Evliyânın
büyüklerinden. İnsanları Hakka da'vet eden, onlara doğru yolu gösterip, hakîkî
se'âdete kavuşturan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve
velîlerin beşincisidir. "Sultân-ül-ârifîn" lakabıyla meşhûrdur. Künyesi, Ebû
Yezîd'dir. İsmi Tayfur, babasının adı Îsâ'dır. 160 veya 188 (m. 803)'de İran'da
Hazar Denizi kenarında Bistâm'da doğdu. 231 veya 261 (m. 874) senesinde Şabân-ı
şerîfin onbeşinci günü Bistâm'da vefât etti. Hanefî mezhebinde idi.
Annesi diyor
ki, "Kendisine hâmile iken şüpheli bir şeyi ağzıma alacak olsam, onu geri
atıncaya kadar karnıma vururdu."
Üveysî olup,
İmâm-ı Ca'fer-i Sâdık'ın vefâtından kırk yıl sonra doğdu. İmâm-ı Ali Rızâ'nın
sohbetinden ve bunun bereketiyle İmâm-ı Ca'fer-i Sâdık'ın rûhâniyetinden
istifâde etmiştir. Hz. Bâyezîd, İmâm-ı Ca'fer-i Sâdık'ın rûhâniyetinden feyz
almakla meşhûr olmuştur. Otuz sene Şam civarında bulunup, yüzonüç âlimden ilim
öğrenmiştir. Aşk-ı ilâhîde o kadar ileri ve ibâdette o derece yüksekte idi ki,
namaz kılarken Allah korkusundan ve İslâmiyete saygısından göğüs kemikleri
gıcırdar, yanında bulunanlar bunu işitirlerdi. Son derece âlim, fa dil ve edîb
idi. Şiirleri meşhûrdur.
Hz. Bâyezîd,
ilim tahsil ettiği üstâdlarından birine olan hürmet ve muhabbetinden dolayı,
onun kabrinin yanına defn edilmeyi ve kabrinin, hocasının kabrinden, daha derin
yapılmasını, kendi vücûdunun, hocasının vücûdundan aşağıda olmasını vasıyyet
etti. Hocalarının en büyüğü, Allahü teâlâya kavuşmak yolunda çok yüksek
derecelere kavuşmasına vesîle olan, İmâm-ı Ca'fer-i Sâdık hazretleridir. Feyz ve
ma'rifeti, İmâm-ı Ca'fer-i Sâdık'ın mübârek rûhâniyetinden, O da, Medîne-i
münevverenin yedi büyük âliminden biri olan Kâsım bin Muhammed'den, O da,
Selmân-ı Fârisî'den, O da, Eshâb-ı kirâmın en yükseği Sıddîk-ı ekber'den (r.anhüm),
O da, Resûlullah efendimizden (s.a.v.) almıştır.
Çocukken bir
gün câmi avlusunda oynarken, oradan geçmekte olan Şakîk-i Belhî (r.a.) kendisini
görüp, "Bu çocuk büyüyünce zamanının en büyük velîsi olacak" buyurdu. Küçük
yaşta iken, annesi, kendisini mektebe gönderdi. Bâyezîd (r.a.), büyük bir
dikkatle derse devam ediyordu. Bir gün Kur'ân-ı kerîm okumak için gittiği
mektebde, okuduğu bir âyet-i kerîmenin (Lokman sûresi-14) te'sîri ile erkenden
eve döndü. Annesi merak edip niçin erken döndüğünü suâl edince, şöyle cevab
verdi: "Bir âyet-i kerîme gördüm. Allahü teâlâ o âyet-i kerîmede kendisine ve
sana hizmet ve itâat etmemi emrediyor. Ya benim için Allahü teâlâya duâ et, sana
hizmet ve itâat etmem kolay olsun, veyahut da beni serbest bırak, hep Allahü
teâlâya ibâdet ile meşgul olayım" dedi. Annesi, "Seni Allahü teâlâya emânet
ettim. Kendini O'na ver" dedi. Bundan sonra Bâyezîd (r.a.), kendini Allahü
teâlâya verdi, emirlerinin hiç birisini yapmakta gevşeklik göstermedi, ama
annesinin hizmetini de ihmâl etmedi. Annesinin küçük bir arzusunu, büyük bir
emir kabul edip, her durumda yerine getirmeye çalışırdı. Çünkü Allahü teâlânın
emri de böyle idi. Soğuk ve dondurucu bir kış gecesi idi. Annesi yattığı yerden
oğluna seslenip su istedi. Bâyezîd-i Bistâmî (r.a.) hemen fırlayıp su testisini
almaya gitti. Fakat testide su kalmamış olduğundan çeşmeye gidip, testiyi
doldurdu. Buzlarla kaplı testi, ile annesinin başına geldiğinde, annesinin
tekrar dalmış olduğunu gördü. Uyandırmaya kıyamadı. O halde bekledi. Nihayet
annesi uyandı ve "Su, su" diye mırıldandı. Bâyezîd (r.a.) elinde testi
bekliyordu. Şiddetli soğuk te'sîri ile eli donmuş parmakları testiye yapışmış
idi. Bu hâli gören annesi "Yavrum, testiyi niçin yere koymuyorsun da elinde
bekletiyorsun?" dedi. Bâyezîd-i Bistâmî (r.a.) "Anneciğim uyandığınız zaman,
suyu hemen verebilmek için testi elimde bekliyorum" dedi. Bunun üzerine annesi
"Yâ Rabbî! Ben oğlumdan razıyım. Sen de râzı ol!" diye cân-ü gönülden duâ etti.
Belki de annesinin bu duâsı sebebiyle, Allahü teâlâ ona evliyâlığın çok yüksek
mertebelerine kavuşmağı ihsan etti. İstanbul'a geldiği, papazların bir
toplantısında bulunduğu ve aralarından yüzlercesinin îmânla şereflenmesine
vesîle olduğu rivâyet edilmektedir.
Menkıbeleri,
kerâmetleri ve hikmetli sözleri meşhûrdur.
Nakledildiğine
göre Bâyezîd-i Bistâmî (r.a.) hocalarından birinin huzurunda bulunuyordu. Hocası
"Şu rafdaki kitabı getir" dedi. Bâyezîd, "Hangi rafdaki kitabı istiyorsunuz
efendim?" dedi. Hocası, "Bunca samandır buraya gelip gidiyorsun. Dershanede
oturduğun yerin üstündeki rafı diyorum" deyince, Hz. Bâyezîd, "Efendim, mübârek
sohbetini?.! dinlemekteki dikkat ve edebe riâyetten dolayı, şu âna kadar başımı
kaldırıp etrafa bakmış değilim" diye cevap verdi. Hocası bu söz karşısında
"Madem ki durum böyledir. Senin işin tamamdır. Şimdi artık Bistâm'a dönebilirsin
ve bizden öğrendiklerini başkalarına öğretebilirsin" buyurdu.
