İslâm âleminde Eshâb-ı kirâmdan sonra yetişen büyük âlimlerin en başta
gelenlerinden. Ehl-i sünnetin reisidir. Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezheb
imamlarından birincisi ve Hanefî mezhebinin imamıdır. İsmi, Nu'mân bin Sâbit bin
Zûta el-Kûfî”dir. 80 (m. 699) senesinde Kûfe'de doğdu. 150 (m.
767)'de yetmiş yaşında iken Bağdât'da şehîd edildi. Lakabı İmâm-ı a'zam, Künyesi
Ebû Hanîfe'dir. "Ebû" baba demektir. "Hanîf" doğru inanan, İslâmiyete sarılan
kimse demektir. Ebû Hanîfe hakiki müslümanların babası, ya'nî imâmı demektir.
İmâm-ı a'zamın Hanîfe isminde bir kızı yoktu. Babasının adı, Sâbit'dir.
Acemistan'ın (İran'ın) ileri gelenlerinden bir zâtın soyundan olup,
Fârisoğullarındandır. Dedesi Zûta, İslâm dinini kabul etmiş ve Hz. Ali'ye
ikrâmda bulunmuştur. İlim sahibi, sâlih ve kıymetli bir zât olan babası Sâbit,
Hz. Ali ile görüşmüş, kendisi ve zürriyeti için duâsını almıştır.
İmâm-ı a'zam, Kûfe'de doğup büyüdü ve orada yetişti. Ailesinden çok üstün bir
terbiye ve din bilgisi aldı. Küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi ve Arapçanın
o zaman tasnif edilmekte olan sarf, nahiv, şiir ve edebiyatını öğrendi.
Gençliğinin ilk yıllarında, Eshâb-ı kirâm'dan 93 (m. 711) senesinde vefât e-den
Enes bin Mâlik'i, 87 (m. 705) senesinde vefât eden Abdullah bin Ebî Evfâ'yı, 85
(m. 703)'de vefât eden Vasile bin Eska'ı, 88 (m. 706)'de vefât eden Sehl bin
Sâide'yi ve" 100 (m. 718)'de en son Mekke'de vefât eden Ebu't-Tufeyl Âmir bin
Vâsile'yi görmüştür. Bunlardan hadîs dinlemiştir. O zaman Kûfe, Irak'ın büyük
şehirlerinden ve bir çok sahâbînin yaşamış olduğu önemli ilim merkezlerinden
idi. Eski medeniyetlerin yatağı olan Irak'da değişik dinlere ve sapık
i'tikâdlara mensûb çeşitli kavimler yaşıyordu. Ayrıca i'tikâdı bozuk olan şia ve
mutezile burada ortaya çıkmış, çölde hariciler türemişti. Diğer taraftan Eshâb-ı
kirâmla görüşüp onlardan Ehl-i sünnet i'tikâdını ve din bilgilerini öğrenip,
nakleden Tâbiînin büyükleri de orada bulunuyordu. Diğer taraftan hükümet
güçlerini ele geçirmek isteyen fırkalar arasında da çetin bir mücâdele sürüp
gidiyordu. İmâm-ı a'zam böyle bir muhitte, ilk gençlik yıllarında babası gibi
önce ticâretle meşgul olmaya başladı. Bir taraftan da sık sık âlimlerin
meclisine gidip onları dinliyordu. Bu âlimler kargaşalıkları ve fitneleri
ortadan kaldırmak için Ehl-i sünnet i'tikâdını yayıyorlar ve sapık fırkalarla
mücâdele edip onların bozuk fikirlerini çürütüyorlardı. Kûfe genellikle bu tip
münazaralara sahne oluyor, hattâ bu münazaralar meclislerden çarşıya pazara
taşıyordu. Henüz çok genç yaşta olan İmâm-ı a'zam da, ailesinden ve gittiği ilim
meclislerinden aldığı din bilgileriyle ba'zan münazaralara katılıyordu. O'nun
üstün kabiliyeti, keskin zekâsı, derin anlayışı ve çabuk kavrayışlılığı yüzünden
okunuyordu. Daha ilim tahsiline başlamadığı halde sapık fırkalara mensûb
olanlarla yaptığı münâzaralardaki ikna kabiliyeti
ve üstün başarıları, zamanın büyük âlimlerinin
dikkatini çekmişti. Onun bir cevher olduğunu anlayan âlimler, onu ilim öğrenmeğe
teşvik ettiler. O da bu tavsiyelere uyarak ilim öğrenmeye başladı.
