Evliyânın büyüklerinden. Künyesi Ebû Muhammed'dir. 200 (m. 815)'de doğdu. Dayısı
Muhammed bin Süvâr'ın sohbetlerinde yetişti. Hacca gidince orada Zünnûn-i
Mısrî'yi gördü ve ona talebe oldu. Tasavvuf ehlinin büyüklerinden ve
müctehidlerinden olup, zamanının sultânı, hakikatin delîli idi. Az yemek, az
uyumak, çok ibâdet yapmak, riyâzet ve kerâmette eşi yoktu. 283 (m. 896)'de
Basra'da vefât etti.
Kendisi şöyle anlatır: Üç yaşında iken gece kalkardım. Dayım Muhammed bin Süvâr
gece ibâdet eder, ağlar ve bana: "Sehl yat uyu, kalbimi meşgul ediyorsun" derdi.
Ben ise onu yine gözetlerdim. Öyle bir hâl aldım ki, dayıma, "Bana garîb bir hâl
oluyor, başımı arşın önünde secdede buluyorum" dedim. "Oğlum bu hâlini kimseye
söyleme, bundan sonra yattığında dilinle üçer defa (Allahü teâlâ benimledir,
beni görüyor, her sözümü duyuyor) de!" buyurdu. Bir süre sonra, buna devam
ediyorum dedim. Her gece yedi defa söyle buyurdu. Daha sonra, yine devam
ediyorum, dedim. Onbir defa söyle buyurdu. Söyledim. Ve kalbimde bir tatlılık
buldum. Bir sene geçince, dayım bana: "Sana öğrettiğimi iyi muhafaza et ve hep o
hâlde ol! Ölünceye kadar bırakma. Dünyâ ve âhırette mükâfatını alırsın" buyurdu.
Yıllarca devam ettim. Sonra dayım bana: "Sehl, Allahü teâlânın kendisiyle
olduğunu bilen, hiç günah işliyebilir mi? Hep böyle bil, günah işlemezsin"
buyurdu. Sonra beni mektebe gönderdiler. Kur'ân-ı kerîmi öğrendim. Yedi yaşında
iken oruç tuttum. Yiyeceğim sadece arpa ekmeği idi. Oniki yaşında iken, bir
mes'eleye takıldım. Kimse çözemedi. Basra'ya gitmek istedim. Gönderdiler. Basra
âlimlerinden sordum. Hiç kimse cevap veremedi. Abadan'a gittim. Habîb İbni
Hamza'ya sordum. O cevaplandırdı. Yanında fazla kalmadım ama, ondan çok istifâde
ettim. Sonra Tüster'e geldim. İbâdet, riyâzet ve mücâhedeye koyuldum.
Ömrünün sonunda, el ve ayakları hareket etmez olmuştu. Namaz vakti gelince, el
ve ayakları açılır, namaz bitince, eskisi gibi hareketsiz olurdu. Birgün
zikirden bahsederken: "Allahü teâlâyı hakkıyla zikr eden, ölüyü diriltmeği kast
ederse, dirilir" dedi ve elini önünde duran bir sakata sürdü, sakat iyileşip,
ayağa kalktı.
İmâm-ı Yâfiî, Sehl bin Abdullah Tüsterî'nin bir talebesinden şöyle nakleder:
Sehl bin Abdullah'a o-tuz sene hizmet ettim. Gece veya gündüz yatıp uyuduğunu
görmedim. Sabah namazını yatsının abdesti ile kılardı. İnsanlardan ayrılıp,
Basra ile Abadan arasındaki bir adaya gitti. Bunun sebebi de şu idi. Bir sene
hacdan dönen birisi, bir kardeşine, "Ben Sehl bin Abdullah'ı Arafat'ta vakfede
gördüm" dedi. Kardeşi o kimseye, "Arefeden önceki gün, ben onun yanında idim"
dedi. Diğeri ise, "Ben Sehl'i Arafat'ta vakfede gördüm. Yalan söylüyorsam karım
boş olsun" dedi. "Kardeşi kalk, gidip kendisine soralım" dedi. Kalkıp yanına
geldiler. Hâdiseyi anlattılar ve bu yeminin hükmü nedir? dediler. "Niçin böyle
şeyler konuşuyorsunuz? Allahü teâlâ ile meşgul olun" deyip, hacıya döndü ve:
"Hanımından boş değilsin ama, gördüğünü kimseye anlatma" buyurdu.
