Evliyânın
büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin İshâk, Buhârî Gülâbâdî'dir. Künyesi, Ebû Bekr,
lakabı, Tâc-ül-İslâm'dır. Buhârâ'nın Gülâbâd mahallesinden olduğu için oraya,
nisbetie "Gülâbâdî" diye meşhûr olmuştur. 380 (m. 990) senesinde Buhârâ'da vefât
etti. Hadîs, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde âlimdir. Fıkıh ilmini Muhammed bin
Fadl'dan, tasavvuf ilmini de Hallâc-ı Mensûr'un talebesi Fâris bin Îsâ'dan
almıştır. Zamanının diğer âlimlerinden de ilim öğrenmiştir. Amelde Hanefî
mezhebinden olup, çok kıymetli eserler yazmıştır. Yazdığı eserlerde Ehl-i sünnet
i'tikâdını anlatıp, tasavvufun mahiyeti ve ıstılahları üzerinde durmuş, bu
hususlarda kendinden önceki İslâm âlimlerinden nakiller yaparak, gayet net ve
sağlam bilgiler nakletmiştir. Ehl-i sünnet i'tikâdını ve buna bağlı olan
tasavvufu anlatırken muhaliflere karşı ağır tenkidlere girmemiş, tenkidden
ziyâde doğruyu açık bir şekilde anlatma yolunu tercih etmiştir.
Yazdığı eserler
pek fâideli olup, bunlarla İslâmiyyete büyük hizmet etmiştir. Eserleri:
Et-Tearrûf fî mezheb-i ehl-it-tasavvuf, Bahr-ül-fevâid fî meân-il-âsâr, El-Eşfâ
ve'l-evtâr, El-Erbâîn fi'l-hadîs, El-Emâli fi'l-hadîs.
Gülâbâdî
hazretlerinin en meşhûr eseri, et-Tearrûf li mezheb-i ehl-it-tasavvuf’ adlı
kitabıdır. Bu e-serinde, önce Ehl-i sünnet i'tikâdını kısa, öz ve gayet net bir
şekilde anlatmıştır. Bundan başka, tasavvufun hemen her konusunda bilgi vermekte
ve bu hususlarda tasavvufta yetişmiş büyüklerin sözlerini nakletmiştir. Böylece
tasavvuf ilminin İslâmî ilimlerden olduğunu, açıklamıştır. Tasavvufun, İslâm
dîni dışında ayrı bir yol değil, bizzat dînimizin içinde emir ve yasaklara
kolaylıkla uyulmasına yardımcı ve Allahü teâlâya muhabbet yolu olduğunu kısaca
izah etmiştir. Böylece din bilgisi az olanların ve hakîkî tasavvuf ehli
olmayanların, bir takım hilelerle insanları aldatmalarına ve böyle olanların,
ma'rifet ve kerâmet sahibi hakîkî velîlerle karıştırılmasına mâni olmuştur. Bu
hususta yanlış bilgiye sahip olanlara veya bilmeyenlere ışık tutmuştur. Nihayet
zamanında bu hususdaki bir takım karmaşık tutum ve anlayışlar karşısında,
yazdığı bu eseri ile hizmet etmiştir. Bütün bu vasıflarıyla Tearrûf kitabı,
sahasında ilk kaynak e-serlerindendir. Bu eser yetmişbeş bölümden meydana
gelmekte olup, Mısır'da basılmıştır. Çeşitli şerhleri ve tercümeleri
yapılmıştır. Belli başlı şerhleri şunlardır:
1. Şerh-i Tearrûf li mezheb-i ehl-it- tasavvuf, İsmâil bin Muhammed Müstemlî tarafından
yapılanFarsça şerhi olup, dört cild hâlinde basılmıştır.
2. Şerh-üt-tearrûf, Şeyh-ül-islâm Abdullah bin Muhammed Ensârî Hirevî tarafından
yapılmıştır.
3. Hüsn-üt-tasavvuf fî şerh-it-tearrûf, Kâdı Alâüddîn Ali bin İsmâîl Tebrizî Konevî
tarafından yapılan şerhdir.