TAHSİLİ
İmâm-ı a'zam (r.a.) ilim tahsiline başlamasını şöyle anlatmıştır:
"Bir gün zamanın âlimlerinden Ebû Amr Âmir bin Şerâhil-Şa'bî'nin yanından
geçiyordum, beni çağırdı ve bana: "Nereye devam ediyorsun?" dedi. Ben de:
"Çarşıya, pazara" dedim. "Maksadım o değil, ulemâdan (âlimlerden) kimin dersine
devam ediyorsun?" dedi. "Hiçbirinin dersinde devamlı bulunamıyorum." dedim,
"İlim ile uğraşmayı ve âlimler ile görüşmeyi sakın ihmâl etme! Ben senin zekî,
akıllı ve kabiliyetli bir genç olduğunu görüyorum" dedi. O'nun bu sözü bende iyi
bir te'sîr bıraktı. Çarşıyı, pazarı bırakıp, ilim yolunu tuttum. Allahü teâlânın
yardımı ile Şa'bî'nin sözününün bana çok faydası oldu."
İmâm-ı Şa'bî'nin tavsiyesinden sonra ilme sarılıp, ders halkalarına devam etmeğe
başladı. İmâm-ı a'zam önce kelâm ilmini (imân ve i'tikâdı) ve münazara
bilgilerini Ebû Amr Âmir Şa'bî'den öğrendi. Kısa zamanda bu ilimlerde parmakla
gösterilecek bir dereceye ulaştı. İmâm-ı a'zamın talebesi Züfer bin Hüzeyl şöyle
demiştir: "Hocam Ebû Hanîfe der ki; önce kelâm ilmini öğrendim. Bu ilimde
parmakla gösterilir bir dereceye ulaştım... Daha sonra Hammâd bin Ebî
Süleymân'ın ders halkasına katılarak fıkh ilmine başladım..." Fıkıh ilmine nasıl
başladığını talebesi Ebû Yusuf ve diğer talebelerinin bir sorusu üzerine şöyle
anlatmıştır: "Bu Allahü teâlânın tevfîk ve inayeti iledir. O'na dâima hamd
olsun. Ben ilim öğrenmeye başladığım zaman bütün ilimleri göz önüne aldım. Her
birini kısım kısım okudum. Neticesini ve faydalarını düşündüm... Sonra fıkıh
ilmine baktım. Onda âlimler ile, fakîhler ile bir arada bulunmak, onlar gibi
ahlâklı olmak var. Aynı zamanda farzları işlemek, dinin icaplarını yerine
getirmek, ibâdet etmek de fıkıhı bilmekledir. Dünyâ ve âhıret onunla kaim...
İbâdet etmek isteyen onsuz yapamaz. Fıkıh, ilimle a-meldir." İmâm-ı a'zam, fıkıh
ilmini Hammâd bin Ebî Süleymân'dan öğrendi. Onun derslerini takip ederken
huzurunda gayet edebli oturur, söylediği her şeyi ezberlerdi. Hocası
talebelerini müzâkere yoluyla yoklama yapınca, onun dersleri ezberlediğini
görürdü ve benim yanımda ders halkasının başına Nu'mân'dan başka kimse
oturmayacak buyururdu.
İmâm-ı a'zam, kelâm, münazara ve diğer ilimleri öğrenip fıkıh ilmini tahsile
başladıktan sonra, i'tikâdî mes'elelerde insanları doğru yoldan ayırmakta olan
sapık fırkalarla mücâdele etmiştir. Hattâ, bu maksatla Hint, İran ve Arap
yarımadasının ticâret yollarının birleştiği Basra'ya da defalarca gidip, dehrî
denilen inkârcılarla, Şia, Kaderiye ve diğer fırkalarla uzun münazaralar yaparak
Ehl-i sünnet i'tikâdını yaymıştır.
İmâm-ı a'zamın hocası Hammâd bin Ebî Süleymân fıkıh ilmini İbrâhîm Nehaî'den, bu
da Alkama bin Kays'dan, Alkama bin Kays da Abdullah bin Mes'ûd'dan, bu da
Peygamberimizden (s.a.v.) öğrenmiştir. Hammâd bin Ebî Süleymân'ın derslerine
yirmisekiz yıl devam edip emsalsiz bir dereceye ulaştı, daha ders aldığı sırada
fıkıhda tanınıp meşhûr oldu. Bu hususta şöyle demiştir: "Ben ilim ve fıkıh
ocağında yetiştim. İlim erbâbıyla beraber bulundum. Fıkıhda en değerli bir
hocaya devam ettim." Hocası Hammâd'ın dersine devam ettiği sırada sık sık
Hicaz'a gidip Mekke ve Medine'de çoğu Tâbiînden olan âlimler ile görüşür,
onlardan hadîs rivâyeti dinler ve fıkıh müzâkereleri yapardı. İmâm-ı a'zam'ın
hocalarından en meşhûru, fıkıh ilminde hocası olan Hammâd bin Ebî Süleymân'dır.