Sehl-i Tüsterî hazretleri, Basra'da bir gün
parmağını sarmıştı. Bu durumu gören birisi: "Niçin parmağını sardın?" diye
sorunca," Ağrıyor da onun için" diye cevap verdi. Bunu soran kimse bir müddet
sonra Mısır'a gitmişti. Burada Zünnûn-i Mısrî hazretlerini gördüğünde, onun da
parmağı sarılı idi. Aynı soruyu ona da sordu. "Niçin parmağını sardın?" "Falan
zamandan beri ağrıyor, o sebepten sardım" diye cevap verdi. Soran zât diyor ki:
"Ben o zaman anladım ki, Zünnûn hazretlerinin parmağı ağrıyordu. Sehl-i Tüsterî
hazretleri de, hocasına uymak için parmağını sarmıştı."
Bir yolculuğunda abdest almak istedi. Suyu yoktu. Üzüldü. O anda birisi, içi su
dolu yeşil bir ibrik getirdi, önüne koydu ve gitti.
Bir Cum'a namazından önce evine bir kimse geldi, içeride büyük bir yılan gördü.
Durakladı. Sehl-i Tüsterî hazretleri, "İçeri gir! Kişi, yer yüzündeki yılandan
bu kadar korkarsa, âhıretteki yılanlardan daha çok korkması lâzım değil mi?"
buyurdu. Sonra yılanı tuttu. Beni başka bir odaya aldı. "Kişi dünyâda yılanlarla
arkadaşlık edebilirse, mezarda diğer yılanlar, çıyanlar ona dokunmaz" buyurdu ve
"Cum'a namazı kılar mısın?" buyurdu. O zât, "Câmi ile aramız bir günlük
mesafedir" dedi. Sehl hazretleri onun elini tutup, hemen câmiye getirdi. O kimse
dedi ki: Birlikte namaz kıldık. Sonra çıktı. Câmiden çıkanlara bakıp: "Lâ ilâhe
illallah diyen çoktur, ama ihlâs sahipleri azdır" buyurdu.
Birgün müslüman olmayan biri yoldan
geçiyordu. Sehl hazretleri talebelerine onu gösterip, buyurdu ki: "Bu adamda
müslümanlık alâmeti var!" Aradan birkaç sene geçtikten sonra Sehl-i Tüsterî
hazretleri vefât ettiler. Talebelerinden biri hocasının mezarını ziyâret
ederken, o adam da yakından geçiyordu. Hocasının sözleri hatırına gelerek hemen
yanına vardı. Ona hocasının kendisi hakkındaki sözlerini anlattı. Bunun üzerine
o adam dedi ki: "Gel Bakalım! Mezarına varalım. Bana müslüman ol desin, ben de
müslüman olayım!" Beraberce kabre vardılar. O anda kabirden şöyle bir ses
işittiler: "Ey falan! Cehennem ehlinden, Cennet ehli daha üstündür!" Adam bu
sözü işitince, şehâdet getirip müslüman oldu.
Talebesi Abdurrahmân bin Ahmed: "Efendim, abdest alınca ekseriya uzuvlarımdan
akan su, altın ve gümüşten bıçak oluyor" deyince, Sehl hazretleri: "Bilmez misin
ki, çocuklar ağlayınca, meşgul etmek için ellerine silâh verirler" buyurdu.
Sehl hazretlerinin yanına köse bir adam
geldi. Sakalının gelmesi için duâ istedi. Sehl hazretleri buyurdu ki: "Ey genç!
