün Hüseyn
bin Mensûr'un hatırından: "Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem),
Mi'râc gecesi, sadece mü'minleri diledi de, neden bütün insanları dilemedi ve yâ
Rabbi, cümlesini bana bağışla demedi" diye geçti. Böyle düşünürken, Resûlullah
içeri girdi ve: "Biz kimi dilersek, Hakkın fermanı ile dileriz. Bizim gönlümüz
Hakkın ferman evidir. O'nun irâdesinin ve fermanının gayrisinden pak ve
ma'sûmdur. Eğer O, hepsini dilerse, ben de hepsini dilerim" buyurdu. Bundan
sonra Hüseyn bin Mensûr, başından sarığını çıkararak Resûlullahın huzurunda
kerâmet gösterdi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Bu sarık
kerâmeti ile, baş dahi vermek gerektir ki, ben râzı olayım." Onun katline,
hakikatte sebep, bu hüküm oldu.
Darağacında
iken, şöyle derdi: "Bu işin başıma neden geldiğini ve kimin muradı olduğunu
bilirim. Bundan yüz çevirmem." Sâdık olan âşık, elbette böyle olur. O sekr
(Aşk-ı ilâhî sarhoşu) olduğundan, hâli doğru ve ma'zûr idi. Söylediği söz,
dilinden, bu sekr hâlinde sâdır oldu.
Şeyh Ebû
Abdullah-ı Hafîf şöyle buyurdu: "Bir çok hile ile zindana girerek Hüseyn bin
Mensûr'u görmeye gittim. Güzel bir oda gördüm ki, yumuşak halılar, döşeklerle
döşenmiş, iyi tertip edilmiş, duvara bir ip bağlanmış, üzerinde bir el bezi
(havlu) asılmıştı. Orada yüzü güzel bir köle gördüm. "Şeyh nerededir?" diye
sordum. "Abdesthânededir. Abdest hazırlığı görüyor" dedi. Ben: "Ne zamandan beri
şeyhin hizmetindesin?" dedim. Dedi ki: "Onsekiz aydan beri" dedi. "Bu zindanda
şeyh ne yapıyor?" dedim. "Onüç batman ağırlığında bir demir bağ ile, hergün bin
rek'at namaz kılıyor" dedi. Sonra devam ederek: "Bu gördüğün zindanın
kapılarının her birinin arkasında eşkıya ve hırsız kimseler vardır. Onlara
nasîhat eder. Bıyıklarını ve saçlarını keser" dedi. "Ne yer?" diye sordum.
"Hergün önüne çeşitli yemeklerle donatılmış bir sofra getiririz. Bir müddet
onlara bakar. Sonra parmağının ucu ile o yemeklerin üzerine basar ve içli bir
sesle çeşitli şiirler söyler. Asla onları yemez. Onun için önünden alır,
götürürüz." Biz bu şekilde konuşurken o abdesthâneden çıktı. Güzel görünüşlü
olup, cazibeli bir boyu vardı. Beyaz sof giymiş, işlemeli bir peştemalı (örtüyü)
başına sarmıştı. Sofa tarafına çıkıp oturdu. Bana: "Ey delikanlı! Neredensin?"
dedi. "Farstanım (İranlıyım)" dedim. "Hangi şehirdensin?" diye sordu.
"Şirazdanım" dedim. Benden meşâyıh haberlerini sordu. Ebû Abbâs Atâ'ya gelince,
(sözümü keserek): "Onu görürsen, o kâğıtları (mektûbları) yakmasını söyle" dedi.
Sonra yine: "Buraya nasıl gelebildin?" dedi. "Ba'zı İran askerlerinin
yardımıyla" dedim. Tam bunu söylediğim zaman zindancıbaşı içeri girdi. Yer öpüp
oturdu. Şeyh ona: "Sana ne oldu?" dedi. Zindancıbaşı: "Düşmanlarım beni halifeye
gammazlamışlar. Güya ben, ululardan birini buradan bin dinar alarak salmışım.