4. Mukaddimesinde, Şihâbüddîn Sühreverdî hazretlerinin "Tearrûf olmasaydı,
tasavvufun ne olduğu bilinmezdi" buyurduğu bir başka şerhi daha mevcud olup, kim
tarafından şerh edildiği kesin bilinmemektedir. İsmâil bin Muhammed tarafından
yapılan şerhin hülâsası olan "Hülâsa-i şerh-i tearrûf’ adlı bireser daha vardır.
Tearrûf kitabı
hakkında; Şihâbüddîn Sühreverdî hazretleri: "Lev-let-tearrûf mâ urifet-tasavvuf
= Tearrûf olmasaydı tasavvuf (mahiyeti) bilinmezdi" buyurmuştur.
Râgıb Paşa:
"Tearrûf, emsali çok az bulunan, pek faydalı bir eserdir. Bu eserde, sûfîlerin
meşrebine ve sülûkun hakikatine işaret edilmiştir" demiştir.
Kâtib Çelebi:
"Tearrûf, tasavvuf büyüklerinin ehemmiyet verdikleri, kısa fakat meşhûr bir
eserdir. Mutasavvıflar, bu eser için "Tearrûf olmasaydı, tasavvuf bilinmezdi"
buyurmuşlardır" demiştir.
Nicholson:
"Tearrûf, tasavvuf târihinin ilk kaynak ve temel eserlerinden biridir" demiştir.
Arberyy:
"Gülâbâdî'nin eseri, eski tasavvuf târihi ile ilgili birinci, derecede bir
kaynaktır. Tearrûf’te sûfîlerin akîde ve ruhi tecrübelerinden ve tasavvufla
alâkalı, hemen hemen bütün mes'elelerden bahsedilir" demiştir.
Hadîs ilminde
de hâfız derecesinde âlim olan Gülâbâdî hazretlerinin diğer meşhûr bir eseri de,
hadîs ilmiyle ilgili olan "Bahr-ül-fevaîd" adlı eseridir. Bu eserinde ikiyüzden
fazla hadîs-i şerîfin şerhini yapmıştır. Bu eserini yazmadan önce, Peygamber
efendimizi rü'yâsında görmüş, Peygamberimiz (s.a.v.) "Bu yolda bulunduğun
müddetçe, hadîslerimi açıklamaya devam et" buyurmuş ve eline kâğıt-kalem
vermiştir. Uyanınca elinde hadîs-i şerîflerin yazılı olduğu bir kâğıt görmüş ve
hadîs-i şerîfleri vefâtına kadar şerh etmeye devam etmiştir. Bu eserinde, ahlâk
ve tasavvuf ile ilgili hadîs-i şerîfleri gayet hoş bir tarzda açıklayıp, izah
etmiş, incelikleri ve hikmetleri üzerinde durmuştur.
Gülâbâdî
hazretleri, Tearrûf adlı eserinin mukaddimesinde şöyle buyurmaktadır: "Allahü
teâlâya hamd olsun. O, ötelerin ötesidir, hiç bir şeye benzemez, başlangıcı ve
sonu yoktur. Bakîdir. İsim ve sıfatlarıyla kendisini, evliyâsına tanıtmaktadır.
Velî kullarının sırlarını ve ruhlarını, kendisine yaklaştırmaktadır. Dostlarının
gönüllerini kendine çevirmektedir. Merhamet ederek evliyâsını kendine çeker.
Onların sırlarını nefsâniyet kirlerinden temizler. Onları kendine itâat
ettirerek yükseltir.
Sevdiği
kullarından dilediğini peygamber olarak seçmiş, vahiy göndererek peygamber
yapmıştır. Onlara indirdiği kitablarında, emirler ve yasaklar bildirmiş, emre
itâat edenlere Cenneti va'd etmiştir. Nehiylerinden (yasakladıklarından)
sakınmayanları, Cehenneme atacağını bildirmiştir. Peygamberlerinin derecelerini,
kimsenin anlayamayacağı kadar yükseltmiştir.