Kûfe'de ders aldığı diğer meşhûr hocalarından ba'zıları şu zâtlardır.
1.
Âmir bin Şerâhil eş-Şa'bî; zamanının meşhûr hadîs
ve tefsîr âlimi.
2.
Süleymân bin Mihran el-A'meş; başta kırâat ilmi
olmak üzere, tefsîr, hadîs, fıkıh ilimlerindemeşhûr âlim.
3.
Ebû İshâk es-Sebîî,
hadîs ilminde zamanının en meşhûr hadîs âlimi idi. Hadîs ilminde hâfız"yüzbin
hadîs-i şerîfi senetleri ile bilen" derecesinde âlim idi.
4.
Hâkim bin Uteybe, hadîs ilminde hâfız derecesinde
âlim olup, Kûfe muhaddisi lakabıyla meşhûrdur. Ayrıca fıkıh ilminde de meşhûr
âlimdir.
5.
Seleme bin Kühey el-Hadramî, Kûfe'nin meşhûr hadîs
âlimlerinden.
6.
Mansûr bin Mu'temir et-Teymî, Kûfe'de hadîs
ilminde hâfız derecesinde âlim idi.
İmâm-ı a'zam Kûfe'den başka diğer ba'zı şehirlerde de bulunmuştur. Ba'zan bir
sene' süren bu seyahatlerinde Mekke, Medîne, Basra gibi meşhûr ilim
merkezlerinde bulunan zamanın meşhûr âlimlerinden de ilim öğrenmiştir. Bilhassa
hac için Mekke'ye gittiğinde oradaki meşhûr âlimlerden ilim öğrenmiştir. Ellibeş
defa hac yapmıştır. Kûfe dışındaki diğer şehirlerde ilim öğrendiği hocalarından
ba'zıları da şu zâtlardır.
1.
Ata bin Ebî Rebâh, Tâbiînin büyüklerinden olup,
meşhûr fıkıh âlimidir. Eshâb-ı kirâmdan yüz zâtı görmüştü. Mekke'de bulunuyordu.
İmâm-ı a'zamın (r.a.) en başta gelen hocalarındandır. İmâm-ıa'zam bu hocası için
şöyle demiştir: "Ata bin Ebî Rebâh, karşılaşıp görüştüğüm kimselerin en
fazîletlile-rindendir." (Bkz. Ata bin Ebî Rebâh)
2.
Amr bin Dinar
el-Cumhî, hadîs ve fıkıh ilminde zamanının meşhûr âlimi.
3.
İkrime Mevlâ
İbn-i Abbâs, "Hıbr-ül-umme" Ümmetin âlimi lakabıyla meşhûr olup, Abdullah İbn-iAbbâs'ın
azatlı kölesidir. Ondan ilim öğrenmiştir. Tefsîr ilminde pek meşhûr âlimdir.
Ayrıca hadîs ve fıkıhilminde de âlim idi.
4.
Ebû Zübeyr
Muhammed, İmâm-ı a'zamın hadîs-i şerîf öğrendiği bir zât olup, Eshâb-ı
kirâmdançoğu ile görüşmüş onlardan hadîs-i şerîf dinleyip, rivâyet etmiştir.
Hadîs ilminde hâfız derecesinde idi.
5.
Nâfi' Mevlâ
İbn-i Ömer; Hz. Ömer'in oğlu Abdullah'dan (r.a.) ilim öğrenmiş olup, Mısır'da
meşhûr hadîs âlimi idi.
6.
İbn-Şihâb ez-Zührî
Muhammed bin Müslim; Eshâb-ı kirâmın gençlerinden ve Tâbiînin büyüklerinden
hadîs-i şerîf dinleyip, rivâyet etmiştir. Hicaz ve Şam'da meşhûr hadîs âlimi
idi. Hadîs ilminde hâfızidi. Hadîs-i şerîfleri ilk tedvin eden bu zâttır.
7.
Kâsım bin Muhammed bin Ebî Bekr; Hz. Ebû Bekir'in
torunudur. Hz. Âişenin yanında büyüdü.Fıkıh ve hadîs ilminde Medine'nin en
meşhûr âlimlerinden idi. Ebuz-Zinad onun için "Fıkıh ve hadîs ilminde ondan daha
âlim birini görmedim" demiştir. (Bkz. Kâsım bin Muhammed)
8.
Hişam bin
Urve ve Yahyâ bin Saîd el-Ensârî Medine'nin meşhûr âlimlerindendirler.
9.
Eyyûb bin
Keysan es-Sahtiyânî, Basra'da bulunan en meşhûr hadîs âlimlerinden idi.
