Şam'da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi, Ahmed bin Ata bin Ahmed bin
Muhammed bin A-ta'dır. Evliyânın büyüklerinden Ebû Ali Rodbârî'nin kızkardeşinin
oğludur. Künyesi, Ebû Abdullah Rodbarî'dir. Tasavvuf alimlerinin
büyüklerindendir. Bağdâd'da doğup, yetişti. Uzun zaman orada kaldı. Sonra oradan
ayrılıp, Şam'ın sahil tarafında bulunan Sur şehrine geldi. Burada bulunan
alimlerden çok hadîs-i şerîf öğrendi. Tasavvuf ilminde yüksek derecelere
kavuştu. 369 (m. 979) senesinin Zilhicce a-yında, Menvâs adı verilen köyde vefât
etti. Sonra Sur (Sufd) şehrine getirilip oraya defn edildi.
Ebû Abdullah-ı Rodbârî, yaşadığı devirde
Şam'ın en büyük âlimi ve evliyâsı idi. Birçok ilimlerde, ihtisas sahibiydi. O,
âlimlerin ve bütün müslümanların müracaat kaynağı olmuştu. Fıkıh, kırâat ve
tasavvuf ilimlerinde yüksek bir dereceye Kendisine mahsus halleri ve ahlak
düstûrları vardı. Fakîrlere ta'zîm ve hürmet edip, daima onları korurdu.
Fakîrliğin edeblerine çok riâyet ederdi. Fakîrlere olan sevgisi, şefkati ve
merhameti çoktu. Onun adetlerinden birisi de; bir yere gideceği zaman, yanında
bulunan fakîrle-rin peşi sıra giderdi. Asla onların önüne geçmezdi.
Hadîs ilminde birçok rivâyetleri vardır. O, Ebû Kâsım el-Begavî, Ebû Bekr bin
Ebî Dâvûd, Kâdı el-Mehamilî, Yusuf bin Ya'kûb bin İshâk bin Behlûl ve daha
birçok âlimden hadîs-i şerîf öğrendi.
Hikmetlerle dolu, kalblere te'sîr eden ve her birisi ayrı bir ma'nayı ifade eden
kıymetli sözleri çoktur. Buyurdu ki:
"Sadece ilim öğrenmek için evinden çıkan kimse, öğrendiği ilimden faydalanamaz.
Öğrendikleri ile amel etmek isteyerek ilim öğrenen kimse, az ilmin de
faydalarını görür."
"İlim, kendisiyle amel edilince değerlidir. Amel de, ihlâs ile olunca
kıymetlenir. İhlâs ise, bir işi Allah rızası için yapmak olup, Allahü teâlânın
anlayış ihsan etmesine sebep olur."
İki beytinin ma'nası şöyledir.
"İnsanlarla arkadaşlık yaptığın zaman, her arkadaş için, sanki kölesi olan bir
genç ol! Suzuzluktan ciğeri yanan her arkadaş için, tatlı ve soğuk suyun tadı
gibi ol!"
"Her bir çirkinlikten daha çirkin birşey vardır ki, o da bir sofînin (velînin)
cimrilik yapmasıdır." Bunun ma'nâsı, hem kendisi iyilik etmez, hem de iyilik
edene mani olur. Bu hâl, herkes için çok kötü olan bir huydur. Hele tasavvuf
ehli için, fenalıkların en fenasıdır. Bu hâlin kütülüğü, sırf cimrilik olsun
diye yapıldığı zamandır. Ancak bir hikmet, fayda düşünüldüğü için yapılıyorsa, o
zaman iş değişir. Çünkü ba'zı kimselere vermemek, Allahü teâlânın adet-i
ilahiyyesindendir. Bunu iyi anlamak lazımdır. İşin doğrusunu Allahü teâlâ en iyi
bilendir.
"Tasavvuf ile meşgûl olmak, sahibinden cimrilik huyunu alıp götürür. Hadîs-i
şerîfleri yazıp okumak da, insanı cahil bırakmaz. Bu iki huy, bir şahısta
birleşirse, bir makam sahibi sakınması gerekir."
"Ahlakı ve anlayışları birbirine zıt olanlarla oturup görüşmek, ruhların
kurtlarıdır. İnsanın içini kemirirler. Huyları ve anlayışları iyi olanla oturup
kalkmak ise, ruhların gıdası, akılların aşısı olur. Aklın bereketlere kavuşarak
artmasına sebep olur."
"Edebe riâyet etmeksizin evliyâya hizmet eden kimse helâk olur. Ondan istifade
edemez." "Sultanlara akılsızca hizmet eden kimsenin cahilliği, kendisini ölüme
götürür."
"Beraberce oturup kalkılan her kimse ile, ülfet ve muhabbet üzere olmak uygun
olmaz. Her ülfet ve yakınlık duyulan kimseye de, sırların kapısı açılıp
söylenemez. Yalnız emin olan, sırları saklayacak kimseye sırlar açılır,
vesselam!"
"Afetlere uğramam az olan kimsenin, vakitleri Allahü teâlâ ile geçer."
Kendisi şöyle anlatıyor: Rü'yâmda görmüştüm. Bana birisi: "Namazdaki şeylerin en
doğrusu hangi şeydir?" diye sordu. Ben de, "Maksadın, ya'ni niyetin
doğruluğudur" diye cevap verdim. Gizli bir ses duydum. Diyordu ki: "Maksûdu,
arzu edileni görmek, kasdedileni görmenin yok edilmesi ile mümkündür."
