Büyük hadîs
imâmı. Sofiyye-i âliyyenin büyüklerinden, ma'rifet sahiblerinin en ileri
gelenlerinden, ilmi ile amel eden âlimlerdendi. İsmi, Muhammed bin Ali bin Hasen
bin Bişr ez-Zâhid olup, künyesi Ebû Abdullah'tır. Tirmiz'de doğmuş olup, doğum
târihi bilinmemektedir. Horasan evliyâsının büyüklerinden olan Hakîm-i Tirmizî,
Tirmiz'de uzun müddet bulundu. Tirmiz, Buhârâ'nın güneyinde, Ceyhun nehri
kenarında bir kasabadır. Hakîm-i Tirmizî'nin ba'zı beyanlarından dolayı, bu
sözlerinin ince ma'nâsını anlayamayan kimseler tarafından Tirmiz'den çıkarıldı,
Belh şehrine geldi. Belh ehâlisi, onu büyük saygı ve hürmet ile karşıladı.
Kendisine izzet ve ikrâmda bulundu. Uzun müddet Belh şehrinde ikâmet eden
Hakîm-i Tirmizî, daha sonra Nişâbûr'a geldi. 320 (m. 932)'de şehîd edildi.
Hakîm-i
Tirmizî; babasından, Kuteybe bin Sa'îd, Hasen bin Ömer bin Sakîk, Sâlih bin
Abdullah Tirmizî, Sâlih bin Muhammed Tirmizî, Ali bin Hucr es-Sa'dî, Yahyâ bin
Mûsâ, Utbe bin Abdullah el-Mervezî, Abbâd bin Ya'kûb ed-Devrâkî, Süfyân bin
Vekî'den, Horasan ve Irak'taki muhaddislerden hadîs-i şerîf öğrenmiştir. Yahyâ
bin Mensûr el-Kadı, Hasen bin Ali, Nişâbûr âlimleri ve daha pek çok âlim de
ondan hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir. Tasnif etmiş olduğu pekçok kitabı olan
Hakîm-i Tirmizî, Ebû Türâb Nahşebî Ahmed bin Hadraveyh ve İbn-i Celâ gibi evliyâ
ile sohbet etmiş, beraber bulunmuş ve onlardan çok istifâde etmiştir. Çok
hadîs-i şerîf toplamış, zâhid (dünyâya düşkün olmayan) ve âbid (çok ibâdet eden)
bir zât olan Hakîm-i Tirmizî Muhammed bin Ali'nin yazdığı kitapların ekserisi
tâb olunmuştur.
Sünnet-i
seniyyeye tam uyan, ilmiyle âmil, ümmet-i Muhammed'in büyüklerinden bir zât olan
Hakîm-i Tirmizî, zamanın evliyâsından idi. Velayet s'âhiblerinden olan Hakîm-i
Tirmizî, herkesin dili ile öğülmüş, medh edilmiştir. İnce ma'nâları açıklama ve
izah hususunda bir üstâd, hadîs ilminde ise sika (sağlam güvenilir) bir âlimdi.
Sözleri kâmil, hilmi (yumuşaklığı) pek ziyâde, şefkati çok ve ahlâkı pek
güzeldi. Peygamberimizin (s.a.v.) mübârek ahlâkı onda gürülürdü. Meşhûr
Keşf-ül-mahcûb kitabının sahibi Hucvurî: "Hakîm-i Tirmizî çok büyük, mübârek bir
zâttır. Benim yanımda öyle bir kıymeti vardır ki, kalbim tamamen ona
bağlanmıştır. Benim üstadım onun için; "Muhammed bin Ali, tek olan iri bir
inci'dir. Cihanda eşi az bulunur" buyurdu" demiştir. Çok kıymetli ve ma'nâlı
sözlerinden dolayı Hakim-i evliyâ (velîlerin hikmetli söz söyleyenlerinden) ismi
verilmişti.
Gençliğinde
ilim öğrenmek ve Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için bulunduğu yer olan
Tirmiz'den ayrılıp, başka yerlere gitmek üzere iki arkadaşı ile anlaştı. Bu
kararlarını ve anlaşmalarını annesine anlatınca annesi üzüldü ve "Yavrucuğum!
Ben zaîf, kimsesiz ve hastayım. Benim hizmetlerimi sen yapıyorsun. Beni yalnız,
çaresiz kime bırakıyorsun?" dedi. Bu sözler üzerine genç Muhammed bin Ali
Tirmizî'nin gönlüne dert düştü ve arkadaşlarıyla yaptığı anlaşmayı bozup
seferden vazgeçti, iki arkadaşı ise onu yalnız bırakıp, ilim tahsili için yola
çıktılar. Buna ziyadesiyle üzülen Muhammed bin Ali, ne annesinden ayrılabildi,
ne de gönlünden ilim aşkını silip atabildi. Yalnız kaldığı zamanlarda, tenhâ
yerlerde uzun uzun ağlardı. Yine bir gün mezarlıkta oturmuş ağlıyor, hem de "Ben
burada câhil kaldım, i-limden mahrum kaldım. Arkadaşlarım ise âlim olarak geri
gelecekler" diye düşünüyordu. Gözlerinden yaşlar boşandığı bir sırada aniden
nûrânî yüzlü, tatlı sözlü bir ihtiyar çıkageldi ve: "Yavrum niye ağlıyorsun?"
diye sordu. O da başından geçenleri anlattı. Bunun üzerine, "Kısa zamanda o iki
arkadaşını ilimde geçmen için, hergün sana ders vermemi arzu eder misin?" diye
sordu. "Evet arzu ederim" cevâbını verdi. Bunun üzerine bu tatlı sözlü, nûr
yüzlü mübârek ihtiyar, Muhammed bin Ali'ye hergün ders veriyordu. Üç yıl devamlı
ders okudu. Üç yıl sonra, bu mübârek zâtın Hızır (a.s.) olduğunu anladı. Buyurdu
ki: "Bu büyük devlet, annemin rızâsı ve duâsı bereketiyle ihsan olundu." Her
Pazar gecesi Hızır aleyhisselâm ona gelir, ma'nevî hâllerini birbirlerine
anlatırlardı.