Bir gün
kendisine, "Mürşidin kimdir?" diye sordular. O da "Bir kadın" dedi. "Bu nasıl
olur?" dediler. Cevâbında şöyle buyurdu: "Bir gün Allahü teâlânın sevgisi ile
kendimden geçmiş olarak yolda yürüyordum. Bir kadın gördüm. Elinde bulunan bir
çuval unu, taşımam için bana ricada bulundu. Gücüm yetmez diye düşündüm. Orada
kafes içinde bulunan bir arslana işaret ettim. Kafes açılıp, arslan geldi. Un
çuvalını yükledim. Fakat açıktan kerâmet göstermiş olduğum için de çok korktum
ve mahcûb oldum. Kadının beni tanıyıp tanımadığını öğrenmek için, "Pazara
varınca kimi gördüm diyeceksin?" dedim. Kadın, "Zâlim Bâyezîd'i gördüm
diyeceğim" dedi. Ben hayretle "Neden?" diye sordum. Kadın şöyle cevap verdi: "Allahü
teâlâ, bu arslanı yük taşımak için yaratmadığı hâlde, sen niçin yük yükledin? Bu
zulüm değil de nedir? Bunu, insanlar sana kerâmet sahibi desinler diye yapmış
isen çok fena." Bunun üzerine çok ağlayıp istiğfâr ettim. Bundan sonra benden
fevkalâde bir hâl meydana gelse, "Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah, Nuh
Neciyullah, İbrâhîm Halîlullah, Mûsâ Kelîmullah, Îsâ Rûhullah; yazısını veya bir
nûr görüyorum. Böylece, benden meydana gelen hâllerin doğru olduklarını, Allahü
teâlâ tarafından tasdîk olunduğunu anlıyorum."
Hz. Bâyezîd-i
Bistâmî, Allahü teâlânın aşkı ile öyle bir hâlde idi ki, O'ndan başka hiçbir
şeyi tanımazdı. Yirmi yıl yanında bulunan ve hiç ayrılmayan talebesine her
çağırdığında "Yavrum ismin nedir?" diye sorardı. Bir defasında, o talebe dedi
ki, "Efendim. Yirmi yıldır hiç ayrılmadan, hizmetinizde bulunmakla
şerefleniyorum. Lâkin her defasında ismimi sormanızın hikmetini anlıyamadım."
Hz. Bâyezîd-i Bistâmî "Evlâdım, kusura bakma. Her defasında ismini soruyorum.
Allahü teâlânın muhabbeti kalbime gelince, beni öyle bir hâl kaplıyor ki, O'ndan
başka her şeyi unutuyorum. Senin ismini de hatırımda tutmaya çalışıyorum, fakat
böyle hâl olunca unutuyorum. Sen hiç üzülme" buyurup talebesinin gönlünü aldı.
Birgün
yakınları kendisine, "Efendim, filan yerde büyük bir zât var. Fazîlet ve kerâmet
sahibi bir velîdir" dediler ve daha başka sözlerle o zâtı çok medh ettiler.
Bunun üzerine Hz. Bâyezîd "Madem öyledir. O halde o büyük zâtı ziyârete gitmemiz
lâzım oldu" buyurdular. Talebelerinden ba'zıları ile birlikte tarif edilen zâtın
bulunduğu yere geldiler. Bâyezîd-i Bistâmî (r.a.) bildirilen zâtın, mescide
gitmekte olduğunu gördü ve kıbleye karşı tükürdüğünü müşahede etti. Görüşmekten
vazgeçip derhal geri döndü. Sonra o kimse hakkında şöyle buyurdu: "Dînin
hükümlerini yerine getirmekte, sünnet-i seniyyeye uymakta ve edebe riâyette
zayıf olan birisine, nasıl olur da kerâmet sahibi denilir. Böyle bir kimsenin,
Allahü teâlânın evliyâsından olması mümkün değildir,"
Bâyezîd-i
Bistâmî'ye (r.a.) "Bu yüksek makamlara nasıl kavuştunuz?" diye sordular.
Cevâbında şöyle anlattı: "Bir gece herkesin uyuduğu bir sırada, Bistâm'dan
çıktım. Ay her tarafı aydınlatıyordu. Gidiyor iken, aniden karşımda çok heybetli
bir makam gördüm. Onsekizbin âlem O'nun heybeti yanında bir zerre gibi
kalıyordu. Aklım başımdan gitti. Beni fevkalâde bir hâl kapladı. O halde iken
(Yâ Rabbi, bu kadar büyük, bu kadar güzel bir dergâh acaba niçin böyle boş?)
dedim. Bir nida geldi ki: (Bu dergâhın boşluğu, kimse gelmediği için değil,
belki gelenlerin lâyık olmadığı ve uygunsuzluğu sebebiyle gelenleri bizim kabul
etmeyişimizdendir." Bir an, herkesin bu huzura kavuşması için şefâatçi olayım
diye kalbime geldi. Fakat, bu şefâat makamının Sultân-ül-Enbiyâ Muhammed Mustafâ
(s.a.v.) efendimize mahsus olduğunu hatırlayıp, benim öyle düşünmemin, bu şefâat
makamına karşı edebe riâyetsizlik olacağını anlayıp, o düşüncemden vazgeçtim.
Bir ses duydum ki (Ey Bâyezîd, Sultân-ül-Enbiyâ'ya olan muhabbetin ve edebe
riâyetin sebebiyle, biz de senin edebini ve mertebeni yükseltiyoruz. Kıyâmete
kadar (Sul-tân-ül-ârifîn; diye anılırsın; buyuruyordu.
Sultân-ül-âlifin,
Bâyezîd-i Bistâmî'yı (r.a.) bir gece uyku bastırıp, sabah namazına uyanamadı.
Namazını kaza edip o kadar ağlayıp inledi ki, bir ses”İşitti.
"Ey Bâyezîd, bu günahını affeyledim. Bu pişmanlık ve ağlamana da, ayrıca
yetmişbin namaz sevabı ihsan eyledim" diyordu. Aradan bir kaç ay geçtikten sonra
onu, yine uyku bastırdı. Şeytan gelip, Hz. Bâyezîd'in mübârek ayağından tutarak
uyandırdı ve "Kalk namazın geçmek üzeredir" dedi. Bâyezîd (r.a.) Şeytan'a, "Ey
mel'ûn! Sen hiç böyle yapmazdın. Herkesin namazının geçmesini, kazaya kalmasını
isterdin. Şimdi nasıl oldu da beni uyandırdın?" buyu-runca; Şeytan su cevâbı
verdi: "Bir kaç ay önce sabah namazını kaçırdığında, pişmanlığın ve üzüntün
ebebiyle
çok ağlayıp inlediğin için ayrıca yetmişbin namaz
sevabı almıştın. Bu gün, onu düşünerek seni uyandırdım ki, sadece vaktin
namazının sevabına kavuşasın, yetmişbin namaz sevabına kavuşmaya-sın."
