Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden
biri olan, Şâfiî mezhebinin imâmı. İsmi Muhammed olup, nesebi şöyledir: Muhammed
bin İdrîs bin Abbâs bin Osman bin Şafi' bin Sâib bin Ubeyd bin Abdülyezîd bin
Hâşim bin Müttalib bin Abdümenâf’dır. Künyesi, Ebû Abdullah'dır. Soyu Kureyş
kabilesinden olup, hem anne, hem de baba tarafından, Peygamber efendimizin
(s.a.v.) soyu ile birleşmektedir. Annesi tarafından soyu; Fâtıma binti Abdullah
el-Mahud bin Hasen el-Müsennâ bin Hasen bin Ali bin Ebî Tâlib'e dayanır.
Peygamberimizin üçüncü dedesi olan Abdümenâf, İmâm-ı Şâfiî'nin dokuzuncu dedesi-dir.
Dördüncü dedesi Şafi', Eshâb-ı kirâmdandır. Bu dedesinin ismine izafeten, ona da
Şâfiî denilmiş ve bu isimle meşhûr olmuştur. 150 (m. 767) senesinde Gazze'de
doğdu. 204 (m. 820)'de Mısır'da bir Cum'a gecesi 54 yaşında iken vefât etti.
Kabri Kurâfe kabristanlığında büyük bir türbe içindedir.
İmâm-ı Şâfiî, henüz beşikte iken babası vefât etmişti. Annesi onu iki yaşında,
asıl memleketleri o-lan Mekke'ye getirdi. Orada büyüdü. Yedi yaşına gelince
Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Bundan sonra ilim öğrenmeye başladı.
Tahsili:
İmâm-ı Şâfiî daha küçük yaşta iken Mekke'de bulunan zamanın meşhûr âlimlerinin
derslerine ve sohbetlerine devâm etmeye başlamıştır. Kendisi, ilim öğrenmeye
başladığı bu ilk günleri için şöyle demiştir; "Kur'ân-ı kerîmi ezberledikten
sonra devamlı Mescid-i harâma gidip, fıkıh ve hadîs âlimlerinden pek çok
istifâde ettim. Fakat çok fakîr idik. Bir yaprak kâğıt almaya bile gücümüz
yoktu. Derslerimi ve öğrendiğim mes'eleleri, kemik parçaları üzerine yazardım"
İmâm-ı Şâfiî, Mekke'deki bu ilk tahsilinden sonra Arapçanın inceliklerini ve
edebiyatını öğrenmek için, çölde yaşayan Huzey kabilesinin arasına gitti. Orada
da bilgisini ilerletip, ok atmayı öğrendi. Bu hususta da şöyle demiştir: "Ben
Mekke'den çıktım. Çölde Huzeyl kabilesinin yaşayışını ve dilini öğrendim. Bu
kabile, Arapların dil bakımından en fasîhi idi. Onlarla birlikte gezdim,
dolaştım, ok atmayı öğrendim. Mekke'ye döndüğüm zaman, bir çok rivâyet ve
edebiyat bilgilerine sahip olmuştum."
İmâm-ı Şâfiî daha on yaşında iken, o zamanın en meşhûr âlimi İmâm-ı Mâlik'in "Muvattâ"
adlı hadîs kitabını, dokuz gecede ezberlemiştir. Gençliğinin ilk yıllarında
kendini tamamen ilme verip, Mekke'deki Süfyân bin Uyeyne, Müslim bin Hâlid
ez-Zencî gibi fakîh ve muhaddislerden ilim tahsil etti. Hadîs, fıkıh, lügat ve
edebiyatta çok yükseldi. Mekkeli gençler arasında, ilimde parmakla gösterilen
bir dereceye ulaştı.
İmâm-ı Şâfiî hazretlerinin tahsilinde en önemli safha, İmâm-ı Mâlik'e talebe
olmasıyla başlamıştır. Mekke'den Medine'ye gidip, İmâm-ı Mâlik'den ders almasını
şöyle anlatmıştır: "İlk zamanlar Mekke'de, Müslim bin Hâlid'den fıkıh öğrendim.
O sırada Medine'de bulunan Mâlik bin Enes'in büyüklüğünü ve müslümanların imâmı
olduğunu işittim. Kalbime geldi ki: Onun yanına gideyim, talebesi olayım. Sonra
onun meşhûr eseri olan "Muvattâ"nın bir nüshasını, Mekke'de birinden tekrar geri
vermek üzere alıp ezberledim. Mekke valisine gidip, birini Medine valisine
birisini de Müslim bin Enes'e vermek üzere iki mektûb alıp Medine'ye gittim.
Medine'ye varınca, Medine valisine gidip ona ait olan mektubu verdim ve Medine
valisi ile birlikte İmâm-ı Mâlik'in yanına gittik, İmâm-ı Mâlik dışarı çıktı.
Uzun boylu ve gayet heybetli bir görünüşü vardı. Medine valisi, Mekke valisinin
gönderdiği mektubu İmâm'a takdim etti. Mektupta, "Muhammed bin İdrîs, annesi
tarafından şerefli bir kimsedir. Ve hâli şöyle şöyledir..." diye yazılı olan
kısmı okuyunca; "Sübhânallah! Resûlullahın (s.a.v.) ilmi şöyle mi oldu ki,
mektûb ile yazılıp, sorulup, talep olunur." dedi. Ben de durumumu ve ilim
öğrenmek istediğimi anlattım. Sözlerimi dinledikten sonra bana baktı. Adın
nedir, dedi. Muhammed'dir, dedim. Ey Muhammed, dedi, ileride büyük bir şânın
olacak. Allahü teâlâ senin kalbine bir nûr vermiştir. Onu ma'siyyetle söndürme!
Yarın birisi ile gel, sana Muvattâ'yı okusun buyurdu. Ben de onu ezberledim,
ezberden okurum, dedim. Ertesi gün İmâm-ı Mâlik'e gelip okumağa başladım. Her ne
zaman, ımâm-ı üzme korkusundan okumağı bırakmak istesem, benim güzel okumam onu
hayretler içerisinde bırakır, ey genç daha oku, derdi. Kısa zamanda Muvattâ'yı
bitirdim."
İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik'in yanına geldiği zaman, yirmi yaşlarında
bulunuyordu. İmâm-ı Mâlik onu himayesine alıp, dokuz yıl müddetle ilim öğretti.