Yerine de halktan birini hapsetmişim, işte şimdi beni alıp götürecek,
katledecekler" dedi. Şeyh: "Var selâmetle git" dedi. O gittikten sonra, şeyh
hücrenin ortasında dizleri üzerine gelerek, ellerini havaya kaldırdı. Başını
önüne eğdi. Şahadet parmağı ile işaret ederek, ansızın ağladı, öyle ağladı ki,
gözyaşıdan her tarafı ıslandı. Kendinden geçerek yüzünü yere koydu. O sırada
zindancıbası içeri girdi. Tekrar şeyhin önüne oturdu. Şeyh: "Ne oldu?" diye
sordu. Zindancıbaşı: "Kurtuldum" dedi. "Hangi sebeple kurtuldun?" diye sordu. O,
"Beni halifenin yanına götürdükleri zaman halife, "Şimdiye kadar seni katletmeyi
tasarlıyordum. Şimdi sana gönlüm hoş geldi. Seni beğendim. Tekrar affettim"
dedi. Bundan sonra şeyh, yüzünü o havlu ile temizlemek istedi. Havlunun asılı
olduğu ipin yüksekliği şeyhden yirmi arşın yukarıda idi. Şeyh elini uzatarak
havluyu aldı. Şeyhin eli mi uzandı yoksa o havlu mu şeyhe yakınlaştı
anlayamadım." Sonra ben çıkıp gittim. İbn-i Atâ'ya vardım. O haberi verdim. Dedi
ki: "Eğer tekrar onunla buluşursan; beni kendi, başıma bırakırlarsa, ona
mektubları saklıyacağımı söyle" dedi.
Birinin bir
papağanı vardı, ölmüştü. Hallâc ona: "Allah'ın izni ile onu dirilteyim ister
misin?" dedi. Adam "İsterim" dedi. Hallâc parmağı ile işaret etti. Hayvan
yerinden kalkarak canlandı.
Zindanda iken
İbn-i Hafîf yanına gelip "Sana neler oluyor?" diye sordu. "Allahü teâlâ bana
zahirî ve bâtınî ni'metler veriyor" buyurdu. İbn-i Hafîf "Size üç suâlim var"
dedi. "Buyrun dinliyorum" diyerek izin verince şöyle sordu:
"Sabır nedir?"
Hallâc-ı Mensûr
hazretleri ellerini ve ayaklarını bağlayan zinciri göstererek:
"Şu zincire
bakarsam açılır" buyurdu. O anda zincire baktı ve zincir açılıverdi. Duvar
yarıldı. İbn-i Hafîf diyor ki; "O anda kendimi Dicle kenarında buldum." (Yâ'nî)
ben işte buna rağmen buradan çıkıp gitmiyor, bu zindana ve zincirlere
sabrediyorum demek istedi.)
Sonra ikinci
suâlini sordu: "Fakr (tasavvufta fakîrlik) nedir?"
Hallâc-ı Mensûr
hazretleri oradaki taşlara baktı, taşlar altın ve gümüş oluverdi. Sonra, "İşte
bu fakrdandır. Ben ise zeytin yağı almak için bir fülüse (o zamanın en küçük
parası) muhtacım."
Sonra üçüncü
olarak: "Fütüvvet nedir?" suâline de:"
"Onu Yarın
anlarsın" buyurdu. İbn-i Hafîf diyor ki: "Gece olunca rü'yâmda kıyâmeti gördüm.
Hüseyn bin Mensûr Hallâc nerededir? diye bir ses duydum. Allahü teâlânın
huzuruna durdu. Kendisine; seni seven Cennete, sana kızan Cehenneme girer dendi.
Yâ Rabbi! Hepsini mağfiret eyle diyerek yalvardı. Sonra bana dönüp fütüvvet işte
budur, buyurdu."