Elini yüzüne sür, elini yüzüne sür!" Bu sözü bir kaç defa tekrarladılar. Adam
söyleneni aynen yaptı. Hemen o dakikada'eline bir tutam sakal geldi.
Kendisi anlatıyor: "Anamdan bana çok mal kalmıştı. Hemen fukarayı çağırıp
hepsini onlara dağıttım. Kimde alacağım varsa, onları da bağışladım. Ondan sonra
da Kâ'be'ye gitmek için yola çıktım. Yolda kendi kendime: "Ey nefs! Artık, iflâs
ettin. Benden isteyeceğin hiçbir şey kalmadı. Zâten isteyecek olsan da, bir şey
bulamayacaksın" dedim.
Kûfe şehrine uğradığında, nefsi, balık ile
ekmek istedi. Her ne kadar bu isteği yapmamaya çalıştı ise de, nefsinin arzusu
çok şiddetli idi. Nefsimi Mekke'ye kadar incitmeyeyim, diye düşündü. Şehirde bir
un değirmenine rastladı. Değirmenin dolabına bir at koşmuşlar, durmadan buğday
öğütüyorlardı. Değirmenciye yaklaşarak, "Bu iş için ata günde ne kadar kira
veriyorsunuz?" dedi. Değirmenci, "Günde iki akçe ödüyoruz" deyince, bu işi bir
gün de ben yapayım. Bana da bir akçe verir misiniz?" dedi. Değirmenci buna râzı
oldu. Akşama kadar, nefsine eziyet için dolabı döndürdü. İşi bırakınca ona bir
akçe verdiler. Gidip onunla balık ekmek aldı ve nefsine; "Her ne zaman benden
birşey isteyecek olursan, sana lâyık olan böyle bir hizmeti gördürür, ondan
sonra da mâkul isteklerini yerine getiririm" dedi."
Ölüm döşeğinde yatarken Sehl bin Abdullah'a bir zât: "Efendim, senden sonra
minbere kim çıksın?" diye sorunca, Sehl-i Tüsterî (r.a.) gözlerini açıp, Şâdıdil
adındaki bir kâfirin adını söyledi. Etrafındakiler, "Şeyhin aklı gitmiş, bu
kadar müslüman âlim varken yerine bir kâfiri geçirdi" diye söylerlerken, Sehl-i
Tüsterî, "Başımda kavga, gürültü etmeyiniz. Vaktim azdır. Gidin bana Şâdıdil'i
çağırın, gelsin" dedi. Şâdıdil gelince, "Yâ Şâdıdil, iyi dinle, üç gün sonra
minbere çık ve müslümanlara va'z et. Bu sana vasiyetimdir" dedi. Sehl-i
Tüsterî'nin vefâtından üç gün sonra, ikindi namazından sonra, başında kâfir
nişanesi, belinde zünnar olmak üzere, Şâdıdil minbere çıktı. Ey müslümanlar, ey
Sehl-i Tüsterî'nin talebeleri, bana bir vakit şeyhiniz, "Ey Şâdıdil, zünnarı
çıkarıp atma zamanı gelmedi mi? demişti. İşte bugün emrini yerine getiriyorum"
dedi. Daha sonra sorgucu ve zünnarı çıkarıp attı. Dili ile Kelime-i şehâdet
getirerek müslüman oldu. Cemâat bunu görünce ve o sözleri duyunca ağladılar.
Sehl-i Tüsterî hazretleri vefât edince,
insanlar cenâze namazı için toplandı. O şehirde bir yahudi vardı. Yaşı yetmişi
aşmıştı. İniltileri duyunca, ne oluyor diye dışarı çıktı. Cenâzeye doğru bakınca
yanındakilere, "Benim gördüğümü siz görüyor musunuz?" dedi. Ne görüyorsun
dediklerinde, "Gökten" inip, cenâze ile giden kimseler görüyorum" dedi. Ve
ardından Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu.
