Büyük Hanbelî âlimlerinden. Künyesi Ebü'l-Hasen'dir. 313 (m. 925) senesinde
vefât etti. Kabri, Necma'ya yakın bir yer olan Akabe'dedir. Kabrini insanlar
istifâde etmek için ziyâret etmektedirler. Ebû Bekr el-Mervezî, Ahmed bin Hanbel
hazretlerinin oğlu Sâlih, Abdullah ve daha başka büyük âlimlerden rivâyette
bulunmuştur. Kendisinden de, Ali bin Muhammed bin Ca'fer el-Beclî, Ebû en-Nicâd
ve başka âlimler rivâyette bulunmuştur.
Ali bin Beşşâr'ın menkıbe ve sözleri:
Ali bin Muhammed bin Beşşâr, kendisinden bahsederken, ben şöyleyim veya böyleyim
demezdi. Ben bir adamı tanıyorum. Onun şöyle şöyle durumu var, derdi. Birgün,
ben bir adamı tanıyorum, otuz sene, özür dilemeyi gerektirecek bir söz
konuşmamışlar, dedi. Halbuki burada kendisini kastediyordu. Ali bin Beşşâr,
Ahmed bin Hanbel hazretlerinin oğlu Beşşâr'dan şöyle bir şey nakletti. Abdullah
bin Ahmed bin Hanbel dedi ki: Babamın mescidinin yanında otururken, yanımıza bir
cenâze uğradı. Babam: "Bu cenâzenin sahibinin san'atı ne idi?" diye sordu. "Yol
kenarında satış yapardı" diye cevap verdiler. "Kendisine ait bir yerde mi, yoksa
başkasının arazisi üzerinde mi, satış yapardı?" diye sordu.
"Başkasının arazisi üzerinde satış yapardı" dediler. Bunun üzerine babam (Ahmed
bin Hanbel (r.a.) "Çok zor, çok zor" buyurdu. "Eğer, üzerinde satış yaptığı yer,
bir yetimin veya başka birisinin arazisi ise, günleri boşuna geçmiş olacak. O
yaptığı işten hiç bir sevap kazanamıyacaktır. Çünkü o, ticâretini başkasının
arazisi üzerinde yapmıştır." Sonra, babam "Kalk, bu cenâzenin namazını kılalım.
Belki Allahü teâlâ, onun günahlarını af ve mağfiret buyurur" dedi. Dört tekbirle
cenâze namazı kılındı. Sonra cenâzeyi yüklendik, kabre götürüp de defnettik ve
oradan ayrıldık. Akşam oldu. Yalnız babam o gece defn ettiğimiz cenâzenin
durumundan dolayı hüzünlü idi. Çünkü, cenâze sahibinin durumuna üzülmüştü. Biz
otururken, bu sırada komşu evin sahiplerinden birisi geldi. Babam; Ey Ebû
Abdullah! Sana bir şey anlatacağım, dedi. Babam, anlat, sen sâlih bir kimsesin,
dedi. Komşumuz şöyle anlattı: "Dün gece uyumuştum. Rü'yâmda, defn ettiğiniz o
kimseyi, Cennette, giderken gördüm. Üzerinde de iki yeşil elbise vardı. Ona,
Allahü teâlâ sana ne muamele eyledi, diye sordum. Ruhumu teslim edeceğim sırada
durumum iyi değil idi. Fakat Ahmed bin Hanbel, namazımı kıldı. Onun hürmetine
Allahü teâlâ, günahlarımı bağışladı. Şimdi çok iyiyim" dedi.
Ali bin Muhammed el-Beşşâr dedi ki: "Şu dört haslet kişinin kemâline alâmettir:
Kalbi dünyâ sevgisinden kurtarıp, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmak.
Sonunda, hesaba çekilmeyi gerektirecek şeyleri terketmek, hâli hafif ve yumuşak
olmak. Dünyalık biriktirmeyi azaltmak."
Birgün Ali ain Beşşâr bir meclisde oturuyordu. Orada bulunanlardan ba'zısı ona,
nereden yiyip içiyorsun, diye sordu. Bu sırada başkaları söze karışıp, o
istediği yerden bulur. Herkes ona verir, dediler. Bunun üzerine Beşşâr
hazretleri şöyle dedi: "Ey cemâat! Şu kırk seneden beri, acaba benim yiyip
içtiğim yeri gören var mı? Yine bu kadar zamandır, bir kimseye bir ihtiyâcın
olmuş mudur? Bir kimseden bir şey istemeye gittiğimi bilen var mıdır? Eğer gören
bilen varsa söylesin."
