Menkıbeleri ve Medhi:
İmâm-ı a'zam, Allahü teâlânın rızâsından başka bir düşüncesi olmayan büyük bir
âlimdi. Dinden soranlara İslâmiyeti dosdoğru şekliyle bildirir, tâviz vermez, bu
yolda hiçbir şeyden çekinmezdi. O'nun kitaplarına, ders halkasına ve fetvalarına
herhangi bir siyâsi düşünce ve güç, nefsmânî arzu ve mefeat, şahsî dostluk ve
düşmanlık gibi unsurlar asla girmemiştir.
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe nefsine tam olarak hâkimdi. Lüzumsuz şeylerle asla
uğraşmazdı. Ancak kendisi gibi büyük İslâm âlimlerinde görülen heybet, vakar ve
ahlâk-ı hamide (yüksek İslâm ahlâkı) ile her halükârda insanların kurtuluşu için
çırpınırdı. Muarızlarına bile sabır, güler yüz, tatlılık ve sükûnetle davranır,
asla heyecan ve telâşa kapılmazdı. Keskin ve derin bir firâset sahibi idi. Bu
haliyle insanların içlerinde gizledikleri şeylere nüfuz eder ve olayların
sonuçlarını sezerdi.
Ayrıca kuvvetli şahsiyeti, keskin zekâsı, üstün aklı, engin ilmi, heybeti, geniş
muhakemesi, muhabbeti ve cazibesi ile karşılaştığı herkese te'sîr eder,
gönüllerini cezbederdi. Karşısına çıkan ve uzun tetkiki gerektiren ba'zı
mes'eleleri, derin bir mütâlâadan sonra, böyle olmayanları ise ânında ve olayın
açık misalleriyle cevaplandırırdı. En inatçı ve peşin hükümlü muarızlarını bile,
en kolay bir yoldan cevaplandırarak ikna ederdi. Bu hususta hayret verici
sayısız menkıbeleri meşhûrdur.
Hasılı İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, İslâmiyetin müslümanlardan doğru bir i'tikâd (Ehl-i
sünnet i'tikâdı), doğru bir amel ve güzel bir ahlâk istediğini bildirmiş, ömrü
boyunca bu kurtuluş yolunu anlatmıştır. Vefâtından sonra da yetiştirdiği
talebeleri ve kitapları asırlar boyunca gelen bütün müslümanlara ışık tutmuş ve
rehber olmuştur.
İmâm-ı a'zam, İslâm dinine yaptığı bütün bu hizmetleriyle İslâmiyeti imân, amel
ve ahlâk esasları olarak bir bütün hâlinde insanlara yeniden duyurmuş, şüphesi
ve bozuk bir düşüncesi olanlara cevaplar vermiş, müslümanları çeşitli fitneler
ve propagandalarla zaafa düşürmek, parçalamak ve böylece İslâm dinini yıkabilmek
ümidine kapılanları hüsrana uğratmış, önce i'tikâdda birlik ve beraberliği
sağlamış; ibâdetlerde, günlük işlerde Allahü teâlânın rızâsına uygun bir hareket
tarzının esaslarını ve şeklini tesbit etmiştir. Böylece, ikinci hicri asrın
müceddidi (dinin yeniden yayıcısı) ünvanını almıştır.
Buhârî ve Müslim'deki bir hadîs-i şerîfte,
"İmân
Süreyya yıldızına çıksa, Farisoğullarından biri elbette alıp getirir"
buyuruldu. İslâm âlimleri,
bu hadîs-i şerîfin İmâm-ı a'zam hakkında olduğunu bildirmiştir. Yine Buhârî ve
Müslim'de bildirilen bir hadîs-i şerîfte, "İnsanların
en hayırlısı, benim asrımda
Bulunan müslümanlardır
(Ya'nî Eshâb-ı kirâmdır). Onlardan sonra en
iyileri, onlardan sonra gelenlerdir (ya'nî Tâbiîndir). Onlardan sonra da
onlardan sonra gelenlerdir... (ya'nî Tebe-i tâbiîndir)" buyuruldu. İmâm-ı
a'zam da, bu hadîs-i şerîfle müjdelenen tâbiînden ve onların da en üstünlerinden
biridir.
Hayrât-ül-Hisan, Mevdu' ât-ül-ulûm ve Dürr-ül-Muhtar'da yazılı olan hadîs-i
şerîflerde buyuruldu ki:
"Âdem (a.s.) benimle öğündüğü gibi ben de
ümmetimden bir kimse ile öğünürüm. İsmi Nu'mân, künyesi Ebû Hanîfe'dir. O,
ümmetimin ışığıdır."
"Peygamberler benimle öğündükleri gibi ben de Ebû
Hanîfe ile öğünüyorum. Onu seven beni sevmiş olur. Onu sevmeyen beni sevmemiş
olur."
"Ümmetimden biri, şeriatimi canlandırır.
Bid'atleri öldürür. Adı Nu'mân bin Sâbit'tir." "Her asırda ümmetimden
yükselenler olacaktır. Ebû Hanîfe zamanının en yükseğidir."
Hz. Ali de, "Size bu Kûfe şehrinde bulunan, Ebû Hanîfe adında birini haber
vereyim. Onun kalbi i-lim ve hikmet ile dolu olacaktır. Âhir zamanda, bir çok
kimse, onun kıymetini bilmeyerek helâk olacaktır. Nitekim, râfizîler de, Ebû
Bekir ve Ömer için helâk olacaklardır" buyurdu.
İmâm-ı a'zamın zamanında ve sonraki asırlarda yaşayan İslâm âlimleri hep onu
medh etmişler, büyüklüğünü bildirmişlerdir. Abdullah ibra Mübârek anlatır. "Ebû
Hanîfe, İmâm-ı Mâlik'in yanına geldiğinde İmâm-ı Mâlik ayağa kalkıp ona hürmet
gösterdi. O gittikten sonra yanındakilere, "Bu zâtı tanıyor musunuz? Bu zât, Ebû
Hanîfe Nu'mân bin Sâbit'tir. Eğer şu ağaç direk altındır dese isbât eder, dedi."
Sonra Süfyân-ı Sevrî yanına geldi. Onu, Ebû Hanîfe'nin oturduğu yerden biraz
daha aşağıya oturttu, çıktıktan sonra onun fıkıh âlimi olduğunu anlattı." Yine
Abdullah İbni Mübârek der ki; Hasen bin Ammâre'yi Ebû Hanîfe ile birlikte
gördüm. Ebû Hanîfe'ye şöyle diyordu: "Allahü teâlâya yemin ederim ki fıkıhda
senden iyi konuşanı, senden sabırlısını ve senden hazır cevap olanını görmedim.
Elbette sen fıkıhda söz söyleyenlerin efendisi ve reisisin. Senin hakkında kötü
söyleyenler sana hased edenler, seni çekemeyenlerdir."
Hâfız Muhammed İbni Meymûn der ki: "Ebû Hanîfe'nin zamanında ondan arif ve fakîh
yok idi. Yemin ederim ki, onun mübârek ağzından bir söz duymağa yüzbin dinar
(altın) veririm."
İbni Üyeyne: "Onun eşini ve benzerini gözüm
görmedi, fıkıh bilgisi Kûfe'de Ebû Hanîfe'nin talebe-sindedir." demiştir. Dâvûd-i
Tâî'nin yanında Ebû Hanîfe'den konuşuldu. Buyurdu ki, "O bir yıldızdır.