Şöyle naklederler ki: Sehl-i Tüsterî bir talebesinin yanında, "Basra'da velilik
derecesine ulaşmış bir fırıncı var" diye söylemişti. Talebesi bunun üzerine
Basra'ya gidip, fırıncıyı görmüştü. Fırıncı, fırınlarda âdet olan, saçını ve
sakalını ateşten korumak için, yüzüne peçe bağlamıştı. Bunu gören talebe
aklından, "Şayet bu zât velîlik derecesine ulaşmış olsaydı, ateşten bu kadar
sakınmazdı" diye geçirdi. Sonra selâm verip bir suâl sorunca, fırıncı: "Önce
beni küçümseyip horladığından, artık sözümün sana faydası olmaz" dedi.
Kendisi anlatır: "Rü'yâmda kıyâmet kopmuş, insanları da Arasat meydanında
gördüm. Bir beyaz kuş, topluluğun çeşitli yerlerinden bir kaç kişi alıp, Cennete
götürüyordu. Bu ne kuşudur? dediğimde, aniden havada bir kâğıt peydah oldu.
Kâğıdı elime alıp açınca üzerinde, "Vera'ı kuşu dedikleri işte budur" diye
yazdığını gördüm.
Yine kendisi anlatır: "Birgün çölde giderken, başında sarık ve elinde âsâ
bulunan pîr-i fâni bir zâtın gelmekte olduğunu gördüm. "Galiba kafileyi
kaçırmış" diye aklımdan geçirdim ve cebimden para çıkararak, ona: "Gideceğin
yere ulaşıncaya kadar bununla idare et" dedim. Daha sonra bu zât elini havaya
kaldırınca, eli altınla doldu ve bana: "Sen cebinden alıyorsun, ben ise gaybden"
dedi ve kayboldu. Kâ'be'ye varınca tavaf esnasında o zâtı gördüm. Bana: "Ey Sehl!
Bir kimse Kâ'be'nin cemâlini görmek için yola çıkarsa, onun muhakkak Kâ'be'yi
tavaf etmesi lâzımdır. Fakat her kim Allahü teâlânın cemâlini görmek için,
nefsini ayakları altına alırsa, Kâ'be'nin onu tavaf etmesi lâzım gelir" dedi.
Sehl-i Tüsterî bir gün bağdaş kurup oturmuş
ve sırtını da duvara yaslamış bir şekilde, "Aklınıza geleni sorun, suâllerinize
cevap vereyim" dedi. Bu durumu görenler, "Daha evvel siz böyle yapmazdınız,
şimdi ne oldu?" diye sorduklarında, "Üstâd hayatta olduğu müddet zarfında,
talebenin edebe riâyet etmesi lâzımdır" dedi. Bu günün Zünnûn-i Mısrî'nin (r.a.)
vefât ettiği gün olduğunu daha sonra öğrendiler.
Sehl-i Tüsterî hazretlerinin yanına yırtıcı
hayvanlar da gelirdi. Yanında sakin ve rahat dururlardı. Halk bunun için onun
evine, "Beyt-üs-Sibâ" ya'nî (Yırtıcı Hayvan Evi) derdi.
Ebû Ali Dakkak şöyle anlatmıştır: Ya'kûb
bin Leys, doktorların tedavi edemedikleri bir hastalığa yakalanmıştı. Ona; senin
vali olduğun bölgede Sehl bin Abdullah isminde sâlih bir zât vardır. Eğer o sana
duâ ederse, Hak teâlânın bu duâyı kabul etmesi ümid edilir, dediler. Vali, Sehl
bin Abdullah'ı çağırttı ve "Benim için Allahü teâlâya duâ et" deyince, Sehl bin
Abdullah: "Zindanlarında suçsuz insanlar yatarken, senin için yaptığım duâ nasıl
kabule mazhar olur?" dedi. Bunun üzerine vali zindanda yatan bütün suçluları
salıverince, Sehl bin Abdullah "İlâhi, bu zâta ma'siyet ve musîbetteki zilleti
gösterdiğin gibi, tâattaki izzeti de göster, onu dert ve sıkıntıdan kurtar" diye
duâ etti. Vali, hemen iyileşti ve Sehl bin Abdullah'a çok mal vermek istediyse
de, bunu Sehl hazretleri kabul etmedi. Arkadaşları arasında, "Keşke bunu alıp
fakîrlere dağıtsaydı" diyenler oldu. O, yolda çakıl taşlarına bakınca, hepsi
mücevher hâline geldi. Arkadaşlarına bunları göstererek, "Böylesi bir ihsana
nâil olan kimse, Ya'kûb bin Leys'in malına muhtaç olur mu hiç?" diye buyurdu.