Bâyezîd-i
Bistâmî hazretleri şöyle anlatıyor: "Benim zamanımda binlerce velî vardı. Hepsi
de ibâdet, riyâzet, keşif ve kerâmet sahibi idi. Fakat asrın kutupluğu, ümmî bir
demircinin üzerinde idi. Ben bu işin sır ve hikmetine karşı hayretler
içindeydim. Çoluk çocuğunun nafakası için geceli gündüzlü örs başından
ayrılmayan demirciyi görmek istedim. Birgün dükkânına gittim. Selâm verdim. Beni
görünce, çocuklar gibi sevindi. Ellerime sarıldı, uzun uzun öptü ve benden duâ
rica etti. Henüz keşif âlemine girmemiş olduğu için kendi makamından habersizdi.
Benden duâ isteyince dedim ki: "Ben senin ellerinden öpeyim de, sen bana duâ eti
Sizin duânıza muhtaç olan benim!" O ise şöyle cevap verdi:
"Benim sana duâ
etmemle, içimdeki dert hafiflemez ki!" Bunun üzerine ben de "Derdin nedir? Söyle
bir çâre arayalım?" dedim. "Acaba kıyâmet gününde, bunca insanın hâli ne olur?
Bunu düşünmekten, buna yanmaktan başka derdim yok" dedikten sonra hüngür hüngür
ağlamaya başladı. Beni de ağlattı. O vakit içimden bir nida duydum: "Bunlar
nefsim, nefsim diyenlerden değil, ümmetim ümmetim diyenlerdendir." Hemen
içimdeki hayret silindi. Kutupluk makamının bu demirciye niçin verildiğini
sezdim. Anladım ki, böyleleri, sevgili Peygamber efendimizin kalbine her an
bağlıdır. Onun hakikatine mazhardır. Demirciye dedim ki:
"İnsanların
azâb çekmesinden sana ne?" Demirci de, "Bana mı ne? Benim fıtratımın mayası,
şefkat suyuyla yoğunılmuştur. Cehennem ehlinin bütün azabım bana yükleseler de,
onları bağışiasalar, ben se'âdete ererim ve derdimden kurtulurum" dedi.
O, namazda
okunmak için, farz miktarından fazla sûre ve âyet bilmiyordu. Bilmediklerini
öğrettim. Ben de, kırk yıldır elde edemediğim ma'nevî derecelere yükseldim, içim
feyz-i ilâhi ile doldu. O vakit iyice anladım ki, kutupluk sırrı başka bir ma'nâ
imiş."
Bâyezîd-i
Bistâmî hazretleri, kabristanda çok dolaşırdı. Bir gece yine gezerken, gece
bekçisi elindeki sopayla vurdu. Bâyezîd (r.a.) "La havle velâ kuvvete illâ bil-lâhil
aliyyil azîm" dedi. Bekçi birkaç kere daha vurunca sopa kırıldı.
Bâyezîd
hazretleri eve dönünce talebelerine sopanın fiatanı sordu. O kadar parayı bir
keseye koyarak, bir miktar da tatlı ile beraber bir talebesiyle, o bekçiye
gönderdi. Bir de mektûb yazarak bekçiye vermesini söyledi. Mektup şöyle idi:
(Muhterem Bekçi
efendi, belki beni hırsız sanarak dövdün. Kabahat bendedir. Gece kabristanda
gezmeseydim, dövmezdin. Sopanızın kırılmasına da sebep oldum. Gönderdiğim
parayla kendine bir eli sopa al! Sopanın kırılma üzüntüsünün kalbinden gitmesi
için de, yolladığım tatlıyı ye! Allahü teâlânın selâmı üzerine olsun.) Genç
bekçi mektubu okuyunca, gelip özür dileyerek tövbe etti. Onunla birlikte birkaç
bekçi daha hak yola girdi, Bir gün Yûsuf-i Bahirânî isminde bir zât kendi
kendine düşündü ki, "Bâyezîd-i Bistâmî'nin yanına gideyim. Eğer, açıktan bir
kerâmet gösterirse velî olduğunu kabul edeyim. Böylece O'nu imtihan etmiş
olayım." Bu düşünce ile, Hz. Bâyezîd'in bulunduğu yere geldi. Hz. Bâyezîd onu
görünce buyurdu ki: "Biz kerâmetlerimizi, talebelerimizden Ebû Sa'îd Râî'ye
(r.a.)'e havale ettik. Sen ona git." Bu kimse gidip, Ebû Sa'îd Râî'yi sahrada
buldu. Kendisi namaz kılıyor, koyunlarına da, kurtlar bekçilik ediyordu. Namaz
bitince, gelen kimse kendisinden taze üzüm istedi. Oralarda üzüm bulunmazdı ve
zamanı da, değildi. Ebû Sa'îd Râî (r.a.) asasını ikiye bölüp, bir parçasını
gelen kimsenin tarafına, diğer kısmını da kendi tarafına dikti. Allahü teâlânın
izni ile, hemen o parçalar asma oldu ve taze üzüm verdi. Fakat, Ebû Sa'îd
tarafında bulunan üzümler beyaz, gelen kimsenin tarafında bulunan üzümler siyah
renkte idi. O kimse, üzümlerin renklerinin farklı olmasının sebebini sordu. Ebû
Sa'îd Râî. (r.a.), "Ben Allahü teâlâdan, yakın yolu ile istedim. Sen ise imtihan
yolu ile istedin. Dolayısıyle, renkleri de niyetlerimize uygun olarak meydana
geldi" buyurdu ve o kimseye bir kilim hediyye edip, kaybetmemesini tenbih etti.
O kimse kilimi alıp, hacca gitti. Fakat, kilimi, Arafat'da kaybetti. Çok aradı
ise de bulamadı. Hacdan dönüşünde, Bistâm'a, Bâyezîd hazretlerinin yanına
uğradı. Baku ki kaybettiği kilim, Hz. Bâyezîd'in önünde duruyor. Bu hâdiselere
şâhid olduktan sonra, böyle yüce bir zâttan, kerâmet istediğine çok pişman oldu.
Tövbe ve istiğfâr edip, Bâyezîd-i Bistâmî'nin talebeleri arasına katıldı.