Karardıkta kalanlar onunla yol bulur, hidâyete kavuşur." Hâfız Abdülazîz İbni
Revrad der ki, "Ebû Hanîfeyi seven, Ehl-i sünnet vel cemâat mezhebindedir. O'na
buğz eden, kötüleyen bid'at sahibidir. Ebû Hanîfe bizimle insanlar arasında
miyardır (ölçüdür). O'nu sevenin, O'na yüzünü dönenin Ehl-i sünnet olduğunu;
buğz edenin bid'at sahibi olduğunu anlarız." İbrâhîm İbn-i Muâviye-i Darîr der
ki, "Ebû Hanîfe'yi sevmek sünnetin tamamındandır. Ebû Hanîfe adaleti gözetir,
insafla konuşur, ilmin yollarını insanlara beyân e-der ve herkesin müşküllerini
çözerdi." Eşed İbni Hakim: "Câhil ve bid'at sahiplerinden başkası onu kötülemez"
demiştir. İshâk bin Ebû Fedâ'dan nakil olunur: "İmâm-ı Mâlik'i gördüm, İmâm-ı
a'zamla el ele tutup beraber yürürlerdi. Câmiye gelince kendisi durup önce
İmâm-ı a'zamın girmesini beklerdi." demiştir. Hakikate varmış evliyânın
büyüklerinden Sehl bin Abdullah Tüstürî: "Eğer Mûsâ ve Îsâ aleyhimüsselâmın
kavimlerinde Ebû Hanîfe gibi âlimler bulunsaydı bunlar doğru yoldan ayrılıp,
dinlerini bozmazlardı" buyurmuştur.
Süfyân-ı Sevrî: İmâm-ı a'zamın yanından
gelen bir kimseye "Yer yüzünün en büyük âliminin yanından geliyorsun" demiştir.
İmâm-ı Şâfiî: "Ben Ebû Hanîfe'den daha büyük fıkıh âlimi bilmem, fıkıh öğrenmek
isteyen onun talebesinin ilim meclisinde otursun, onlara hizmet etsin."
buyurmuştur. Ahmed İbn-i Hanbel: "İmâm-ı a'zam vera' ve zühd, îsâr (cömertlik)
sahibi idi. Âhıreti isteğinin çokluğunu kimse anlayacak derecede değildi"
buyurmuştur, İmâm-ı Mâlik'e, (İmâm-ı a'zamdan bahsederken onu diğerlerinden daha
çok medh ediyorsunuz?) dediklerinde: "Evet öyledir. Çünkü, insanlara ilmi ile
faydalı olmakta, onun derecesi diğerleri ile mukayese edilemez. Bunun için ismi
geçince, insanlar ona duâ etsinler diye hep methederim" buyurmuştur, İmâm-ı
Gazalî: "Ebû Hanîfe çok ibâdet ederdi. Kuvvetli zühd sahibi idi. Ma'rifeti tam
bir arif idi. Takva sahibi olup, Allahü teâlâdan çok korkardı. Dâima Allahü
teâlânın rızâsında bulunmayı isterdi" buyurmuştur. Yahyâ Muaz-ı Râzi anlatır:
"Peygamber efendimizi (s.a.v.) rü'yâda gördüm ve Yâ Resûlallah, seni nerede
arayayım dedim. Cevâbında: Beni, Ebû Hanîfe'nin ilminde ara, buyurdu." İmâm-ı
Rabbânî hazretleri buyurur ki: "İmâm-ı a'zam abdestin edeblerinden bir edebi
terk ettiği için kırk senelik namazını kaza etmiştir. Ebû Hanîfe takva sahibi,
sünnete uymakta ictihâd ve istinbatta (şer'î delillerden hüküm çıkarmakta) öyle
bir dereceye kavuşmuştur ki, diğerleri bunu anlamaktan âcizdirler, İmâm-ı a'zam,
hadîs-i şerîfleri ve Eshâb-ı kirâmın sözünü kendi reyine takdim ederdi." İmâm-ı
Rabbânî hazretleri (Mebde' ve Me'âd) risâlesinde de şöyle buyurur "Büyüklerin en
büyüğü olan İmâm-ı ecel ve en olgun önder Ebû Hanîfe'nin yüksek derecesinden
takdir edilemeyen şânından ne yazayım.
Müctehidlerin en vera' sahibi idi. En
müttekîsi O idi. Şâfiî'den de, Mâlik'den de, İbni Hanbel'den de her bakımdan
üstün idi."
Yine İmâm-ı Rabbânî (k.s.) ve Muhammed Pârisâ (k.s.) buyurdular ki: "Îsâ
aleyhisselâm gibi ulülazm bir peygamber gökten inip İslâm dîni ile amel edince
ve ictihâd buyurunca, ictihâdı İmâm-ı a'zamın (r.a.) ictihâdına uygun olacaktır.
Bu da İmâm-ı a'zamın büyüklüğünü, ictihâdının doğruluğunu gösteren en büyük
şahittir."
Son asrın, zahir ve batın ilimlerinde kâmil, dört mezhebin fıkıh bilgilerinde
mahir, büyük âlim Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (k.s.) buyurdu ki: "İmâm-ı a'zam,
İmâm-ı Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed de, Abdülkadir Geylânî" gibi büyük evliyâ
idiler. Fakat âlimler kendi aralarında taksim-i a'mel eylemişlerdir. Ya'nî her
biri zamanında neyi bildirmek icâb ettiyse onu bildirmişlerdir, İmâm-ı a'zam
zamanında fıkıh bilgisi unutuluyordu. Bunun için hep fıkıh üzerinde durdu.
Tasavvuf hususunda pek konuşmadı. Yoksa Ebû Hanîfe nübüvvet ve vilâyet
yollarının kendisinde toplandığı, Ca'fer-i Sâdık hazretlerinin huzurunda iki
sene bulunup öyle feyiz, nûr ve varidât-ı ilâhiyyeye kavuşmuştur ki, bu büyük
istifâdesini, "O iki sene olmasaydı Nu'mân helâk olurdu" sözü ile
anlatabildiler. Silsile-i zehebin en büyük halkasından olan Ca'fer-i Sâdık'dan
tasavvufu alıp, vilâyetin (evliyâlığın) en son makamına kavuşmuştur. Çünkü Ebû
Hanîfe, Peygamber efendimizin (s.a.v.) vârisidir. Hadîs-i şerîfte, "Âlimler
peygamberlerin vârisleridir"
buyuruldu. Vâris, her hususta veraset sahibi olduğundan zâhirî ve batınî
ilimlerde Peygamber efendimizin (s.a.v.) vârisi olmuş olur. O halde her iki
ilimde de kemâlde idi."
İslâm âlimleri, İmâm-ı a'zamı bir ağacın gövdesine, diğer âlim ve evliyâyı da bu
ağacın dallarına benzetmişler, O'nun her bakımdan büyük ve üstün olduğunu,
diğerlerinin ise bir veya birkaç bakımdan büyük kemâlâta (olgunluklara,
üstünlüklere) erdiklerini belirtmişlerdir.