Sehl-i Tüsterî'nin bir çocuğu vardı. Çocuk
ne zaman annesinden yiyecek isterse, annesi ona "Bunu Allahü teâlâdan iste"
derdi. Bunun üzerine çocuk secde için yere kapanırdı. Bu arada annesi çocuğun
istediklerini hazırlar, gizlice yanına koyardı. Çocuk annesinin bunu
hazırladığını bilmezdi. Onun için Allahü teâlânın dergâhına dönerdi. Birgün
annesi evde yokken çocuğun canı birşey istedi. Her zamanki gibi secdeye kapandı.
Allahü teâlâ ona lâzım olan şeyi gönderdi. Annesi geldiğinde duruma şaşırdı.
"Yavrucuğum bu nereden geldi?" diye, sorunca çocuk, "Her zamanki yerden" diye
cevap verdi.
Sehl-i Tüsterî hazretleri, bir gün
talebelerinden birine bir iş buyurunca talebesi, "Söz olur, halkın dilinden
çekindiğim için yapmam" dedi. Bunun üzerine sohbetinde bulunanlara dönüp, "Bir
kimse şu iki vasfı kazanmadığı müddetçe, bu yolun hakikatine eremez: Allahü
teâlâdan başkasını görmeyecek şekilde halk senin gözünden düşmeli. İkincisi,
nefs gözünden düşmeli ve halkın kendisinde gördüğü hiçbir sıfattan
çekinmemelidir. Herşeyi Hakdan görmelidir" dedi.
Sehl-i Tüsterî bir talebesine, "Gün boyunca
Sübhânallah! Allah! Allah! demek için, bütün gücünü harca" dedi. Talebe âdet
hâline gelinceye kadar, bu sözü söylemeye devam etti. Sonra Sehl-i Tüsterî "Buna
geceleri de devam et" dedi. Talebe buna devam ederek, devamlı Allahü teâlâyı
zikr eder bir hâle sahip oldu. Birgün evinin bahçesinde ağaçtan düşen bir dal
parçası başını yardı. Başından akan kanın, yere damlayan her damlasının "Allah"
ismini yazdığı görüldü.
Bedbahtlığın alâmeti olan şeyler nelerdir? diye sorulduğunda şöyle cevap verdi:
"İlmi olup, onunla amel edememek, ameli olup, ihlâslı olmamak. Bunun alâmeti de
ibâdet ve hizmetleri zorlukla yapmak ve Hak teâ'ânın verdiğine râzı olmayıp,
başka şeyler peşinde koşmaktır. Bedbahtlığın diğer bir alâmeti de, Allahü
teâlânın dostlarının sohbetine kavuşamamak ve onlardan hüsn-ü kabul
görmemektir."
Sehl-i Tüsterî hazretlerinde, romatizma ve
bâsur hastalıkları vardı. O getirilen hastalara duâ ederdi. Duâ ettiği kimseler
iyi olurdu. Ebû Nasr-ı Terşizî bir gün âlim zâtlardan birine, "Sehl, başka
hastalara duâ ettiği ve kendisi velî olduğu hâlde, niçin bu hastalıklar
kendisinde vardır?" diye sorunca, o zât; "Sehl velîdir. Velîliği de o
hastalıktan dolayıdır. O bu hastalığın Allahü teâlâdan geldiğine inandığı için,
hastalığın kendisinden gitmesi için duâ etmez" dedi.