Peygamberlerinin sonuncusu olarak. Muhammed aleyhisselâmı gönderdi. O'na îmân ve
itâat etmeyi emretti. Muhammed aleyhisselâmın getirdiği din, dinlerin en
hayırlısı, Ümmeti de ümmetlerin en üstünüdür. O'nun dîni kıyâmete kadar bakidir,
değişmez, ümmetinden sonra başka bir ümmet gelmez.
Allahü teâlâ,
Muhammed aleyhisselâmın ümmeti içinde hayırlı ve seçilmiş insanlar yarattı.
Bunlar seçilmişlerdir, diye hükmetti. Onları müttekî (takva sahibi) kıldı.
Nefslerini dünyâya düşkün olmaktan uzaklaştırdı. Bunlar nefislerinin arzularına
uymamakta samimidirler. Bunun için zâhirî ve batınî ilimlere kavuşmuşlardır.
Kalbleri, saf, tertemiz hâle geldiği için, onlara doğru bir fîrâset ihsan
edilmiş, Allahü teâlânın râzı olduğu yolda sabit olmuşlardır. Allahü teâlâdan
başka herşeyden yüz çevirmişlerdir. Zulmet perdelerini yırtıp, yüksekliklere
ulaşmışlardır. Bedenleri zulmetten temizlenmiş, yeryüzünde Allahü teâlânın
dostları olup, mübârek kimseler hâline gelmişlerdir. Halk arasında Hakkın
emânetleri, insanlar arasında Allahü teâlânın seçkin kulları bunlardır. Daha
sonra onların yoluna rağbet ve hakikati yaşayanlar azalıp, yazarak anlatanlar
çoğalmıştır. Bu sebeble bunları ancak ehli olanlar anlar. Hâl böyle olunca,
ma'nâ gitti isim kaldı. Hakikat kayboldu, şekil kaldı. Tasavvuftan anlamayanlar
sûfîlik (şeyhlik) iddia etti. Bu vasfı taşımayanlar, öyle gözükmeye çalıştı.
Dilleriyle tasavvuf ehliyiz dediler, halleriyle uymadılar. Hâlleri dillerinin
yalan söylediğini gösterdi. Böyle sahte kimseler, tasavvuftan olmayan şeyleri
ortaya attı. Tasavvuf ehli olan büyüklere de dil uzatıp, câhil dediler. Câhiller
âlim zannedildi, âlimler câhil zannedildi.
İşte bu durum
beni, bu kitapta tasavvufun ne olduğunu ve tasavvuf ehlinin gidişatını tanıtmaya
şevketti... İlim ile anlatılması mümkün olan hususları anlatıp, izahı uygun olan
mes'elelerin izahını açıkça bildirdim. Evliyânın işaretlerinden anlamayanların
ve tasavvuf konularını kavramayanların bunu anlayıp, kavramaları için gayret
ettim, istedim ki bu kitab, büyüklere ve onların yoluna tâbi olmak isteyenlere
bir rehber olsun... Bu eseri tasavvufta ehil olan bir çok âlimin kitaplarını ve
tasavvuf ehlinin menkıbelerini araştırdıktan sonra ve tasavvuf ehli ile sohbet
edip onlara suâller sorduktan sonra yazdım.
Allahü teâlâdan
yardım diler, O'na sığınırım. O'nun Peygamberine salât ve selâm olsun. Onu
kendime vesîle ederek, şefâatini beklerim. Günahlardan yüz çevirip tâate
yönelmek, Allahü teâlânın güç ve kuvvet vermesi iledir."
Eserlerinden
seçmeler:
"Tasavvuf
büyükleri buyurdular ki: Sûfilere "Sûfiyye" denilmesinin sebebi, içlerinin saf
(hâlis), dışlarının pak (temiz) olması sebebiyledir."
Bişr bin Hâris:
"Sûfî, kalbini Allah için saf hâle getirmiş olan zâttır" buyurdu. Ba'zı büyükler
de: "Sûfilere, sofdan (yünden) yapılmış elbise giydikleri için sûfî denilmiştir"
buyurdular.
