Evliyânın büyüklerinden. Künyesi, Ebü'l-Feyz, adı Sevbân bin İbrâhîm'dir. Doğum
târihi bilinmemektedir. 245 (m. 860) senesinde Mısır'da vefât etti. Amr bin
Âs'ın (r.a.) yanına defn edildi. Bir deniz yolculuğu sırasında, bindiği gemide
bir tüccara ait mücevher dolu bir kese kaybolmuştu. Gemide bulunanlar, sen aldın
diyerek ona iftira edip, hakarete ve işkence yapmaya başlamışlardı. Suçsuz
olduğundan, duâ ederek kurtulmak istedi. Zünnûn-i Mısrî Allahü teâlâya duâ
edince, hemen suyun yüzüne, ağızlarında birer mücevher bulunan binlerce balık
çıkmıştı. O balıkların ağzındaki mücevherden bir tane alıp gemidekilere verdi.
Bu durumu gören esas hırsız keseyi getirip vermişti. Böylece Zünnûn-i Mısrî
işkencelerden kurtulmuştu. Bu sebeple ismine, balık sahibi, balıkçı ma'nâsında "Zünnûn"
denilmiştir. Mısır'da tasavvuf ilmini ilk defa o açıklamıştır. Yüksek din
ilimlerini" sekizincisi olan tasavvuf (ahlâk) ilmi, onun açıklamasından ve
izahlarından sonra Mısır'da yayılmış ve nice kimselerin dünyâ ve âhıret
se'âdetine kavuşmasına sebep olmuştur.
Hocası, Mâlikî mezhebinin imâmı, Mâlik bin Enes'tir. Onun eseri Muvattâ'yı
bizzat kendisinden o-kumuş ve fıkıh ilmini ondan öğrenmiştir. Tasavvuf ilmini
Şeyh İsrâfil'den öğrenip kemâle ulaştı. Fakat hâlini bilmiyen pekçok kimse, ona
düşman oldular ve vefâtına kadar onun değerini anlayamadılar.
Zünnûn-i Mısrî, cenâb-ı Hakkın âşığı idi.
O'nun sevgisi ile deli divâne olurdu. Darda kalanların dostu, dehşet içinde
olanların tesellisi ve hasrette kalanların arzusu idi.
Zünnûn-i Mısrî'nin doğru yolu bulması şöyle
anlatılır: Bir ağaç altında otururken, eşerek altın bir kutu çıkardığını gördü.
Dikkat edince kutunun içinde susam olduğunu ve kuşun bunu yediğini gördü. Daha
sonra başka bir yeri gagası ile eşti ve başka bir kutuda bulunan suyu içti.
Tekrar gagası ile gömdü. Ağaca kondu. Topraktaki kutu yerleri belirsiz hâle
geldi. Bu hali gören, Zünnûn-i Mısrî hazretleri, Allahü teâlâya tevekkül etmenin
gerçeğini anladı ve tevekkül etmiye karar verdi. Biraz ileride, bir viranede
fakîr-lerle karşılaştı. Birlikte gece orada yattılar. Ertesi gün, Zünûn-i Mısrî
hazretleri, bir küp altın buldu. Bu küpün ağzında bulunan tahta kapakta, Allah
ismi yazılı idi. Altınları fakîrlere dağıttı. Kendisi de tahtayı alıp, o gece de
orada yattı. Uyandıkça, yazıyı öpüp başına koyup gözüne sürüyordu. Gece
rü'yâsında şöyle söylediler: "Arkadaşların altınları aldılar. Sen Allahü
teâlânın ismini azîz tuttun. Sen de dünyâda azîz ol!" Hemen uyandı. O anda,
gönlü ve içi nûr ile doldu.
Şeyh-ül-İslâm Abdullah-ı Ensârî buyurdu ki: "Zünnûn, ne kerâmetle bilmek mümkün
olan ve ne de makamları medh edilebilen bir zümredendir. O, zamanının imâmı ve
tasavvufta önder idi."
Bu Allah dostu zâtın birçok kerâmetleri, menkıbeleri ve veciz sözleri vardır.
Zünnûn-i Mısrî hazretleri anlatıyor: "Benî
İsrâilde bir âbid, yediyüz sene Allahü teâlâya ibâdet etmiş ve dâima: "Yâ Rabbî!