10.
Katâde bin
Diame, Tâbiînin meşhûrlarından olup, hadîs ilminde hâfız idi. Basra'da
yaşamıştır.
11.
Bekir bin Abdullah Müzenî, Basra'nın meşhûr
âlimlerindendi.
İmâm-ı a'zam (r.a.) ayrıca Ehl-i beytden, Zeyd bin Ali'den, Muhammed Bâkır'dan
ilim öğrendi. Muhammed Bâkır ona bakıp, (Ceddimin şeriatini bozanlar çoğaldığı
zaman sen onu canlandıracaksın, sen korkanların kurtarıcısı, şaşıranların
sığınağı olacaksın. Şaşıranları doğru yola çevireceksin. Allahü teâlâ yardımcın
olacak!) buyurmuştur.
Tasavvuf ilmini de Silsile-i âliyye denilen evliyânın büyüklerinden olan Ca'fer-i
Sâdık'dan öğrendi. Onunla sohbet edip feyiz alarak tasavvufda yüksek makama
kavuştu. Eshâb-ı kirâmdan İbni Abbâs'ın ilmini Mekke fakîhi Ata bin Ebî
Rebâh'dan ve İkrime'den, Hz. Ömer ve onun oğlu Abdullah'dan nakledilen ilimleri
Abdullah bin Ömer'in azatlısı Nâfî'den öğrendi. Böylece, Eshâb-ı kirâmdan İbni
Mes'ûd ve Hz. Ali'den nakledilen ilimleri de buluşup görüştüğü Tâbiînden
öğrendi, ilimde hiç kimseye nasîb olmayan yüksek bir dereceye ulaştı.
İmâm-ı a'zam bir gün Halife Mansûr'un yanına girdi, orada bulunan Îsâ bin Mûsâ,
Mansûr'a "Bugün dünyânın en büyük âlimi bu zattır" dedi. Halife Mansûr, "Ey
Nu'mân, bu ilmi kimden aldın?" diye sorunca, O da şu cevâbı verdi: "Hz. Ömer'den
ilim alanlar vasıtasıyla Hz. Ömer'den, Hz. Ali'den ilim alanlar vasıtasıyla Hz.
Ali'den, Abdullah bin Mes'ûd'dan ilim alanlar vasıtasıyla da Abdullah bin
Mes'ûd'dan aldım." Bunun üzerine Halife Mansûr, "Sen işini gayet sağlam
tutmuşsun, ilmi asıl menbâından almışsın" dedi. İmâm-ı a'zam başta Eshâb-ı
kirâmın büyüklerinin ilim silsilesinden olmak üzere, dörtbin kişiden ilim
öğrenip, bütün ilimlerde ve üstünlüklerde en yüksek dereceye ulaşmıştır. Şöhreti
her yere yayılıp, zamanında bulunan ve sonra gelen bütün müctehidler, âlimler,
üstün kimseler hattâ hıristiyanlar bile onu hep medh etmiş, övmüştür.
İmâm-ı a'zamın hocası Hammâd bin Süleymân vefât edince, hocasının talebeleri,
arkadaşları ve halkın ileri gelenleri, onun yerini dolduracak âlimin, ancak
İmâm-ı a'zamın olduğunu görerek, ısrarla hocasının yerine geçmesini istediler,
"İlmin ölmesini istemem" buyurup, ilim kürsüsüne oturdu. Hocası Hammâd bin Ebî
Süleymân'ın yerine müftî oldu ve talebe yetişdirmeğe başladı.
Dersleri ve Talebeleri:
İmâm-ı a'zam, hocası Hammâd'ın yerine geçince, ilmi, vakarı, üstün tevazuu,
takvası, tatlı sözleri ve güler yüzüyle herkes tarafından sevilen ve dînî
mes'elelerde insanların bütün müşküllerini çözen yegâne müracaat kaynağı oldu.
Irak, Horasan, Harezm, Türkistan, Tuharistan, İran, Hind, Yemen ve Arabistan'ın
her tarafından gruplar hâlinde gelen talebeler, fetva isteyenler ve
dinleyicilerle etrafı dolup taşıyordu.
