Hadîs, usûl ve Hanbelî fıkıh âlimi. Ebû Ali künyesi olup, ismi Hüseyn bin
Abdullah'tır. Memleketine nisbetle Bağdâdî denildi. Neccâd-i Sagîr lakabı
verildi. Daha çok Ebû All Neccâd diye tanındı. 360 (m. 971) yılında vefât etti.
Küçük yaşta ilim tahsîline başlayan Ebû All Neccâd, Hanbeli mezhebinin büyük
âlimlerinden Ebû Hasen. Beşşâr, Ebû Muhammed Berbehârî ve daha birçok âlimden
ilim öğrendi. Hadîs, usûl ve Hanbeli fıkıh bilgilerinde imam ve zamanın en büyük
âlimi oldu. Ömrünü dîn-i İslâm'ı öğrenmek ve öğretmek için harcayan Neccâd-i
Sagîr, dîni, Peygamber (s.a.v.) efendimiz ve Eshâb-ı kirâmdan (r.anhüm)
nakledildiği gibi değil de, kendi kafalarına ve menfaatlerine uydurmaya
çalışanları, çok kuvvetli delîllerle susturdu. Eshâb-ı kirâmın (r.anhüm) bir
kısmını severiz deyip, diğerlerini kötüleyen Râfızîleri kendi delîlleriyle
perişan etti. Müslümanları bu fitnecilere karşı uyardı. Onların doğru yoldan
sapmamaları için nasîhatlerde bulundu. Kıymetli bilgilerini talebelerine
öğretti, pek değerli eserler de yazdı.
Ebû Ali Neccâd hazretlerinin sohbetlerinde
bulunup, ilim öğrenmekle şereflenen bahtiyarlardan ba'zıları; Ebû Hafs Bermekî,
Ebû Ca'fer (Ebû Hafs) Akberî, Ebü'l-Hasen Cezrî, Abdülazîz Gülâm Zeccâc, Ebû
Abdullah bin Hamîd'dir. Yazmış olduğu usûl ve fıkha dair eserlerin adları
kaynaklarda verilmemektedir.
Kendisi anlatır: Hocam Ebû Muhammed Berbehârî'den işittim. Zünnûn-ı Mısrî
anlattı: "Tahertli (Mısır'da Rüstemîlerin başşehri olmuş bir şehir) bir kimseyi
yanımda çok övdüler. Gidip onu buldum. Adama yanaşınca, benden uzaklaşmaya
çalıştı. Ben de peşinden şöyle seslendim: "Ey cenab-ı Haktan her istediğine
kavuşan insan, sözü uzatmayacağım. Bana bu mertebeye nasıl kavuştuğunu anlat!"
Bana döndü ve "Ey genç! Allahü teâlâ, tövbe etmeden önce işlediğim günahlardan
dolayı beni cezalandırmakta acele etmedi. Bana mühlet verdi. O'na ibâdet etmeye
başlayınca da, bana verdiği ni'metini O'na yöneldiğimde, beni kendine
yaklaştırdı ve rızâsına kavuşacak işleri yapmamı nasîb etdi. O'ndan yüz
çevirecek olduğum zaman, beni kendisine çağırdı. Durduğum zaman, beni kendisine
rağbet ettirdi ve ihsânda bulundu. Bundan daha büyük ikrâmı kim ümid edebilir?"
deyip yanımdan uzaklaştı.
Yine kendisi anlatır. Birgün evime, elinde Kur'ân-ı kerîm bulunan bid'at ehli
bir adam geldi. Peygamber efendimizin (s.a.v.) mübarek arkadaşlarına dil
uzatıyordu. Elindeki Kur'ân-ı kerîmi açtı. Ahzab sûresi otuzüçüncü âyet-i
kerîmesinin baş tarafını okuyup, mushafı kapattı. Arkasından da "Aişe (r.anha),
niçin bu âyet-i kerîmede emredildiği gibi evinde oturmayıp da, Cemel hadîsesine
karıştı?" diye sordu. Ben de, "O, evinden çıkmadı" dedim. "Nasıl?" diye sordu.
"Çünkü o, mü'minlerin annesidir. Evladının bulunduğu her yer onun evidir. O da
mü'minlerle beraberdi" dedim. Adam cevap veremeyip evimi terk etti.
Hocam İbn-i Beşşâr'a, "Sözün fazlası mı daha zararlıdır, yoksa yemeğin fazlası
mı?" diye sordum. "Elbette sözün fazlası daha zararlıdır. Çünkü, fazla yemeğin
sıkıntısı çabuk geçer, fazla sözün zararı ise devamlıdır" diye cevap verdi.
KAYNAKLAR
1)
Mu'cem-ül-müellifîn
cild-4, sh-19
2)
Tabakât-ı
Hanâbile cild-2, sh-140
3)
Şezerât-üz-zeheb
cild-3, sh-36
|