Senin rızânı isterim!" diyordu. O sırada peygamber olan Danyal aleyhisselâma
vahy geldi ki, "O âbide söyle, eğer göktekilerin ve yerdekilerin ibâdetini
yapsa, yeri Cehennemdir!" Danyal aleyhisselâm bunu o âbide bildirdi. Bunu
duyunca sevindi ve "Ey Rabbimin hükmü! Ne hoşsun! O'nun kazası hoş geldin!"
dedi. Sonra da "Ey Allahın Peygamberi! Yediyüz yıl Hakkın rızâsını istedim.
O'nun mülkünde kendimi sivrisinekten aşağı kabul ettim. Şimdi, Cehennemin odunu
olmaya lâyık olduğumu ve O'nun rızâsının bunda bulunduğunu, ya'nî Cehenneme
gideceğimi anladım. Artık O'nun rızâsı olan yeri ister oldum" dedi. Yine vahy
geldi ki: "Ey Danyal! O kuluma söyle ki, o benden râzı olunca, ben de ondan
razıyım. Onu Cennet ve Cemâlime lâyık eyledim."
Birgün Zünnûn-i Mısrî'nin yanına birisi
geldi ve: "Borcum var, hiç param yok ki ödeyeyim" dedi. Yerden bir taş aldı ve o
borçluya verdi. O da çarşıya götürdü, cebinde zümrüd olmuştu. Dörtyüz altına
sattı ve borcunu verdi.
Bir genç, Allah adamlarını, velîleri inkâr ederdi. Zünnûn-i Mısrî yüzüğünü ona
verip, bunu çarşıya götür, bir altına sat buyurdu. Götürdü, çarşıdakiler bir
gümüşten fazla vermediler. Genç geri gelip durumu anlattı. Mücevheratçılara
götür, bakalım ne verirler buyurdu. Bin altına o yüzüğü satın almak istediler.
Genç geri dönüp durumu haber verdi. O zaman gence: "Senin tasavvuf ehlini
anlamadaki ilmin, çar-şıdakilerin bu yüzüğü bilmeleri ve ona değer biçmeleri
gibidir" buyurdu. Genç bu söz üzerine tövbe ederek kalbinden o inkârı attı.
Zünnûn-i Mısrî'yi hapis etmişlerdi.
Günlerce aç kalmıştı. Bir kadın iplik parası ile hazırladığı yemekten gönderdi.
Zünnûn-i Mısrî yemedi. Kadın işitince, üzüldü. Helâl para ile yaptığımı
biliyorsun, niçin yemedin dedi. Evet yemek helâl idi. Fakat zâlimin tabağı
içinde getirdiler buyurdu. Yemeği zindancıların tabağında getirmişlerdi.
Şöyle anlatılır:
Birgün bir çeşmeden abdest alıyordu.
Karşıdaki, evin penceresinde, güzel elbiseler giymiş güzel bir kadına gözü
ilişince "Kimdir bu güzel?" dedi. Bunun üzerine o kadın "Yâ Zünnûn! Seni uzaktan
gördüğümde âlim bir zât sandım. Yakınıma gelince, söylediklerini duydum. Deli,
câhil ve hakkı bilmez biri imişsin" dedi. Zünnûn-i Mısrî: "Bunları neden
söylüyorsun?" deyince, kadın; "Deli olmasaydın abdestsiz yere basmazdın. Âlim
olsaydın, yabancı kadınların yüzüne bakmazdın. Şayet arif olsaydın, Allahü
teâlâdan başka yerde gözün olmazdı" dedi ve kayboldu. Bunun üzerine Zünnûn-i
Mısrî, "Anladım ki, bu birtenbih, bir ikaz idi, o kadın insanlardan değil idi"
dedi.
Birgün ihtiyar bir kadın çaresiz olarak,
Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin yanına gelerek dedi ki: "Biricik oğlumu,
ciğerparemi Nil'de timsah kaptı. Ne olur evlâdımı kurtar" diye yalvardı. Zünnûn-i
Mısrî hazretleri, Nil nehrine gitti. Orada ellerini açıp: "Yâ Rabbi, şu kadının
çocuğunu kurtar" diye yalvardı. Biraz sonra, su üzerinde bir timsah göründü.
Kenara yaklaşıp çocuğu sağ olarak bırakıp gitti. Bu hâdise kadının çok tuhafına
gitti. Dedi ki: "Esasen size inanmamıştım ve ciddiye de almamıştım. Fakat
yanıldığımı ve Allahü teâlânın, evliyâsının duâsını nasıl kabul ettiğini gözümle
gördüm" diyerek Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin büyüklüğüne inandı ve O'ndan özür
diledi.