Evliyâdan bir
zâta sûfî kime denir? diye sorulunca: "Kendisi bir mala sahip olmadığı hâlde,
kendisinde hırs ve dünyâya düşkünlük bulunmayan kimseye denir" cevâbını
vermiştir.
Tasavvuf
büyüklerine sıfat ve saff-ı evvel nisbet edenler, bâtınlarını, kalblerini
dikkate aldılar. Gerçekten, eğer bir kimse dünyâya düşkün olmaz ondan yüz
çevirirse, Allahü teâlâ o kulun sırrını, saf kalbini nurlu kılar. Kalbine nûr
akıtır. Resûlullah (s.a.v.) hadîs-i şerîfte "İçine nûr giren kalb açılır ve
genişler" buyurdu. "Yâ Resûlallah bunun alâmeti nedir?" diye sorulunca,
"Fânî dünyâdan uzaklaşmak, ebedî olan âhırete yönelmek ve ölüm gelmeden önce
ölüme hazırlanmaktır" buyurdu. Bu hadîs-i şerîfle Peygamberimiz (s.a.v.),
dünyâya düşkün olmayanların kalblerini, Allahü teâlânın nurlandıracağını
bildirdi.
Kalbin saf ve
nurlu olması "Eshâb-ı Suffanın" vasıflarındandır. Zahirdeki temizlik; pis olan
şeylerden, bâtındaki temizlik; aklı kötü düşüncelerden, kalbi aşağı ve kötü
arzulardan uzaklaştırmak suretiyle olur. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen:
"Nice adamlar vardır ki, ne bir ticâret
ne de bir alışveriş, onları Allahı anmaktan (O'na ibâdet etmekten ve emirlerine
bağlanmaktan) alıkoymaz..."
buyurdu
(Nûr-37).
Ebü'l-Hasen'e;
"Tasavvuf nedir?" diye sorulunca, "Nefsin bütün lezzet ve isteklerini terk
etmektir" buyurdu.
Cüneyd-i
Bağdâdî hazretleri, tasavvuf nedir diye soran bir kimseye şöyle cevap verdi:
"İnsanların rızâsını bırakıp, Allahü teâlânın rızâsını aramak, kötü huyları terk
edip, nefsânî olan işlerden uzaklaşmak, ruhu yükselten vasıflar kazanmaya gayret
etmek, hakikî ilimlere sarılmak, hep en uygun şekilde hareket etmek, herkese
nasîhatta bulunmak, Allahü teâlâya verilen ahidde durmak, Muhammed
aleyhisselâmın dînine uymak."
Yûsuf bin
Hüseyn, Zünnûn-i Mısrî hazretlerine; "Kiminle dost olayım?" diye sorunca, "Fazla
bir şeye sâhib olmayan, senin hiç bir hâlinden dolayı seni ayıplamayan,
kendilerine karşı ne kadar değişirsen değiş, sana karşı gösterdikleri
tavırlarını değiştirmeyen kimselerle dost ol. Çünkü dostlara en çok muhtaç
olduğun zaman, çok değiştiğin zamandır" buyurdu.
"Ma'lûm olsun
ki, tasavvufî ilimler, hâllere ait bilgilerdir. Hâller amellerden hâsıl olur ve
amelin neti-cesidirler. Sâlih amel işlemeyen, hâllere kavuşamaz. Amellerin doğru
olması için ilk şart, bunlara ait bilgileri öğrenmektir. Bu bilgiler ise fıkıh
ilmi ile bildirilen dînî hükümlere ait bilgilerdir. Namaz, oruç ve diğer farzlar
olup, nikâh, talâk, alış-verişten, hayatın diğer ihtiyaçlarına ait bilgiler
(ilmihâl bilgileri) bu konuya girer. Bu bilgiler çalışmak ve öğrenmekle elde
edilir.