İslâm dünyâsında ilimleri ilk defa tedvin ve tasnif eden O'dur. Din bilgilerini
(Kelâm, Fıkıh, Tefsîr, Hadîs v.s.) isimleri altında ayırarak bu ilimlere ait
kaideleri tesbit etti. Böylece O'nun asrında zuhur eden eski Yunan felsefesine
ait kitapların tercüme edilmesiyle birlikte, bu kitaplarda yazılı bozuk
sözlerin, fikirlerin din bilgileri arasına karıştırılmasını ve İslâm dinine
bid'atlerin sokulması tehlikesini bertaraf etti. İ-mâm-ı a'zamdan önce
İslâmiyetin ilk yıllarında ilimlerin tasnifi yolunda herhangi bir çalışmaya
ihtiyaç duyulmamıştır. Çünkü ilk asırlarda yaşıyan sâlih ve temiz müslümanların
ilimleri, başta din bilgileri olmak üzere son derece berrak ve mükemmel idi. İlk
yıllarda ilimlerin kâğıda geçirilmiş bir tasnif tablosu bulunmamakla beraber,
İslâm âlimlerinin sözlerinde, eserlerinde ve müslümanların günlük hayatlarında
kendiliğinden vücûd bulmuş ve yaşanmakta olan bir ehemmiyet sırası vardı. En
mühim olan îmân (i'tikâd), ibâdet ve ahlâk bilgileri idi. Bu bilgilere Yunan
felsefesi, Hıristiyanlık, Yahudilik, Hint inançları, Mecusîlik ve benzeri bozuk
yolların, İslâmiyeti içten yıkmak isteyen art niyetli kimseler veya din bilgisi
az olanlar tarafından karıştırılmak tehlikesi baş gösterince, yüksek din
bilgilerini tasnif ederek kitaplara geçirmek bir mecburiyet hâlini aldı. İmâm-ı
a'zam hazretleri bu çok mühim vazifeyi mükemmel bir şekilde yerine getirerek, o
asırda tartışmaları yapılan ve din bilgisi az olan müslümanlar arasında
yayılmasına çalışılan Şia, Mu'tezile, Mücessime, Cebriyye, Kaderiyye ve benzeri
gibi sapık fırkaların bozukluklarını göstererek, hem onlara cevaplar vermiş ve
hem de kendisinden sonraki asırlarda gelen müslümanların İslâmiyeti her bakımdan
doğru, berrak haliyle öğrenmelerini ve böylece inanmalarını temin etmiştir. İyi
düşünüldüğünde bütün insanlığın dünyâ ve âhıret se'âdetini doğrudan doğruya
ilgilendirdiği açıkça görülen bu çok mühim hizmet, İmâm-ı a'zamın zamanında ve
daha sonra yetişen mezhep imâmları, İslâm âlimleri, evliyânın büyükleri
tarafından da ta'zîm ve şükranla yâd edilmiş, (Ehl-i sünnetin reisi), (İmâm-ı
a'zam = en büyük imâm) adıyla anılmıştır.
İmâm-ı a'zam ayrıca ticâret yapardı. Onun kanaatkârlığı, cömertliği; emânete
riâyeti ve takvası ticâret muamelelerinde de dâima kendini göstermiştir.
Tacirler ona hayret ederler ve ticârette onu Hz. Ebû Bekir'e benzetirlerdi.
Ticâreti, ortakları ile beraber yapar ve her yıl kazananın dörtbin dirhemden
fazlasını fakîrlere dağıtır, Alimlerin, muhaddislerin, talebelerinin bütün
ihtiyaçlarını karşılar ve ayrıca onlara para dağıtarak, tevazu ile şöyle
buyururdu: "Bunları ihtiyâcınız olan yere sarf edin ve Allaha hamd edin. Çünkü
verdiğim bu mal hakikatte benim değildir, sizin nasîbiniz olarak Allahü teâlânın
ihsan ve kereminden benim elimden size gönderdiğidir." Böylece ilim ehlini,
maddî bakımdan başkalarına minnettar bırakmaz, rahat çalışmalarını temin ederdi.
Kendi evine de bol harcar, evine harcettiği kadar da fakîrlere sadaka verirdi.
Zenginlere de hediyeler verirdi. Her Cuma günü anasının, babasının ruhu için
fakîrlere ayrıca yirmi altın dağıtırdı. Meclisine devam edenlerden birinin
elbisesini çok eski gördü. İnsanlar dağılıncaya kadar oturmasını söyledi.
Kalabalık dağılınca o kimseye, "Şu seccadenin altındakileri al, kendine güzel
bir elbise yaptır" buyurdu. Orada bin akçe vardı.
İmâm-ı a'zam bir gün yolda giderken onu gören bir adam, yüzünü ondan saklayıp
başka bir yola saptı. Hemen o adamı çağırıp, neden yolunu değiştirdin diye
sordu. Adam cevâbında, size onbin akçe borcum var. Uzun zaman oldu ödeyemedim ve
çok sıkıldım, utandım dedi. İmâm-ı a'zam, "Sübhanallah, ben o parayı sana hediye
etmiştim. Beni görüp sıkıldığın ve utandığın için hakkını helâl et!" dedi. Bir
defasında ortağına, sattığı mallar içinde kusurlu bir elbise olduğunu söyleyip,
bunu satarken özrünü göstermesini tenbih etti. Fakat ortağı bu elbiseyi satarken
elbisenin kusurunu söylemeyi unuttu. Satın alan kimseyi de tanımıyordu, İmâm-ı
a'zam bunu öğrenince o mallardan alınan doksan bin akçeyi sadaka olarak dağıttı.
Çünkü o elbisenin parası da bütün elbiselerin parasına karışmıştı. Müşteri fakîr
veya ahbabından olursa onlardan kâr almaz, malı aldığı fiyata verirdi.
Bir defasında ihtiyar bir kadın gelip, ben fakîrim, bana şu elbiseyi mâliyeti
fiyatına sat dedi. Dört dirhem ver, onu al deyince, bu elbisenin mâliyetinin
daha fazla olduğunu tahmin eden kadın "Ben, ihtiyar bir kadıncağızım. Yoksa
benimle böyle alay mı ediyorsun?" dedi. "Hayır, bunda alay yok" deyip elbiseyi
ihtiyar kadına dört dirheme verdi. Bir malı, satın alırken de, satarken de
insanların hakkına riâyet ederdi. Birisi ona satmak ürere bir elbise getirdi.
Fiyatını sordu. O da yüz akçe istediğini söyleyince, İmâm-ı a'zam bunun değeri
yüz akçeden daha fazladır dedi. Satan kişi yüzer yüzer arttırarak dörtyüze
çıktı. Hayır daha fazla eder deyip, bu işten anlayan bir tüccar çağırarak, fiyat
takdir ettirdi ve o elbiseyi beşyüz akçeye satın aldı.
İmâm-ı a'zam, kırk sene yatsı namazının abdesti ile sabah namazını kıldı. Elli
beş defa hac yaptı, son haccında Kâ'be-i muazzama içine girip burada iki rek'at
namaz kıldı. Namazda bütün Kur'ân-ı kerîmi okudu. Sonra ağlayarak, "Yâ Rabbi!
Sana lâyık ibâdet yapamadım. Fakat senin akıl ile anlaşılmayacağını iyi anladım.
Hizmetimdeki kusurumu bu anlayışıma bağışla!" diyerek duâ etti. O anda bir ses
işitildi ki: "Ey Ebû Hanîfe, sen beni iyi tanıdın ve bana güzel hizmet ettin!
Seni ve kıyâmete kadar senin mezhebinde olup, yolunda gidenleri af ve mağfiret
ettim." buyuruldu. Her gün ve her gece Kur'ân-ı kerîmi bir kere hatmederdi,
sonuna kadar okurdu.