Zamanının hükümdarı, hakkındaki ithamların aslını öğrenmek için huzuruna
çağırttı. Hükümdarın yanına götürülürken yolda bir ihtiyarla karşılaştı,
ihtiyar, Zünnûn-i Mısrî hazretlerine bakarak dedi ki: "Şimdi seni hükümdarın
yanına çıkartacaklar. Sakın ondan korkma, onu üstün görme, asıl korkulacak
Allahü teâlâdır. Kendini haklı göstermeğe çalışma, kendini de kötülemeye
kalkışma. Yapılan ithamlar dışında isen, sana haksızlık yapılmışsa Allahü
teâlâya sığın, seni kurtarır."
Hükümdarın karşısına çıkarılınca, hükümdar sordu: "Senin için zındıktır, doğru
yoldan ayrıldı, kâfirdir diyorlar. Bu ithamlara karşı ne dersin?"
Zünnûn-i Mısrî hazretleri şöyle cevap
verdi: "Ne söyliyeyim. Hayır, değilim desem, bana bu isnadı yapmış olan
müslümanları itham etmiş, onların yalancı olduklarını söylemiş olurum. Evet,
öyledir desem, yalan söylemiş olurum. Bu bakımdan siz reyinize müracaat ediniz.
Ve hükmünüzü buna göre veriniz. Ben nefsimden yana olup, onu müdâfaa edecek
değilim."
Bunun üzerine, hükümdar biraz düşünüp: "Bu kimse yapılan iftiralardan uzaktır"
diyerek onu serbest bıraktı.
Yûsuf bin Hüseyn şöyle anlatır: "Birgün Zünnûn-i Mısrî'nin yanına gittim. Bana
buyurdular ki: Bir zaman Mısır'ın bir köyüne gidiyordum. Yolda uyudum. Bir
müddet sonra uyandığımda, yer yarıldı ve içinden iki tabak çıktı. Birisinde
şemsem isminde bir yemek, diğerinde ise gül suyu vardı. Bana dediler ki: "Ey
Zünnûn bunlardan ye ve bundan iç!" Ben bir müddet tereddüt ettim. Sonra kalbime
onları yememek isteği geldi. Onlar aniden kayboldu. Gâibden bir ses geldi ve
dedi ki: "Ey Zünnûn bu senin için büyük bir imtihandı. Sen imtihanını çok iyi
verdin."
İmâm-ı Yâfiî anlatır: "Ebû Ca'fer dedi ki: Birgün Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin
yanında idim. Eşyaların evliyâya itâatinden bahsediyordu. Meselâ şu sandalyeye
odanın dört köşesini dön desem, döner ve eski yerine gelir, buyurdu. Daha sonra
sandalyeye odanın dört köşesini dön dedi. Sandalye odanın dört köşesini döndü ve
eski yerine geldi. Orada bulunan bir genç ağlamaya başladı ve orada öldü. Bana
dönerek "Ey Ebî Ca'fer, eğer bize itâat eden her şeyi size gösterseydik, siz de
bu genç gibi olurdunuz" buyurdu.
Şöyle anlatılır: Mısır'da Muhakked bin İsmâil isimli birisinin çok güzel ve
dillere destan evleri vardı. Birgün yine güzel bir ev yaptırmış ve başka bir
eksiklik var mı diye etrafında dolaşırken Zünnûn-i Mısrî yanına geldi. Ona "Ey
mağrur, bu kadar emeği, emânet olan bir dünyâ evine verdin. Ebedî evin olan
Allahü teâlânın evine (Îmâna) ne emek verdin?" diye sordu. Sonra "Bu dünyâda
kendin için nasıl olsa bir ev bulursun ve içinde oturursun. Fakat öbür dünyâda
eğer şu dört hudut arasında kendine bir ev yapmazsan hâlin perişan olur.
Maazallah Cehenneme gidersin. Şu dört huduttan ilki; dünyâdaki fazla malı,
ihtiyaç sâhiblerine vermek, ikincisi; Allahü teâlâdan korkmak, üçüncüsü; Allahü
teâlâyı ve O'nun sevdiklerini sevmek, dördüncüsü ise; bütün musîbetler üzerinde
sabır etmektir, işte bu dört hudut içindeki evi kendine al, o senin için
yeterlidir. O hudutlar arasında yer alan ev Cennet evidir. Altında bal ve sütten
sular akan, içinde istediğin her ni'met ve yiyecek vardır" dedi. Bunun üzerine o
şahıs "Ey efendi, ben çok günah işletimi, onlara ne yapayım?" dedi. Zünnûn-i
Mısrî, "Allahü teâlâ dilerse bütün günahları affeder. Yeter ki sen cân-ı
gönülden tövbe et" deyince, adam ağlamaya başladı ve cân-ı gönülden tövbe etti.