İnsana ilk
lâzım olan şey, sağlam bir i'tikâda, ya'nî Ehl-i sünnet i'tikâdına sâhib
olmasıdır. Bu yolun doğru olduğunu kesinlikle bilecek kadar yeterli bilgiye
sâhib olması da lâzımdır. Buna tevhid ve ma'rifet ilmi (veya i'tikad bilgisi)
denir. Bu i'tikâdı elde ettikten sonra lâzım olan şey, dînî hükümleri (ilmihâl
bilgilerini) öğrenmesi ve onlarla amel etmesi lâzımdır. Bunları elde eden
kimsenin nefsin âfetlerini bilmesi, nefsin nasıl ıslâh edileceği, kötü huyların
ne şekilde düzeltileceğini ve şeytanın kurduğu tuzakların neler olduğunu, dünyâ
fitnesini ve bunlardan korunma yollarını bilmesi gerekir. Bu ilme "Hikmet ilmi"
denir.
Büyüklerden
biri buyurdu ki: "Havâtır= hatıra gelen şeyler dört çeşittir: Allahü teâlâdan
gelen, melekten gelen, nefsten gelen, şeytandan gelen. Allahü teâlâdan gelen,
kulu uyarmak içindir. Melekten gelen, ibâdete teşvik için, nefsden gelen, hevâ
ve heves peşinde koşmaya sevk etmek için, şeytandan gelen, günahı câzib
göstermek içindir. Allahü teâlâdan gelen hatırlama, tevhid nuruyla kabul edilir.
Melekten olan hatırlama, ma'rifet nuru ile kabul edilir. Nefsden gelenden, îmân
nuru ile sakınılır. Şeytandan gelenden ise, İslâm nuruyla sakınılır, karşı
konulur."
Cüneyd-i
Bağdâdî'ye "Tövbe nedir?" diye sorulunca, "Günahı unutmandır" buyurdu. Bu sözü
ile, günah olan işi kalbinden öyle çıkarmak lâzım ki, ruhunda bundan eser
kalmasın. Böylece bu günahı hiç işlemeyen, tanımayan biri hâline gelirsin" demek
istemiştir. Rüveym hazretleri de: "Tövbe, tövbeden tövbe etmektir" buyurmuştur.
Bu sözü, Râbi'a-i Adviyye hazretlerinin şu sözü açıklamaktadır: "Rabbime tövbe
ederken, estağfirullah derken, bu sözümdeki samîmiyyetimin tam olmamasından
korkar, bunun için tövbe ederim."
Hüseyn bin
Megazilî'ye tövbe nedir denildi. "İnâbe tövbesini mi, isticâbe tövbesini mi
soruyorsunuz?" dedi. Soran kimse inâbe tövbesi nedir dedi. "Sana ve herşeye gücü
yeten Allahü teâlâdan (Allahü teâlânın azabından) korkmandır" buyurdu. Ya
isticâbe tövbesi nedir deyince, "Sana yakın olduğu (her an seni gördüğü) için
Allahü teâlâdan utanarak haya etmendir" buyurdu. Zünnûn-ı Mısrî hazretleri
buyurdu ki: "Avamın tövbesi günahlardan, evliyânın tövbesi gaflettendir.
Enbiyânın tövbesi ise, bulunduktan yüksek derecelerden daha yükseğine
kavuşamadıkları içindir." Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri "Zühd, eli maldan, kalbi,
onu arzu etmekten çekmektir" buyurdu.
Şiblî
hazretlerine zühd nedir? diye sorduklarında "Eğer dünyânın Allah indinde
sivrisineğin kanadı kadar değeri olsaydı, kâfire bir yudum su bile içirmezdi"
buyurulan hadîs-i şerîfe işaret ederek, "Yazık size, dünyâda bir
sivrisineğin kanadından daha kıymetli ne var ki, ondan zühd edilsin?" buyurdu.
Sehl-i Tüsterî hazretleri "Sabır, Allahü teâlâdan bir ferahlık kapısı açmasını
beklemektir" buyurdu.
Ali Rodbârî
hazretleri bir şiirinde: "Her uzvumun bir dili olsa, bununla, verdiğin ni'metler
için (Rabbim) sana şükretsem, bu benim şükrümün çok olmasından ziyâde, senin
ni'met ve ihsanının arttığını gösterir. Çünkü, ni'metlerine şükretmeyi nasîb
etmen de bir ni'mettir" buyurdu.