"Namazda huşu', namaz kılanın kurtuluşunun alametidir. Nitekim Allahü teâlâ
Mü'minûn sûresi başında, (Muhakkak ki, mü'minler
kurtuluşa erdiler. O mü'minler ki, namazlarında huşû'
(tevazu ve korku) sâhibidirler)
buyurmaktadır.
Peygamber efendimiz de buyurdu ki: (Bir müslüman
doğru olarak ve huşu' ile iki rek'at namaz kılınca, geçmiş günahları affolur.)
Ya'nî, Allahü teâlâ onun küçük günahlarının
hepsini affeder. Huşu'yu terk etmek ise, münafıklık a-lameti ve kalbin harab
olmasıdır. Nitekim Allahü teâlâ Mü'minûn suresi 117. âyetinde, (Gerçek
şudur ki; Allahtan başkalarına tapınan kâfirler, felâha, kurtuluşa
kavuşamazlar.)
buyurmaktadır.
[Bütün a'zâların hareketsiz kalıp tevâzu halinde bulunması ve kalbin de Allahü
teâlâdan korku üzere olması demektir. Bu hususta İmâm-ı Rabbanî hazretleri söyle
buyurmaktadır Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu ki: "Kalbin hazır
olmadığı namaza Allahü teâlâ bakmaz"
İbrâhîm (a.s.) namaz kıldığı
zaman, kalbinin hışırtısı iki mil uzaktan duyulurdu. Hz. Ali (r.a.) namaz için
kalktığı zaman, vücudunu bir titreme alır, yüzünün rengi değişirdi ve "Yedi kat
göklere ve yere arz edilen ve onların taşıyama-dıkları emanetin zamanı geldi"
derdi. Süfyân-ı Sevrî de, "Namazı huşu' ile kılmayanın, namazı doğru olmaz"
derdi. Bunun için namazda tumâninete ve ta'dil-i erkana dikkat etmelidir.
Peygamberimiz (s.a.v.): "En büyük
hırsız, kendi namazından çalan kimsedir"
buyurdu." Ya Resûlallah! Bir
kimse, kendi namazından nasıl çalar?" diye sordular. "Namazın
rüku'unu ve secdelerini tamam yapmamakla"
buyurdu. Bir defa da buyurdu
ki: "Rükû'da ve secdelerde, belini yerine yerleştirip biraz durmayan kimsenin
namazını, Allahü teâIâ kabul etmez." Peygamberimiz (s.a.v.) bir kimseyi namaz
kılarken, rükû'unu ve secdelerini tamam yapmadığını görüp, "Sen namazlarını
böyle kıldığın için, Muhammed'in
(aleyhisselatü vesselam) dîninden
başka bir dinde olarak ölmekten korkmuyor musun?"
buyurdu. Yine buyurdu ki:
"Sizlerden biriniz, namaz kılarken,
rükû'dan sonra tamam kalkıp, dik durmadıkça ve ayakta, her uzuv yerine yerleşip
durmadıkça namazı tamam olmaz."
Bir kere de buyurdu ki: "İki
secde arasında dik oturmadıkça, namazınız tamam olmaz."
Birgün Peygamberimiz (s.a.v.)
birini namaz kılarken, rükû'dan kalkınca dikilip durmadığım ve iki secde
arasında oturmadığını görüp, buyurdu ki: "Eğer
namazlarını böyle kılarak ölürken, kıyamet günü sana, benim ümmetimden
demezler." Bir kere
de buyurdu ki: "Altmış
sene, bütün namazlarını kılıp da, hiçbir namazı kabul olmıyan kimse, rükû' ve
secdelerini tamam yapmayan kimsedir."
Zeyd İbni Veheb, birini namaz kılarken rükû' ve secdelerini tamam yapmadığını
gördü. Yanına çağırıp, "Ne kadar zamandır böyle namaz kılıyorsun?" dedi. "Kırk
sene" deyince, "Sen kırk senedir namaz kılmamışsın. Ölürsen, Muhammed
Resûlullahın (s.a.v.) dini (ya'nî İslâmiyet) üzere ölmezsin" dedi.
Bir mü'min, namazını güzel kılar, rükû' ve secdelerini tamam yaparsa, namaz
sevinir ve nurlu olur. Melekler, o namazı göğe çıkarır. O namaz, namazı kılmış
olana, iyi duâ eder ve sen beni kusurlu olmaktan koruduğun gibi, Allahü teâlâ
da, seni muhafaza etsin, der. Namaz güzel kılınmazsa, siyah olur. Melekler o
namazdan iğrenir. Göğe götürmezler. O namaz, kılmış olana, fena duâ eder. Sen
beni zayi eylediğin, kötü hale soktuğun gibi, Allahü teâlâ da, seni zayi
eylesin, der. O halde, namazları tamam kılmağa çalışmalı, ta'dil-i erkanı
yapmalı, rükû'u, secdeleri, (Kavme)yi, ya'ni rükû'dan kalkıp dikilmeyi ve
(Celse)yi, ya'ni iki secde arasında oturmayı iyi yapmalıdır. Başkalarının da
kusurlarını görünce söylemelidir. Din kardeşlerinin namazlarını tamam
kılmalarına yardım etmelidir. Tumâninet ve ta'dil-i erkanın yapılmasına çığır
açmalıdır.
KAYNAKLAR
1)
Tabakât-üs-sûfiyye
sh-497
2)
Tabakât-ül-kübrâ
cild-1, sh-123
3)
Şezerât-üz-zeheb
cild-3, sh-68
4)
Târîh-i Bağdâd cild-4, sh-336
5)
El-Bidâye ve'n-nihâye did-11, sh-296
6)
Tam İlmihâl Se'âdet-i Ebediyye sh-255
|