İlimde yüksek bir dereceye ulaşan İmâm-ı Şâfiî Mekke'ye dönünce, oraya gelen
Yemen vâlisi, onu Yemen'e götürüp kadılık vazifesi verdi. Beş yıl kadar bu
görevi yaptıktan sonra, Bağdâd'a giderek, ilmini ilerletmek için, İmâm-ı a'zamın
talebesi olan İmâm-ı Muhammed'den ders almaya başladı. İmâm-ı Muhammed onu kendi
himayesine alıp, yazmış olduğu kitaplarını okutmak suretiyle, Irak'ta tedvin
edilen fıkıh ilmini ve Irak'ta meşhûr olan rivâyetleri öğretti. İmâm-ı Muhammed
ayrıca İmâm-ı Şâfiî'nin üvey babası idi. İmâm-ı Şâfiî onun ilminden ve
kitablarından çok istifâde etmiştir. İmâm-ı Şâfiî bu hususta şöyle demiştir:
"İlimde ve diğer dünyâ işlerinde, İmâm-ı Muhammed kadar bana kimse faydalı
olmamıştır." Ebû Ubeyd şöyle demiştir: İmâm-ı Şâfiî'den duydum, buyurdu ki:
"İmâm-ı Muhammed'den öğrendiğim mes'elelerle ve ilimle, bir deve yükü kitap
yazdım. Eğer o olmasaydı ilim kapısının eşiğinde kalmıştım. Bütün insanlar
ilimde, Irak âlimlerinin, Irak âlimleri de Kûfe âlimlerinin çocuklarıdır. Onlar
da, Ebû Hanîfe'nin çocuklarıdır." Ya'nî bir babanın çocukları için lâzım olan
nafakayı kazanıp, çocuklarını beslemesi gibi, Ebû Hanîfe de, kendinden
sonrakileri böylece ilimle beslemiş ve doyurmuştur, İmâm-ı Şâfiî ayrıca, Selîm-i
Râî'nin sohbetine kavuşup, vilâyet (evliyâlık) makamlarına da kavuştu.
Dersleri ve talebeleri:
İmâm-ı Şâfiî, Bağdâd'da İmâm-ı Muhammed'den aldığı dersleri tamamlayıp, Mekke'ye
döndü. Burada bir müddet inceleme ve araştırmalar yapıp, ayrıca talebelere ders
verdi. Bilhassa hac mevsiminde çeşitli İslâm beldelerinden gelen ilim adamları
ondan ilim öğrenirlerdi. Mekke'deki bu ikâmeti, dokuz yıl kadar sürdü. Sonra
tekrar Bağdâd'a gitti. Bu sırada Bağdâd, İslâm âleminin önemli bir ilim merkezi
idi. Burada bulunan âlimler, İmâm-ı Şâfiî'ye hürmet göstermiş ve ilim talebeleri
onun etrafında toplanmıştır. Bağdâd âlimleri dahi ondan ders almışlardır. Daha
önce Mekke'de İmâm-ı Şâfiî ile görüşen ve ondan hadîs dinleyen Ahmed bin Hanbel
talebe olmuş, onun üstünlüğüne hayran kalmıştır. Yine İmâm-ı Şâfiî ile emsal
olan İshâk bin Râheveyh ve benzerleri ondan ilim tahsil etmiştir. Herkes onun
dersine koşuyor ve verdiği fetvalara hayran kalıyordu. Ders ve fetva vermekte
uyguladığı usûl, geniş olarak açıkladığı istinbat (kaynaklardan hüküm çıkarma)
usûlü olan, usûl-i fıkıh ilmi idi. O buna göre açıklamalarda bulunuyordu. Güzel
ve açık konuşması, ifâde ve izah tarzı, münazara kuvveti ve te'sîr bakımından
çok güçlü idi. İmâm-ı Şâfiî Bağdâd'da bulunduğu sırada (el-Kitâb-ül-Bağdâdiyye)
adını verdiği eserini yazdı. İmâm-ı Şâfiî'nin üstün şahsiyetine ve yüksek ilmine
hayranlık duyarak, ondan ders alıp ilim öğrenen talebelerinden bir kısmı
şunlardır: Ahmed bin Hanbel, İshâk bin Râheveyh, ez-Za'ferânî, Ebû Sevr İbrâhîm
bin Hâlid, Ebû İbrâhîm Müzenî, Rebî' bin Süleymân-ı Murâdî gibi bir çok âlim.
Daha sonraki asırlarda, Şâfiî mezhebinde yetişmiş âlimlerden meşhûr olanlardan
ba'zıları da şunlardır: Hadîs âlimlerinden İmâm-ı Nesâî, kelâm (akâid)
âlimlerinden Ebü'l-Hasen-i Eş'arî, İmâm-ı Mâverdî, İmâm-ı Nevevî, İmâm-ül-Haremeyn
Abdülmelik bin Abdullah, İmâm-ı Gazalî, İbn-i Hâcer-i Mekkî... Kaffâl-ı Kebîr,
İbn-i Subkî, İmâm-ı Süyûtî v.b.
İmâm-ı Nesâî'nin (Sünen)'i meşhûrdur. İmâm-ı Eş'arî, Ehl-i sünnet i'tikâdının
iki İmâmından birisidir. Hocalarının zinciri İmâm-ı Şâfiî'ye ulaşır.
İlimdeki üstünlüğü:
İmâm-ı Şâfiî ilim, zühd, ma'rifet, zekâ, hâfıza ve neseb bakımlarından
zamanındaki âlimlerin en üstünü idi. Onüç yaşında iken, Harem-i şerîf’de "Bana
istediğinizi sorunuz?" derdi.
Onbeş yaşında iken fetva verirdi. Zamanının
en büyük âlimi olan ve üçyüzbin hadîs-i şerîfi ezbere bilen İmâm-ı Ahmed bin
Hanbel, ondan ders almağa gelirdi. Çok kimse, İmâm-ı Ahmed'e, "Böyle büyük bir
âlim iken, "kendi çocuğun gibi bir genç karşısında nasıl oturuyorsun?"
dediklerinde, "Bizim ezberlediklerimizin ma'nâlarını o biliyor. Eğer onu
görmeseydim, ilmin kapısında kalacaktım. O, dünyâyı aydınlatan bir güneştir,
ruhlara gıdadır" derdi. Bir kere de, "Fıkıh kapısı kapanmıştı. Allahü teâlâ, bu
kapıyı, kullarına İmâm-ı Şâfiî ile tekrar açtı" dedi. Bir kerre de, "İslâmiyete,
şimdi Şâfiî'den daha çok hizmet eden birini bilmiyorum" dedi. İmâm-ı Ahmed, yine
buyurdu ki: "Allahü
teâlâ her yüzyılda bir âlim yaratır, benim dînimi, herkese onun ile öğretir"
hadîs-i şerîfinde bildirilen
âlim, İmâm-ı Şâfiî'dir. Hadîs-i şerîfte; "Kureyş'e
sövmeyiniz. Zîrâ Kureyşli bir âlim, yeryüzünü ilimle doldurur"
buyuruldu. İslâm âlimleri bu hadîs-i şerîf, İmâm-ı
Şâfiî'nin geleceğini bildirmiştir, demişlerdir.