Birgün Sehl-i Tüsterî'ye, "Günde bir defa
yemeğe ne dersin?" diye sorduklarında: "Bu sıddîkların yeme tarzıdır" dedi. "İki
öğün yemeğe ne dersin?" dediklerinde; "Bu mü'minin yeme tarzıdır" dedi. "Üç defa
yemeğe ne dersin? dediklerinde, cevâbı biraz ağır oldu. Buyurdu ki: "Bütün
âfetlerin başı, doyuncaya kadar yemektir."
"Haram yiyenin yedi uzvu günaha girer. Helâl yiyenin uzuvları da ibâdette olur."
"Tam helâl; kazanırken, Allahı hiç unutmadığın şeydir." "Takvasının doğru
olmasını isteyen, bütün günahlardan el çeksin." "Kırk gün ihlâslı olan, dünyâda
zâhid olur, kerâmeti görülür."
"Bizim yolumuzun esası altı şeydir: Allahın kitabına sarılmak, Resûlullahın
sünnetine uymak, helâl yemek, insanları incitmemek, yasaklardan uzak durmak,
hakkı ve borcu ödemede acele etmek."
"Allahü
teâlâyı unutmaktan büyük günah yoktur."
"Eğer Musâ ve Îsâ aleyhimesselâmın ümmetinden, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe gibi bir
zât bulunsaydı, bunlar yahudiliğe ve hıristiyanlığa dönmezdi."
"Hakîkî îmâna kavuşmak için dört şey lâzımdır: Bütün farzları edeble yapmak,
helâl yemek, görünen ve görünmeyen bütün harâmlardan sakınmak ve bu üçüne,
ölünceye kadar devam etmeğe sabır etmek."
"İşin esâsı üç şeydir: Helâl yemek, ahlâk ve amelde Resûl aleyhisselâma tâbi
olmak, her işi yalnız Allah için yapmak."
"İbâdetin en kıymetlisi, nefse uymamaktır." "Kalb arş, göğüs ise kürsîdir."
"Âlimin üç ilmi var. Biri ilm-i zahirîdir. Bunu herkese açıklar. Diğeri ilm-i
bâtındır. Bunu ancak ehline açıklar. Üçüncüsü, kimseye anlatılması caiz olmayan
bir ilimdir ki, bu ancak kendisiyle Allahü teâlâ arasındadır."
"İnsanların mübtelâ olduğu belâ ve musîbetlerin en büyüğü; ne âhıret, ne de
dünyâ işiyle meşgul olmayıp, boş oturmaktır."
"Kulun Allahü teâlâya şükretmesi, O'nun kuluna verdiği ni'metlerle, O'na isyan
etmemesidir. Çünkü kulun bütün uzuvları Allahü teâlânın kuluna olan lütuf ve
ni'metleridir."
"İnsanoğlunu şu iki şey mahvetmiştir: İzzet arzusu, fakîrlik korkusu."
"Makamların en üstünü; kötü bir huyu, iyi bir huya çevirmektir." "Harama
bakmaktan sakınan kimse, hiç göz ağrısı görmez."
"Allahü
teâlâdan başka yardımcı, Resûlullah efendimizden başka delil, takvadan başka
azık, sabırdan başka amel asla yoktur."
"Sâdık olan kimseye Allahü teâlâ bir melek gönderir. Bu melek namaz vakti
gelince, o kimseye namaz kılmayı hatırlatır, uyuyorsa uyandırır."
"Kibir bulunan kalbte, havf (korku) ve recâ (ümit) bulunmaz."
"Korku, men edilenden uzak durmak; ümid, emredileni yapmak için koşmaktır."
"Fütüvvet, sünnete tâbi olmaktır."
"Zühd,
kulların Allahü teâlâya yönelmeleridir.
"Açlık için üç yer vardır. Tabiat açlığının yeri akıl, ölüm açlığının yeri fesad,
şehvet açlığının yeri israftır. Birincisi düşünceyi yok eder, ikincisi fitneye,
üçüncüsü israfa yol açar."