Buyurdu ki:
"Kim bir şeyden korkarsa; ondan uzaklaşır ve ondan kaçar, kim de Allahü teâlâdan
korkarsa, O'na doğru koşar, ya'nî emirlerine yapışır."
"Âhirette
kurtulmak, ibâdet ve amelin çok olmasıyla değil; amellerin ihlâslı ve edeblerine
uygun o-larak yapılması iledir."
"Kalblerin
kemâli, Allahü teâlâdan korkmakdaki kemâl ile, nefslerin itminana kavuşması da,
takvanın (haramlardan uzaklaşmanın) kemâli iledir."
"Mü'minin
neş'esi yüzünde, hüznü kalbindedir."
"Dünyâda
iyilikten daha ağır bir yük yoktur. Çünkü, sana iyilik yapan seni bağlamış,
kötülük yapan da, seni serbest bırakmış olur."
"Çocukların
yetiştirilmesi ve terbiyeleri mekteplerde, eşkıyâlarınki hapishanelerde,
kadınlarınki evlerde, gençlerinki ilimde, yaşlıların ve ihtiyarlarınki ise
câmilerde olur."
"Ma'rifetin
nuru kalbtedir. Parıltısı ise göğüsteki gönül gözündedir." "Cömertlik; Allah
için, nefsine düşman olmandır."
"Dünyâ;
hükümdarlar için gelin, zâhidler için aynadır. Hükümdarlar onunla güzelleşir,
zâhidler ise âfetlerine bakarak ondan uzaklaşıp terk ederler."
"Allahü
teâlânın kullarına ve dînine hizmet edecek olanların, tevazu ve teslimiyet
sahibi olması şarttır."
"Bir kimse
kulluğun vasıflarını bilmezse, Rabbânî vasıfları hiç bilemez. Din ilmi ve
kulluğun vasıfları hakkında câhil olan, Allahü teâlânın vasıfları konusunda daha
da câhil olur. Mahlûk olduğu hâlde, nefsini tanımanın yolunu bulamayan bir
kimse, Halik olan Allahü teâlâyı tanımaya hiç yol bulamaz. Bir kimse beşerî
sıfatlardaki âfet ve tehlikeleri görmezse; Allahü teâlânın sıfatlarındaki
latifeleri ve incelikleri nasıl ve nereden bilebilir. Çünkü zâhirin, bâtınla
alâkası vardır. Bir kimsenin bâtınsız olarak zahirle ilgilenmesi imkânsızdır.
Aynı şekilde; diğer bir kimsenin de, zâhirsiz olarak bâtınla alâkalanması mümkün
değildir."
"Îsâr nedir?"
diye sordular. Cevâbında; "Başkalarının lezzetini ve rahatlığını, kendi lezzet
ve rahatlığına tercih etmektir" buyurdu.
"Yakîn nedir?"
diye sordular. Cevâbında; "Yakîn; kalbin, Allahü teâlânın emirlerine itâat
etmesidir" buyurdu.
"Şükür nedir?"
diye sordular. Cevâbında, "Şükür, gönlünün, nî'met veren Allahü teâlâya tam
bağlı olmasıdır" buyurdu.
"Nefsin, sende
mevcut olduğu hâlde, sen Allahü teâlâyı tanımak istiyorsun. Halbuki senin
nefsin, daha kendisini dahi tanımış değildir. Rabbini nasıl tanıyacak?"
"Kendisine halkın vasıfları sorulduğu zaman: "Apaçık olan bir zaaf ve acizlik.
Buna rağmen uzun bir iddia ve da'vâ (uzun emeller)" cevâbını verdi.
Huşu' sahibi
olanların kimler olduğu sorulduğu zaman: "Huşu’’ sahibi olanlar; arzu
ateşi sönen, kalbindeki arzu ve maksaddan tad alma dumanı sükûnet bulan, kalbi
İslâmiyete hürmet ve ta'zîm nurları saçan, böylece nefsin arzuları ve şehvetleri
ölen, fakat kalbi ve ruhu dirilen; bunun içinde a'zâları ve bedeni, huşu' ve
sükûnet içinde bulunanlardır" cevâbını verdi.
"Kanâat nedir?"
diye sorulunca, "İnsanın kısmetine düşen rızkına râzı olmasıdır" cevâbını
vermişti.
Kendisine,
"İmânın gitmesine en çok sebeb olan günah nedir?" diye sordular. Buyurdu ki: "Üç
günah vardır. Birincisi; îmân ni'metine kavuştuğuna şükretmemek. İkincisi;
îmânın gitmesinden korkmamak. Üçüncüsü; mü'minleri incitmek ve onlara eziyet
etmek. Biliniz ki, haksız yere bir müslümanı incitmek, Kâ'beyi yetmiş defa
yıkmaktan daha büyük günahtır. Resûlullah efendimiz (s.a.v.) böyle buyurmuştur.
Beyt:
Elinden
geliyorsa, kırma kişi kalbini,
Kendini mahv edersin, sen kırarsan birini.
Fütüvveti şöyle
tarif etmiştir: "Fütüvvet; evinde devamlı ikâmet edip kalanla, geçici bir zaman
bir kaç günlüğüne oturan birini müsâvî görmektir." Ya'nî, evinde bir kaç
günlüğüne misafir kalanla, aylarca hattâ yıllarca misafir kalan veya başka
türlü, mihnet ve sıkıntı veren iki kişiyi aynı tutmaktır. Hattâ uzun zaman
kalana daha çok izzet ve ikrâmda bulunmaktır."