Ahmed bin Hanbel'in oğlu Abdullah,
babasının İmâm-ı Şâfiî'ye çok duâ ettiğini görerek, sebebini sorunca: "Oğlum,
İmâm-ı Şâfiî'nin insanlar arasındaki yeri, gökteki güneş gibidir. O, ruhların
şifâsıdır" demiştir.
Ebü'l-Kâsım bin Selâm, "Nice âlim ve
fazîletli kimselerle görüştüm. Şafiî hazretleri gibi âlim ve fâdıl bir kimse
görmedim" demiştir.
Ahmed bin Hanbel, "Eline kalem kâğıt alan
herkesin İmâm-ı Şâfiî'ye şükran borcu vardır" demiştir.
İbn-i Uyeyne'ye İmâm-ı Şâfiî'nin vefât
haberi ulaşınca, şöyle demiştir: "Eğer o vefât ettiyse, zamanın en fazîletlisi
vefât etmiştir."
İmâm-ı Şâfiî hazretlerinin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfler, Sahîh-i Müslim'de,
Sünen-i Ebî Dâvûd, Sünen-i Tirmizî, Sünen-i Nesâî, Sünen-i İbni Mâce ve Sahîh-i
Buhârî'nin ta'likâtında yer almıştır. Kendisinden hadîs-i şerîf işitip rivâyet
ettiği zâtlar: Müslim bin Hâlid ez-Zencir, Mâlik bin Esed, İbrâhîm bin Sa'd,
Sa'îd bin Sâlim, Abdülvehhâb es-Sakafî, İbn-i Aliyye, İbn-i Uyeyne ve diğer
hadîs âlimleridir. İmâm-ı Şâfiî'den de Ahmed bin Hanbel, Süleymân bin Dâvûd el-Hâşimî,
Ebû Bekir Abdullah bin Zübeyr el-Hamidî, İbrâhîm bin Münzir, Ebû Sevr İbrâhîm
bin Hâlid, Ebû Ya'kûb, Yûsuf bin Yahyâ ve diğer birçok zât hadîs-i şerîf rivâyet
etmişlerdir.
İmâm-ı Şâfiî'nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden biri şudur: "Kendisine
yumuşaklık
verilen kimseye, dünyâ ve âhıret iyilikleri verilmiştir. Yumuşaklıktan mahrum
olan kimse, dünyâ ve âhıret iyiliklerinden, mahrum olur."
İctihâdı
(Mezhebi):
İrnâm-ı Şâfiî, ikinci defa Bağdâd'a gidişinden
sonra, Bağdâd'daki siyâsî ve fikrî kargaşalıklar sebebiyle Mısır'a gidip,
ömrünün sonuna kadar orada kalmıştır. İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik'in ve İmâm-ı
a'zamın talebesi İmâm-ı Muhammed'in derslerine devam ederek, İmâm-ı a'zamın ve
İmâm-ı Mâlik'in ictihâd yollarını öğrenip, bu iki yolu birleştirdi ve ayrı bir
ictihâd yolu kurdu. Kendisi çok belîğ, edîb olduğundan, âyet-i kerîmelerin ve
hadîs-i şerîflerin ifâde tarzına bakıp, kuvvetli bulduğu tarafa göre hüküm
verirdi. İki tarafta da kendi usûlüne göre kuvvet bulamazsa, o zaman kıyas yolu
ile ictihâd ederdi. Böylece müslümanların ibâdetlerinde ve işlerinde uyacakları
bir yol göstermiştir. Onun kendi usûlüne göre şer'î delillerden çıkardığı
hükümlere, ya'nî gösterdiği bu yola "Şâfiî Mezhebi" denildi. Ehl-i sünnet
i'tikâdında olan müslümanlardan, amellerini ya'nî ibâdet ve işlerini, bu
mezhebin hükümlerine uyarak yapanlara "Şâfiî" denir.
Allahü teâlâ, bütün müslümanlardan tek bir
îmân istemektedir. İslâmiyette, îmânda, i'tikadda, tefrikaya, ayrılığa izin
verilmemiştir. Resûlullah (s.a.v.) efendimizin inandığı ve bildirdiği ve Eshâb-ı
kirâmın naklettiği gibi îmân eden müslümanlara "Ehl-i sünnet vel-cemâat" veya
kısaca "Sünnî" denir. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde hükmü açıkça
bildirilmemiş olan ba'zı ibâdetlerin ve günlük muamelelerin tarifinde ve
yapılışında, Sünnî müslümanlara, mezheb imâmı olan büyük İslâm âlimleri
tarafından gösterilen ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşturan yollara, amelî
mezhebler (veya fıkhî mezhebler) denilmiştir. Mezheb imâmı olan büyük İslâm
âlimlerinin aralarındaki böyle ictihâd ayrılıklarına, dînin sahibi izin vermiş
ve bu hâl her zaman ve her yerde müslümanların İslâmiyete dosdoğru uymalarını
temin ederek, müslümanlar için rahmet olmuştur. Nitekim, hadîs-i şerîfte "Âlimlerin
(müctehidlerin)
mezheblere ayrılması
rahmettir"
buyuruldu.
İmâm-ı Şâfiî'nin, talebelerinin ve kendisine suâl soranların dînî müşküllerini
hallederken ortaya koyduğu ve tâkib ettiği usûller, Şâfiî mezhebinin temel
kaideleri olmuştur. Bu mezhebin usûlleri de, diğer bütün müctehidlerin usûlüne
benzemekle beraber, ba'zı farklılıkları da vardır.
Bütün müctehidler, bir işin nasıl yapılacağını Kur'ân-ı kerîmde açık olarak
bulamazlarsa, hadîs-i şerîflere bakarlar. Hadîs-i şerîflerde de açıkça
bulamazlarsa, bu iş için (icmâ) var ise, öyle yapılmasını bildirirler. İcma',
Eshâb-ı kirâmın ve onlardan sonra gelen Tâbiîn denilen âlimlerin bir mes'eledeki
sözbir-liğine denir. Bir işin nasıl yapılması lâzım olduğu icmâ ile de
bilinmezse, müctehidler kendileri kıyasta bulunarak ictihâd ederler; mes'elenin
dînî hükmünü bildirirler. Kıyas, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde,
hakkında açık bir hüküm bulunmayan bir işi, açık hüküm bulunan diğer bir işe
benzeterek hükme bağlamaktır.
İmâm-ı Şâfiî, ictihâdlarında, İmâm-ı a'zamın kıyas işinde tâkib ettiği (Re'y
yolu) ile, İmâm-ı Mâlik'in tâkib ettiği (Rivâyet yolu)'nu birleştirerek, ayrı
bir ictihâd yolu kurdu.