Ebû Eyyûb
hazretleri buyurdu ki: "Tevekkül, bedeni kulluğa, kalbi Allaha çevirmek ve
yetecek kadar rızka râzı olmaktır."
Ebû Abdullah
Kureşî de: "Tevekkül, sâdece Allahü teâlâya sığınmak, O'na yönelmektir" buyurdu.
İbn-i Mesrûk: "Tevekkül, tecelli eden kadere ve hükme teslim ve râzı olmaktır"
buyurdu.
Zünnûn-i Mısrî
hazretleri: "Rızâ, kaderin tecellileri, acıları karşısında, kalbin sürûr içinde
olmasıdır" buyurdu.
Ruveym
hazretleri de rızâyı, "Allahü teâlânın takdirini sevinçle karşılamaktır" diye
ta'rif etmiştir. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri "Yakîn, şüphenin kalkmasıdır"
buyurdu.
Büyüklerden
biri: "Zikir, gafletten kurtulmaktır. Gafleti ortadan kaldırdığın zaman sussan
da zikirdir" buyurmuştur.
Cüneyd-i
Bağdâdî hazretleri: "Muhabbet, kalbin meylidir" buyurdu. Bu sözün ma'nâsı;
Muhabbet: Kulun kalbinin, tekellüfsüz (zorlamadan) Allahü teâlâya ve O'na ait
olan şeylere yönelmesidir. Bir başka zât, "Muhabbet muvafakattir" buyurdu. Bu
sözün ma'nâsı: Allahü teâlânın emrettiği şeylere itâat etmek, menettiği şeyleri
terk etmek, hükmüne ve takdirine râzı olmak demektir.
Bir başka zât
da, "Muhabbet; sevdiğin herşeyini, sevdiğine fedâ etmendir" buyurmuştur.
Sehl-i Tüsterî
hazretleri buyurdu ki: "Kim Allahü teâlâyı severse, hayat onun yaşadığı
hayattır." Bu sözün ma'nâsı; böyle yaşayanın hayatı hoş olur. Çünkü, ister
sıkıntı, ister ferahlık olsun, sevgiliden gelen herşey sevene lezzet verir
demektir. "Kim Allahü teâlâyı severse, O'nun için hayat yaşamak değildir." Bu
sözün ma'nâsı da; Rabbini seven, dâima Rabbine kavuşmak ister. Bunun ızdırabını
çeker. Böylece bu dertle hayat ona tatlı olmaz.
Bir büyük zât
da buyurdu ki: "Allahü teâlânın kulunu sevmesi, başka şeyle meşgul olmayacak
derecede, onu kendine mübtelâ kumaşıdır."
Gülâbâdî
hazretlerinin diğer meşhûr bir eseri olan "Bahr-ül-fevâid" adlı eserinden
seçmeler: Bu eserine, Allahü teâlânın sevgisi ile ilgili hadîs-i şerîfleri
açıklamaya başlayarak, güzel ahlâkla ilgili birçok hadîs-i şerîfi şerh etmiştir.
Bu şerhlerinden bir kısmı şöyledir: Enes bin Mâlik (r.a.), Resûlullahın (s.a.v.)
şöyle buyurduğunu rivâyet etti: "Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız.
Sevdiriniz, nefret ettirmeyiniz." Gülâbâdî hazretleri bu hadîs-i şerîfi
şöyle şerh etmiştir: "Kolaylaşırınız": Gönüllü olan insanların yönlerini
Allahü teâlâya çeviriniz. Onları, bütün ihtiyaçlarını Allahü teâlâdan ister hâle
getiriniz. Her hâllerinde doğru yol üzere olmaları için, onlara rehber olunuz,
demektir. Çünkü kolaylığın her çeşidi Allahü teâlâdandır. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı
kerîmde meâlen: "Allah sizin için kolaylık diler, size güçlük dilemez"
(Bekara-189) ve "Allah size bir güçlük dilemez" buyurdu (Mâide-6).