"Nefs,
şu üç halden başka hâlde olmaz: Ya kâfir, ya münafık veya ikiyüzlü olur." "Her
kim nefsini kendine dost edinirse, Allahü teâlâyı kendine düşman etmiş olur."
"İnsanların "Lâ ilâhe illallah" ifâdesine kalben i'tikâd edip dil ile
söylemeleri ve buna fiilen vefâ göstermeleri lâzım gelir."
"Allahü
teâlânın, insanlara şu şekilde hitâb etmediği hiçbir gün yoktur: "Kulum! Hiç
insaflı davranmıyorsun. Ben seni anıyorum ama, sen beni unutuyorsun. Seni
kendime da'vet ediyorum fakat sen, başkalarının dergâhına gidiyorsun. Ben
dertleri belâları senden uzaklaştırıyorum. Lâkin günah üzerinde ısrar ediyorsun.
Ey Âdemoğlu! Yarın kıyâmette huzuruma gelince mazeret olarak ne söyleyeceksin?"
"Kıyâmet günü, az yemenin mükâfatını hiçbir amel karşılayamaz."
"Ticârette ihsan altı türlüdür. 1) Müşteri, fazla ihtiyâcı olduğu için çok para
vermeye râzı olsa bile, çok kâr istememelidir. 2) Fakîrlerin malını fazla para
ile almalı, onları sevindirmelidir. 3) Müşteriden para almakta iki türlü ihsan
olur; fiyatta ikrâm edilmeli, peşin verdiği fiyatla, veresiye de vermelidir. 4)
Borç ödemekte ihsan, istemeye vakit bırakmadan vermektir, 5) Alışveriş ettiği
kimse pişman olursa, yapılan satışı geri çevirmektir. 6) Fakîrlere veresiye
vermek, ödeyemediği hâle gelirse, alacağını istememeyi niyet etmektir. Borçlusu
ölünce helâl etmektir."
"Allahü
teâlâ ruhları yaratıp, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" kelâmına, evet
dediğimi, ayrıca annemin karnında bulunduğum zamanki hâlimi hatırlıyorum"
"Açlığın çilesini çekenin çevresinde, Allahü teâlânın emriyle şeytan dolaşamaz."
"Cehaletten daha büyük musîbet yoktur."
"Son Peygamber Muhammed Mustafâ (s.a.v.) gönderildiği zaman, dünyâda şu yedi
sınıf insan vardı: Krallar, ziraatle uğraşanlar, hayvancılıkla uğraşanlar,
ticâretle meşgul olanlar, san'atla meşgul olanlar, işçiler, yoksullar. Allahü
teâlânın elçisi sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) bu sınıflardan hiçbirini başka
bir sınıfa geçmeye zorlamadı. Onları Allahü teâlâya itâate, takvaya, ilme
çağırdı, insanlara şöyle buyurdu: "Allah bütün
bu varlığı insan için, insanı da Allahü teâlâyı bilmek için yaratmıştır. Dünyâ
ni'metlerini Allahü teâlâya itâat için kullanan hem dünyâyı, hem de âhıreti
kazanır. Bunun tersini yapan kimse ise, hem âhıreti, hem de dünyâyı
kaybedecektir."
KAYNAKLAR
1)
Hilyet-ül-evliyâ
cild-10, sh-189
2)
Tabakât-üs-sûfiyye
sh-206
3)
Nefehât-ül-üns
sh-119
4)
Tam İlmihâl Se'âdet-i Ebediyye sh-22, 554, 639,
715, 1063
5)
Rehber Ansiklopedisi cild-15, sh-113
6)
Vefeyât-ül-a'yân
cild-2, sh-429
7)
Şezerât-üz-zeheb
cild-2, sh-182
8)
Tabakât-ül-kübrâ
cild-1, sh-90
9)
Risâle-i Kuşeyrî sh-138
10)
Keşf-ül-mahcûb
sh-242
11)
İslâm Ahlâkı sh-73
12)
Kâmûs-ül-a'lâm cild-4, sh-2705
|