Bütün evlerini satıp, parasını fakîrlere dağıttı. Zünnûn-i Mısrî'nin talebesi
oldu. Bir süre sonra bu zât vefât etti. Kabre koyduklarının ertesi gününde
gördüler ki, kabrin üzerinde bir kâğıt duruyordu. Üzerinde be şu yazıyordu: "Zünnûn-i
Mısrî hazretlerinin söylediklerinin hepsi doğru çıktı. Canı gönülden tövbe
ettiğim için, daha önce işlediğim bütün günahlarımı Allahü teâlâ affetti. Şimdi
altından ırmaklar geçen Cennet evindeyim."
Bekir bin Abdurrahman anlatır: Birgün Zünnûn-i Mısrî hazretleri ile birlikte
yolda gidiyorduk. Bir dere kenarında Zünnûn-i Mısrî kuru bir ağacın üstüne
oturdular. O anda canım taze hurma yemek istedi. Fakat o bölgede hurma ağaçları
yoktu ve hurma mevsimi de değildi. Gördüm ki, Zünnûn-i Mısrî hazretleri bana
dikkatli bir şekilde bakıyordu. "Ey Bekir! Canın çok mu taze hurma istiyor?"
diye sorunca, ben de "Evet efendim" dedim. O zaman kuru ağaca "Haydi sen bizi
bir hurma ağacının yanına götür" deyince, baktım o kuru ağaç, Allahü teâlânın
izniyle yürümeye başladı. Bizi epey uzakta, hurmaları olmuş bir a-ğacın yanına
götürdü. Zünnûn-ı Mısrî bana "Ey Bekir, doyuncaya kadar taze hurma ye" dedi. Ben
doyuncaya kadar hurma yedim. Daha sonra Zünnûn-i Mısrî kuru ağaca "Bizi yerimize
götür" buyurdu. O ağaç bizi eski yerimize getirdi. Ben nereye gidip geldiğimizi
bilmiyordum.
Birgün talebeleri Zünnûn-i Mısrî'yi
ağlarken görüp, sebebini sordular. Bu gece ma'nâ âleminden bir ses geldi, "Ey
Zünnûn! İnsanları yarattım, on bölük oldular. Dünyâyı bunlara gösterince, dokuz
bölüğü dünyâyı istedi. Bir bölüğü de on bölük oldu. Bunlara Cenneti gösterince,
dokuz bölüğü Cenneti istedi. Kalan bir bölük de on bölüğe ayrıldı. Bunlara
Cehennemi gösterince dokuzu korkup dağıldılar. Bir bölük kaldı. Bu bölük, ne
dünyâyı, ne de Cenneti istediler ve ne de Cehennemden korktular. (Ey kullarım!
Ne dilersiniz?) fermanıma cümlesi, dileğimizi sen bilirsin dediler." Şimdi ben
hangi bölükten olayım bilmiyorum. Mahrum bölüklerden olurum korkusuyla
ağlıyorum" dedi.
Kendisi şöyle anlatır: "Birgün dağlarda dolaşırken bir topluluk gördüm. Hepsi
bir yerinden rahatsızdı. "Siz burada ne yapıyorsunuz?" diye onlara sorduğumda
bana; "Şurada bir âbid var, her sene bir sefer dışarı çıkar, bize okuyunca
hepimiz şifâ buluruz" dediler. Ben de onlara katılarak, dışarı çıksın diye
bekledim. Bir adam çıktı. Yüzü sarı, vücûdu zayıf ve gözleri çukurlaşmıştı.
Heybetinden dağ sallandı. Sonra şefkatli bir gözle onlara baktı, sonra semâya
baktı, onlara doğru üfleyince, hepsi şifâ buldu. Yerine girmek isterken, eteğine
yapışıp "Allah için onları maddî hastalıklardan kurtardın. Benim de ma'nevî
hastalığımı tedavi et" dedim. "Ey Zünnûn, elini eteğimden çek. Allahü teâlâ seni
gördüğü hâlde, O'nu bırakıp benim eteğimi tuttun. Allahü teâlâ ikimizi de helak
eder" dedi.
Şöyle anlatılır: Zünnûn-i Mısrî on sene canı "sikbaç" denilen bir aş yemek
istemesine rağmen yememişti. Bir bayraım gecesi nefsi kendisine "Ne olur,
bayramı günü olsun bana bir sikbaç aşı versen" deyince Zünnûn-ı Mısrî "Ey Nefs!