Buyurdu ki:
"Murakabeni, seni her an; gören Allahü teâlâ için yap. Şükrünü; ni'metlerini
senden eksik etmeyenî Allahü teâlâ için yap. Tâatini; kendisine her an muhtaç
olduğun Allahü teâlâ için yap. Saygı ve huşû'unu da bir ân bile hükümranlığının
dışına çıkamayacağın Allahü teâlâ için yap."
"İslâmiyetin,
müslümanlığın aslı şu iki şeydir "Allahü teâlânın yapmış olduğu iyilik ve ihsanı
görmek (ona göre şükr etmek), diğeri ise hicran, ya'nî âhırette çok fecî ve
acıklı bir hâle düşmek korkusu." "Hakîkî ma'nâda Allahü teâlâyı sevmek, O'nu her
an zikredip, O'nunla, ünsiyyet etmektir."
"Kaybolan,
niyetine üzüldüğün kadar, kaybettiğin hiçbir şeye üzülme. Çünkü hiçbir hayırlı
amel, niyetsiz sahîh olmaz."
"Her kim ki,
şübhelilerden uzaklaşmadan kazandığı nafaka ile yetinirse, muhakkak günaha,
harâma düşer.",..
"Allahü teâlâ
kullarının rızkına kefil olmuştur. Kullarına da tevekkül etmeği emr etmiştir. O
hâlde insanlar, Allahü teâlânın tekeffül ettiği şey ile uğraşmayıp, teklif
ettiği şeylere, ya'nî O'nun dînine hizmete koşmalıdırlar."
Kimin arzusu
din, ya'nî âhıret olursa; bu hayırlı düşüncesi hürmetine, dünyevî işleri de
âhıret işi hâline gelir. Bir kimsenin düşüncesi de dünyâ olursa; niyetinin
bozukluğu sebebiyle, âhıret işleri de dünyâ işi hâline gelir."
"Şeytanın
insana, gâfil olduğu bir zamanda yaptığı zarar, yüz aç kurdun, bir koyun
sürüsüne yaptığı zarardan daha fazladır. İnsanın nefsinin kendisine yaptığı
zarar da, yüz şeytanın yaptığı zarardan fazladır."
"Bir kimsede
bulunan fena huyların en kötüsü; kibri, büyüklenmeyi sevmesi ve işlerinde
ihtiyar sahibi olmasıdır (kendi, istediğini yapmasıdır). Çünkü kibir ve
büyüklük, kendisinde hiçbir noksanlık bulunmayan Allahü teâlâya lâyıktır. İrâde
ise, ilminde hiçbir cehâlet bulunmayan bir zâttan (cenâb-ı Haktan) olursa doğru
olur."
"Velî, dâima
hâllerini gizler. Fakat her şey, onun velayetini izhâr eder. Velî olduğunu iddia
eden kimse ise, kendisinin velî olduğunu söyler. Fakat herşey, onun yalancı
olduğunu söyler, onu tekzîb e-der."
"Azîz, izzet ve
şeref sahibi kimse; günahın kendisini zelîl kılmadığı kimsedir. Hür olan kimse;
hırs ve tamahın kendisini köleleştirmediği kimsedir. Arif; şeytanın kendisini
esir almadığı kimsedir. Akıllı; Allahü teâlâdan korkan, harâmlardan sakınan ve
nefsini hesaba çekendir."
Kendisine
"Evliyâ son nefeslerinde kötü bir hâlde ölmekten korkarlar mı?" diye sorulunca;
"Evet korkarlar. Fakat bu hatarât (tehlikeler) şeklinde bir korkudur. Allahü
teâlâ dostlarının, evliyânın hayatlarını karanlık bir hâle getirmeyi asla arzu
etmez" buyurdu.
"Allahü
teâlânın zikri ve O'na ibâdetle öyle meşgul olmalı ki, O'ndan herhangi bir şey
istemeye fırsat kalmamalıdır."
Kendisine takva
ve fütüvvetten suâl edildiği zaman, "Takva (haramlardan sakınmak); kıyâmet günü
hesâbda, hiçbir kimsenin yakana yapışmamasıdır. Fütüvvet de, o gün hiç kimsenin
yakasına yapış-mamaktır."
"Her kim harâm
bir kuruşu alacaklısına iade ederse, nübüvvetten bir nura kavuşur."
"Evliyâyı küçük
görmek, Allahü teâlâyı tanımanın azlığından ileri gelir. Her makamın kendisine
has bir ehli vardır. Kim bir makama çıkmak arzu ettiği halde, o makamın ehline
ya'nî o makamdakilere hürmet etmezse; o makamdan hâsıl olacak bereketten mahrum
olur. Ayrıca ulaştığı makam, yavaş yavaş o kimseyi helake sürükler." Çünkü yolda
yürürken düşen bir kimsenin düşmesi ile bir binanın beşinci katından düşmek
arasında çok fark vardır. Kalbin kıymetini ve vaktin ehemmiyetini şu sözleriyle
beyân etmiş ve: "Kalbin ve vaktin, sana bir sermayedir. Fakat sen kalbini kötü
zanlarla (Allahü teâlânın sevgisinden başka şeylerle) doldurdun. Vaktini de
malaya'nî, boş ve fâidesiz şeylerle geçirdin, iflâs etmiş, sermâyesini kaybetmiş
olan bir kimse, nasıl kâr edebilir?" buyurdu.
İlmiyle âmil
olan ariflerin büyüklerinden olan Muhammed bin Ali Hakîm-i Tirmizî'nin (r.a.)
çok kerâmetleri görülmüştür. Keşf ve kerâmetleri ve tasavvufun ince ma'rifetleri
ile meşhûr olan Hakîm-i Tirmizî, Hızır aleyhisselâm ile devamlı görüşmesiyle de
meşhûr idi.