Şâfiî mezhebinin reisi olan İmâm-ı Şâfiî, usûl-i fıkıh ilmindeki mes'eleleri ilk
defa tasnif edip, kitaba yazan kimsedir. Bu ilimdeki eserinin adı "er-Risâle
fil-usûl"dür. Şâfiî mezhebi; Hanefî mezhebinden sonra en çok yayılan bir
mezhebdir. Mısır, Mekke, Medine'de, Endonezya'da, Aden'de, Filistin'de,
Azerbaycan'da ve Semerkant'da, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da ve diğer yerlerde
yayılmıştır. Şâfiî mezhebinin hükümlerini anlatan pek çok kitap yazılmıştır.
Bunlar arasında en meşhûrları İbn-i Hâcer-i Mekkî hazretlerinin yazdığı "Tuhfet-ül-muhtâc"
hâşiyesi, "Muhtasar-ı Müzenî", "Mugn-il-muhtâc" ve İmâm-ı Nevevî'nin yazdığı "Minhâc"
adlı eseridir.
Eserleri:
1.Ahkâm-ül-Kur'ân. Matbûdur.
2.İhtilâf-ül-hadîs.
3.Müsned-üş-Şâfiî. Matbûdur.
4.Er-Risâle fi'l-usûl: Usûl-i fıkha dâirdir. Usûl-i fıkhın kitap hâlinde
yazıldığı ilk eserdir. Matbûdur.
5.El-Mevâris.
6.El-Ümm: Fıkıh ilmine dâir olup, İmâm-ı Şâfiî'nin ictihâd ederek bildirdiği
mes'eleleri içine alan bir eserdir. Yedi cild hâlinde basılmıştır.
7.Kitâb'üs-Sünen ve'l-Müsned: Hadîs ilmine dâirdir.
8.El-Emâli el-Kübrâ
9.El-İmlâ'es-Sagîr.
10.Edeb-ül-kâdî
11 Fedâil-i
Kureyş
12.El-Eşribe
13.Es-Sebkû ve'r-remyü
14. İsbât-ün-Nübüvve ve Redd-i ale'l-berâhime gibi eserleri ve dîvânı vardır.
Menkıbeleri ve medhi:
Süfyân-ı Sevrî şöyle demiştir: "İmâm-ı
Şâfiî'nin aklı, zamanındaki insanların yarısının akılları toplamından fazladır."
Abdullah-ı Ensârî buyurdu ki: "İmâm-ı Şâfiî'yi çok severim. Çünkü, evliyâlıkta
hangi makama baksam, onu herkesin önünde görüyorum."
Az yer, az uyurdu. "On altı senedir, doyasıya yemek yemedim" buyurdu. Sebebi
sorulunca, "Çok yemek bedene ağırlık verir, kalbi zayıflatır, anlayışı, idrâki
azaltır, çok uyku getirir ve böylece insanı ibâdetten alıkor. Kulluğun başı az
yemektir." buyurmuştu.
İmâm-ı Şâfiî'nin siması, gayet güzel ve sevimli idi. Üstün bir zekâya ve
kabiliyete sâhib idi. Peygamber efendimizin (s.a.v.) sünnetine son derece riâyet
ederdi. İlmi, tevâzusu, heybet ve vekarı ile kalblere te'sîr ederdi. Kur'ân-ı
kerîm okurken dinleyenler kendinden geçerdi.
Orta halli giyinirdi. Heybetli bir görünüşü vardı. O bakarken, yanındakiler su
dahi içemezlerdi. Yüzüğünde, (el-bereketü fil-kanâ'ati=Bereket, kanâat
etmektedir) yazılı idi.
Hârûn Reşîd, her sene Bizans İmparatorundan vergi olarak çok para ve mal alırdı.
Bir sene İmparator, âlimlerle münâkaşa etmek için ruhbanlar gönderdi: "Eğer bizi
yenerlerse onlara vergilerimizi vermeye devam edeceğiz. Yok, biz yenersek
vermeyiz." dedi.
Dörtyüz hıristiyan geldi. Halife, bütün
âlimlerin Dicle kenarında toplanmasını emretti. İmâm-ı Şâfiî'yi çağırarak,
hıristiyan ruhbanlara sen cevap ver! dedi. Herkes Dicle kenarında toplandı.
İmâm-ı Şâfiî seccadeyi omuzuna alıp nehre doğru gitti. Seccadeyi nehre atıp
üzerine oturdu ve: "Benimle münâkaşa etmek isteyenler buraya gelsin" dedi.
Bu hâli gören ruhbanların hepsi, müslüman oldu. Bizans İmparatoru, adamlarının
İmâm-ı Şâfiî'nin elinde müslüman olduğunu öğrenince; "İyi ki, o buraya gelmedi.
Yoksa buradakilerin hepsi müslüman olurdu. Kendi dinlerini bırakırlardı." dedi.
Bir kere ders verirken, ders esnasında on defa ayağa kalktı. Sebebini
sorduklarında, buyurdu ki: "Seyyidlerden bir çocuk, kapının önünde oynuyor.
Kapının önüne gelip, kendisini gördüğüm zaman, ona hürmeten ayağa kalkıyorum.
Resûlullahın (s.a.v.) torunu ayakta dururken oturmak reva değildir."
Talebelerinden biri anlatır: Bir bayram günü İmâm-ı Şâfiî hazretleri ile beraber
mescidden çıktık. Bir mes'ele hakkında sohbet ediyorlardı. Evlerinin kapısına
gelince, bir hizmetçi kendisine bir kese altın getirip, efendisinin selâmı
olduğunu ve bunu kabul buyurmasını rica etti. İmâm-ı Şâfiî hazretleri keseyi
kabul etti. Biraz sonra biri gelip, "Hanımım bir çocuk doğurdu. Yanımda hiç
param yok. Sizden Allah rızası için biraz para istiyorum" dedi. İmâm-ı Şâfiî
hazretleri keseyi hiç açmadan, olduğu gibi o şahsa verdi. Halbuki biliyordum ki,
kendisinin de hiç parası yoktu.
İmâm-ı Şâfiî hazretleri Yemen'e bir sefer yapmıştı. Dönüşünde onbin dirhemle
gelip, çadırını Mekke'nin dışına kurdurarak, ziyâretçilerini orada kabul etti.
Halk topluluklar hâlinde İmâm-ı Şâfiî'ye gelerek müşküllerini hallediyordu.
Ziyâretçiler arasında bulunan fakîrlere de para dağıtıyordu. Böylece, Ye-men'den
getirdiği onbin dirhemin hepsini fakîrlere dağıttı ve ondan sonra da; "Oh şimdi
rahatladım" buyurdu.