Şayet bu gece bana yardım edip de, iki rek'at namazda Kur'ân-ı kerîmi hatim
edersen, sana bu yemeği veririm" dedi. Ertesi gün bayram namazından sonra sikbaç
aşı getirdiler. Tabaktan bir lokma almasına rağmen tekrar geri koydu ve namaza
durdu. "Niçin böyle yaptın?" deyince "Tam yiyeceğim sırada nefsim bana en
sonunda maksadıma ulaştım, deyince ben de "Hayır ulaşanındın" diyerek lokmayı
geri koydum" dedi.
Yûsuf adında gezginci bir zât, Zünnûn-i Mısrî'nin İsm-i a'zamı bildiğini
öğrenince, Mısır'a gitti. Zünnûn-i Mısrî'nin huzuruna vardı, ilk önceleri
iltifat görmedi. Daha sonra huzura kabul edilerek, Zünnûn-i Mısrî'ye bir sene
hizmet etti. İlaha sonra "Ey Üstâd, sana bir sene hizmet ettim, artık hakkımı
vermen gerekir. Senin İsm-i a'zamı bildiğini söylediler. Onu, benden iyi emânet
edeceğin bir başka kimse olmayacağını bilirim" dedi. Sükût etti. Ona cevap
vermedi. Altı ay sonra bir tabağa konmuş ve bir mendile sarılmış birşeyi
çıkardı. O'na "Fustat'ta bulunan fidan dostumuzu bilirsin değil mi?" diye
sorunca "Evet" dedi. Zünnûn-i Mısrî ona "İşte bunu ona götür" dedi. Sarılı
tabağı aldı, giderken "Zünnûn-i Mısrî gibi bir zât hediye gönderiyor. Acaba
nedir, ne kadar kıymetlidir?" diye düşündü. Merakını yenemiyerek tabağı açtı.
İçinden bir fare çıktı ve kaçarak kaybolup gitti. Bu duruma kızarak, Zünnûn-i
Mısrî'nin yanına gitti. Zünnûn-ı Mısrî ona "Biz seni denedik. Sana bir fare
emânet ettim, ona hıyânet ettin. Hiç sana İsm-i a'zamı güvenip teslim edebilir
miyim?" dedi.
Birgün bir çocuk Zünnûn-i Mısrî'nin yanına
gelip; "Bana büyük miktarda para miras kaldı. Bunu sizin hizmetinizde sarf etmek
istiyorum" dedi. Zünnûn-i Mısrî "Bülûğ ve reşîd çağın geldi mi?" deyince, çocuk
"Hayır" dedi. Zünnûn-i Mısrî o zaman; "Senin paranı harcamak caiz olmaz, rüşd
oluncaya kadar sabret" dedi. Çocuk reşîd olunca Hz. Zünnûn'un hizmetinde
bulunmaya başladı ve bütün parasını fakîr-lere dağıttı. Birgün önemli bir
ihtiyâcı karşılamak için borç para almak icâb edince, çocuk "Keşke daha fazla
param olsaydı da, bu yolda harcasaydım" dedi. Zünnûn-i Mısrî bu sözleri üzerine
çocuğun daha olgunlaşmadığını anladı. Genci yanına çağırarak "Falan aktara git.
Üç dirhem falan otu versin" dedi. Genç gidip söylenileni alıp getirdi. Zünnûn-i
Mısrî "Bunları havanda ez, yağda hamur hâline getir, ondan üç boncuk yap ve
hepsini iğne ile delerek bana getir" dedi. Genç söylenilenleri yapıp onun yanına
gitti. Zünnûn-i Mısrî üç boncuğu eline aldı, biraz oğuşturdu ve üzerlerine
nefesini üfleyince her biri hiç kimsenin görmediği birer mücevher oldu. Gence
dönerek "Bunları al pazara götür, değerini öğren gel" dedi. Genç pazara gitti.
Bunların her birine yüzbin dirhem altın verildiğini öğrendi. Gelip durumu Zünnûn-i
Mısrî'ye bildirince, ona "Bunları havana koy, ufala ve suya at gitsin. Şunu bil
ki, talebelerim ekmek bulamadıkları için aç değil, istedikleri için açtırlar"
dedi. Bunun üzerine genç tövbe etti. Gönlünde dünyânın hiç bir değeri kalmadı.