Ebû Bekr Verrâk
anlatıyor: Hakîm-i Tirmizî bana cüzler ve bir risâle vererek, "Al bunları Ceyhun
nehrine at" buyurdu. Bunları aldım, fakat atmaya gönlüm râzı olmadı, götürüp
evime gizleyerek yanına geldim. "Attın mı?" diye sordu ve "Ne gördün?" dedi.
"Hiçbirşey görmedim" dedim. "O hâlde onu atmadın, tekrar git ve onu suya at"
dedi. Hemen geri döndüm. Fakat hem atmanın acısı, hem de göreceğim şeylerin
heyecanı beni şaşırtmıştı. Evden cüzleri ve risâleyi aldım, suya attım. Derhal
su ikiye ayrıldı. Kapağı açık bir sandık meydana çıktı. Attığım cüzler ve risâle
içine düştü ve sandığın kapağı kapandı, su da eski hâlini aldı. Hakîm-i
Tirmizî'nin yanına geldim ve gördüğüm şeylerin hepsini anlattım." "Tamam şimdi
atmışsın" buyurdu. "Efendim bağışlayınız. Allahü teâlânın hakkı için bu işin
sırrını bana anlatınız, dedim. Cevâbında: "Büyüklerin ilmine (tasavvufa) dâir
bir risâle te'lif etmiştim. Onun ince ma'nâlarını keşf ve idraktan akıl âcizdi.
Bunu, kardeşim Hızır aleyhisselâm benden istedi. O sandığı onun emri ile bir
balık oraya getirdi. Allahü teâlâ da suya, bu sandığı ona ulaştırması için emir
verdi" buyurdu.
Muhammed
Tirmizî çok sayıda kitap yazmıştır. Ba'zıları yazdığı kitapları beğenmediler.
Bunun ü-zerine yazdığı kitapları Ceyhun nehrine attı. Büyük balıklar, kitapları
alıp muhafaza ettiler, iki sene sonra kitapları isteyince, tekrar suyun yüzüne
çıkardılar. Kitaplara bakıldığında, hiç suya düşmemiş gibi, hattâ bir noktasının
dahi bozulmamış olduğu görüldü.
İmâm-ı Şa'rânî
hazretleri buyurdu ki: İmâm-ı Muhammed Tirmizî, bir fıkıh kitabı ile tasavvufa
ait bir kitap yazmıştı. Birisi gelip ona dedi ki: "Senin bu kitablarını
okuyanlar, velîlerin, peygamberlerden daha üstün olduğunu zan edecekler." Bunun
üzerine Muhammed Tirmizî hazretleri bir sandık yaptırdı. O iki kitabı içine
koydu. Ve sandığı nehre attı. Oradakiler gördüler ki, nehirden iki el çıkıb
sandığı aldı ve şöyle bir ses işitildi: "Suların âmiri olan melek bize şu
sandığı muhafaza edin dedi." Bir müddet sonra sandık dışarıya çıktı, sandığı
açtığımızda, içindeki kitaplardan hiçbirinin ıslanmadığını gördük. Sandığı
bulduğumuzda, o da vefât etmişti. Ebû Bekr Verrâk anlatıyor: Birgün Muhammed bin
Ali Hakim-i Tirmizî bana, "Bugün seni bir yere götüreceğim" dedi. "Siz nasıl
emrederseniz" dedim. Yürümeye başladık. Bir müddet sonra ucu bucağı belli
olmayan bir çöle ulaştık. Çölün ortasında her tarafı yeşillik bir vahaya vardık.
O-rada yeşil yapraklı büyük bir ağaç ve onun altında bir taht, üzerinde de güzel
elbiseler giymiş, yüzü nûr saçan bir ihtiyar gördüm. Yan tarafta da bir pınar
akıyordu. Hakîm-i Tirmizî (r.a.) bu zâtın yanına varınca, o hemen hürmetle ayağa
kalktı ve onu yerine oturttu. Biraz sonra, birçok zâtlar geldi ve sayıları kırka
ulaştı. Bir müddet sohbet ettikten sonra, içlerinden birisi ellerini havaya
kaldırdı. Semâdan bir sofra indi, yemeklerini yediler. Daha sonra Hakîm-i
Tirmizî, o zâta çeşitli sorular sordu. Orada konuşulanlardan hiçbir şey
anlamadım. Hakîm-i Tirmizî, o zâttan izin istedi, geri döndü ve bana," Yâ Ebâ
Bekr haydi git, hiç şüphen olmasın ki, sen se'âdet-i ebediyyeye kavuştun" dedi.
Bir müddet sonra Tirmiz'e döndük. "Ey efendim, suâlimi affedin. Acaba orası
neresi idi? O gördüğümüz zât kimdi?" diye sordum. "Orası Tîh sahrası (çölü) idi.
O zât da zamanımızın büyüğü Kutb-u Medâr'ı idi. [İmâm-ı Rabbânî (k.s.), "Kutb-u
Medar: Âlemde, dünyâda her şeyin var olması ve varlıkta durabilmesi için, feyz
gelmesine vâsıta olan büyük velîdir" buyurmaktadır.] Diğer zâtlar da kırklardı"
buyurdu. Bunun üzerine, "Efendim, Tirmiz'den Tîh sahrasına kısa zamanda nasıl
ulaştık?" diye sordum. "Ey Ebû Bekr sen bunu düşünme... Senin için mühim olan,
vusul ya'nî ulaşmaktır" cevâbını verdi.