Mısır'ın ileri gelenlerinden birinin hanımı, bir münâkaşada kocasına: "Ey
Cehennemlik" dedi. Bu cevap karşısında bu şahıs, hanımına, "Ben Cehennemliksem,
seni boşadım" dedi, fakat hanımını da çok seviyordu. Âlimleri toplayıp bu
mes'eleyi sordu. Kimse cevap veremedi. "Senin Cehennemlik olup olmadığını Allah
bilir" dediler. Âlimler arasından henüz daha genç yaşta olan İmâm-ı Şâfiî
kalkıp, "Ben senin mes'eleni çözerim" dedi. Oradakiler şaşırdılar. Bu kadar
âlimin cevap veremediğine, nasıl cevap verecek diye merak ettiler.
İmâm-ı Şâfiî dedi ki: "Önce, sen benim sorulanına cevap ver!" Ve devam etti:
"Bir günah işleyeceğin vakit, Allah korkusundan bu günahı terk ettiğin oldu mu?"
dedi. "Allahü teâlâya yemîn ederim ki, çok oldu." "Bu hâlinle Cennetlik olduğun
anlaşılmaktadır" buyurdu.
Orada bulunan âlimler, hangi delîl ile bu hükmü verdiğini sordular:
"Kur'ân-ı
kerîmde, "Bir kimse Allah korkusundan nefsini günahlardan
men ederse, onun yeri elbette Cennettir"
buyurulmaktadır. Hükmünü bu âyet-i kerîmeye göre verdim" buyurdu. Oradakiler
susup kaldılar.
Abdullah bin Muhammed Bekrî şöyle anlatmıştır: "İmâm-ı Şâfiî ile Bağdâd'da nehir
kenarında oturuyor idik. Bir genç gelip abdest almaya başladı. Fakat abdesti
yanlış aldı. İmâm-ı Şâfiî o gence: "Abdesti tam al. Allahü teâlâ sana dünyâ ve
âhıret se'âdeti versin" buyurdu. Genç tekrar abdest alıp, yanımıza geldi ve bana
nasîhat et, öğret deyince, İmâm-ı Şâfiî şöyle buyurdu: "Allahü teâlâyı bilen
necat (kurtuluş) bulur. Dîninde titizlik gösteren, kötülüklerden kurtulur.
Nefisini ıslah eden, se'âdete kavuşur. Biraz daha ister misin?" dedi. Genç evet
deyince, şöyle devam etti: "Kim şu üç şeyi yaparsa îmânı kâmil olur:
1-Emr-i bil-ma'rûf yapmak. Ya'nî Allahü teâlânın emirlerini yapmak ve yaymak.
2-Nehy-i anil-münker yapmak. Ya'nî Allahü teâlânın yasaklarını yapmamak ve
yapılmaması için uğraşmak.
3-Her işinde Allahü teâlânın dinde bildirdiği hudutlar içinde bulunmak."
Sonra, "Biraz daha ister misin?" deyince, genç, "İhsan ediniz efendim" dedi.
Şöyle buyurdu: "Dünyâya bağlanıp, ona düşkün olma, âhıreti iste. Bütün hâl ve
hareketinde Allahü teâlâyı hatırla ki, kurtulanlardan olasın." Bu nasîhatleri
dinleyen genç, son derece memnun olup, benim yanıma yaklaşarak, bu zât kimdir,
dedi. Ben de, İmâm-ı Şâfiî olduğunu söyleyip tanıttım. Bunun üzerine genç, bugün
ne bahtiyarım ki, böyle büyük zâtı görüp, nasîhatini dinledim" dedi."
İmâm-ı Şâfiî şöyle anlatmıştır: Bir gece rü'yâmda Peygamber efendimizi (s.a.v.)
görmekle şereflendim. Bana buyurdu ki: "Sen kimdensin?" Cevâbında, "Ben
senin kabîlendenim" dedim. Bana yaklaş, buyurdular. Yanına gittim. Mübârek
ağzının suyunu dilime, ağzıma ve dudaklarıma sürüp "Hadi, Allahü
teâlâ sana bereket versin"
buyurdular.
Kendisi anlatır: Çocukluk zamanında, Mekke'de rü'yâmda Peygamber efendimizi
gördüm. Tam bir heybetle Mescid-i harâm'da insanlara imamlık yapıyorlardı. Namaz
bitince yanlarına gidip, bana da ilim öğretiniz, dedim. Bunun üzerine kaftanının
altından bir terazi çıkarıp: Bu senin içindir, buyurup bana hediye ettiler. Bu
rü'yâmı tâbir ettirdim. Dediler ki: "Sen, ilimde imâm olursun ve sünnet üzere
olursun. Terazi ise, hakîkat-ı Muhammediyyeye kavuşacağına alâmettir."
"Bir gün rü'yâmda, Hz. Ali efendimizi gördüm. Parmağından yüzüğünü çıkardı,
parmağıma taktı. Bu hareketi, kendi ilminin ve Resûlullahın ilminin bana geçmesi
alâmeti idi."
İmâm-ı Şâfiî, altı yaşında iken mektebe gitmeye başladı. Zahide bir annesi
vardı. İnsanlar emânetlerini ona bırakırlardı.
Bir gün iki kişi gelip, bir bohça verdiler. Daha sonra biri gelip bohçayı
istedi. Gelene bohçayı verdi. Biraz sonra diğeri gelip, bohçayı istedi. Bohçanın
arkadaşına verildiğini söyleyince: "Biz ikimiz beraber gelmeyince bohçayı
vermeyin demiştik. Bohçayı niçin verdiniz?" dedi.
Annesi üzüldü. O sırada İmâm-ı Şâfiî geldi. Annesinin üzüntülü olduğunu görünce
sebebini sordu. Annesi olanları anlattı. Bunun üzerine annesine: Sen üzülme ben
şimdi bohçayı isteyenle konuşurum." Dedi.
Bohçayı isteyen şahsın yanına gelip dedi ki:
"Sizin bohçanız olduğu yerde durmaktadır. Git arkadaşını getir."
Adam aldığı cevap karşısında şaşırıp, geri dönüp gitti. Bir daha da gelmedi.