Kûfe şehrinin köylerini haydutlar basıp
koyunları çalmışlardı. İmâm-ı a'zam, bu çalınan koyunlar şehre getirilip satılır
düşüncesiyle (koyunun yedi sene yaşadığını bildiği için), yedi sene koyun eti
yemedi. Geceleri namaz kılar, ağlamasını ve inlemesini yakınları işitirdi. Göz
yaşlarının hasır üzerine yağmur gibi düştüğü duyulurdu.
Komşusu bir genç vardı. Her gece içki içer, eve sarhoş gelir, bağırır çağırırdı.
Birgün devletin görevlileri onu yakalayıp hapse attılar. Ertesi gün İmâm-ı a'zam,
"Komşumuzun sesi kulağımıza gelmez oldu" deyince bir talebesi onun hapse
atıldığını söyledi. Bunun üzerine İmâm-ı a'zam valiye gitti. Vali, onu görünce
ayağa kalkıp hürmetle karşıladı. Buraya teşrifinizin sebebi nedir? dedi. O da
hâdiseyi anlatınca, vali: "Böyle ehemmiyetsiz bir iş için zât-ı âliniz buraya
kadar niçin zahmet ettiniz, bir haber gönderseydiniz kâfi idi" dedi ve o genci
serbest bıraktı. İmâm-ı a'zam o gence, "Bak biz seni unutmuyoruz" diyerek ona
bir kese de akçe (para) verdi. Bunun üzerine o genç, yaptığı kötü işlerden tövbe
edip, İ-mâm-ı a'zamın derslerine devam etmeye başladı ve fıkıh ilminde âlim
olarak yetişdi.
İmâm-ı A'zamın Kur'ân-ı kerîme vukûfiyyeti (onu anlaması, bilmesi) o kadar derin
idi ki, bir defasında bir iş için evinden çıkıp atına binmek üzere iken, bir
kadın gelip suâl sordu. Bir an düşünüp kadına, "Kur'ân-ı kerîmi baştan sona
kadar düşündüm. Senin suâlinin cevâbı Kur'ân-ı kerîmde açıkça yok. İstersen
biraz bekle, ben hemen geleceğim senin suâlinin cevâbını veririm" dedi. Sonra
gelip gerekli cevâbı verdi.
Vasıt şehrinde fazîletli bir zât vardı.
İsmi (Nu'mân'ın kölesi) idi. İsminin niçin böyle olduğu sorulduğunda, şöyle
cevap vermiştir: "Annem öldüğü zaman ben karnında canlı olup henüz doğmamışım.
Annemin cenâzesi yıkanırken, benim anne karnında canlı olduğumu anlamışlar ve
durumu İmâm-ı a'zama, ya'nî Nu'mân bin Sâbit'e bildirmişler, o da hemen kadının
karnının sol tarafını yarın, çocuk oradadır, çıkarın demiştir. Doktor dediği
gibi yapıp beni ölen annemin karnından çıkarmış, ben bunun için kendimi onun
azâtlı kölesi kabul eder, ona dâima duâ ederim."
İmâm-ı a'zam talebeleri arasında bulunduğu bir sırada vücûdunu bir akrep soktu
ve yere düştü. Talebeleri bu akrebi öldürmek isteyince, "Onu öldürmeyiniz,
kendimi onunla tecrübe etmek istiyorum, bakalım haklarında hadîs-i şerîfte, "Âlimlerin
kanı zehirdir."
buyurulan âlimlere dâhil miyim?" dedi. Talebeleri akrebe baktılar, kıvrandı,
büzüldü ve hemen öldü.
İmâm-ı a'zamı hased eden (çekemiyen) biri, O'nu ve talebelerini nehir kenarında
bulunan bahçesinde bir ziyafete da'vet etti. İmâm-ı a'zam bu da'veti kabul edip
talebelerine ben ne yaparsam siz de onu yapın, diye tenbih etti. Oraya
vardıklarında da'vet eden adam buyurun yemeğe deyince, İmâm-ı a'zam ellerini
yıkamak için nehire gitti. Talebeleri de onu takip ettiler ve hocalarının bir
müddet orada kalmasının sebebini merak etmeye başladılar. Sonra döndüklerinde,
bir kedinin tabaklardaki yemeklerden yiyip zehirlendiğini görerek yemeğin
zehirli olduğunu ve hocalarının kerâmetini anladılar ve böylece bir sünnete (ya'nî
yemekten önce el yıkamaya) uymanın bereketine kavuştular. Bunu gören da'vet
sahibi, yaptığına pişman oldu. Özür dileyip, onu sevenler arasına katıldı.
İmâm-ı a'zam, bir gece rü'yâsında Peygamberimizin (s.a.v.) kabrini açmış,
mübârek bedenine sıkıca sarılmıştı. Uyanınca bu fevkalâde rü'yâsını Tâbiînin
büyüklerinden İbni Sîrîn'e gidip anlattı. İbni Sîrîn, "Bu rü'yânın sahibi sen
değilsin, bunun sahibi Ebû Hanîfe olsa gerek" dedi. (Ebû Hanîfe benim!) deyince,
İbni Sîrîn, sırtını aç göreyim dedi. Sırtını açınca iki omuzu arasında bir ben
gördü ve (Sen o kimsesin ki, Peygamberimiz (s.a.v.) senin hakkında "Benim
ümmetim içinde, iki omuzu
arasında bir ben bulunan biri gelir. Allahü teâlâ dînini onunla kuvvetlendirir,
ihya eder."
buyurdu, dedi.
Bir gece yatsı namazını cemâatle kılıp çıkarken, bir ayağı kapının dışında, bir
ayağı daha mescitde iken bir konu üzerinde talebesi Züfer ile sabah ezanına
kadar konuşup, diğer ayağını çıkarmadan sabah namazını kılmak için tekrar
mescide girmiştir.
Allahü teâlâyı inkâr eden bir dehriye
(dinsize) şöyle demiştir: "Sana birisi, ben kasırgalı bir havada, dalgaları çok
şiddetli olan bir deniz üzerinde, içinde kaptanı ve mürettabatı olmayan, fakat
kendiliğinden deniz üzerinde doğru istikamete giden bir gemi gördüm dese, acaba
bu kimsenin söylediği şeye doğru diyebilir misin?" Dehrî: "Hayır, bunu akıl ve
mantık kabul etmez, bu asla mümkün değil! Onu bir sevk eden olması lâzımdır"
deyince, İmâm-ı a'zam, o halde bu muazzam kâinatın ve onda cereyan eden mükemmel
hâdiselerin yaratanı olan Allahü teâlâyı nasıl inkâr edersin? dedi. Dehrî,
birşey söyleyemedi ve düşüp bayıldı.
Seyyid Muhammed Bâkır ile görüştüklerinde,
Muhammed Bâkır, İmâm-ı a'zama:
-
Sen, ceddim Resûlullahın (s.a.v.) dînini kıyasla
değiştiriyormuşsun? deyince, İmâm-ı a'zam:
-
Allah korusun, böyle şey nasıl olur? Lâyık
olduğunuz makama oturunuz benim size hürmetim vardedi. Bunun üzerine, Muhammed
Bâkır oturunca, İmâm-ı a'zam da onun önüne diz çöktü ve aralarındaşu konuşma
geçti. İmâm-ı a'zam şöyle dedi:
"Size üç suâlim var, cevap lütfediniz?"