Kendisi şöyle
anlatmıştır: "Nefsimin tâat üzere olup, Allahü teâlâya teslim olması için çok
çalıştım, onunla çok uğraştım. Fakat onunla baş edemedim. Nihayet bu işi
başarmaktan ümidimi keserek "Herhalde Allahü teâlâ bu nefsi, dünyâ ve Cehennem
için yaratmış" deyip Ceyhun nehrinin kenarına gittim. Oradan geçen birine,
"Ellerimi ve ayaklarımı bağla" dedim. O da bağladı ve geçip gitti. Sonra yanım
üzerine yuvarlanarak, kendimi nehre attım. Maksadım suda boğulmaktı, su çarptı
ve ellerimin bağını açtı. Bir dalga geldi. Kenara vurdu. Kendimden ümidimi
keserek: "Sübhânallah, Allahü teâlâ öyle bir nefs yaratmış ki, ne Cennete ne de
Cehenneme lâyık" dedim. Kendimden ümid kestiğim bu ânda, kalbimin kırıklığı
hürmetine bir sır keşif olundu. Böylece bana lâzım olan şeyleri öğrendim."
Zamanında büyük
bir zâhid vardı. Hakîm-i Tirmizî'nin büyüklüğüne inanmaz ve itiraz ederdi.
Hakîm-i Tirmizî'nin (r.a.), küçük bir kulübesinden başka bir şeyi yoktu. Dünyâda
sâhib olduğu tek mal bu idi ki; onun da kapısı olmayıp, girişinde bir perde
asılı idi. Haccetmek için memleketinden ayrıldı. Haccını îfâ ettikten sonra
tekrar geri döndüğünde, kulübeye bir köpeğin girip yavrulamış olduğunu gördü. Bu
köpeği buradan çıkarmak istedi. Belki yavrularını alıp buradan çıkar diye,
seksen defa evine gitti. Aynı günün gecesi, Hakîm-i Tirmizî hazretlerinin
büyüklüğünü inkâr eden Zâhid, rü'yâsında Peygamberimizi (s.a.v.) gördü.
Resûlullah (s.a.v.) ona: "Ey filan, evine giren bir köpeği çıkarmak için,
kendiliğinden çıkar diye köpekten ricada bulunarak, seksen defa gelip giden bir
zâtla kendini eşit mi tutuyorsun? Eğer ebedî se'âdete kavuşmak istiyorsan, git
onun hizmetine kavuş" buyurdu. Bun on üzerine, bu zâhid zât, Hakîm-i Tirmizî'nin
huzuruna geldi. Özür dileyerek affına sığındı ve ölünceye kadar hizmetinden
ayrılmadı.
Her türlü
kusuru kendinde arayan, hiçbir kimseye kabahat ve kusur bulmayan Hz. Hakîm-i
Tirmizî, herkesin kızdığı, kötü şeyler söylendiği zaman, o iyilik yapar, hattâ
diğer zamanlarda yaptığı iyilik ve ihsandan daha fazlasını yapardı. Hanımına
sordular "Hâkim-i Tirmizî'nin kızdığını anlayabiliyor musunuz?" Cevâbında: "Evet
anlıyoruz, bizden bizar olduğu zaman, bize karşı daha iyi davranır, yemek
yedi-rir, su verir, ağlar ve "Yâ Rabbî! Ben ne günah işledim de seni
gazaplandırdım ki, bunları benim üzerime gönderiyorsun! Rabbim tövbe ettim, beni
affet ve onları iyi hâle çevir" diye duâ ederdi. Böyle duâ ettiği zaman, onun
kızdığını ve onu üzdüğümüzü bilirdik. Onu bu belâdan kurtarmak için de, tövbe
eder ve affını isterdik" buyurdu.
Hakîm-i
Tirmizî'ye (k.s.), gençliğinde bir güzel kadın gelerek onu da'vet etti, ama o
asla kabul etmedi. Fakat bu kadın Hakîm-i Tirmizî hazretlerinin peşini
bırakmadı. Birgün bağda yalnız başına çalıştığını öğrenince, hemen bağa gitti.
Kadının kendisine doğru geldiğini gören Hakîm-i Tirmizî (k.s.) hemen durumu fark
edip kaçmaya başladı. Peşinden koşan kadın, "Sen benim kanıma girmek istiyorsun,
beni katil edeceksin" diye bağırıyordu. Hiç ona aldırış etmeyen Hakim-i Tirmizî
(k.s.), yüksekçe bir duvara rastladı. Hemen kendisini oradan atarak, o kadının
şerrinden kurtuldu. Hakîm-i Tirmizî (k.s.) ihtiyarladığı zaman, bir gün eski
günlerini hatırladı ve o hâl hatırına geldi. O an nefsinden zihnine; "O kadının
teklifini kabul edip, ihtiyâcını temin etseydin ne olurdu? Nasıl olsa o zaman
gençtin. Daha sonra tövbe ederdin" diye bir düşünce geldi. Zihnine, Nefisten
böyle bir düşüncenin gelmesine çok üzüldü ve "Ey günahlarla ve pisliklerle dolu
olan habîs nefs. Kırk sene evvel, genç iken hatırında böyle bir şey yoktu da,
şimdi bunca mücâhede ve riyâzetten sonra, günâh işlemedim diye pişman olmak
nereden hatırına geldi?" dedi. Çok üzüldü, bir köşeye çekildi, günlerce ağladı,
matem tuttu. "Nasıl oldu da hatırıma böyle pis bir düşünce geldi" diyordu. Bir
müddet sonra, rü'yâsında Peygamberimizi (s.a.v.) gördü. Peygamberimiz ona? "Ey
Muhammed! Nasıl sözler söylüyorsun? Senin yaptığın işler, bizimki gibi değildir.
Senin yaptıkların sehiv ve gaflet, bizim (ya'nî Peygamberlerin ise) ancak sahv
(uyanıldık) ve doğruluktur" buyurdu. Bunun üzerine pişman oldu ve tövbe etti.