İmâm-ı Şâfiî hazretleri, dîn-i İslâma hizmet uğrunda tükettiği hayatının son
anlarını, Kur'ân-ı kerîmi dinleyerek geçirmiştir. Ömrünün sonuna kadar her gün
bir hatim olmak üzere, ayda otuz hatim okurdu. Ramazan-ı şerîfte ise gece ve
gündüz birer hatim olmak üzere, altmış hatim okurdu. Artık vefâtının yaklaştığı
sırada takatsiz düşmüştü. Önceki gibi okuyacak durumda değildi. Fakat okuyan
birinden dinlemek arzu ediyordu. O bu hâlde iken, talebesi Ebû Mûsâ Yûnus bin
Abdüla'lâ yanına girmişti. Ona "Ey Ebû Mûsâ bana Kur'ân-ı kerîmden Âl-i İmrân
sûresinin yüzyirminci âyet-i kerîmesinden sonraki âyetleri yavaş yavaş oku"
dedi. O da okumaya başladı. İmâm-ı Şâfiî, okunan âyet-i kerîmelerin ma'nâlarına
dalmış, derin bir huşu' içinde dinliyordu. Hayatının son anlarında dinlediği bu
âyet-i kerîmelerden bir kısmının meâlleri şöyledir:
"(Ey Resûlüm!) bir vakit erkenden Medine'deki ailenden
çıkmış, savaş için mü'minleri
elverişli yerlere yerleştiriyordun. Allahü teâlâ, sözlerinizi işitir ve
niyetlerinizi bilir. O zaman
(Uhud savaşında ordunun sağ ve
sol kanadını teşkil eden Selemeoğulları ile Hâriseoğullarından ibaret) içinizde
iki birlik, savaş korkusundan
(Münafık Abdullah bin Ubey es-Selûl'ün
kaçışına bakarak) geri dönmeğe
niyetlenmişti. Halbuki, onların yardımcısı Allahü teâlâ idi. Mü'minler, yalnız
Allahü teâlâya güvenip dayanmalıdır. Bedir savaşında düşmana nisbetle daha az ve
zayıf olduğunuz halde, Allahü teâlâ size kesin zaferi verdi. Allahü teâlâdan
korkun, (ve
münafıkların kaçışından kederlenmeyin) Tâ
ki, şükretmiş olasınız. O vakit
(Bedir’de) mü'minlere
şöyle diyordun; "Rabbinizin, üçbin melek indirmekle size yardımda bulunması,
yetişmez mi size. Evet, eğer siz sabrederseniz ve Peygambere (s.a.v.)
itâatsizlikten sakınırsanız, onlar da hemen üzerinize gelecek olurlarsa,
Rabbiniz size nişanlı nişanlı beş biri melekle
(düşmana karşı) yardım
edecektir. Allahü teâlâ, bu yardımı size, sırf bir müjde olsun ve kalbleriniz
bununla yatışsın diye yaptı. Yoksa zafer, ancak azîz ve hakîm olan Allahtandır."
(Âl-i İmrân: 121-126)
Âl-i İmrân sûresinin yüzyirmidokuz ve yüzotuzaltıncı âyet-i kerîmeleri: "Göklerde
ve yerde olan şeylerin hepsi Allahındır. Kullarından dilediğini bağışlar ve
dilediğine azâb eder. Allahü teâlâ çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir. Allahü
teâlâdan korkun ki, âhıret azabından kurtulasınız. Kâfirler için hazırlanan
ateşten korkun. Allahü teâlâ ve Peygambere (s.a.v.) itâat edin ki, merhamet
olunasınız. Rabbinizin mağfiretine ve eni, göklerle yer kadar olan Cennete
koşuşun! O Cennet, takva sahipleri için hazırlanmıştır.
(O takva sahipleri) Bollukta
ve darlıkta
harcayıp, yediren, öfkelerini yutanlar, insanların kusurlarını bağışlayanlardır.
Allahü teâlâ da, iyilik edenleri sever. Ve bir günah işledikleri veya nefslerine
zulüm ettikleri zaman, Allahı anarak hemen günahlarının bağışlanmasını
istiyenler, (ki,
günahları Allahü teâlâdan başka kim bağışlıyabilir?) hem de yaptıkları
günaha bile ısrar etmemiş olanlar
(var ya) işte
onların mükâfatı, Rablerinden bir mağfiret ve ağaçları altında ırmaklar akan
Cennetlerdir. Orada, ebedî olarak kalacaklardır. Şu işleri yapanların mükâfatı
ne güzeldir! Sizden önce bir takım vak'alar geçti. Onun için yeryüzünde dolaşın
da, Peygamberleri yalanlıyanların akıbetlerinin nasıl olduğuna bakın, ibret
alın. İşte Kur'ân-ı kerîmde olan bu kıssalar
(vak'alar) bütün
insanlar için, hak sözü açıklama ve Allahü teâlâdan korkanlar için de bir
nasîhattir."
Âl-i İmrân 145. âyet-i kerîmesi: "Allahü
teâlânın izni olmadıkça hiç kimseye ölmek yoktur. Ö-lüm zamanı, Allahü teâlânın
ilminde kararlaşmış bir yazıdır. Kim dünyâ menfaatini isterse, ondan veririz ve
kim de âhıret sevabını isterse, buna da ondan veririz, şükredenlere ise muhakkak
mükâfat vereceğiz."
Âl-i İmrân sûresinin yüzdoksanbir ve yüzdoksansekizinci âyet-i kerîmelerinde de:
"Sağduyulular
o kimselerdir ki, ayakta iken, otururken ve yatarken
(dâima) Allahı
anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında, Allahın varlığını isbât için
iyice düşünürler ve şöyle derler: Ey Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın.
Sen bâtıl şey yaratmaktan münezzehsin
(berîsin) artık
bizi Cehennem ateşinden koru.
Ey Rabbimiz! Gerçekten sen kimi ateşe sokarsan,
şüphesiz onu hor ve perişan edersin. O-rada zâlimlerin azabını kaldıracak hiçbir
yardımcılar da yoktur.
Ey Rabbimiz, doğrusu biz bir da'vetçi
(Kur'ân-ı kerîm veya Âhir zaman
Peygamberi (s.a.v.) işittik:
Rabbinizeîmân edin, diye insanları îmân etmeye, da'vet ediyordu. Dinledik, hemen
îmân ettik. Ey Rabbimiz, günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı ört ve ruhlarımızı
iyi kimselerle bera ber al.
Ey Rabbimiz, Peygamberlerin ihsanı üzerine bize,
va'd ettiğin sevabı ver ve kıyâmet gününde bizi rüsvâ etme. Şüphe yok ki, sen
va'dinden dönmezsin.
"Nihayet Rableri de onların duâlarına şöyle icâbet
buyurdu: "Muhakkak ki, ben, içinizden gerek erkek ve gerek dişi olsun, hayır
işliyen hiç kimsenin yaptığını zayi etmem. Hep birbiriniz-densiniz, din yönünden
erkek ve dişiniz birdir. Dinleri korumak için Mekke'den Medine'ye hicret
edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, dîni uğrunda işkenceye düşenlerin,
savaşanların ve bu yolda öldürülenlerin günahlarını elbette örteceğim, onları,
altından nehirler akan Cennetlere koyacağım. Bu lütuflar, onlara Allah katından
mükâfattır ve sevabın da en güzeli, Allah katındadır.
O Allahü teâlâyı tammıyanların, refah içinde diyar
diyar dönüp dolaşmaları, sakın seni
(mü'minleri)
aldatmasın.