Bir sene hacca
gitmek üzere yola çıktı. Bir devesi vardı. Azığını ve eşyasını o deveye
yüklemişti. Birisi kendisine, "Bu kadar uzun yol için, bu kadar yük bu deveye
fazla gelmez mi?" dedi. Bâyezîd (r.a.) "Acaba yükü taşıyan deve midir? dikkat et
bakalım, devenin sırtında yük var mı?" dedi. O kimse dikkatle baktığında gördü
ki, yük devenin sırtından bir karış yukarıda durmaktadır. O kimse hayretini
gizliyemeyip "Sübhânallah! Ne kadar acâib bir iş" deyince, Hz. Bâyezîd, "Hâlimi
sizden gizlesem, bana dil uzatıyorsunuz. Hâlimi size açık açık göstersem hayret
ediyorsunuz, takat getiremiyorsunuz. Ben size ne yapayım bilemiyorum?" buyurdu
ve yoluna devam etti. Ziyâretleri esnasında kendisine, annesinin hizmetine
gitmesi bildirildi. Bistâm'a giden bir kafile ile hemen yola çıktı. Bistâm'a
geldiği duyulunca bütün halk yollara dökülüp, kendisini karşıladılar. Seher
vakti evlerine geldi. Annesi abdest almış şöyle duâ ediyordu, "Yâ Rabbî! Benim
garîb oğlumu her kötülükten muhafaza buyur. Büyükleri kendisinden hoşnud eyle.
Oğluma güzel hâller ve iyilikler ihsan buyur..." Bunun üzerine Bâyezîd (r.a.)
kapıyı çalıp izin İstedi. Annesinin "Kim o?" suâline Bâyezîd (r.a.) "Senin garîb
oğlun" cevâbını verdi. Annesi koşup kapıyı açtı ve "Senden ayrılık hasretiyle
ağlaya ağlaya saçlanma ak düştü, belim büküldü" dedi.
Bâyezîd-i
Bistâmî (r.a.) bir sene hac dönüşünde Hemedan'a uğrayıp, oradan bir miktar tohum
satın aldılar. Bistâm'a gelip, Hemedan'dan aldığı tohum torbasını açınca içinde
bir kaç adet de karınca bulunduğunu gördü. Bunları yuvalarından ayırmanın
münâsip olmıyacağını düşünüp, tekrar Hemedan'a gitti Tohumu aldığı yere bırakıp,
ondan sonra Bistâm'a döndü.
Bir gün yolda
yürürken, bir gencin kendisini takip etmekte olduğunu fark edip döndü ve gence,
"Niçin beni takip ediyorsun, istediğin nedir?" dedi. Genç, edeble, "Efendim,
sizin gibi olmak, yolunuzda bulunmak istiyorum. Lütuf elinizi uzatıp himmet
buyurun da ben de kazanayım" dedi. Cevâbında "Benim yaptıklarımı yapmadıkça,
benim derimin içine girsen istifâde edemezsin. Bu Allahü teâlânın bir lütfudur"
buyurdu.
Hz. Bâyerid-i
Bistâmî'ye bir kimse gelip: "Efendim, ben Taberistan'da idim. Bir zâtın cenâze
namazını kılıyorduk. Siz de orada idiniz, cenâze namazından sonra Hızır
aleyhisselâmın elinden tuttunuz. Daha sonra sizin havada uçtuğunuzu gördüm"
dedi. Bâyerid (r.a.), ona "Doğru söylüyorsun" buyurdu.
Bâyezîd-i
Bistâmî'ye (r.a.) bir gün bir kimse gelip dedi ki, "Efendim. Ben otuz senedir,
gündüzleri oruç tutup, geceleri namaz kılıyorum. Ama, kendimde hiç bir ilerleme
göremiyorum. Halbuki i'tikâdım da düzgündür." Bâyezîd (r.a.) "Sen bu hâlde üçyüz
sene daha devam etsen bir şeye kavuşamazsın. Çünkü nefs engelin var" buyurdu. O
kimse, "Efendim. Bunun hâl çaresi yok mu?" diye sordu. Bâyerid (r.a.): "Var ama
sen kabul etmezsin" buyurdu. O kimse ısrar edip "Aman efendim, lütfen bildiriniz
ve beni talebeliğinize kabul ediniz. Ne emrederseniz yaparım" dedi. Bâyezîd
(r.a.) buyurdu ki: "Öyle ise şimdi evine git. Bu kıymetli elbiseleri çıkarıp,
ad! ve eski bir elbise giy. Boynuna bir torba asıp içine ceviz doldur. Seni en
iyi, tanıyanların bulundukları sokağa git, Çocuktan başına topla, (Bana bir
tokat vurana bir ceviz, iki tokat vurana iki ceviz, veriyorum) de." O kimse
bunları duyunca, "Sübhânallah, Lâ ilâhe illallah. Ben bunları yapamayacağım.
Bana başka bir şey emretseniz" dedi. Hz. Bâyezîd, "Senin ilâcın ancak budur ve
biz de baştan (Sen bunları kabul etmezsin) diye söylemiştik. Yolumuzun esası
nefsi terbiye etmektir." buyurdu.
Bâyezîd-i
Bistâmî'nin mecûsî olan bir komşusu ve süt emme çağında bir de çocuğu vardı. Bu
mecûsî sefere çıktı. Evlerini aydınlatacak bir şeyi bulunmadığı için çocuk
ağlıyordu. Hz. Bâyezîd her gün bir çıra alıp, komşusunun evine götürdü. Mecûsî
seferden dönünce durumu haber alıp, kendisinde değişiklikler hissetti Hz.
Bâyezîd'e karşı kalbinde bir sevgi hâsıl olduğu hâlde, "O zâtın aydınlığı varken
bizim karanlıkta bulunmamız hiç uygun değildir" dedi ve hemen Bâyezîd-i
Bistâmî'nin huzuruna gidip müslüman oldu.
Bir gün
sohbetinde bulunanlara, "Kalkınız, Allahü teâlânın velî kullarından birini
karşılamaya çıkalım" buyurup, kalktılar. Yola çıktıklarında, İbrâhîm bin Şeybe-i
Hirevî ile karşılaştılar. Hz. Bâyezîd ona, "Hatırıma, seni karşılamak ve Allah
katında sana şefâat etmek geldi" buyurdu. O da, "Efendim siz bütün mahlûkâta
şefâat etseniz yine fazla sayılmaz" dedi.
Bâyezîd-i
Bistâmî (r.a.) bir gün talebeleriyle giderken delilerin bulunduğu bir
tımarhanenin önünden geçiyorlardı. Talebelerinden birisi, orada, delilerin
tedaviler için bir şeyler yapmaya çalışan baştabibe yaklaşıp, "Günah hastalığı
ile hasta olanlar için bir ilâcınız var mıdır?" diye sordu. Baştabib cevap
veremeyip susunca, ayağı zincirle bağlı delilerden biri, Bâyezîd'in (r.a.)
teveccühü ile şöyle dedi: "O derdin ilâcı şöyledir: Tövbe kökünü istiğfâr yapr
ağıyla karıştırıp, kalb havanına koyarak, tevhîd tokmağıyle iyice dövmeli. Sonra
insaf eleğinden eleyip, gözyaşıyle hamur etmeli. Daha sonra aşkullah ateşinde
pişirip, muhabbet-i Muhammediyye balından katarak, gece gündüz kanâat kaşığıyla
yemelidir."