İmâm-ı a'zamın meclisinde halk tarafından sorulan suâllerin cevaplandırılması ve
talebeler için verilen muntazam dersler olmak üzere iki türlü müzâkere
yapılırdı. Her gün sabah namazını câmide kılıp öğleye kadar sorulan suâlleri
cevaplandırır, fetva verirdi. Öğleden önce kaylûle (bir miktar uyuma) yapıp,
öğle namazından sonra yatsıya kadar talebelere ders verirdi. Yatsıdan sonra
evine gidip biraz dinlenir,
sonra tekrar câmiye gelip sabaha kadar ibâdet
ederdi. Sorulan suâllere cevap vermeden önce, mes'ele açık olarak müzâkere
edilir, talebeleri suâli cevaplandırmaya çalışırdı. Mes'elenin müzâkeresi
bittikten sonra, kendisi yeniden ele alıp gerekli düzeltmeleri yapar ve konuyu
iyice izah ve tasvir ettikten sonra cevaplandırırdı. Cevapları verildikten sonra
da fetvayı bizzat söylemek suretiyle ve anlaşılır ifâdelerle talebelerine
yazdırırdı. Bu yazılar daha sonra fıkıh kaideleri hâline gelmiştir. Dînî bir
mes'ele cevaplandırılıp halledilince şükür için tekbir getirirlerdi. Bu esnada
Kûfe mescidi tekbir sadalarıyla çınlardı.
Talebelerine verdiği muntazam dersleri ise çok mükemmel bir usûl ile yürütürdü.
Bir taraftan fıkhın eski hâdiselere ait bilinen hükümleri takrir edilir
(anlatılır) ve müzâkere yapılır, diğer taraftan yeni hâdiselere ait hükümler
bulunurdu. Geçmiş ve yaşamakta olan hâdiselerin hükümleri takrir edilirken,
bunlara benzeyen veya aynı cinsten olup da gelecekte vuku bulabilecek hâdiselere
ait hükümler de araştırılıp bulunurdu. Dolayısıyla İmâm-ı a'zamın derslerinde
geçmiş ve yaşanmakta olan hâlin mes'elelerinden başka, geleceğe ait mes'elelere
geçilmiş ve fıkhın küllî (genel) kaideleri tesbit edilmiştir. İmâm-ı a'zamın
ders halkasında çözülen fiilî ve nazari fıkıh mes'eleleri yarım milyona
ulaşmıştır. Bunların içinde, fıkıh ilminin anlaşılmasına yarayan sarf, nahiv ve
hesaba (fen ilimlerine) ait öyle ince mes'eleler de vardır ki, onların meydana
çıkarılması ve çözülmesinde Arap dilinin ve cebir ilminin mütehassısları dahi
âciz kalmışlar, hayranlıklarını ifâde etmişlerdir. Çözülen fıkhî mes'eleler
cinslerine göre kısımlara (kitaplara), kısımlar da nevilerine göre bab ve
fasıllara ayrılmıştır. Başta taharet bahsiyle ibâdetler, münâkehât, muamelât,
hudûd (had cezaları), ukûbât, sulh, cihad ve devletler hukuku, ferâiz, ya'nî
miras hukuku olmak üzere sıralanarak fıkıh düzenlenmiştir. Böylece İmâm-ı a'zam,
fıkıh ilmini ilk defa kollara ayırıp her branşın bilgilerini ayrı ayrı toplamış,
usûller bulmuş, (ferâiz) ve (Şurût) kitaplarını yazmıştır. Ayrıca Eshâb-ı
kirâmın Peygamberimizden (s.a.v.) naklen bildirdiği îmân, i'tikâd bilgilerini de
toplayıp yüzlerce talebesine bildirdi. İlm-i kelâm, ya'nî îmân bilgileri
mütehassısları yetiştirdi. İmâm-ı Mâturidî ondan gelen kelâm bilgilerini
kitaplara yazdı. Yetiştirdiği talebelerin sayısı dörtbine ulaşmış olup,
bunlardan yediyüz otuzu ilimde iyice yükselmiş, içlerinden kırk kadarı ictihâd
derecesine çıkmıştır. Ba'zı müellifler onun derslerinde yetişen talebelerinin
isim ve künyelerini, mensûb oldukları şehirlerini tespit edip, yazmışlardır.
İmâm-ı a'zam ticâretle de uğraşırdı. Talebelerinin ihtiyaçlarını kendi
kazancından karşılardı. Talebelerine son derece şefkatli davranır, onların
ilimde iyi yetişmeleri için büyük titizlik gösterirdi. Talebelerini o kadar
mükemmel yetiştirmişti ki, başkalarının uzun zamanda buldukları hükümleri onlar
kısa zamanda bulurdu. Bir defasında O'nun ders usûlünü ve talebelerini görmek
için bir ilim heyeti Kûfe'ye gelmişti. Aralarında Tâbiînin büyüklerinin de
bulunduğu bu heyet, onların bu üstünlüğünü, başarısını görerek büyük bir
memnuniyetle ayrılmıştır. İmâm-ı a'zam talebelerine, "Sizler benim kalbimin
sevinci, hüznümün tesellisisiniz" buyururdu.