Kendisi anlatır: "Birgün Mekke'de Kâ'be-i şerîfi tavaf ederken, Kâ'be ile gök
arasında bir nurun sütun gibi durduğunu gördüm. Daha sonra kaybolan bu nurun,
kimden veya kim için yükseldiğini merak ettim. Tavafını bitirdikten sonra iki
rek'at namaz kıldım. O nuru düşünürken, acıklı bir ses duydum. Sesin kimden
geldiğini merak ettim ve bir kadının Kâ'be'nin örtüsüne tutunup gözyaşı
döktüğünü gördüm. Ağzından şu kelimeler dökülüyordu; "Ey dostlar dostu! Sen
bilirsin, ey gönül dostum sen bilirsin. Sana olan sevgimi o kadar gizledim ki,
kalbim ve ruhum daralmaya başladı." Kadının bu muhabbet ateşi içinde söylediği
bu sözler içimi sızlattı. Sonra kadın kendinden geçti. Biraz sonra kendine
gelince, şöyle niyazda bulundu: "Allahım! Ey tek sahibim! Ey koruyucum! Bana
olan sevgin hürmetine beni bağışla!" Buna şaşırdım ve kendisine yaklaşarak "Allahım!
Sana olan muhabbetim hürmetine, deseydin olmaz mıydı?" diye sordu. Bana dikkatle
baktı ve "Yaklaş ey Zünnûn! Bilmez misin Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde sevdiği
bir milletten söz ederken "Allah onları sever, onlar da Allahı sever"
buyurmuştur. Bunun için benim O'na olan sevgim hürmetine demedim. O'nun bana
olan sevgisi hürmetine dedim" diye cevap verdi. Ben ona "Doğru söylediniz. Fakat
benim Zünnûn olduğumu nereden bildiniz?" dedim. "Ey Zünnûn! Cebbar olan Allahü
teâlânın ma'rifetiyle tanıdım" deyince, vilâyet makamına ulaşmış bir hâtûn
olduğunu gördüm. Daha sonra bana "Ey Zünnûn! Dön arkana bak, ne var?" deyince
arkama baktım, hiçbir şey göremedim, hemen kadına döndüm, kadın kaybolmuştu."
Zünnûn-ı Mısrî buyurdu ki, "Üç defa sefere
çıktım. Her seferinde bir ilim getirdim, ilk seferde getirdiklerimi, avam da,
havas da kabul etti. İkinci seferde getirdiklerimi havas, seçkin kimseler kabul
etti, avam etmedi. Üçüncü, seferde getirdiğim ilmi, avam da, havas da kabul
etmedi. Ben de terk edilmiş ve yalnız başıma kaldım." Şeyh-ül-islâm Abdullah-ı
Ensârî buyurdu ki: "Zünnûn-i Mısrî'nin getirdiği ilk ilim tövbedir ki, avam ve
havas kabul etti. İkincisi tevekkül, muamele ve muhabbet ilmi idi ki, bunu havas
kabul etti, avam kabul etmedi. Üçüncü ilim de, hakikat ilmi idi ki, halkın ilim
ve akıl seviyesine göre değildi Şüphesiz onu anlıyamadılar ve uzaklaştılar.
Böylece onu inkâr ettiler, onunla vefâtına kadar mücâdele ettiler."
Vefât ettiğinde, hava çok sıcaktı. Cenâzesini götürürlerken bir bölük kuş da
cenâzenin üstünde kanatlarını açarak birlikte uçuyor ve gölge yapıyorlardı.
Oradaki insanlar o kuşların kanatlarının gölgesi altında kalıyorlardı. Fakat hiç
kimse öyle kuşlar görmemişti.
Cenâzesi defn edilinceye kadar kuşlar oradan gitmediler. Ertesi gün kabri
üzerinde Âdemoğlunun yazısına benzemiyen bir yazının yazılı olduğu görüldü: "Zünnûn,
Allah'ın sevgilisidir ve şevki dolayısıyla da, canını O'nun yoluna fedâ
etmiştir." O yazıyı oradan kazımalarına rağmen, tekrar yazılırdı. Vefâtından
sonra birçok âlim rü'yasında Peygamber efendimizi gördü. Peygamberimiz
yanındakilere; "Hak dostu Zünnûn geliyor, karşılamaya gidelim" buyurdu.
Zünnûn-i Mısrî'ye, kul hangi sebeple
Cennete girer? diye sorulunca, "Beş şey ile: Eğrilik bulunmayan bir doğruluk,
gevşeklik bulunmayan bir gayret, gizli aşikâr Allahü teâlâyı anmak (murakabe
etmek), yol hazırlığı yapıp, ölüme hazırlanarak, ölümü beklemek, hesaba
çekilmeden önce kendini hesaba çekmek" buyurdu. Allah korkusunun alâmeti nedir?"
denilince: "Bu korkunun diğer bütün korkulardan kişiyi emin kılmasıdır" cevâbını
verdi.