Ebû
Türâb Nahşebî'nin bir talebesi vardı. Allahü teâlâya olan muhabbetinin
çokluğundan dolayı hemen hergün yüzlerce defa kendinden geçip bayılırdı. Bugün
hocası, kendisine "Sen Hz. Bâyezîd'i görsen daha çok derecelere kavuşurdun" dedi
ve o talebe ile beraber Hz. Bâyezîd'in yanına geldiler. Bâyezîd-i Bistâmî (r.a.)
ile o talebe göz göze geldikleri anda talebe düşüp vefât etti. Bunun üzerin; Ebû
Turâb Nahşebî dedi ki: "Yâ Bâyezîd, bu talebe öyle idi ki, Allahü teâlânın aşkı
ile kendisinde ba'zı hâller olur, kendisinden geçerdi. Fakat sizi bir defa
görmekle düşüp can verdi. Bu nasıl oluyor?" Hz. Bâyezîd buyurdu ki: "O kişinin
hâli doğru idi. Önceden, onun müşahedesi kendi makamı kadar idi. Beni gördüğü
anda, müşahedesi benim makamım kadar oldu. Lâkin o kimse buna takat getiremeyip,
can verdi."
Bir
gece, ba'zı kimseler Hz. Bâyezîd'in nasıl ibâdet yaptığını, neler söylediğini
işitmek için penceresinin altında dinlemeye başladılar. Seher vakti olduğunda
bütün kalbiyle "Allah" dedi. Sonra düşüp bayıldı. Bayılmasının sebebi
sorulduğunda "Sen kim oluyorsun? Senin haddine mi düştü ki, ismimi ağzına
alıyorsun? şeklinde bir nida gelir diye çok korktum da eti onun için bayılmışım"
buyurdu.
Bâyezîd-i
Bistâmî (r.a.) namaz kılmak bu için mescide gelince kapıda bir miktar za durur
ve ağlardı. Sebebini soranlara da, "Câmiyi, vücûdumla kirletmekten korkuyorum.
Tövbe edip Allahü teâlâya yalvarıyorum, ondan sonra giriyorum" dedi.
Bâyezîd-i
Bistâmî'ye (r.a.) sordular ki: "Nefsine verdiğin en hafif ceza nedir?" Cevâbında
buyurdu ki: "Bir defasında nefsim, bir itâatsizlikte bulundu. Buna ceza olarak
bir yıl boyunca hiç su içmedim." Bir gün ba'zı kimseler, Bâyezîd'in huzuruna
gelip, yağmur yağması için duâ etmesini taleb etmişlerdi. Hz. Bâyezîd mübârek
başını eğip, bir miktar duâ ettikten sonra, "Gidiniz, damlarınızın oluklarını
kontrol ediniz" buyurdu. Ondan sonra 24 saat durmadan yağmur yağdı.
Bir defasında
Hz. Bâyezîd'in kalbine şöyle ilham olundu: "Ey Bâyezîd! Hazinelerim, başkaları
tarafından yapılan ibâdetlerle ve güzel hizmetlerle doludur. Sen bize öyle bir
şeyle gel ki, o bizde olmasın." Hz. Bâyezîd, "Yâ Rabbî! Hazinende bulunmayan şey
nedir?" Kalbime ilham olundu ki, "Acizlik, zavallılık, çaresizlik, zillet ve
ihtiyaç."
Bâyezîd-i
Bistâmî (r.a.) bir defasında şöyle anlattı: Bizim ruhumuzu, semâlara götürdüler.
Cenneti, Cehennemi gösterdiler. Hiçbir şeye bakmadım. Hep Allahü teâlâyı
düşünüyordum. Nice makamlardan geçirdiler. Nihayet ezeliyyet ağacını gördüm.
Sonra "Yâ Rabbî! Sana gelebilmem için beni benliğimden kurtar" diye yalvardım.
Bana bildirildi ki: "Ey Bâyezîd! Benliğinden kurtulup bana yaklaşman, Sevgili
Peygamberime tâbi olmana bağlıdır. Onun ayağının tozunu, gözüne sürme yap. Onun
bildirdiği hükümlere uymaya devam et. (Tasavvuf ehli arasında bu menkıbeye
Bâyezîd'in mi'râcı" denir.)
"Bulunduğunuz
şu derecelere nasıl kavuştunuz?" diye kendisine sordular. Cevâbında buyurdu ki:
"Her yerde Allahü teâlânın gördüğünü ve bildiğini düşünüp, edebe riâyet etmekle"
buyurdu.
Sâlihlerden bir
zât şöyle anlatıyor: "Abdurrahmân bin Yahyâ'ya "Tevekkül nedir?" diye sordum "E-lin,
bileğine kadar ejderhanın ağzında olsa, Allahü teâlâyı düşünüp, başkasından
korkmamandır" buyurdu. Aynı suâli Hz. Bâyezîd'e de sorayım. Onun da cevâbını
alayım düşüncesiyle kapısını çaldım. Kapıyı açmadan ve kim olduğumu sormadan, "Abdurrahmân'ın
sözü sana kâfi gelmedi mi?" buyurdu. Kapıyı açmalarını istirham ettim. "İyi ama
sen ziyâret için değil, suâl sormak için geldin ve kapının arkasında iken
cevâbını aldın" buyurdu. Ben dönüp gittim. Bir sene sonra kendisini ziyâret
etmek niyyetiyle yanlarına geldim. "Hoş geldin. Şimdi bizi ziyârete gelmişsin"
buyurdu. Yanında bir ay kaldım. Bu zaman içinde kalbimden geçenleri bana haber
verirdi."
Bir gün Hz.
Bâyezîd'e "Peygamberler lakkında ne buyurursunuz?" diye sordular. Cevâbında
buyurdu ki: "Biz onlar hakanda bir şey söyliyemeyiz ve onları anlıyamayız.
Hâllerini anlamakdan âciziz. Onlar, bizim anlıyabildiğimizden çok daha
yüksekdirler. Diğer insanlar, büyük velîleri ne kadar anlıyabilirse, velîler de
peygamberleri ancak o kadar tanıyabilirler."