Nakl olunmuştur
ki: Uzun bir zaman Hızır aleyhisselâmı görmemişti. Birgün, temiz yeni elbiseler
giymiş, sarığını sarmış câmiye giderken, bir mes'ele yüzünden kendisine kızan
bir kadının evinin önünden geçiyordu. Kadın, çocuğunun kirli elbiselerini
yıkamış, leğen de pislikli su ile dolmuştu. Hakîm-i Tirmizî'yi evinin önünden
geçerken görünce, leğendeki pis suyu olduğu gibi üzerine attı. Her tarafı
necaset ve idrarlı su ile ıslandı. Bunun üzerine Hakîm-i Tirmizî hazretleri
hiçbirşey söylemediği gibi, başını kaldırıp bakmadı bile. Biraz sonra Hızır
aleyhisselâm geldi ve "Sen bu hakaret ve kötülüğe katlanıp, sabredip hiçbir şey
söylemediğin için bizi gördün" buyurdu. (Çünkü o büyükler, tamamen nefslerinden
uzaklaşmış, Hakka âşık olmuşlardır. O'ndan başka bir düşünceleri, O'nun
rızâsından başka bir maksatları yoktur. Sabır, onların hâli olup, dâima Allahü
teâlâyı anarlar.)
Hakîm-i Tirmizî
(r.a.) son derece edebli ve Peygamberimizin (s.a.v.) güzel ahlâkına sahip idi.
Ailesi içinde dahi, küçücük nahoş bir hareketi görülmemişti. Birisi onu imtihan
kasdıyla yanına gitti. Hakîm-i Tirmizî hazretleri, o sırada câmide namaz
kılıyordu. Onu böyle görünce, namazını bitirmesi için bir müddet bekledi.
Hakîm-i Tirmizî (r.a.) namazını bitirince câmiden çıktı ve yürümeye başladı. O
kişi de, imtihan düşüncesiyle arkasından yürüdü. O esnada Hakîm-i Tirmizî
hazretleri geri döndü ve "İmtihan etmeye kalkma, bu senin için iyi olmaz"
buyurdu.
Muhammed bin
Ali Hakîm-i Tirmizî'nin, tasavvufta beyân ettiği ve kendisine intisâb edenlerin
yoluna, Hakîmiye denilmektedir. Zâhirî ve batınî ilimlerden büyük nasîbi olan
Hakîm-i Tirmizîhazretlerinin daha önce belirtildiği gibi, çok güzel sözleri ve
te'lif ettiği eserleri vardır. Yoluvilayet yollarından idi. Velîler Allahü
teâlânın sevgili kullarıdır. Onlara son derece hürmet ve edeb lâzımdır.
Onlar Allahü teâlânın husûsî ni'metlerine kavuşmuşlardır. Onlar, Allahü teâlânın nuru ile
bakarlar. Onlarla beraber olanlar şakî olmazlar. Buyurdu ki: "Evliyâ mâ'sum
(günahsız) değildirler. Çünkü, ismet sahibi olmak günahsız olmak) velîlik için
şart değildir. Fakat Allahü teâlâ onları günâhlardan hıfz eder." Hakîm-i
Tirmizî; tefsîr, hadîs, fıkıh, kelâm ve tasavvuf ilimlerinde kıymetli pek çok
eser te'lîf etmiştir. Buyurdu ki: Yazdığım kitapları, bana isnad edilsin, bunun
kitapları denilsin diye te'lîf etmedim. Fakat hâller beni kaplayıp, kendimden
geçtiğim zamanlar, te'lîf ile teselli bulurdum." Böylece yazdığı eserleri,
Allahü teâlânın yardımı ile te'lif ettiğini beyân buyurdu.
Pek çok
risâleleri mevcut olmakla beraber, yazdığı meşhûr kitapları; Kitâb-ül-furûk,
Hatm-ül-vilâye ve İ'lel-üş-şer'iyye Nevâdir-ül-üsûl fî ehâdis-ür-Resûl,
Gars-ül-muvahhidîn, Eriyyâdatü ve edeb-ün-nefs, Gavr-ül-umûr, el-Menâhî,
Şerh-üs-salât, el Mesâil-ül-meknûne, el-Ekyâs ve'l-mu'terrîn, Beyân-ül-fark
beyn-es-sadr, el-Akl ve'l-hevâ'dır. Bunların dördü hariç, diğerleri basılmıştır.
Ba'zı risâleleri de, yakın zamanda Şam'da'tekrar basılmıştır.
Hakîm-i
Tirmizî, İbrâhîm bin Meysere'den haber veriyor ki, Ebû Eyyûb-el-Ensârî (r.a.)
İstanbul'a gazâ etmeğe gitti. Birinin yanından geçerken, "Bir kimsenin öğle
vakti yaptığı işler, akşam olunca me-zârdakilere gösterilir" dediğini işitti.
Ebû Eyyûb hazretleri; "Niye böyle söylüyorsun?" dediği zaman; "Vallahi bunu
sizin için söylüyorum" dedi. Ebû Eyyûb (r.a.) "Yâ Rabbî! Sana sığınırım, Ubâde
bin Sâmit'in ve Sa'd bin Ubâde'nin (r.anhümâ) yanında, onlar öldükten sonra
yaptıklarımdan dolayı, yüzümü kara etme" diye duâ etti. O kimse cevâbında,
"Allahü teâlâ kullarının kusurlarını örter, amellerinin iyisini gösterir"
buyurdu. Hakîm-i Tirmizî, (Nevâdir) kitabında bildirdiği hadîs-i şerîfte
"İnsanların yaptıkları işler, Pazartesi ve Perşembe günleri Allahü teâlâya arz
olunur. Peygamberlere, evliyâya ve ana-babaya Cum'a günleri gösterilir. İyi
işleri görünce sevinirler. Yüzlerinin parlaklığı artar. Allahtan korkunuz!
Ölülerinizi incitmeyiniz" buyurdu.