Kâfirlerin bu hâlleri çabuk kaybolan az bir
zevktir. Sonra varacakları yer Cehennemdir. O ne kötü döşektir.
Fakat Rablerinden korkanlar
(var ya), onlar için
altlarından ırmaklar akan Cennetler var, orada ebedi olarak kalıcıdırlar, Allahü
teâlâ tarafından ikrâm olunurlar. Allahü teâlânın katındaki ni'metler ise, iyi
kimseler için daha hayırlıdır."
İmâm-ı Şâfiî hazretleri son nefeslerini vermek üzere iken, hâlini sordular.
"Dünyâdan göçüyorum. Artık ondan ayrılıyorum. Ümit şerbetini içiyorum. Kerîm
olan Rabbime gidiyorum" buyurdu. Vefâtı İslâm âlemi için büyük bir kayıp oldu.
Duyulduğu her yerde, derin üzüntü ve gözyaşları ile karşılandı. Kabri kazılırken
etrafa misk kokusu yayıldı. Orada bulunanlar bu kokunun te'sîrinde kalıp,
kendilerinden geçtiler. Kahire'de el-Mukattam dağının eteğinde Kurâfe
kabristanına defn edildi. Daha sonra kabri üzerine bir türbe yapılmıştır.
Türbesi üzerinde bulunan şimdiki muhteşem kubbe, Eyyûbî sultanlarından el-Melik
el-Kâim tarafından; 608 (m. 1211) yılında yapılmıştır. Selahaddîn Eyyûbî
tarafından da, türbesinin yanına büyük bir medrese yaptırılmıştır.
İmâm-ı Şâfiî hazretlerinin kıymetli sözlerinden ve nasîhatlerinden bir kısmı
şunlardır: Buyurdu ki:
"Dünyâda zahit ol, dünyâ malına bağlanma! Âhıreti isteyici ol, onun için çalış!
Her işinde Allahü teâlâyı hatırla. Böyle yaparsan, kurtulmuşlardan olursun.
Ruhsat ve te'vîller ile uğraşan âlimlerden fayda gelmez."
"İnsanları tamamen râzı ve memnun etmek çok zordur. Bir kimsenin; bütün
insanları kendinden hoşnut etmesi mümkün değildir. Bunun için kul, dâima Rabbini
râzı etmeye bakmalı, ihlâs sahibi olmalıdır."
"İlmi, kibirlenmek, kendini büyük görmek için isteyenlerden hiçbiri felah bulmuş
değildir. Ama ilmi; tevazu için, âlimlere ve insanlara hizmet için isteyen,
elbette felah bulur, kurtulur."
Biri İmâm-ı Şâfiî'den nasîhat isteyince buyurdu ki:
"Senden daha çok malı ve parası olan kimseyi kıskanma. O malına ve parasına
hasretle ölür. İbâdeti ve tâati çok olan kimselere gıpta et. Yaşayanlar da
sonunda ölecekleri için, onların dünyâlıklarına özenmeğe değmez."
"Hiçbir kimse yoktur ki, dostu ve düşmanı olmasın. Madem ki, böyledir, o halde
Allahü teâlâya itâat edenlerle beraber bulun, onları sev."
"İlim, ezber edilen şey değil, ezber edilen şeyden te'mîn edilen faydadır."
"Resûlullahın
ve Eshâbının yolunda olmayanı havada uçar görsem, yine doğruluğunu kabul etmem."
"Herkese akıllı denmez. Akıllı kimse, kendisini her türlü kötülükten
koruyandır." "Kalbine ilâhî bir nûr penceresinin açılmasını isteyen şu dört şeyi
yapsın:
1-
Günün belli bir vaktinde yalnız kalsın ve huzura
dalsın.
2-
Mi'desini pek
fazla doyurmasın.
3-
Sefîh kimselerle düşüp kalkmağı bıraksın, kötü
kimselerle düşüp kalkmasın.
4-
İlimleriyle yalnız dünyâlık arzu eden kimselere
yaklaşmasın."
"Hiç bir vakit yoktur ki, ilim mütâlâası, hüzün ve kederi yok etmesin. İlmî
mütâlâa, kalbin en ince ve en gizli noktalarını harekete geçirir, insanda yüce
duygular uyandırır.
"Sâdık dost, arkadaşının hüzün ve sevinçte ortağı olandır."
"İki kişinin, darıldıktan sonra birbirinin ayıplarını ortaya çıkarması,
münafıklık alâmetidir."
"Haksız sözleri tasdîk eden, dalkavuk ve iki yüzlüdür."
"Sâdık dost, arkadaşının ayıplarını görünce ihtar eder, ifşâ etmez."
"İbret almak istersen, hatâ sahibi kişilerin akıbetlerine bak da, kalbini
topla."
"Kendisine faydası olmayanın, başkasına da faydası yoktur."
"Dünyâ sevgisi ile Allah sevgisini bir arada toplarım iddiasında bulunmak,
yalandır"
"Âlimlerin güzelliği, nefslerini ıslah etmeleridir. İlmin süsü, şüpheli
şeylerden sakınmak, yumuşak olup, sertlik göstermemektir."
"Dünyâ işlerinde bir darlığa ve sıkıntıya düşen kimse, ibâdete yönelmelidir."
"Gururlanıp böbürlenmek, âdi ve bayağı kimselerin vasfıdır." "Hizmet edene,
hizmet edilir."
"Dostlar ile yapılan sohbette, sevimli bir hareket yoktur. Dostların ayrılığı
kadar da, gam ve keder veren şey yoktur."
"İlmi sevmeyende hayır yoktur. Böyle kimselerle dostluk ve bağlılığını kes.
Çünkü, ilim kalblerin hayatı, gözlerin aydınlığıdır."
"Sâdık dost ve hâlis kimya az bulunur, hiç arama!"
"Bütün düşmanlıkların aslı, kötü kimseler ile dostluk etmek ve onlara iyilik
yapmaktır."
"İlim öğrenmek, nafile ibâdetten üstündür."
"Kendini bilmeyene ilim öğreten, ilmin hakkını zayi etmiş olur. Lâyık olandan
ilmi esirgeyen de, zulm etmiş olur."
"Resûlullahtan
(s.a.v.) sonra insanların en üstünü Hz. Ebû Bekir, sonra Hz. Ömer, sonra Hz.
Osman, sonra Hz. Ali'dir, (r.anhüm)"
"İlim öğrenmek için üç şart vardır: Hocanın mehâretli, talebenin zekî olması ve
uzun zaman."
"İlim iki kısımdır; birincisi ilm-i edyân (nakli ilimler), din bilgileri,
ikincisi ilm-i ebdân (aklî ilimler), fen bilgileridir."