Bâyezîd
(r.a.) yanında bulunanlara, Allahü teâlâ kendilerinden râzı olduğu kimseleri
Cennetine koyuyor değil mi?" diye sordu. Onlar "Evet efendim, öyledir" diye
cevap verdiler. Bunun üzerine "Bir kimse, Allahü teâlânın rızâsına kavuştuktan
sonra, bir andaki duyduğu zevk vesaâdet Cennetteki bin köşkten daha fazladır."
Bâyezîd-i Bistâmî (r.a.) bir defasında bir imâmın arkasında namaz kıldı.
Namazdan sonra, o imâm, Hz. Bâyezîd'e "Siz bir yerde çalışıp para
kazanmıyorsunuz. Başkalarından da bir şey istemiyorsunuz. O halde siz,
nafakanızı nereden temin ediyorsunuz?" dedi. Hz. Bâyezîd bunu duyunca, "Ben
hemen namazımı iade edeyim. Zîrâ, rızıkları kimin verdiğini bilmiyen birinin
arkasında namaz kılmışım, bu ise caiz değildir" buyurdu.
Bâyezîd-i
Bistâmî (r.a.) bir gün, talebeleri ile birlikte, gayet dar bir sokaktan
geçiyorlardı. Hz. Bâyezîd, karşıdan bir köpeğin gelmekte olduğunu gördü ve geri
çekilip köpeğe yol verdi. Talebelerinden birinin hatırına şöyle geldi:
"İnsanoğlu hayvanlardan şereflidir. Hem bizim üstadımız, Sultân-ül-ârifîndir.
Hem de etrafındakiler onun, her biri çok kıymetli sâdık talebeleridir. Bütün
bunlara rağmen, üstadımızın bu köpeğe yol vermesinin hikmeti acaba nedir?" Bunun
üzerine Hz. Bâyezîd buyurdu ki: "Şu köpek, hâl lisânı ile bana dedi ki, "Sana
Sultân-ül-ârifîn olmak hil'atini ve bana da köpeklik postunu giydirdiler. Bunun
tersi de olabilirdi." Bunun üzerine ben de ona yol verdim."
Bir defasında
şöyle anlattı: "Bir gece sahrada vaha kenarında hırkamı üzerime örtüp uyumuştum.
İhtilâm oldum. Hemen kalkıp gusletmek istedim. Hava çok soğuk olduğu için,
nefsim, güneş doğduktan, hava ısındıktan sonra gusletmemi istiyerek gevşek
davrandı. Nefsimin bana yaptığını görünce hemen kalkıp, buzu kırdım ve nefsime
ceza olarak, hırka ile beraber guslettim. Gusülden sonra da, hırkamı çıkarmadım.
Hırka buz bağlamıştı. Sonra "Ey Nefsim! Tenbelliğinin cezası işte budur" dedim.
Hz. Bâyezîd, "Oniki
sene nefsimin ıslahı için çalıştım. Nefsimi riyâzet (nefsin arzularını yapmamak)
körüğünde, mücâhede (nefsin istemediği şeyleri yapmak) ateşiyle kızdırdım.
Mezemmet (nefsini kınayıp,
ayıblamak)
örsünde, melâmet (azarlama) çekici ile dövdüm. Böyle uğraşa uğraşa kendi
benliğimden bir ayna yapıp beş sene kendimin aynası oldum. Yapabildiğim ibâdet
ve tâatlarla bu aynayı cilalayıp parlattım. Bir sene ibret nazarı ile bu aynaya
baktım. Neticede bu aynada gördüm ki, belimde, gurur, riya, ibâdete güvenip
amelini beğenmek gibi kalb hastalıklarından meydana gelen bir zünnar bulunuyor.
Bu zünnarı kesip atabilmek için beş sene daha uğraştım. Yeniden müslüman oldum"
buyurdu.
"Ömrüm boyunca,
Allahü teâlâya lâyıkıyla ibâdet edebilmeyi, namazımı lâyıkıyla kılâbilmeyi arzu
ettim. Bu arzu ile, belki güzel namaz kılarım diye sabaha kadar namaz kıldım.
Fakat kıldığım bütün namazları O'na lâyık olarak bulmuyordum. Nihayet, Allahü
teâlâya şöyle yalvardım: "Yâ Rabbî! Sâna lâyık şekilde tam ve kusursuz olarak
hiç namaz kılamadım. Kıldığım bütün namazlar hep Bâyezîd'e yakışır şekilde oldu.
Beni ve ibâdetlerimi kusurlarımla birlikte kabul eyle." "Bir zaman "Artık ben,
zamanın en büyük evliyâsıyım" düşüncesi kalbime geldi. Hemen, buna pişman olup
gönlüm hüzünle doldu. Şaşkınlık içerisinde Horasan'ın yolunu tuttum. Bir müddet
gittikten sonra "Allahü teâlâ beni, kendime getirecek birini bana gönderinceye
kadar buradan ayrılmayacağım" diye niyet ettim ve orada üç gün bekledim.
Dördüncü gün dişi bir devenin üzerinde bir gözü görmeyen bir kişi geldi.
"Nereden geliyorsun?" dedim. "Sen niyet ettiğin zaman üçbin fersah uzakta idim.
Oradan geliyorum. Kalbini koru "zamanın en büyüğü benim" gibi düşünceleri hatana
getirme!" dedi ve kayboldu.
"Uzun seneler
nefsimi terbiye etmekle uğraşıp çile çektikten sonra, bir gece, Allahü teâlâya
yalvardım, ilham olundu ki, "Şu testi ve aba sende oldukça, sana ruhsat yoktur."
Bunun üzerine yanımda bulunan testi ve abayı terk ettim. Bundan sonra bana
bildirildi ki, "Ey Bâyezîd, nefsin hevâ ve hevesi için tuzaktaki tane misâli
olan dünyâ mallarına gönül bağlayıp, sonra da Allahü teâlâya kavuşmak için yol
istiyen kimselere de ki, "Bâyezîd, nefsin istediklerini yapmayıp,
istemediklerini yapmak suretiyle kırk yıl uğraştığı hâlde, yanında bulunan tank
bir testiyi ve eski bir abayı terk etmedikçe izin alamadı. Siz, bu hâlinizle
size izin verileceğini mi zannediyorsunuz. Asla izin alamazsınız." Bâyezîd-i
Bistâmı (r.a.) vefât ederken, kendisini sevenlerden Ebû Mûsâ ismindeki zât
yanında bulunamamıştı. Fakat o gece rü'yâda "Arşı, başı üzerine alıp taşıyordu."