-
Kadın mı daha zayıftır, erkek mi? diye sordu.O da,
kadın daha zayıf dedi.
-
Kadının mirâsda hissesi kaç?
-
Erkek iki hisse, kadın ise bir hisse alır,
deyince:
- Bu ceddin Resûlullahın (s.a.v.) kavli değil mi? Eğer ben bozmuş
olsaydım, erkeğin hissesini birkadınınkini iki yapardım. Fakat ben kıyas
yapmıyorum, nassla (âyet ve hadîs ile) amel ediyorum.
İkincisi:
-
Namaz mı daha fazîletli, yoksa oruç mu?
-
Namaz daha fazîletli, diye cevap verdi.
-
Eğer ben ceddinin dinini kıyasla değiştirseydim,
kadın hayızdan temizlendikten sonra, namazınıkaza etmesini söylerdim. Orucu kaza
ettirmezdim. Fakat ben kıyasla böyle birşey yapmıyorum.
Üçüncüsü:
-
Bevil mi daha
pis, yoksa meni mi?
-
Bevil daha
pisdir diye cevap verdi.
>-
Eğer ben ceddinin dînini kıyasla değiştirseydim
bevilden sonra gusül, meniden sonra abdest a-lınmasını bildirirdim. Fakat ben
hadîse aykırı rey kullanarak, kıyas yaparak Resûlullahın (s.a.v.)
dîninideğiştirmekden Allahü teâlâya sığınırım. Böyle şeyden beni Allah korusun
dedi. Nass (Kitapdan vesünnetden delil) olan yerde kıyas yapmadığını, delili
bulunmayan mes'eleleri, delili bulunan mes'elelerebenzeterek kıyas yaptığını
söyleyince, Muhammed Bâkır onu kucaklayıp alnından öptü.
Ali bin Ca'de, Ebû Yûsuf'un şöyle dediğini nakleder: Babam öldüğü zaman ben
küçük idim. Annem san'at öğrenmem için beni bir terzinin yanına verdi. Ben
terziyi bırakıp İmâm-ı A'zamın ilim meclisine devam ettim. Uzun bir zaman
geçmişti. Annem hocama gelip, "Bu çocuğun senden başka üstadı yok mudur? Ona
kendim bakıyorum, o bir yetimdir." dedi. Hocam buyurdu ki; "Sen onu kendi hâline
bırak! O, burada tereyağı, fıstık, badem ezmesi yemesini öğreniyor." Bunun
üzerine annem dönüp gitti. Ben ise dâima hocamın yanında bulunur, hizmetinden ve
meclisinden ayrılmazdım. Böylece Allahü teâlâ bana ilimden çok şeyler nasîb
eyledi. Daha sonra bana kadılık vazifesi verdiler. Bir gün Abbasî halifesi Hârûn
Reşîd ile sofrada oturuyordum. Sofraya tereyağı, fıstık ve badem ezmesi
getirdiler. Hârûn Reşîd bana, "Bundan ye, her zaman bize böyle yemek vermezler."
dedi. Ben güldüm. "Niçin gülüyorsun?" dedi. Ben de İmâm-ı a'zamla ilgili olan o
hâdiseyi anlattım. Hârûn Reşîd bunun üzerine, "Gerçekten ilim insanı yükseltir"
deyip, hocama rahmet ile duâ etti ve "Hakîkaten kalb gözü açık olup dâima huzur
içinde idi. İnsanların baş gözü ile göremediklerini o kalb gözü ile görürdü."
dedi.
Vefâtı:
Ömrünün son yıllarında Abbasî devleti içinde karışıklıklar ve ayaklanmalar baş
gösterdi. İmâm-ı a'zam bu karışıklıklara rağmen ders veriyor, talebelerini
yetiştiriyordu. 145 (m. 762) yıllarında vuku bulan hâdiselerden sonra Halife
Mansûr, onu Kûfe'den Bağdâd'a getirterek, kendisinin haklı olarak halife
olduğunu herkese bildirmesini, buna karşılık temyiz reisliğini verdiğini
bildirdi. İmâm-ı a'zam bütün zorlamalara rağmen hükümet ve siyâset işlerine asla
karışmayıp ilim yolunda kalmak istediğinden bu teklifi kabul etmedi. Bunun
üzerine Halife Mansûr, İmâm-ı a'zamı hapsettirip işkence yaptırdı. Bir müddet
sonra çıkardı ise de, tekrar hapse attırdı ve işkenceye devam ettirdi. Hergün
vurulacak sopa adedini arttırdı. Fakat halkın galeyana gelip hücum etmesinden
korktu. Nihayet imâm-ı a'zam zehirlenmek suretiyle, hicrî 150 senesinde (m.
767), yetmiş yaşında iken şehîd edildi. Vefât ettiği yerde Kur'ân-ı kerîmi
yedibin kere hatim etmişti. Vefât ederken secde etti. Vefât haberi duyulduğu her
yerde büyük üzüntü ve gözyaşıyla karşılandı. Cenâzesini Bağdâd kadısı Hasan bin
Ammâre yıkadı. Yıkamayı bitirince şöyle dedi: "Allahü teâlâ sana rahmet eylesin!
Otuz senedir gündüzleri oruç tuttun. Kırk sene gece sırtını yatağa koyup
uyumadın. En fakîhimiz sen idin! İçimizde en çok ibâdet edenimiz sen idin! En
iyi sıfatları kendinde toplayan sen idin!" Cenâzesinin kaldırılacağı sırada
Bağdâd halkı oraya toplanıp o kadar büyük kalabalık olmuştu ki, cenâze namazını
kılanlar ellibin kişiden fazla idi. Gelenler çok kalabalık olduğundan cenâze
namazı ikindiye kadar kılındı. Altı defa cenâze namazı kılındı. Sonuncusunu oğlu
Hammâd kıldırdı. Bağdâd'ta, Hayzeran kabristanının doğusunda defn edildi.
İnsanlar günlerce kabrinin başında toplanıp ona duâ ettiler. Vefâtından dolayı
çok üzüldüler. İmâm-ı Şâfiî'nin hocasının hocası İbni Cerîhe vefât ettiğini
duyunca istirca âyetini (İnnâ lillah...) okuyup, "Ya'nî ilim gitti deseniz ya!"
buyurdu. Büyük âlimlerden Şu'be'ye vefât haberi ulaşınca, o da, "İlim ışığı
söndü, ebediyyen onun gibisini bulamazlar" dedi. Vefâtından sonra çok kimseler
onu rü'yâsında görerek ve kabrini ziyâret ederek, onun şânının yüceliğini dile
getiren şeyler anlatmışlardır. İmâm-ı Şâfiî buyurdu ki, "Ebû Hanîfe ile teberrük
ediyorum. Onun kabrini ziyâret edip faydalara kavuşuyorum. Bir ihtiyâcım olunca
iki rek'ât namaz kılıp, Ebû Hanîfe'nin kabrine gelerek onun yanında Allahü
teâlâya duâ ediyorum ve duâm hemen kabul olup isteklerime kavuşurum."