Yaşadığı devir:
İmâm-ı a'zamın (r.a.) yaşadığı devir, Emevîler ve Abbasîler zamanına isabet
etmektedir. Ömrünün elliiki yılını Emevîler, on sekiz yılını da Abbasîler
devrinde geçirdi. Emevî devletinin son bulup, Abbasî devletinin kuruluşuna ve bu
arada vuku bulan çeşitli hâdiselere şahit oldu. Bütün hâdiseler içerisinde
İmâm-ı a'zam, bir taraftan dîni öğrendi ve öğretti. Diğer taraftan da, Ehl-i
sünnet i'tikâdında olan insanları, îmândan ayırmaya çalışan ve kendilerine
dehriyyûn denilen dinsizlerle ve sapık fırkalarla mücâdele etti. Bunların
başında Şia, Haricîler, Mürcie, Mûtezile, Cebriyye gibi fırkalar gelmekte idi.
Bu fırkaların her biri ile yaptığı münazaralarda onları kesin delillerle
susturuyordu. Hattâ ders verdiği sırada bile, ellerinde kılıçlarıyla yanına
girip münazara edenler, aldıkları ikna edici cevaplar karşısında, ya doğru yola
giriyorlar veya verecek cevap bulamayınca perişan bir halde çekip gidiyorlardı.
Emevîlerin son zamanlarında Emevî valisi,
İmâm-ı a'zama devlet idaresinde bir vazife vermek isteyerek bu hususda
zorlamıştır. Fakat İmâm-ı a'zam bir takım sebeplerden dolayı bu vazifeyi asla
kabul edemiyeceğini bildirmiştir. Bunun üzerine hapsedilerek işkence yapıldı.
Daha sonra serbest bırakılınca, hicri 130 (m. 747) yılında Mekke'ye gidip orada
altı yıl kadar kaldı. Mekke'de de talebelere ders ve fetva vererek ilmî
mütâlâalar yaptı. Abbâsîlerin bir devlet hâline gelip kuvvetlenmesinden sonra
Kûfe'ye döndü. Buradaki derslerine ömrünün son yıllarına kadar devam etti. Otuz
yıllık müddet içinde verdiği derslerinde yetişen talebelerinin her biri o zaman
çok genişlemiş olan İslâm dünyâsının her tarafına yayıldılar. Müftîlik,
müderrislik, kadılık gibi çeşitli vazifelerle büyük hizmetler yaptılar. Böylece
Peygamberimizin (s.a.v.) bildirdiği yol olan Ehl-i sünnet i'tikâdını ve fıkıh
ilmini her tarafa yaydılar ve bu hususda kıymetli kitaplar yazdılar. İnsanlara
doğru yolu gösterip se'âdete kavuşturdular. Bu hizmeti kendilerinden sonraki
asırlara da aksettirdiler.
Başta gelen talebeleri; İmâm-ı Ebû Yûsuf ismiyle meşhûr, Ya'kub bin İbrâhîm,
Muhammed Şeybânî, Züfer bin Huzeyl, Hasen bin Ziyad, oğlu Hammâd, Abdullah bin
Mübârek, Veki' bin Cerrâh, Ebû Amr Hafs bin Gıyas, Yahyâ bin Zekeriyya, Dâvûd-i
Tâî, Esad bin Amr, Afiyet bin Yezîd el-Advî, Kâsım bin Ma'an, Ali bin Mushir,
Müneddel bin Ali, Hibban bin Ali gibi yüzlerce âlimlerdir.
İlimdeki üstünlüğü:
İmâm-ı a'zam (r.a.) ulûmu âliyye denilen yüksek din ilimlerinde en üstün
derecede âlim idi. Kelâm ilminde ve i'tikâd bilgilerinde Ehl-i sünnetin
reisidir.
Fıkıh ilmindeki çok geniş bilgisini ve kıyasdaki harikulade kuvvetini ve
akıllara hayret veren üstünlüğünü bildiren kitaplar sayılamayacak kadar çoktur.
Tefsîr ilminde, müfessirlerin başı, üstadı, derecesinde idi. Âyet-i kerîmelerde
bildirilen hükümleri ve derin incelikleri anlamak ve anlatmak hususunda
müctehidlerin en başta gelenidir. Bu bakımdan tefsîr ilminde yüksek derecededir.
Kur'ân-ı kerîmde i'tikâda, ibâdetlere, muamelata ve diğer hususlara ait binlerce
meseleyi anlamakta en başta gelen müfessirînden biri de İmâm-ı a'zam (r.a.)'dır.