Bu rü'yâya çok hayret edip, hikmetini anlıyamadı ve bunu Hz. Bâyezîd'e sormak
için yola düştü. Yolda, Hz. Bâyezîd'in vefât ettiğini haber aldı. Bistâm'a
geldiğinde cenâze merasimi için, hesabı mümkün olmayan fevkalâde bir kalabalık
gördü. Tabutunu taşımakla şereflenmek için yanaşmaya çalıştı. Fakat yanaşıp da
tabutu taşımak mümkün olmuyordu. Diyor ki, "Gördüğüm rü'yâyı, unutmuş vaziyette,
Hz. Bâyezîd'in tabutunu taşımakla şereflenmek istiyordum. Bu mümkün olmayınca
tabutu taşıyanlar arasından meşakkatle geçip tabutun altına girdim ve başımı
tabuta dayayıp öylece gidiyordum. Birden tabutun içinden bana şöyle hitâb
ettiğini duydum. "Ey Ebû Mûsâ! İşte şu bulunduğun hâl akşamki gördüğün rü'yânın
tâbiridir."
Bâyezîd
(r.a.) devamlı "Allah! Allah!.." derdi. Vefâtı ânında da yine "Allah!..
Allah!.." diyordu. Bir ara şöyle duâ etti: "Yâ Rabbî! Senin için yaptığım bütün
ibâdet tâat ve zikirleri hep gaflet ile yaptım. Şimdi can veriyorum. Gaflet hâli
devam ediyor. Allahım! Bana huzur ve zikir hâlini ihsan eyle." Bundan sonra,
zikir ve huzur hâli içinde ruhunu teslim etti.
Sultân-ül-ârifin
Bâyezîd-i Bistâmî (r.a.) vefât ettikten sonra, büyüklerden biri kendisini
rü'yâda görüp, "Allahü teâlâ sana ne muamele eyledi" diye sordu. Buyurdu ki,
"Beni toprağa koydukları zaman bir ses duydum ki, "Ey Bâyezîd! Bizim için ne
getirdin?" diyordu. "Yâ Râbbî! Sana lâyık hiç bir iyi amel yapamadım. Huzuruna
lâyık hiçbir şey getiremedim, ama şirk de getirmedim" dedim.
Hz. Bâyezîd,
vefât ettikten sonra, büyük zâtlardan birisi kendisini rü'yâda görüp sordu. "Münker
ve Nekir sana nasıl muamele eyledi?" Cevâbında şöyle buyurdu: "O iki mübârek
melek gelip (Rabbin kimdir?) diye sorunca onlara dedim ki: Bunu sormakla sizin
maksadınız hâsıl olmaz. Siz bana O'nu soracağınıza, beni O'na sorun. Eğer O,
beni, kulu olarak kabûl ederse ne a'lâ. Maazallah O, beni kulu olarak kabul
etmezse, ben, yüz defa O, benim Rabbimdir) desem ne faydası olur?)"
Hz. Bâyezîd-i
Bistâmî vefât ettikten onra, O'nun sâdık talebelerinden olan bir hanımefendi
şöyle anlattı: "Kâ'be-i muazza-aayı tavaf ettikten sonra bir saat kadar efekkür
ettim. Bu sırada uykum geldi ve irazcık uyudum. Rü'yâmda beni göğe ıkardılar.
Allahü teâlânın izni ve lütfu ile, arş-ı a'lânın altını gördüm. Çok güzel okusu
vardı. Nurdan yazılmış bir yazı gördüm (Bâyezîd Veliyyullah) yazılı idi ve
yazının eni ve boyu da görünmüyordu."
Velîler
taifesinin efendisi Cüneyd-i Bağdâdî (r.a.) buyuruyor ki: "Velîler arasında
Bâyezîd-i Bistâmî'nin yeri Melekler arasında Cebrâil'in (a.s.) yeri gibidir."
Bâyezîd-i
Bistâmî hazretlerinin tasavvufta derecesi çok yüksek idi. Tasavvuf ilminde sekr
hâli (ilâhi aşk ile kendinden geçmiş iken) denilen bir hâlin kendisini kapladığı
bir an, içinde bulunduğu durumu, müşahede ettikleri şeyleri anlatmak için "Sübhânî"
demiştir. Bu sözü ba'zı kimseler anlıyamamış, Bâyezîd hazretlerinin şânına uygun
olmayan sözler sarf etmişlerdir. Halbuki bu sözü büyük âlim İmâm-ı Rabbânî
hazretleri birinci cild 43'üncü mektubunda şöyle açıklamaktadır: "Hallâc-ı
Mensûr'un "Enelhak"
ve Bâyezîd-i
Bistâmî'nin (Sübhânî) sözünü tevhîd-i şühûdî bilmemiz lâzımdır. Bu suretle dîne
uygun olurlar. Bu büyükler o hâl içinde, Allahü teâlâdan başka, hiçbirşey
göremeyince, bu sözleri söylemiş, Allahü teâlâdan başka birşey yoktur demek
istemişlerdir. "Sübhânî" sözü Hak teâlâyı tenzihtir. Kendini tenzih değildir.
Çünkü kendi varlığını bilmemektedir. Birşeye hüküm veremez."
Böyle hâllerle
ilgili olarak Hindistanda yetişmiş büyük İslâm âlimi Abdülhak-ı Dehlevî
hazretleri, (Merec-ül-Bahreyn) adlı kitabında diyor ki: "Tasavvuf büyükleri,
İslâmiyete uymayan sözleri söylerken, çok kızan ve çok sevinen insan gibidirler.
Kızmak ve sevinmek, insanın aklını örter, ihtiyarını giderir, ilâhî aşk ile
kendinden geçmiş ba'zı tasavvuf erbabı da böyle şuursuz konuşmuşlardır. Bu
hâllerinde onlar ma'zûrdurlar. Yalnız böyle sözlerine uymak caiz değildir"
buyurmaktadır. Yine İmâm-ı Rabbânî hazretleri mektûbâtının üçüncü cild 121'inci
mektubunda: "Esrârı ortaya dökmek olan böyle sözler, herkesin anladığı ma'nâ ile
söylenmiş değildirler" buyurmaktadır.
Muhyiddîn-i
Arabî hazretleri bu söz için, "Allahü teâlânın büyüklüğünü, hiç kusurlu
olmadığını en iyi şekilde bildirmektedir" dedi. Tenzihin tenzihidir, buyurdu.
Görülüyor ki,
bu sözü ile İslâmiyete uygun olan bir şeyi anlatmak istemiştir. Sekr hâlinde
olduğundan başka kelime bulamamış, ince bilgilerini, herkesin anlıyamayacağı
kelimelerle bildirmiştir.
Bâyezîd-i
Bistâmî hazretleri buyuruyor ki:
"Dilini, Allahü
teâlânın ismini anmaktan başka işlerle uğraşmaktan ve başka şeyler konuşmaktan
koru. Nefsini hesaba çek. İlme yapış ve edebi muhafaza et. Hak ve hukuka riâyet
et ibâdetten ayrılma. Güzel ahlâklı, merhamet sahibi ve yumuşak ol. Allahü
teâlâyı unutturacak her şeyden uzak dur ve onlara kapılma.