Hakîm-i Tirmizî
hazretleri Kitâb-ül-akl ve'l-hevâ isimli eserinde buyurur ki:
Fehim
(anlamak):
Üç şeyle hasıl olur. Birincisi, zihnin boş ve
hazır olması. İkincisi, Allahü teâlâya (anlayış ihsan etmesi için) yalvarmak.
Üçüncüsü, dünyâ ve âhıretin ne olduğunu, hakikatini anlamış ve kavramış biriyle
müzâkere etmek. Dünya ve âhıretin durumunu kavrayanlar, ancak basîret
sahipleridir.
İhlâs
yedi
şeyle olur: Birincisi, Allahü teâlâya tevekkül etmek, güvenmek. İkincisi,
işlerini Allahü teâlâya havale etmek. Üçüncüsü, mahlûktan birşey beklememek. Ne
isterse Allahü teâlâdan istemek. Dördüncü, mahlûkların za'îfliğini düşünmek.
Beşincisi, azîz kılan ve yükseltenin, zelîl kılan ve alçaltanın kul değil,
Allahü teâlâ olduğunu bilmek. Çünkü, Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen:
"Resûlüm, şöyle de: "Ey mülkün sahibi Allahım! Sen dilediğine mülkü verirsin,
dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini azîz edersin, dilediğini de
zelîl edersin, hayır yalnız senin elindedir, muhakkak ki sen her şeye kadirsin."
(Âl-i İmrân-26) Altıncısı, öldükten sonra amellerini tartılacağını ve
bunların karşılığını göreceğini, sevab tarafı ağır gelirse Cennete gideceğini,
günahları çok olursa, Cehenneme gideceğini hatırlamak. Yedincisi, şeytanın,
işlerinde kendisine riya verdiğini hatırlamak. İhlâs, a-melde doğru olmak ve
yaptığını sırf Allahü teâlânın rızâsı için yapmakla hâsıl olur. İhlâsın zıddı
riyadır. İhlâsın üç alâmeti vardır: Birincisi, övülmekten korkmak. Çünkü övülmek
kişinin amelini bozar. İhlâslı olan kişi, yaptıklarının karşılığını sâdece
Allahü teâlâdan bekler. İkincisi, ihlâslı kimse, Allahü teâlânın rızâsına uygun
olarak yaptığı işlerde, kınayanın kınamasından endişe etmez. Çünkü insanların
ayıplamasından korkan kimse, Allahü teâlânın rızâsı bulunan birçok şeyi terk
eder. Bunun içindir ki, ihlâslı kimse sâdece Allahü teâlânın kınamasından
korkar. Üçüncüsü, Allahü teâlânın rızâsına uygun işlerde, o işi yapmama
hususunda mazeret beyân eden kimse, ihlâs sahibi olamaz. Üç şey vardır ki,
onları ihlâs sahibi kimseler yapar. Birincisi, acı da olsa, hakkı ve doğruyu
konuşur. İkincisi, hak ile amel eder. Onu, insanların kendisine yardımı
kesmeleri korkusundan dolayı terk etmez. Çünkü Allahü teâlâ ona rızâsına uygun
olarak yaptığı işlerinde yardımını ihsan etmektedir. Üçüncüsü, Allah korkusundan
yapmak istediği şeyi, insanların korkusundan dolayı bırakmaz. Çünkü, Allah
korkusu, kalbindeki insan korkusuna mâni olur.
İhlâs ne
güzeldir. Ne mutlu Allahü teâlânın kendisine ihlâs lütfedip, ihlâsa muvaffak
kıldığı kimseye.
Tevazu:
Beş şeyle hâsıl olur. Birincisi, başlangıçta hangi
şeyden yaratıldığını hatırlamakla. İkincisi, dünyâya geldikten sonra, muhtaç bir
varlık olarak yaşadığını düşünmekle. Üçüncüsü, dünyâda sayılı ömrünü tükettikten
sonra, kokuşan bir leş ve onra da toprak olacağını hatırlamak. Dördüncüsü, za'îf
ve âciz olduğunu, başına gelen en ufak bir sıkıntıdan kurtulmaya bile güç
yetiremediğini düşünmek. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Allah için tevazu
yapanı, Allahü teâlâ yükseltir." Beşincisi, Resûlullahın (s.a.v.)
"Başlangıcı; nutfe (meni), ortası; irin, kan, bevl (idrar) ve
gaita, sonu; kabrinde leşdir" hadîs-i şerîfini hatırlamak.
Tevazunun
zıddı; tekebbür (büyüklenmek), şımarmak, azmak ve kendini beğenmektir.
Nasîhat:
Üç şeyle olur. Birincisi, kalbinde mü'minlere
saygı duymak. İkincisi, âhırette se'âdete kavuşmayı, mü'minlere nasîhat etmekte
görmek. Üçüncüsü, Allahü teâlânın ni'met ve yardımının nasîhatle birlikte
olduğunu düşünmek. Nasîhat" eden kimsenin üç alâmeti vardır: Birincisi,
müslümanlara kıymet vermek. İkincisi, müslümanları ilminden faydalandırmak.
Üçüncüsü, müslümanlara yardım etmeyi, onlara nasîhat etmeye vesîle ve vâsıta
bilmek. Üç şey nasîhat edenlerin yaptığı işlerdendir: Birincisi, insanlar kötü
işlerinden vazgeçinceye kadar, devamlı onların yaptıkları kötü işlerin başlarına
getireceği âfet ve tehlikelerden bahsetmek ve onlara, doğru işlerinde yardımcı
olmak. İkincisi, âhırete hazırlanma hususunda, müslümanlara va'z ve nasîhat
eder. Üçüncüsü, insanların ellerinde bulunan şeylere rağbet etmez. Eğer sâdece
onların ellerinde olan dünyâlıklarına rağbet ederse, onlara nasîhati terk eder.