O, meclisinde konuşmak istediği zaman "Sen, ne istediğimizi biliyorsun"
meâlindeki âyet-i kerîme ile başlardı. O sırada birisi kalkıp, ona: Allahü teâlâ
senden râzı olsun. Devamlı bu âyet-i kerîmeyi okuyarak sözüne başlıyorsun. Senin
bundan maksadın nedir? diye sordu. Ali bin Beşşâr, ona "Sen bunu niçin
soruyorsun? Bu zamana kadar, kimse bana bunu sormadı. Fakat yine sana, bundaki
maksadımı söyliyeyim: Dünyâda da âhırette de, Allahü teâlânın rızâsından başka
hiçbir maksadım ve muradım yoktur. Bunu Allahü teâlâ da biliyor. Onun için,
devamlı meclislerimde, bu âyet-i kerîmeyi okuyarak başlıyorum."
İbn-i Uleyk ez-Zeyyât anlattı: "Bir ara büyük bir maddî sıkıntıya düşmüştüm.
Odamda gamlı ve düşünceli bir hâlde oturdum. Tam bu esnada büyük bir velî olan
İbn-i Beşşâr "Ey Abdullah!" diye seslendi. Halbuki onun bulunduğu oda ile
benimki arasından bir yol geçiyordu. Aramazdaki mesafe uzak idi. Ona, buyurun
bir emriniz mi vardı? dedim. Bana, "Buraya gel" dedi. Yanına gittim. "Niçin
dünyâ için bu kadar çok üzülüyorsun. Maddî bir sıkıntılı var, yanında da hiç bir
şeyin yok herhalde" dedi. Ben de "Evet yok" dedim. "Hiç bir şeyim yok diye, bu
kadar da üzülmeye ne gerek var. Rızkın seni buluncaya kadar falanca nehrin
kıyısında yürü. Rızkınla karşılaşınca onu al ve Allahü teâlâyı zikret, onu an ve
hatırla." O anda, İbn-i Beşşâr'ın (r.a.) sözü üzerinde düşünmeye başladım. Fakat
ona karşı çıkmam da mümkün değildi. Sonra yanından ayrıldım. Bana tarif ettiği
nehre kadar, Allahü teâlâyı zikrederek gittim. Köprünün üst tarafına varınca,
bir de ne göreyim! Bir zât bana: "Ey Abdullah!" diye sesleniyor. Ben de,
"Buyurun, bir emriniz mi vardı?" dedim. Yanına gittiğimde, bana kırk dirhem
verdi ve "Benim için bir kitap yaz" dedi: Bir müddet sonra birbirimizden
ayrıldık. Nihayet evime gelince, İbn-i Beşşâr bana: "Ey Abdullah!" diye
seslendi. Ben de "Buyurun efendim" dedim. "Karşılaştığın zât sana kırk dirhem
verip, kendisi için bir kitap yazmanı söyledi mi?" dedi. "Evet" cevâbını verdim.
Bunun üzerine bana: "Eğer sen sabredip acele etmeseydin, rızkın kapına
gelecekti. Acele ettin, rızkını almak için tâ oralara kadar gittin" buyurdu.
Ahmed el-Bermekî anlattı: "Bir Çarşamba günü, Ali el-Beşşâr'ın sohbetinde
bulunuyordum. Odanın en uzak bir yerine oturdum. Sükûnet içerisinde, orada
bulunanlarla birlikte sohbeti dinledik. Sohbetin sonunda, Lâ ilâhe illallah,
dedi ve "Zu'n-Nûn'i
(Balık sâhibini=
Yûnus'u) de hatırla.
Hani O, (dînini
kabul etmiyen kavmine)
öfkelenerek gitmişti de,
kendisini hiçbir zaman sıkıştırmayacağımızı, sanmıştı. Derken
(Yutulduğu balığın karnındaki)
karanlıklar
içinde: "Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni bütün noksanlıklardan tenzih
ederim. Gerçekten ben, haksızlık edenlerden oldum" diye duâ etmişti"
meâlindeki Enbiyâ sûresinin
seksenyedinci âyet-i kerîmesini okuyup: "Yâ Rabbî! Sen, kendisini balığın
karnında hapsettiğin zaman, sâlih bir kulun olan Zu'n-Nûn=Yunus (a.s.)