"Yüz elli senesinde dünyânın zîneti gider."
hadîs-i şerîfinin de, İmâm-ı a'zam için olduğunu
İslâm âlimleri bildirmiştir. Çünkü o târihte İmâm-ı a'zam gibi bir büyük vefât
etmemişti. Mezhebi, İslâm aleminin büyük bir kısmına yayıldı. Selçuklu Sultanı
Melikşah'ın vezirlerinden Ebû Sa'd-i Hârezmî, İ-mâm-ı a'zamın kabri üzerine
mükemmel bir türbe ve çevresinde bir medrese yaptırdı. Daha sonra Osmanlı
padişahları bu türbeyi defalarca tamir ettirdi.
Eserleri:
İmâm-ı a'zamın eserleri çok olup zamanımıza kadar ulaşmış olanları başlıca on
tanedir. Aslında akâid ve fıkıh ilimlerinde rivâyet edilen bütün mes'eleler onun
eseridir. Bunlardan fıkıh bilgileri, Ebû Yûsuf'un rivâyeti ile ve bilhassa
İmâm-ı Muhammed Şeybânî'nin toplayıp yazdığı (Zâhir-ur-rivâye) denilen
kitaplarla nakledilmiştir.
1-
Risâle-i Redd-i Havarîç ve Redd-i Kaderiye:
İmâm-ı a’zamın usûl-i dinde ilk yazdığı eserdir.
2-
El-Fıkh-ul-Ekber:
Akaide dâirdir. Bu eserin bir çok şerhi yapılmış olup başlıcaları şunlardır:
(El-Kavl-ul-fasl), Muhyiddin bin Behâeddin tarafından yapılan şerhidir. Bu kitap
Hakikat Kitabevi tarafındanofset yoluyla basılmıştır.
(Şerh-i Fıkh-ul-ekber), (Şerh-i Fıkh-ul-ekber li-ebil münteha), (Ikd-ul-Cevher
Nazm-ı Nesr-i fıkh-ul-ekber), (Nazm-ı fıkh-ul-ekber), (El-İrşâd), (Şerh-i Fıkh-ul-ekber),
gibi çeşitli şerhleri vardır. Fıkh-ul-ekber'in en eski nüshaları; İmâm-ı
Mâturidî'nin kendi şerhine esas olarak aldığı nüsha, İmâm-ı Eş'arî'nin (El-İbâne)
adlı eserine asıl olarak aldığı ve İmâm-ı a'zamın talebesi Ebû Mûtî'nin ondan
kendi el yazmasıyla rivâyet ettiği nüsha olmak üzere, üç tanedir.
3-
El-Fıkh-ül-Ebsat:
İmâm-ı a'zam bu eserinde isti tâ'at (insan gücü) hayır ve şer, kaza ve
kadermeselelerini açıklamaktadır.
4-
Er-Risâle Osman-ı Bustî'ye:
Bu eserde îmân, küfr, irca ve va'îd mes'elelerini açıklamaktadır.
5-
Kitâb-ül-âlim
vel-Müteallim:
Bu eserde muhtelif mes'eleler hakkında Ehl-i sünnet i'tikâdını bildirmek için
tertiplenmiş soru ve cevapları vardır.
6-
Vasiyyet-
Nûkirrû:
Bu eserde Ehl-i sünnet vel-cemâatin hususiyetleri
anlatılmakta, akâid vefarzların hudutlarını açıklamaktadır. Bu vasiyyetden başka
oğlu Hammâd'a ve talebesi Ebû Yûsuf'a yaptığı vasiyyet olmak üzere onbeş kadar
vasiyetnâmesi vardır.
7-
Kasîde-i Nu'mâniyye
8-
Ma'rifet-ul-Mezâhib
9-
El-Asl
10- El-Müsned-ül-İmâm-ı a'zam M Ebî Hanîfe
İmâm-ı a'zam (r.a.) vefâtına yakın eshâbına şöyle vasıyyet etti:
"Kıymetli dostlarım azîz kardeşlerim! Biliniz ki, Ehl-i sünnet ve'l-cemâat
mezhebi haktır ve oniki haslet üzeredir. (Yani kurtuluş fırkası, hak mezheb olan
Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâatte oniki hususiyet vardır):
Bu oniki hususiyeti kabul edip, bunlara uyanlar bid'atten uzak olur. Bu
hasletlere riâyet ediniz, bunlardan ayrılmayınız ki, Peygamber efendimizin
(s.a.v.) şefâatine nâil olasınız.
1.
İmân, kalb ile tasdîk, dil ile ikrar etmektir.
Kalb ile bilmek, yahut sâdece dil ile ikrar etmek, değildir. Eğer dil ile ikrar,
yalnız başına îmân olsaydı, münafıklarda mü'min olurdu. Sadece bilmek de
îmânolmaz. Çünkü sadece bilmek îmân olsaydı, yahûdiler de, hıristiyanlar da
mü'min olurdu. İmânda çoğalma ve azalma düşünülemez. Ancak îmânın çoğalması,
küfrün azalması ile, küfrün çoğalması îmânınazalması ile olması gerekir. Bir
kimseye bir anda hem mü'min ve hem kâfir nasıl denilebilir. îmânda şüphe caiz
değildir. Nitekim Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde: "İşte
onlar hak mü'minlerdir; işte diğerleri detam kâfirlerdir."
buyuruyor. Peygamber efendimizin (s.a.v.) tevhîd sahibi (ehl-i tevhîd, ehl-i
kıble) ümmeti, günah sebebi ile kâfir değillerdir, îmân, amelden başkadır. Amel
de îmândan cüz değil, ayrıdır.Çünkü amel ba'zı vakitlerde emr olunmuş, ba'zı
vakitlerde ise kuldan istenmemektedir. Hayz ve nifashâlinde olan kadının namaz
kılmaması, oruç tutmaması, fakîrin zekât vermemesi böyledir. Ama îmândan muaf
tutulan ân yoktur. Fakîre îmân lâzım değildir denemez. Hayz ve nifas sahibi,
oruçlarını kazaeder. îmânı kaza ederler denemez. Hayrın ve şerrin takdiri Allahü
teâlâdandır. Eğer şerrin, kötülüğüntakdirini Allahü teâlâdan başkasından
bilirse, müşrik olur.
2.
Ameller üç kısımdır: Farz, Fazîlet, Günah.
Farz, Allahü teâlânın emri, meşiyyeti, muhabbeti, rızâsı, kazası, kaderi,
yaratması, hükmü, ilmi ve Levh-il-mahfûza yazması iledir.
Fazîlet; Allahü teâlânın emri ile de değildir. Lâkin irâdesi, sevgisi, rızâsı,
kazası, kaderi, ilmi ve Levh-il-mahfûza yazması iledir.
Günahlara gelince; Allahü teâlânın emri ile değildir. Sevgisi, rızâsı, teşviki
ile değildir. Lâkin irâdesi, kazası, kaderi ve Levh-il-mahfûza yazması iledir.
Bununla muâhaze olunur. Çünkü kulun fi'li iledir.
3.
Arş üzerinde istiva, yerleşme ve oturma ma'nâsında
değildir. Allahü teâlâ zamandan, mekândanmünezzehdir. Arş mahlûkdur. Önceden yok
idi. Sonradan yaratıldı.
4.
Kur'ân-ı
kerîm, Allahü teâlânın kelâmı, vahyi, tenzili ve sıfatıdır. (Bütün sübût
sıfatları gibi,) kendi değildir, gayri de değildir. Mushaflarda yazılıdır,
dillerde okunur, gönüllerde saklanır. Yalnız bir perde,bir vâsıta ile değil,
mürekkep, kâğıt, yazma işi, harfler, kelimeler ve cümlelerin hepsi, kulların
O'na ihtiyaçları sebebi ile, Kur'ân'ın âletleridir. Allahü teâlânın kelâmı
mahlûk, sonradan olma değildir. Zâti ilekâimdir. Ma'nâsı, bu sayılan şeylerde
anlaşılmaktadır. Kur'ân-ı kerîm mahlûktur diyen kâfir olur.