Yine bir gün
kendisine, Sabır nedir?" diye sorduklarında: "Sabır odur ki; iki elini ayağını
keserler, onu köprünün üzerine asarlar ve hattâ bundan daha acâib muameleler
yaparlar da bir kere âh etmez" buyurdu. Nitekim kendisinin ölümü ve idamı böyle
cereyan etmiştir..
Abdülmelik
Evkaf anlatır: "Birgün üstadım olan Hallâc-ı Mensûr'a: "Ey hocam! Arif kimdir?"
diye sordum. Buyurdu ki: "Arif o kimsedir ki, Zil-ka'de ayından altı gün kala,
Salı günü, 306 (m. 918) seneside Bağdâd'ta eli ayağı kesilerek, gözleri
çıkarılarak, baş aşağı astırılıp, gövdesi yakılarak, külünü savurur-lar." Onun
dediği zamanı gözledim. Meğer o söylediği kendiymiş, o ne söyledi ise aynını
yaptılar.
Bir gece Mensûr
hazretlerini zindanda bulamadılar. İkinci gece ne zindan vardı ne de Mensûr...
Üçüncü gece, zindan da Mensûr dâ yerindeydi. Kendisine bunun hikmeti suâl
edildiğinde: "İlk gece O'nunİaydım, beni bulamadınız. İkinci gece, O benimle
idi, ne beni ne de zindanı görebildiniz. Üçüncü gece, herşey yerli yerindeydi.
Tâ ki mukaddes şeriatın emrini yerine getiresiniz. Beni idam edesiniz diye"
buyurdu.
Hallâc-ı
Mensûr'u (r.a.) Bağdâd'da Tak kapısına götürdüler. Evvela yüz kırbaç vurdular.
Kendisinden en küçük bir ses çıkmadı, ölmediğini görünce, ellerini ve ayaklarını
kestiler.
Hallâc-ı
Mensûrun (r.a.) elleri ve ayakları kesildiğinde buyurdu ki: "Sakın korkudan
sarardığımı zannetmeyin. Kan kaybetmekten sararıyorum."
Darağacına
çıkan Mensûr hazretlerine şu suâl soruldu. "Tasavvuf nedir?" "Tasavvufun en
aşağı derecesi işte bende gördüğünüz bu hâldir." "Yâ ileri derecesi?" "Onu
görmeğe tahammülünüz olmaz."
İdam edilmeden
önce halk taş atmağa başladı. Atılan taşlara hiç ses çıkarmıyor, hattâ tebessüm
ediyordu. Bir dostu, taş yerine gül attı. O zaman Mensûr hazretleri inledi.
Sebebi sorulduğunda şöyle cevap verdi: "Taş atanlar beni yakînen
tanımıyanlardır. Tabiidir ki hâlden anlamazlar. Hâlden anlıyanların bir gülü
bile beni incitti."
Ellerinden,
bacaklarından sonra dilini de kesmek istediler, izin isteyip şöyle dedi:
"Allahım, bana senin için bu işkenceyi reva görenlere rahmet et! Senin rızân
için beni elimden, ayağımdan, gözlerimden, başımdan, canımdan ayıran bu
kullarını affet!"
Daha sonra dili
ve başı da kesildi, cesedi yakıldı. Külleri Dicle'ye atıldı. Atılan küller de
havada (Enelhak) şeklini aldı. Nehre külleri dökülür dökülmez, nehir hemen
kabarmağa başladı. Kabaran Dicle'nin suları Bağdâd'ı basmak üzereydi ki; bir
dostu hırkasını Dicle'ye attı ve Dicle bir müddet sonra eski normal hâlini aldı.
Hallâc-ı Mensûr (r.a.) bu kimseye, şehîd edilmeden önce, "Benim kollarımı,
bacaklarımı, başımı kestikten sonra, cesedimi yakıp, külünü Dicle'ye atacaklar.
Korkarım ki, nehir taşıp Bağdâd'ı basacak. O zaman hırkamı nehrin kenarına
götürüp, sulara at" buyurmuştu.
Buyurdu ki:
"Mevlâm!