karanlıkta sana "Lâ
ilâhe illâ ente sübhâneke innî kuntu minezzâlimîn
(Senden başka hiçbir ilâh
yoktur. Seni bütün noksanlıklardan tanzîh ederim. Gerçekten ben, haksızlık
edenlerden oldum) diye nasıl duâ edip yalvarmışsa, ben de sana öyle
yalvarıyorum. Yâ Rabbî! Senin yüce kelâmın haktır. Sen sâlih bir kulun olan
Yûnus'un bu duâsına karşılık "Biz de onun duâsını
kabul ettik. Kendisini kederden kurtardık. İşte biz mü'minleri böyle kurtarırız"
(Enbiyâ: 88) buyurdun. Allahım! Onun duâsını nasıl
kabul edip, içerisinde bulunduğu sıkıntılı durumdan, rahmetinle onu nasıl
kurtarmışsan, bizim de duâlarımızı kabul buyurup, sıkıntılı ve elem verici
durumlardan bizi muhafaza eyle. Yâ Rabbî! Sen Erhamürrâhiminsin. (Merhamet
edenlerin en merhametlisisin.) Sonra, on kere yâ Rabbî! dedi. Fakat o, her yâ
Rabbî dediği zaman, ben de içimden, "Yâ Rabbî! Bana genişlik, rahatlık ihsan et"
diyordum. Bir de baktım ki, Ali bin Beşşâr, semâya doğru yönelmiş, sanki
kendisine bir şeyler söyleniyor da, onları dinler bir durumu vardı. Sonra, bana
doğru döndü. "Yazık sana, utanmıyor musun? Allahü teâlâdan Cennetini iste. Yine
O sana, insanlara muhtaç olmıyacak kadar rızık ihsan eder. Halbuki sen devamlı,
dünyâyı, rahata ve genişliği istiyorsun." Allahü teâlânın izni ve bildirmesiyle,
içimden geçeni öğrenmişti. Ondan sonra bana emrettiği gibi Allahü teâlâdan
Cennetini istedim."
Yine bir Salı günü ikindiden sonra, huzurunda bulunuyordum. Elimde, büyük âlim
Sâlih'in bildirdiği mes'eleleri ihtiva eden bir kitap vardı. Bu kitabı onun
yanında okuyordum. O sırada Ali bin Beşşâr'ın yüzü dikkatimi çekti. Ay gibi
parlıyordu. Kendi kendime, her hâlde yarınki sohbete hazırlık için tıraş olmuş,
umûmî bir temizlik yapmış. Onun için yüzü böyle parlıyor, diye düşündüm. O
sırada bana: Sen niçin öyle düşünüyorsun, senin dediğin gibi değil deyip, başını
açtı. Bir de ne göreyim, tıraş olmamış. Bunun üzerine bana, zannınız güzel
olsun. Kalbinize iyi sahip olunuz, dedi. Ben orada çok utandım. Allahü teâlâ, bu
velî kuluna, benim' içimden geçenleri bildirmişti. Böylece bizzat kendim, onun
bir kerâmetine şahit oldum. Ali bin Beşşâr'dan duydum. O şöyle dedi:
"Günahlardan sakınan kimseler, nefsleri üzerinden, terbiye kamçısını
indirmezler. Allahü teâlânın râzı olduğu işler için nefslerini zorlarlar. Onlar
eşya dolu yükleri, Allahü teâlânın rızâsı için indirip, infâk etmekten
çekinmezler."
Ali bin Beşşâr, buyurdular ki: "Yemek yiyeceğin ve uyuyacağın zaman, fazla yeme
ve fazla uyuma."
"Allahü teâlâya isyankâr olup, günahlara dalan kimsenin, Allahü teâlânın verdiği
cezaları çok görmesi münâsip değildir."
Ona, Allahü teâlânın rızâsına nasıl kavuşulur? diye sordular. "Gizli günah
işlediğin gibi, gizli tâatte (Allahü teâlânın beğendiği şeyler) bulunursun.
Nihayet kalbin, ibâdet ve tâatlere doğru meyleder. Bu hâl, Allahü teâlânın
rızâsını kazanmaya doğru gittiğinin alâmetidir" buyurdu.
Bir zât, Ali bin Beşşâr'ın yanına gitmişti. Üzerinde yünden bir cübbe vardı. Ali
bin Beşşâr kendisine, "Kalbini mi güzelleştirdin, yoksa bedenini mi?" diye
sordu. "En önemli olan, kalbin güzelleştirilmesi ve temizliğidir" diye buyurdu.
"Sırf makam sahibi olmak ve biliyor desinler için bir kaç mes'ele öğrenip,
insanlara fetva vermeye kalkışmak, ne kadar ayıptır."
KAYNAKLAR
1)
Tabakât-ı Hanâbile cild-2, sh-57
2)
Târîh-i Bağdâd, Cild-12, sh-73
|