5.
Bu ümmetin Peygamber efendimizden sonra (s.a.v.)
en üstünleri Hz. Ebû Bekir, sonra Hz. Ö-mer, sonra Hz. Osman, sonra Hz. Ali'dir
(rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmâîn). Ya'nî üstünlükleri hilâfettekisıralarına
göredir. Allahü teâlâ onlar hakkında Vâkı'a sûresi 10 ve 11. âyet-i
kerîmelerinde; "İşte
onlarSâbikûndur, onlar mukarreblerdir"
buyuruyor. O halde içlerinde en esbâkı, en önde ve önce geleni,en üstünüdür.
Onları seven her mü'min muttaki, onlara düşman olan ise, münâfık ve şakîdir.
6.
Kul, bütün fiilleri, yaptıkları ile mahlûktur.
Amelleri, ikrârı, bilmesi de mahlûktur. Fail, işi yapanmahlûk olunca, yaptıkları
elbette mahlûk olur.
7.
Yaratıcı ve rızık verici Allahü teâlâdır. Rûm
sûresi kırkıncı âyetinde; "Sizi yaratan, rızık
veren,sonra sizi öldüren ve dirilten Allahü teâlâdır."
buyuruyor. İlimle kesb helâldir. Helâldan mal, parakazanmak helâl, harâmdan
kazanmak ise harâmdır, insanlar üç kısımdır:
Biri, imânda hâlis mü'minler; biri küfründe inkâr üzere olan kâfirler, üçüncüsü
de, nifakında sabit olan münâfıklardır. Allahü teâlâ, mü'mine amel ve ibâdeti,
kâfire imânı, münâfıka ihlâsı farz etmiştir. Nitekim Bekara sûresi yirmibirinci
âyetinde: "Ey insanlar! Rabbinize ibâdet
ediniz." Başka bir
âyette, "Ey mü'minler!
Tâat ve ibadet ediniz"
ve "Ey kâfirler!
Îmân ediniz, ey münafıklar ihlâs üzere olunuz"
buyuruyor.
8.
Allahü teâlâ
hiçbir şeye muhtaç değildir.
9.
Mest üzerine mesh caizdir. Mukîm için müddeti
yirmidört saat, misafir için üç gün üç gece, ya'nîyetmişiki saattir. Hadîs-i
şerîfte böyle bildirilmiştir. Bunu inkâr edenin kâfir olmasından korkulur.
Çünkübu hadîs-i şerîf mütevâtire yakındır. Yolculukta dört rek'atli farzları iki
rek'at kılmak ve oruç tutmak,Kur'ân-ı kerîm ile sabittir. Nitekim Allahü teâlâ;:
"Seferi olduğunuz
zaman, namazı iki rek'at kılmakla,sizden zorluk kaldırıldı"
ve bir başka âyet-i kerîmede
de, "Sizden biriniz hasta olursanız,
yahut seferde olursanız, bu haldeki oruçlarını sonra tutsun"
buyurur.
10.
Allahü teâlâ
kaleme yazmayı emredince, kalem, yâ Rabbi ne yazayım dedi. "Kıyâmete
kadarolacak her şeyi"
emr-i ilâhisi geldi. Allahü
teâlâ Kamer sûresi elliikinci âyetinde; "Bununla beraber,işledikleri
herşey defterlerindedir."
buyuruyor.
11.
Azâb vardır
ve olacaktır. Olmama ihtimâli yoktur. Münker ve Nekir'in kabirde suâl
sormalarıhaktır. Hadîs-i şerîfler böyle olduğunu bildirmektedir. Cennet ve
Cehennem yok olmazlar. Allahü teâlâCennet için "Mü'minlere
hazırlanmıştır",
Cehennem için de; "Kâfirlere
hazırlanmıştır"
buyuruyor.Allahü teâlâ, Cennet ve Cehennemi mükâfat ve ceza için yarattı, ikisi
de devamlı olup, geçici değillerdir.Mîzân haktır. Allahü teâlâ: "Kıyâmet
gününde amellerin tartılması için terazi kurulur"
buyuruyor.Herkesin amel
defterinin okunması haktır. Âyet-i kerîmede: "Bugün
senin hesabın için, tana kitabını,ya'nî amel defterini okuman kâfidir."
buyuruldu.
12.
Allahü teâlâ
insanları, öldükten sonra, kıyâmette diriltecek. Bir araya toplayacak. O günün(hesab
günü) uzunluğu, dünyâ senesi ile ellibin yıldır. Sevâb, azâb ve hakların
görülmesi içindir. Allahüteâlâ; "Uzunluğu
ellibin sene olan günde"
buyuruyor. Bir âyet-i kerîmede
de: "Allahü
teâlâ kabirlerde olanları diriltir"
buyurmaktadır.
Cennettekilerin Allahü teâlâyı nasıl olduğu bilinmiyen, bir şeye benzetilmeden
ve cihetsiz, ya'nî herhangi bir yönde olmadan görmeleri haktır. Bir âyet-i
kerîmede: "Bütün
yüzler, Rablerine bakınca parlar"
buyurulmuştur.
Muhammed Mustafâ'nın (s.a.v.) şefâati haktır, olacaktır. Cennetlik olan
mü'minlere ve büyük günâhı olanlara şefâat edecektir. Hz. Âişe, Hadîce-i
Kübrâ'dan (r.anha) sonra bütün kadınların üstünü ve mü'minlerin anneleridir.
Cennet ehli Cennette, Cehennemdekiler de Cehennemde sonsuz kalır. Allahü teâlâ
Bekâra sûresi 82. A'raf sûresi 42. Yûnus sûresi 26 ve Hûd sûresi 23. âyetlerinde
mü'minler için "Onlar Cennetliklerdir, orada ebedi kalacaklardır" buyurdu.
İmâm-ı a'zamın (r.a.) vasiyeti budur. Bu i'tikâd üzere olan Ehl-i sünnet ve
Cemâat mezhebindendir denir. Bu i'tikâd üzere ölürse kurtulmuşlar zümresinden
olur.
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretleri buyurdu ki:
"Allah bize, insanların mü'min olanlarını sevmemizi, onlara karşı saygı
beslememizi ve asla kırıcı olmamızı kalblerinde ne sakladıklarını
bilemiyeceğimizi, hareketlerimizi buna göre ayarlamamızı emir etmiştir."
"Allahü
teâlâ, kendisine şükür ismini vermiştir. Çünkü Allahü teâlâ, iyiliği
mükâfatlandırır. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir."
"Kulların birbirlerine karşı işledikleri suçlar, kendileri için bir zulümden
ibarettir."
"İnsan, her şeye şifâ veren tek varlığın Allahü teâlâ olduğuna inanır; bununla
beraber derdine deva olması için ilâç kullanır. Çünkü ilâç bir sebeptir.
Şifâsını verecek olan ise Allahü teâlâdır.
"Mü'min,
Allahü teâlâdan korktuğu kadar hiç bir şeyden korkmaz. Şiddetli bir hastalığa
yakalanır veya feci bir kaza veya belâya uğrarsa, gizli veya aşikâr "Yâ Rabbi,
bana bu belâyı neden verdin?" diye şikâyetçi olmaz. Bilâkis hastalığa, belâya ve
kazaya rağmen Allahü teâlâyı zikir ve şükreder.