"Kimin düşüncesi, arzusu, maksadı yemek içmek (dünyâ) ise; kıymeti,
bağırsaklarından çıkardığı kazûrat kadardır."
"Dünyâda en huzursuz kimse, kalbinde hased ve kin taşıyanlardır."
"Başkalarını senin yanında çekiştiren, senin bulunmadığın yerde de seni
çekiştirir."
"Kanaatkâr olmak, rahatlığa kavuşturur."
"Sırrını saklamasını bilen, işinin hâkimidir."
İmâm-ı Şâfiî hazretlerinin dîvânındaki şiirlerinden ba'zılarının tercümesi
şöyledir:
"Günlerin beraberinde getirdiği hâdiseler, seni te'sîri altına almasın. Sen iyi
bir insan olmaya bak. Zaman içerisinde gelen musîbetler ve belâlardan dolayı
sabırsızlık gösterme. Dünyânın belâ ve musî-betleri devamlı değildir. İnsanlar
arasında hatâ ve ayıbın çok olsa bile, ahlâkın; iyilik, cömertlik ve vefâ
(sözünde durmak) olsun. İyilik ve cömertliğin ile hatâ ve ayıplarını ört.
Cimriden iyilik bekleme. Çünkü Cehennemde, susuz kimseye su yoktur. Dünyânın
sevinci de, kederi de, bolluğu da, darlığı da devamlı değildir. Kanaatkâr bir
kalbe sahip olduğun zaman, sen ve dünyâya sahip olan kimse eşitsiniz. Ölüm,
kimin yanına gelirse, artık onu ölümün elinden kurtaracak ne yer ve ne de gök
vardır. Gerçi, Allahü teâlânın yarattığı şu yeryüzü geniştir. Fakat, bir kere
Allahü teâlânın hükmü gelince, feza bile dar gelir, ölümün asla devası (ilâcı)
yoktur."
"Başımda ağaran saçların ortaya çıkmasıyla, nefsimin ateşi sönüp gitti. Başımda
beyaz saçların yanmasıyla, benim gecem oldu. (Çünkü bunlar, ölümün habercileri
idi.) ihtiyarlığın habercileri yanaklarıma indikten sonra, ben nasıl rahat
yaşarım insanın ömrünün en iyi kısmı, ihtiyarlıktan öncekidir. Halbuki, gençliği
yok olan bir nefs, yok olmuş demektir. İnsanın rengi sararıp, saçları ağardığı
zaman, güzel ve tatlı günleri de, o güzellik ve tatlılığını kaybeder. Yeryüzünde
büyüklenerek yürüme. Çünkü, bir müddet sonra bu yer, seni de içine çekip
alacaktır."
"Bir kimseyi affedip, ona kin tutmadığım zaman, düşmanlık düşüncesinden kendimi
rahata kavuşturdum."
"Sefîh ve câhil bir kimse konuşunca ona cevap verme. Sükût, ona cevap vermekten
daha hayırlıdır."
"Öğrenmenin acısını bir müddet tatmayan, hayatı boyunca cehâletin zilletini
yudumlar."
"Bütün düşmanlıkların sevgiye dönüşmesi umulur. Fakat hasedden dolayı olan
düşmanlık böyle değil."
"Allahü
teâlâyı sevdiğini söylersin. Halbuki, ona isyan edersin. Böyle sevgi olmaz. Eğer
sevginde samîmi olsaydın, Allahü teâlâya itâat ederdin. Çünkü seven, sevdiğine
itâat eder."
"Senden görüşünü istemeyene, görüşünü verme. Çünkü böyle yaparsan, sevilmediğin
gibi, görüşün de o kimseye fayda vermez.
"Müslümanların önderi İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe (r.a.), memleketleri ve içerisinde
yaşıyanları, ilmiyle verdiği hükümlerle süsledi. Doğuda, batıda ve Kûfe'de onun
bir eşi yoktur. Allahü teâlâ ona ebediyen rahmet eylesin."
"İlim öğren, kimse âlim olarak doğmaz; ilim sahibi ile câhil bir olmaz."
"Bir
kavmin büyüğünün ilmi yoksa, herkes ona yönelip geldiği zaman o küçüktür. Kavmin
makam ve mertebe sahibi olmayan ve ilim sahibi olan küçüğü, ilmî meclislerde
kavmin büyüğüdür."
"Sana gelene sen de git. Sana kötülük ve eziyet edene sen eziyet etme."
"Ey insan, dilini muhafaza et. Seni sokmasın. Çünkü o, büyük bir yılandır.
Kabirlerde, kahraman ve cesur kimselerin bile kendileriyle karşılaşmaktan
çekinip, dilinin kurbanı giden nice kimseler vardır."
"Hakkı, doğruyu kim söylerse söylesin kabul ediniz."
KAYNAKLAR
1)
Hilyet-ül-evliyâ
cild-9, sh-63
2)
Tabakât-üş-Şâfiiyye
cild-1, sh-2, 3
3)
Tehzîb-üt-tehzîb
cild-9, sh-25
4)
Tezkiret-ül-huffâz
cild-1, sh-361, 369
5)
El-A'lâm cild-6, sh-26
6)
Câmi'u
Kerâmet-il evliyâ cild-1, sh-97
7)
Tabakât-ı
Hanâbile cild-1, sh-280, 204
8)
Şezerât-üz-zeheb
cild-2, sh-9
9)
Ed-Dîbâc-ül-müzehheb sh-227
10)
Tabakât-ül-kübrâ
cild-1, sh-50
11)
Kâmûs-ul-a'lâm cild-4, sh-2820
12)
Tezkiret-ül-evliyâ
sh-133
13)
Vefeyât-ül-a'yân
cild-4, sh-163
14)
Menâkıb-ı
İmâm-ı Şâfiî (Beyhekî)
15)
Târîh-i Bağdâd cild-2, sh-56
16)
El-Kâmil fit-târih cild-6, sh-122
17)
Eşedd-ül-cihâd
sh-6
18)
Miftâh-üs-se'âde cild-2, sh-221
19)
Mu'cem-ül-müellifîn
cild-9, sh-32
20)
Hidâyet-ül-muvaffıkıyyîn sh-57
21)
Fihrist sh-209
22)
Tehzîb-ül-esmâ
ve'l-luga cild-1, sh-44
23)
Tam İlmihâl Se'âdet-i Ebediyye sh-1070
24)
Sebîl-ün-necât sh-18
25)
Eshâb-ı Kirâm
393
26)
İslâm Ahlâkı sh-57
27)
Menâkıb-ı
İmâm-ı Şâfiî (Râzi)
28)
Rehber Ansiklopedisi cild-8, sh-148, cild-16, sh-29
29)
Kıyâmet ve Âhıret sh-24
30)
Fâideli
Bilgiler sh-14, 40, 44, 48, 140, 152
|