Rabbim! Emrine amadeyim, buyur! Ey benim maksadım ve ma'nâm, emrindeyim, ferman
buyur! Ey zâtî, vücûdumun aynası ve himmetimin müntehâsı! Ey benim konuşmam,
işaretlerim ve ihbarım olan Allahım!
Hallâc-ı Mensûr
hazretlerinin idamına sebep olan "Enel-Hak" sözü, onun tasavvuf yolunda sahip
olduğu kendi hâl ve derecesine uygun ve kendi aşk sarhoşluğu içinde söylediği
doğru bir sözdür. Zahiren kelime ma'nâsı "Ben Hakîm" demek olan bu sözün hakîkî
ma'nâsı: "Ben yokum. Hak vardır" demektir. Tasavvufta çok ince bir bilgi ve hâl
olan Vahdet-i vücûd (varlığı bir görmek) mertebesinde söylenmiştir. Bu
büyüklerin böyle sözleri, görüp müşahede ettikleri şeyleri ifâde edecek başka
söz, başka kelime bulamadıkları için böyle söylemişlerdir. Onun bu sözü,
İslâmiyetin zâhirine uymadığı için, zahir âlimlerin-ce ve câhil halk tarafından
anlaşılamadığı ve "tevhid" ehli olan ve olmayanın bir daha böyle sözler
söylememesi için şehîd edildi.
İmâm-ı Rabbânî
(k.s.), Mektûbât kitabının ikinci cild kırkdördüncü mektubunda buyuruyor ki "O
büyüklerin (Herşey O'dur) demeleri, hiç birşey yoktur. Yalnız O vardır,
demektir. Meselâ, Hallâc-ı Mensûr Enel-Hak (Ben Hak'ım) dedi. Böylece, ben
Hak'ım, Hak teâlâ ile birleştim demek istemedi. Böyle diyen kâfir olur ve
öldürülmesi lâzım olur. Onun sözünün ma'nâsı (Ben yokum, Hak teâlâ vardır)
demektir. İşte Sofiyye (evliyâ) her şeyi Hak teâlânın isimlerinin ve
sıfatlarının görünüşü, onların aynası bilir. Zâtın "kendisinin" bunlarla
birleştiğini, zâtında değişiklik olduğunu söylemez. Meselâ, bir insanın gölgesi,
kendinden hâsıl oluyor. Gölge, o kimse ile birleşmiş, onun aynıdır veya o kimse
inerek, o gölge şekline girmiştir, gibi şeyler söylenemez. O kimse, kendi
kendinedir. Gölge, onun bir görünüşüdür. Bu kimseyi aşırı seven, gölgeyi filân
görmez. Ondan başka birşey görmez. Gölge, o kimsenin aynıdır diyebilir. Ya'nî,
gölge yoktur, yalnız o insan vardır, der. Bundan anlaşıldı ki, sofiyye, eşyaya,
Hak teâlâdan meydana gelmiştir, Hak teâlâ değildir diyor. O hâlde, sofiyyenin
(Herşey O'dur) sözleri, (Herşey O'ndandır) demektir ki, ahinler de böyle
söylemektedir, iki taraf arasında bir fark yoktur. Yalnız şu fark vardır ki,
Sofiyye, eşyaya, Hakkın görünüşü diyor. Âlimler bunu söylemekden çekiniyor. Eşya
ile birleşmek, eşyanın içinde bulunmak anlaşılmasın diye, bu sözü söylemiyor."
Hallâc-ı Mensûr (r.a.), hâlleri doğru, zamanındakile-rin, kadrini ve derecesini
anlamayacak derecede yüksek bir velî idi. O, hiç bir zaman Allahlık iddia
etmedi. Tam tersine Allah aşkının sarhoşu bir kul olarak yaşadı. Gündüz ve
gecelerini ibâdetle geçirdi. Elli yaşında iken, "Bu güne kadar bin senelik namaz
kıldım" buyurdu. İslâmiyetin bütün emir ve yasaklarına en ince hususlara kadar
titizlikle uyar, mubahları zaruret miktarı kullanırdı, ömrünün temeli belâ
üzerine kurulmuştu. Bu da, Allah aşkına tutulanlarda çeşitli şekil ve
derecelerde görülen bir şeydir.