"Mü'min,
Allahü teâlânın kendisini devamlı murakabe ettiğini bilir. Kimsenin bulunmadığı
bir yerde veya herkesin yanında olsun, mutlaka Allahü teâlânın onu kontrol
ettiğine inanır. Krallar ve sözde büyük adamlar ise, ne gizli ve ne de aşikâr
bir yerde herhangi bir şahsı murakabe edemezler."
Talebesi Yûsuf bin Hâlid es-Semtî bir vazifeye ta'yin edilip, Basra'ya giderken,
Ebû Hanîfe ona şu tavsiyelerde bulunmuştur "Basra'ya vardığında halk seni
karşılayacak, ziyâret ve tebrik edecek. Herkesin değer ve yerini tanı, ileri
gelenlere ikrâmda bulun, ilim sahiplerine hürmet et, yaşlılara saygı, gençlere
sevgi göster, halka yaklaş, fâsıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk, Sultanı
küçümseme, hiç bir kimseyi hafife alma. İnsanlığında kusur etme, sırrını hiç
kimseye açma, iyice yakınlık peyda etmedikçe kimsenin arkadaşlığına güvenme,
cimri ve alçak insanlarla ahbablık kurma, kötü olduğunu bildiğin hiç bir şeye
ülfet etme!.."
"Seninle başkaları arasında bir toplantı akdedilir veya insanlar mescitde senin
etrafını sarıp aranızda ba'zı mes'eleler görüşülürse, yahut onlar bu
mes'elelerde senin bildiğinin hilafını iddia ederlerse onlara hemen muhalefet
etme. Sana bir şey sorulursa ona herkesin bildiği şekilde cevap ver! Sonra bu
mes'elede şu veya bu şekilde görüş ve delillerin de bulunduğunu söyle. Senin bu
türlü açıklamalarını dinleyen halk, hem senin değerini, hem de başka türlü
düşünenlerin değerini tanımış olur. Sana, bu görüş kimindir? diye sorarlarsa,
fakîhlerin bir kısmınındır, de. Onlar, verdiğin cevâbı benimserler ve onu
sürekli olarak yaparlarsa, senin kadrini daha iyi bilir ve mevkiine daha çok
hürmet ederler..."
"Seni ziyârete gelenlere ilimden bir şey öğret ki, bundan faydalansınlar ve
herkes öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umûmi şeyleri öğret, ince
mes'eleleri açma. Onlara güven ver, ba'zan onlarla şakalaş ve ahbablık kur. Zîrâ
dostluk, ilme devamı sağlar. Ba'zan da onlara yemek ikrâm et. İhtiyaçlarını
temine çalış, değer ve itibarlarını iyi tanı, kusurlarını görme. Halka yumuşak
muamele et, müsamaha göster, hiç bir kimseye karşı bıkkınlık gösterme; onlardan
biri imişsin gibi davran."
"Din ilminde konuşan kimse, Allahü teâlânın kendisine: "Benim dînimde sen nasıl
fetva verdin, nasıl söz söyledin?" suâlini sormayacağını zannediyorsa, kendisine
ve dînine gevşeklik etmiş olur."
"Bir kimse fıkıh bilmez, fıkhın kıymetini ve fıkıh âlimlerinin değerini
bilmezse, böyle âlimlerle oturmak kendisine ağır gelir."
"Mâsiyeti,
günahları zillet; günahı terk etmeği mürüvvet gördüm ve bildim."
"Bir kimsenin ilmi, kendisini Allahü teâlânın yasaklarından menetmiyorsa, o
kimse büyük tehlikededir."
"Şaşarım şu kimselere ki, zanla konuşurlar ve onunla amel ederler!"
"Dînin alış-veriş kısmını bilmiyen, harâm lokmadan kurtulamaz ve ibâdetlerin
sevabını bulamaz. Zahmetleri boşa gider ve azâba yakalanır ve çok pişman olur."
KAYNAKLAR
1)
Hayrât-ül-hisân
2)
Menâkıb-ı
İmâm-ı a'zam (Kerderî)
3)
Tebyîd-üs-Sahife
4)
Tenvîr-üp-Sahife
5)
Ukud-ül-ceman
fî menâkıb-in-Nu'mân
6)
Menâkıb-ı
İmâm-ı a'zam (Muvaffak bin Ahmed Mekkî)
7)
El-İntika sh-122
8)
Müsned-i Ebî
Hanîfe
9)
Et-Terhib binakd'it-te'ntb (Zâhid-ül-Kevserî)
10) Ahbâru Ebî
Hanîfe ve Ashabihi (Saymerî)
11) Menâkıb-i
İmâm-ı a'zam ve Sahibeyhi (Zehebî)
12) Menâkıb-ı Ebî
Hanîfe (Eb-ul-Leys ez-Zeylî)
13) Kalâidu Ukud-il-ahyâr
fî Menâkıb-ı Ebî Hanîfet-in-Nu'mân (Abdulâlim el-Kurbetî)
14) El-Kavl-üş-Şerîf (Abdulganî Nablusî)
15) Tuhfet-üs-Sultan fîMenâkıtb-i İmâm-ı a'zam Ebû
Hanîfet-un-Nu'man (Farsça, Yûsuf bin Muhammed binŞihâb)
16) Tarîh-iBağdâdcild-13, sh-323, 454
17) Vefeyât-ül-a'yân cild-5, sh-405
18) Tehzîb-ül-esmâ vel-luga cild-2, sh-216, 223
19) Tabakât-ül-fukahâ (Şirazî) sh-67, 68
20) Keşf-üz-zünûn sh-842, 1287, 1437, 1680, 2016
21) Hediyet-ül-ârifîn cild-2, sh-496
22) Mir'ât-ul-cinân (İmâm-ı Yafiî) cild-1, sh-309
23) En-Nücûm-üz-zâhire cild-2, sh-12
24) El-Cevahir-ul-mudiyye sh-26
25) Ravdat-ül-Cennât cild-4, sh-224
26) Miftah-üs-seade cild-2, sh-63
27) El-Vafî (Safdî) cild-27, sh-61
28) El-Kevakib-üd-dürriye cild-1, sh-175
29) Tezkiret-ül-evliyâ sh-129
30) Redd-i Vehhâbîsh-16
31) Mîzân-ül-Kübrâ cild-1, sh-52
32) Esedd-ül-Cihâd sh-3
33) Kâmûs-ul-a'lâm cild-1, sh-711
34) İbn-iÂbidîn cild-1, sh-48, 49, 50, 53
36) Mebde ve Me'âd (İmâm-ı Rabbânî) sh-48, 49
36)
Mektûbât (İmâm-ı Rabbânî) cild-1, sh-29 ve 266.
mektub
37)
Brockelmann GI: 169, 171, S.I. 284, 287
38)
Riyâddünnâsıhîn sh-60
39)
Hidâyet-ül-muvaffakîn sh-62
40)
Mu'cem-ul-müellifîn cild-3, sh-105
41)
Tam İlmihâl Se'âdet-i Ebediyye sh-386, 998
42)
Fâideli Bilgiler sh-42, 156
43)
Eshâb-ı Kirâm sh-213
44)
Rehber Ansiklopedisi cild-8, sh-127-13
|