"Otuz sene
mücâhede eyledim, ilimden ve ilme uymakdan daha zor bir şey bulamadım."
"Gözlerini harâma bakmaktan ve başkalarının ayıplarını görmekten koru."
"Bir gece
karanlığında odamda otururken ayaklarımı uzatmıştım. Hemen bir ses duydum.
Sultanla oturan edebini gözetmelidir diyordu. Hemen toparlandım."
"Ey Allahım! Ey
kusurlardan uzak olan sonsuz kudret sahibi Rabbim. Sen ne dilersen yaparsın.
Benim vücûdumu öyle büyült, öyle büyült ki Cehennemi ağzına kadar doldursun.
Böylece başka kullarına yer kalmasın. Onların yerine ben yanayım." (Hz. Ebû
Bekir de (r.a.) böyle duâ ederlerdi.)
"Siz havada
uçan birisini gördüğünüz zaman hemen o kimsenin fazîletli, kerâmet sahibi birisi
olduğuna hüküm vermeyin. Hatâ edebilirsiniz. O kimsenin hakikaten fazîlet ve
kerâmet sahibi olduğunu anlamak için, İslâmiyetin emirlerine uymaktaki
hassasiyetine, Peygamber efendimizin ahlâkı ile ahlâklanması ve sünnet-i
seniyyeye uymasına, hakîkî İslâm âlimlerine olan muhabbet ve bağlılığına bakın.
Bunlar tam ise, o kimse fazîlet ve kerâmet sahibidir. Bunlara uymakta en ufak
bir gevşeklik ve zayıflık bulunursa, o kimse için fazîlet ve kerâmet sahibidir
demek mümkün olmaz."
"(Yâ Rabbî!
Sana kavuşmak nasıl mümkün olur?) diye duâ ettim. Bir nida geldi, (Nefsini üç
talakla boşa) diyordu."
"Bu kadar
zahmet ve meşakkatlere katlanarak aradığımı, annemin rızâsını almakta buldum.
Çok basit gibi gelen anne rızâsını almanın, bütün işlerin evvelinde lâzım
olduğunu anladım."
"Günahlara bir
defa, tâatlere ise bin defa tövbe etmek lâzımdır. Ya'nî yaptığı ibâdet ve
tâatlere bakıp kendini beğenmek, o ibâdeti hiç yapmamak günahından bin kat daha
fenadır."
"İnsana zararı
en şiddetli olan şeyin ne olduğunu bilmek istedim. Anladım ki, bu gaflettir.
Gafletin insana yaptığı» zararı Cehennem ateşi yapmaz. Yâ Rabbî! Bizleri gaflet
uykusundan uyandır. Lütuf ve keremin ile bu duâyı kabul eyle."
"Bütün âlemin
yerine beni Cehennemde yaksalar ve ben de sabretsem, Allahü teâlâya muhabbeti
da'vâ edinmiş birisi olarak yine bir şey yapmış olmam. Allahü teâlâ da benim ve
bütün âlemin günahını affetse rahmetinden ve ihsanından bir şey eksilmiş olmaz."
"Bir kimsenin,
Allahü teâlâya olan muhabbetinin hakîkî olup olmadığının alâmeti, kendisinde
deniz misâli cömertlik, güneş misâli şefkat ve toprak misâli tevazu gibi üç
hasletin bulunmasıdır."
"Allahü
teâlânın ni'metleri, her an herkese gelmektedir. O halde her zaman ona şükretmek
lâzımdır."
Bâyezîd-i
Bistâmî (r.a.) bir gece, talebelerinden bir kısmı ile bir yere misafir oldular.
Ev sâhibi evin aydınlanması için bir kandil yaktı. Bâyezîd-i Bistâmî (r.a.)
yanında bulunanlara, "Bu kandilde bir gariblik görüyorum. Yanıyor ama ışık
vermiyor. Hikmeti nedir?" diye sordu. Ev sahibi, "Efendim. Biz bu kandili bir
gece yakmak için komşumuzdan emânet' olarak almıştık. Bu akşam ikinci gece
yakıyoruz" deyince, Hz. Bâyezîd, kandili söndürdü ve hemen kandili sahibine
götürüp teslim edin. Arzu ederseniz, bir gece daha yakmak için izin isteyin"
buyurdu. Ev sahibi kandili alıp komşusuna götürdü. Olanları anlattı ve tekrar
izin alıp geri getirdi. Eve gelince kandili yaktılar ve oda aydınlandı. Bâyezîd
(r.a.) buyurdu ki, "İşte şimdi ışığını görüyorum."
Hz. Bâyezîd-i
Bistâmî bir gün yanlışlıkla bir karıncayı öldürdü. Haberi ohınca, çok pişman
olup ü-züldü, ölü karıncayı avucuna alıp, şefkat, merhamet ve hüzün ile ve kırık
kalbi ile karıncaya üfürünce, Allahü teâlânın izni ile karınca canlanıp yürümeye
başladı.
Bâyezîd-i
Bistâmî (r.a.) bir gün çamurlu bir sokakta yürürken ayağı kaydı, düşmemek için
duvara tutundu. Sonra araştırıp duvarın sahibini buldu. "Sokakta yürürken
ayağını kaydı. Sizin duvarınıza tütündüm. Belki de duvarınızdan bir miktar
toprak yere dökülmüştür. Hakkınızı helâl etmenizi istirham ediyorum" dedi. Meğer
o kimse mecûsî imiş, "Sizin dîniniz bu kadar ince ve hassas mıdır?" dedi. Hz.
Bâyezîd "Evet" deyince, o kimse hakkını helâl etti ve müslüman oldu. Bunun
üzerine o mecûsînin evin-dekiler de müslüman oldu.
KAYNAKLAR
1) Tabakât-üs-sûfiyye
sh-67
2) Hilyet-ül-evliyâ
cild-10, sh-33
3) Tabakât-ül-kübrâ
cild-1, sh-89
4) Risâle-i
Kuseyrî sh-17
5) Vefeyât-ül-a'yân
cild-2 sh-531
6)
Sıfat-üs-safve cild-4, sh-89
7) Mîzân-ül-i'tidâl
cild-1, sh-481
8) Şezerât-üz-zeheb
cild-2, sh-143
9) Mir'ât-ül-cinân
cild-2, sh-173
10) Nefehât-ül-üns
sh-109
11) Rehber
Ansiklopedisi cild-2, sh-285
12) Tezkiret-ül-evliyâ
sh-86
13) Se'âdet-i
Ebediyye sh-989
14) Eshâb-ı
Kirâm sh-203
15) Keşf-ül-mahcûb
sh-210
16) Mektûbât-ı
İmâm-ı Rabbânî cild-1, mek. 43 cild-3, mek. 121
|