Kul ne zaman Allahü teâlâdan korkar? diye sorduklarında; "Hastalığın uzamaması
için, kendisini herşeyden koruyan hastanın durumuna geldiği vakit" cevâbını
verdi. Kulun ihlâs sahibi kimselerden olduğu nasıl belli olur? diye
sorduklarında "Kendisini tam ma'nâsıyla ibâdete verip, insanların nazarında
mertebe ve itibârının silinmesini severek kabul ettiği zaman" cevâbını verdi.
İnsan, Allahü teâlânın saf kullarından olduğunu, ne zaman ve nasıl anlar? diye
sordukları zaman "İnsan bu durumu şu dört şeyle bilir. Rahatı terk ederse, az
olsa bile, olandan verirse, fakîrleşmesi kendisine sevimli gelirse, övülmek ve
kötülenmek kendisine aynı gelirse" cevâbını verdi.
Bozulan kalbi düzeltmek için ne yapmak lâzımdır? diye sorduklarında: "Beş şey
yapmalıdır. Helâl yemek, Kur'ân-ı kerîm okumak, sâlihlerle sohbet, gece ibâdet
etmek, seher vaktinde ağlamak" cevâbını verdi.
Kalbini en güzel koruyan kimdir? diye sorduklarında: "Diline en çok hâkim olan"
cevâbını verdi.
Kur'ân-ı kerîm âlimlerinin durumunu
sorduklarında "Onlar bu yolda dizlerini çürüttü, ömürlerini ve bedenlerini bu
yolda harcadılar. Böylece Kur'ân-ı kerîm ilmine sâhib oldular. Bu ilme vâkıf
olabilmek için, bu kadarla kalmadılar. Dudaklarında kan kalmadı. Göz yaşları sel
olup aktı. Kur'ân-ı kerîm ilmini onlar böyle buldu. Hidâyete eren bunlar oldu.
îmânlarını emniyet altına bunlar aldı" cevabını verdi.
Buyurdu ki:
"İnsanı arzulardan kurtaran dost ikidir. Gözü ve kulağı muhafaza etmektir."
"Kalbin hasta olmasının alâmeti dörttür: Birincisi; tâattan (ibâdetten) tad, haz
almaz, ikincisi; Allahü teâlâdan korkmaz. Üçüncüsü; eşyaya, muhlûkâta ibret
gözüyle bakmaz. Dördüncüsü; dinlediği ilim ve nasîhatten istifâde etmez."
"Öyle birisiyle dostluk kur ki, senin değişmenle değişmesin."
"Arif için hüzün ve sürûr devamlı değildir. Kürsüde va'z ve nasîhat ederken şu
dehşet verici manzara dâima gözü önündedir. Başının üzerinde bir kılıç asılı
durmaktadır. Kılıç çok ince bir kılla tutturulmuştur. Kapının önünde de iki
yırtıcı hayvan beklemektedir. Başının üzerindeki kılıç, dinin hükümleridir.
Kapıda beklemekte olan yırtıcı iki hayvan da dinin emir ve yasaklarıdır."
"Her a'zânın tövbesi vardır. Kalb ve gönülün tövbesi, şehveti terk etmektir.
Gözün tövbesi, harâma bakmamaktır. Dilin tövbesi, fena söz söylemekten, gıybet
etmekten çekinmektir. Kulağın tövbesi, kötü sözleri dinlememektir. Ayağın
tövbesi, harâm yerlere gitmekten kendini korumaktı."
"Şu üç şey ihlâs alâmetidir. Birincisi medh ve kötülenmek ona te'sîr etmez,
ikincisi, amelleri unutur, günahlarını düşünür. Üçüncüsü, Hak teâlâdan gayrisini
gönlünden çıkarır."
"Tövbe iki kısımdır: İnâbe tövbesi; kulun Allahü teâlâdan korkup tövbe etmesi,
İsticâbe tövbesi; kulun Allahü teâlâdan utanıp tövbe etmesidir."
"Yemekle dolan mi'dede hikmet durmaz."
"Eline geçen bir parça ekmeğin yanında, ayrıca katık olarak da tuz arayan kimse,
veliler kalında umduğunu bulamaz."
"İlim tahsil ettiği hâlde, bu ilmiyle amel etmeyen kimseye âlim denilmez."
"Eline iki ekmek geçip, bunların hangisi helâldandır diye araştırmadan,
düşünmeden yiyen kimse, hak yoldan felah bulamaz."