Hadîs ilminde ise büyük bir muhaddis ve derin ilim sahibi idi. (Bahr-ür-râık)
kitabının sahibi olan İbnü Nüceym-i Mısrî, (Eşbâh) kitabında diyor ki, "İmâm-ı
Şâfi'î, fıkh ilminde mütehassıs olmak isteyen, Ebû Hanîfe'nin kitâblarını okusun
buyurdu." Abdullah İbni Mübârek diyor ki, "Fıkh ilminde Ebû Hanîfe gibi
mütehassıs görmedim." Büyük âlim Mis'ar, Ebû Hanîfe'nin karşısında diz çökerek,
bilmediklerini sorar öğrenirdi. "Bin âlimden ders aldım. Fakat, Ebû Hanîfe'yi
görmeseydim, Yunan felsefesinin bataklığına kayacaktım" demiştir. Ebû Yûsuf
buyuruyor ki, "Hadîs ilminde Ebû Hanîfe gibi derin bilgi sahibi olan kimseyi
görmedim. Hadîs-i şerîfleri açıklamakta onun gibi bir âlim yoktur." Büyük âlim
ve müctehid Süfyân-ı Sevrî buyuruyor ki, "Bizler, Ebû Hanîfe'nin yanında, doğan
kuşu yanındaki serçeler gibi idik. Ebû Hanîfe, âlimlerin önderidir." Âli bin
Âsım diyor ki, "Ebû Hanîfe'nin ilmi, zamanındaki âlimlerin ilmleri toplamı ile
ölçülse, Ebû Hanîfe'nin ilmi fazla gelir." Yezîd bin Hârûn diyor ki, "Bin
âlimden ders aldım. Bunların arasında Ebû Hanîfe gibi vera' sahibi olanını ve
aklı, O'nun aklı kadar çok olanım görmedim." Şam âlimlerinden Muhammed bin Yûsuf
Şâfi'î, "Ukûd-ül-cemân fi-menâkıb-in-Nu'mân" ismindeki kitabında, İmâm-ı a'zam
Ebû Hanîfe'yi çok övmekte, Onun üstünlüğünü uzun anlatmakta ve Ebû Hanîfe,
müctehidlerin reisidir demektedir. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe buyurdu ki, "Resûlullahın
hadîs-i şerîfleri başımızın tacı ve gözümüzün nurudur. Eshâb-ı kirâmın sözlerini
arar, seçer ve onlara uyarız. Tâbiînin sözleri ise, bizim sözlerimiz gibidir."
(Seyf-ül-mukallidîn
âlâ a'nâk-il-münkirîn) kitabında mevlâna Muhammed Abdülcelîl, fârisî olarak
buyuruyor ki, "Mezhebsizler (Ebû Hanîfe'nin hadîs bilgisi zayıf idi) diyor. Bu
sözleri câhil olduklarını veya hased ettiklerini göstermektedir." İmâm-ı Zehebî
ve İbni Hacer-i Mekkî buyuruyorlar ki; "İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hadîs âlimi idi.
Dörtbin âlimden hadîs aldı. Bunlardan üç yüzü Tâbiînin hadîs âlimi idi." İ-mâm-ı
Şa'rânî, (Mîzân)'ının birinci cildinde diyor ki, "İmâm-ı a'zamın müsnedlerinden
üçünü inceledim. Hepsi, Tâbiînin meşhûr âlimlerinden rivâyet edilmiştir."
Mezhebsizlerin, müctehid imamlara ve hele bunların en önde olanı İmâm-ül-müslimîn
Ebû Hanîfe'ye olan hasedleri, kalblerini kör ve vicdânlarını yok etmiş olacak
ki, bu İslâm âlimlerinin güzelliklerini, üstünlüklerini inkâr ediyorlar.
Kendilerinde bulunmayan şeylerin başka sâlih kimselerde bulunmasını
istemiyorlar. Bunun için, din imamlarımızın üstünlüklerini inkâr ediyorlar.