Onun hâl ve
mertebesini anlayan pek çok âlim ve evliyâ yüksek bir velî olduğunu
söylemişlerdir. İbn-i Ata, Ebû Abdullah Hafif, Şiblî, Ebü'l-Kâsım, Nasr Abâdî,
Şeyh Ebû Sa'îd Ebü'l-Hayr, Şeyh Ebü'l-Kâsım-ı Gürgânî, Şeyh Ebû Alî Farmedî ve
Yûsuf-ı Hemedânî hazretleri bunlardan ba'zılarıdır. Büyük evliyâdan Şiblî, onun
için "Ben ve Hallâc aynı şeyiz. Ama bana deli dediler kurtuldum. Onun aklı ise
onu helâk eyledi" buyurmuştur. Yine şeyh-ül-islâm Abdullah-ı Ensârî "Hallâc,
imamdır. Fakat durumunu her kişiye söyledi. Zayıflara ağır yük yükletti. Avam
(halkın) bilgisi ile ve akıl yoluyla anlıyamayacakları şeyleri konuştu. Bu
hususta İslâmiyete riâyet etmedi. Ona ne vâki olduysa, bu sebepten oldu"
demiştir.
Ali Râmitenî
hazretleri ise Hallâc-ı Mensür'un hâlini "Hüseyn bin Mensûr zamanında, Hâce
Abdülhâlık-ı Goncdüvânî'nin oğullarından biri bulunsaydı. Mensûr idam edilmezdi"
buyurarak en veciz şekilde izah etmiştir. Abdülhâlık-ı Goncdüvânî'nin ma'nevî
oğulları olan talebelerinden biri bulunsa idi, Hüseyn bin Mensûr'u terbiye
ederek, o makamdan daha yukarılara geçirir, idam edilmesi lâzım gelmezdi. Çünkü
Hallâc-ı Mensûr, her ne kadar büyük velî olmakla birlikte, tasavvuf yolunun en
nihayetine ulaşabilmiş değildir. Bulunduğu mertebe, nihayetten çok uzaktır.
Büyükler
buyuruyor ki: "Vilâyet (evliyâlık) dereceleri sonsuzdur.
V*
Bunların ilki kalb makamıdır. Muhyiddîn-i A'râbî, Hallâc-ı Mensûr ve Mevlâna
Celâleddîn-i Rûmî gibi zâtlar, hep kalb makamında idiler. Allahü teâlâ kalb
makamında olan bir mü'mine tayy-ı mekân ve tayy-ı zemân ihsan eder. (Ya'nî, uzun
mesafeleri bir anda giderler ve çok az bir zaman içinde, yapılamayacak işleri
yaparlar.) Bu makamda olanlar bir ağaca baksalar.
Allahü teâlâ ağacın yapraklarının adedini bildirir. Bir kimsenin yüzüne
baksalar, hangi r2jg[ günahı işlediğini bilirler. Vilâyet derecelerinin ilkinde
olan bir veliye, Allahü teâlâ bunları ihsan ■ eder. Vilâyet (evliyâlık)
dereceleri sonsuzdur."
KAYNAKLAR
1) Tam İimihâl Se'âdet-i Ebediyye sh-90, 450, 694, 697, 865, 1010
2) Müjdeci Mektûblar. Mektub No: 24, 100, 266
3) Tezkiret-ül-evliyâ cild-2, sh-114
4) Kuseyrî
risâlesi sh-28, 43, 312, 333, 473, 474, 487, 494, 661
5) Nefehat-ül-üns (Osmanlıca) 199
6) Vefeyât-ül-a'yân cild-2, sh-140
7)
Mîzân-ül-i'tidâl cild-1, sh-548
8) Târih-i Bağdâd cild-8, sh-112
|