"Murakabenin alâmeti, Allahü teâlânın tercih ettiğini tercih etmek, O'nun büyük
gördüğünü büyük görmek ve küçük gördüğünü küçük görmek."
"Sabır, Allahü teâlânın emirlerine muhalif olan davranışlardan uzaklaşmak,
O'ndan gelen musîbet-lere sükûnetle karşılık vermek ve fakîrlik ihsan ettiği
zaman, zengin görünmektir."
"Allahü
teâlâyı sevmenin alâmeti bütün ahlâkta ve bütün işlerde, O'un sevgili Peygamberi
olan Muhammed aleyhisselâma uymaktır."
"Doğruluk, Allahü teâlânın bir kılıcıdır ki, üzerine konulan her şeyi keser."
"Doğru kimse, dili hak ve gerçek olanı anlatan kimsedir."
"Kanâat eden rahat bulur, üstün olur."
"Tevekkül eden, emin ve metin olur. Fâideli işleri ihmâl eden, fâidesiz işlerle
uğraşır."
"İnsanların ayıpları ile meşgul olan, kendi ayıbını görmez."
"Biz öyle insanlara kavuştuk ki, onların her birinin ilmi arttıkça, zühdü de
artıyordu. Dünyâya karşı, ihtiyaçsız olup, onu sevmiyorlardı. Ama siz, bu hâlin
tam zıddına sahipsiniz, ilminiz arttıkça, dünyâya
karşı sevginiz artıyor. Ona kavuşmak için, birbirinizi iterek geçiyorsunuz.
Onlar başkaydı. Dünyâ malını ilim elde etmek için harcarlardı, onları böyle
gördük. Ama siz şimdi tam tersine: Bir bilginiz varsa, dünyâlık sahibi olmak
için, ortalığa saçıyorsunuz."
"Ruhun sıhhati az günah işlemek, bedenin sıhhati az yemektedir." "Sevgi seni
konuşturur, korku rahatsız eder, haya susturur."
"Zavallı arif, kendi Rabbini bırakıp nereye gider. Ey kardeşim dikkat etn İnsan
hangi hususiyeti ile meleklerin mescûdü (kendisine doğru secde edileni)
olmuştur. Bu üstünlüğü yemesi sebebinden olsa, buna ondan önce deve lâyıktı.
Çünkü bir deve, elli insanın yediğini yer. Şehvet kuvveti sebebiyle olsa, buna
eşek daha uygundur. Çünkü ondaki şehvet kuvveti yanında, insanınki ne kalır.
Belki serçenin şehvet kuvveti bile insanınkinin birçok katıdır. Gadab ve
kızgınlık sebebi ile ise, aslan buna daha lâyıktı. Görmek kuvveti sebebi ile
olsa, buna akbaba daha uygundur. Akıl kuvveti sebebi ile ise, buna melekler daha
uygundur. Çünkü insanın aklı, meleklerin aklının yanında çok az kalır. Eğer
insanları doğru yoldan çıkarmak, kandırmak, aldatmak sebebiyle ise, şeytan buna
daha lâyıktı. Görülüyor ki, insana mahsus olan özellikler ve meleklerin mescûdü
hususiyeti, ondaki muhabbet cevheri ve aşk ateşidir. Bu, insanoğ-lundan başka
hiçbir canlıya verilmemiştir."
"İnsanlar Allahü teâlâdan korktukları müddetçe, doğru yolda yürürler. Bu korku
kainlerinden gitti mi, yollarını kaybederler."
"Bir kula bak, vaktini boşa harcıyorsa, boş şeylerle vakit geçiriyorsa, Allahü
teâlâyı anmıyorsa, bilesin ki, Allahü teâlâ onu sevmiyor."
KAYNAKLAR
1)
Hilyet-ül-evliyâ
cild-9, sh-333
2)
Târîh-i Bağdâd Cild-14, sh-316, cild-8, sh-393
3)
Tezkiret-ül-evliyâ
sh-23
4)
Tam İlmihâl Se'âdet-i Ebediyye sh-556, 715, 1090
5)
Kıyâmet ve Âhıret sh-194
6)
İslâm Ahlâkı sh-436
7)
Kâmûs-ul-a'lâm cild-3, sh-2228
8)
Vefeyât-ül-a'yân
cild-1, sh-315
9)
Mîzân-ül-i'tidâl cild-1, sh-331
10)
Rehber Ansiklopedisi cild-18, sh-331
11)
Tabakât-ül-kübrâ
cild-1, sh-70
|