Âhıretteki kurtuluşu için, müzminlere nasîhat etmeyi vesîle bilir. Ne mutlu,
Allahü teâlânın kendisine nasîhatta muyaffak ettiği kimseye. Çünkü Resûlullah
(s.a.v.), "Dikkat ediniz. Muhakkak ki, din nasî-hattir" buyurmuşlardır.
Cerîr bin Abdullah (r.a.) buyurur ki: "Resûlullaha (s.a.v.) her müslümana
nasîhat etmek hususunda bî'at ettim. Müslümanlara nasîhatta bulunan kimse, aynı
zamanda kendisine de nasîhat eder. Nasîhat eden kimse, dünyâ ve âhırette
azîzdir. Şefkat: Üç şeyle olur. Mü'minlerin, Allahü teâlânın katındaki
derecesini ve kıymetini düşünmek. İkincisi, onun müslümanlara, müslümanların da
kendisine olan ihtiyâcını gözönüne getirmek. Çünkü, o yalnız başına za'îf kalır.
Gerek dünyâ ve gerekse, âhıret işlerinde, diğer mü'min kardeşlerinin yardımına
muhtaç olduğunu hatırlamak. Üçüncüsü, kıyâmet günü mü'minlerin şefâatlerine
muhtaç olduğunu hatırlamak. Şefkatin zıddı, düşmanlıktır. Şefkatli müslümanın üç
alâmeti vardır. Birincisi, düşmanlık etmeyi sevmemek. İkincisi, hasedi sevmemek.
Üçüncüsü, kötülemek ve kusur bulmayı sevmemek. Şu üç şey, şefkatli mü'minin
yaptığı şeylerdendir. Birincisi, lütuf ve ihsanda bulunmak. İkincisi, hilm
sahibi olmak. Üçüncüsü, müslümanları sevmek. Kişi, mü'minlerin Allahü teâlâ
katındaki derece ve kıymetlerini düşünmedikçe, gerçek şefkati yapamaz. Allahü
teâlânın mü'minlere şefkat etmeye muvaffak kıldığı kimseye ne mutlu.
Müslümanlara nasîhat ederek onlara faydalı olan kimse, kıymetlidir. Dünyâ ve
âhırette emindir. Hased eden kimse ise, dünyâ ve âhırette hor ve hakir olup,
korku içerisindedir.
Verâ':
Beş şeyle olur. Birincisi, ilim. İkincisi edindiği
bilgileri hatırlamak. Üçüncüsü, Allahü teâlânın azamet ve kibriyâsını,
yüceliğini ve kudretini hatırlamak. Dördüncüsü, Allahü teâlâdan haya etmeyi
hatırlamak. Beşincisi, Allahü teâlânın kendisine gazap etmesinden korkmayı
hatırlamak. Vera' sahibinin üç alâmeti vardır. Birincisi, az şeyi sever. Çünkü
az şeyin hesabı da az olur. İkincisi, az konuşmak. Üçüncüsü, az yemek. Üç şey de
vera' sahiblerinin yaptığı şeylerdendir: Birincisi, ölçülü ve delilli konuşmak.
İkincisi, gecesinde ve gündüzünde Allahü teâlânın yasak ettiği şeylerden
sakınmak. Üçüncüsü, kendisiyle meşgul olup, insanların ayıplarından bahsetmemek.
Bir kimse, Allahü teâlânın büyüklüğünü, kudretini, yegâne hüküm sahibi olduğunu
tefekkür etmedikçe (düşünmedikçe), gerçek vera'ya kavuşamaz.
Şükür
şunlarla hâsıl olur: Birincisi, ni'mete şükr edildiği zaman, ni'metin artacağını
hatırlamak. Çünkü Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyurdu:
"Ni'metlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları
arttırırım. Kıymetlerini bilmez, bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli
azâb ederim." (İbrâhîm sûresi-7) Üçüncüsü, o ni'metin, Allahü teâlânın
ihsanı olduğunu, düşünmek. Şükreden kimsenin alâmetleri üç tanedir. Birincisi,
Allahü teâlânın vermiş olduğu ni'metlere şükretmek için gayret gösterir.
İkincisi, Allahü teâlâ ya yalvarıp yakarmayı sever. Üçüncüsü, ibâdet etmeyi
sever. Şu üç şey de şükredenlerin yaptığı işlerdendir. Birincisi, Allahü
teâlânın verdiği ni'meti dâima hatırlar. İkincisi, iyi ve kötü kimselerin
hâllerinden ibret alır. Üçüncüsü, Allahü teâlânın ihsan etmiş olduğu ni'metlere
karşı şükür vazifesini yerine getirinceye kadar çalışır.
Hakîm-i
Tirmizî'nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Peygamberimiz (s.a.v.), "Allahü
teâlâ, kulunun san'at sahibi olduğunu görmeği elbette sever" buyurdu.
Rivâyet ettiği
bir hadîs-i kudsîde şöyle buyurulmuştur:
"Benim, af ve keremim, dünyâda bir müslümanın
günahını setredip de, sonra onu rüsvâ etmiyecek kadar büyüktür. Kulum bana
istiğfâr ettiği müddetçe günâhını dâima affederim."
KAYNAKLAR
1) Tezkiret-ül-evliyâ sh-248
2) Nefehât-ül-üns sh-169
3) Risâle-i Kuşeyrî sh-127
4) Kâmûs-ul-a'lâm cild-3, sh-1970
5) Tezkiret-ül-huffâz cild-2sh-645
6) Tabakât-ül-kübrâ cild-1, sh-101
7) Hilyet-ül-evliyâ cild-10, sh-233
8) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-2, sh-245
9) Tabakât-üs-sûfiyye sh-217
10)
Geschichte des Arabischen Schriftums cild-1, sh-653
11) Rüdüvv-üş-şân
|