"Zorlaştırmayınız":
İnsanı, insana muhtaç hâle sokmayınız: Bir
kimseyi, ihtiyaçları halk tarafından karşılanır duruma getirmeyiniz. Çünkü
ihtiyaçları karşılayan kimseler de, muhtaç kimseler gibi muhtaçtırlar. Bu
sebeble belli bir şeyin kendilerine ait olması için, birbirleri ile çekişir
duruma gelirler. Böylece sâhib olmak istediğiniz ve bunun için uğraştığınız
şeyleri elde etmekte güçlük çekersiniz, demektir. "Sevdiriniz (diğer bir
rivâyetle Müjdeleyiniz)" ibaresi de bu söylediklerimizi kuvvetlendirir. Çünkü
sükûn, itminan ve tatmin ma'nâsınadır. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen,
"Bunlar, Allahın zikri ile kalbleri huzura kavuşarak îmân edenlerdir..."
buyurdu (Ra'd-28). Mü'min, umduğunu elde etmek için devamlı ızdırab ve sıkıntı
içindedir. Allahü teâlâya döndürülüp, ızdırabı, zarurî ve ihtiyari olarak sükûna
kavuşuncaya kadar, umduğuna kavuşmak için ızdırap çeker. Umduğunu arzu etme hâli
devam eder. "Nefret ettirmeyiniz" buyurulması da böyledir. Onları, Allahü
teâlâdan başka şeylere ve başkalarına yönelterek dağınık hâle sokmayınız.
Dağınıklığın sonunda yolları ayrılır, meslekleri değişir. Gayelerine kavuşmak
için, tâkib ettikleri yollar onları parçalar.
Peygamber
efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: "Bir kimsenin maksadı dünyâ ve dünyâlık
olursa, Allahü teâlâ onun iki yakasını bir araya getirmez. Maksadı ahıret olan
kimseyi ise, Allahü teâlâ perişan etmez, ona huzur verir." Maksadı dünyâ
olanın hâli böyledir. Maksadı ahıret olanın hâli de budur. Buna göre düşününüz.
Hz. Âişe "Resûlullah (s.a.v.) her nezaman iki iş arasında muhayyer bırakılsa, en
kolayını tercih ederdi" diye rivâyet ettiği hadîs-i şerîfin izahı budur. Bu
hadîs-i şerîf "Resûlullah (s.a.v.) dâima Allah için olanı tercih ederdi"
demektir. Çünkü o, Allahü teâlânın muradı olan şeyi tercih etmek, kolaylığı
tercih etmektir. Çünkü Allahü teâlânın irâde ettiği ve istediği şey kolaylıktır.
"Allahü
teâlâ bir kuluna ihsanda bulununca, ni'metinin eserini üzerinde görmek ister"
hadîs-i
şerîfini Gülâbâdî hazretleri şöyle açıklamıştır: "Ni'metin eseri" sözü ile, iyi
amel işleyerek Allahü teâlâya şükretmek ve O'na hamd ve senada bulunmak, zahiren
ve bâtınen onu zikretmek, insanlara ikrâm ve iyilikte bulunmak, başkalarına
faydalı olup, komşuya iyilik etmek, sâhib olduğu malın fazlasını hayra harcamak"
ma'nâlarına gelmektedir.
Gülâbâdî
hazretleri: "Tasavvuf, kadere rızâ göstermek ve güzel ahlâka sâhib olmaktır"
buyurdu.
KAYNAKLAR
1) Et-te'arruf li mezheb-i ehl-it-tasavvuf
2) Bahr-ül-fevâid Vr. a-b
3) Hediyyet-ül-ârifîn cild-2, sh-54
4) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh-53, 105, 225, 419
5) Tabakât-üs-sûfiyye sh-379
6) Tam
İlmihâl Se'âdet-i Ebediyye sh-1000
7) Mektûbât (İmâm-ı Rabbânî) cild-3, 90. mektub
8) Mu'cem-ül-müellifîn cild-8, sh-212, 222
|