Böylece, kendilerini hased hastalığına kapdırıyorlar. (Hadâık) kitabında diyor
ki, "İ-mâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, ezberlediği hadîs-i şerîfleri yazardı. Yazdığı
hadîs kitâblarını sandıklarda saklardı. Böylece hazırladığı birkaç sandığı hep
yanında taşırdı. Az hadîs rivâyet etmesi, ezberlediği hadîs adedinin az olduğunu
göstermez. Bunu ancak din düşmanı olan müte'assıb kimseler söyliyebilir. Onların
bu taassubları ise, İmâm-ı a'zamın kemâline şâhid olmaktadır. Çünkü, nâkısların
kötülemeleri, âlimlerin kemâllerini gösterir. Büyük bir mezhebi kurmak ve
yüzbinlerle suâli, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîf-lerden delîl getirerek
cevâblandırabilmek, tefsîr ve hadîs bilgilerinde derin ihtisas sahibi olmayanın
yapacağı bir iş değildir. Hem de, bir benzeri, bir örneği olmadan nev'i şahsına
münhasır, ancak onun gibi bir zâtın kurabileceği, yeni bir mezheb ortaya koymak,
İmâm-ı a'zamın tefsîr ve hadîs ilmlerindeki vukufunu, ihtisasını açıkça
göstermektedir. İnsan gücünün üstünde çalışarak, bu mezhebi ortaya koyduğu için,
hadîs-i şerîfleri ayrıca bildirmeye, râvîlerini saymağa vakit bulamaması, bu
yüce imâmı, hadîs bilgisi zayıf idi gibi, hased taşları atarak lekelemeğe sebeb
olamaz. Zâten dirayet olmadan rivâyet etmenin makbul olmadığı ma'lûmdur. Meselâ,
İbn-ü Abdilberr (Dirayetsiz rivâyet, kıymetli olsaydı, çöpçünün bir hadîs
söylemesi, Lokmân'ın aklından üstün olurdu) demiştir. İbn-i Hacer-i Mekkî,
şâfi'î mezhebi âlimlerinden olduğu hâlde (Kalâid) kitabında diyor ki, "Büyük
hadîs âlimi A'meş, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe'den birçok mes'ele sordu, İmâm-ı
a'zam, suâllerinin her biri için hadîs-i şerîf’ler okuyarak cevap verdi. A'meş,
İmâm-ı a'zamın hadîs ilmindeki derin bilgisini görünce, (Ey fıkh âlimleri!
Sizler mütehassıs tabîb, biz hadîs âlimleri ise, eczacı gibiyiz! Hadîsleri ve
bunları rivâyet edenleri biz söyleriz. Bizim söylediklerimizin ma'nâlarını siz
anlarsınız!) dedi. (Ukûd-ül-cevâhir-il-münife) kitabında diyor ki, "Ubeydullah
bin Amr, büyük hadîs âlimi A'meş'in yanında idi. Birisi gelip, birşey sordu.
A'meş bunun cevâbını düşünmeğe başladı. O esnada, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe geldi.
A'meş, bu suâli İmâm'a sorup cevâbını istedi. İmâm-ı a'zam hemen geniş cevap
verdi. A'meş, bu cevâba hayran olup, yâ İmâm! Bunu hangi hadîsden çıkardın dedi.
İmâm-ı a'zam, bir hadîs-i şerîf okuyup, bundan çıkardım. Bunu senden işitmişdim
dedi. İmâm-ı Buhârî, üçyüzbin hadîs ezberlemişdi. Bunlardan yalnız onikibin
kadarını kitaplarına yazdı. Çünkü, "Benim, söylemediğimi
hadîs olarak bildiren, Cehennemde çok acı azâb görecektir."
hadîs-i şerîfinin dehşetinden çok korkardı. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe'nin vera' ve
takvası daha çok olduğundan, hadîs nakl edebilmesi için çok ağır şartlar
koymuştu. Ancak bu şartların bulunduğu hadîs-i şerîfi nakl ederdi. Ba'zı hadîs
âlimlerinin meslekleri geniş, şartları hafif olduğu için, çok sayıda hadîs
rivâyet etmişlerdir.
Hiçbir hadîs âlimi, bu şartların ayrılığı sebebiyle başka âlimleri
küçültmemiştir. Böyle olmasaydı, İmâm-ı Müslim, İmâm-ı Buhârî'yi incitecek
birşey söylerdi. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe'nin ihtiyatı ve takvası çok olduğu
için, az hadîs rivâyet etmesi, ancak onu medh ve sena etmeğe sebebtir. el-Kavl-ül-fasl
kitabında diyor ki, İmâm-ı a'zamın rivâyet ettiği hadîs-i şerîfler on yedi adet
değildir. Onun rivâyet ettiği hadîs-i şerîfler on yedi kitap teşkil etmiştir.
Bunlardan her birine "Müsned-i Ebû Hanîfe" adı verilmiştir.
İctihâdı
(Mezhebi):
Ehl-i sünnetin dört hak mezhebinden biri de İmâm-ı
a'zamın (r.a.) kurduğu Hanefî mezhebidir. Onun ictihâdını ve mezhebinin
mahiyetini anlamak bakımından önce mezhebin tarifi ve izahı üzerinde durmak
gerekmektedir. Mezheb; bir müctehidin dînî kaynaklardan çıkardığı
hükümlerin hepsine denir. Müctehid âlim tarafından, îmânda ve amelde
(ibâdetlerde ve işlerde) Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaları için müslümanlara
gösterilen yoldur. Bir müctehidin, İslâmiyeti kaynaklarından anlamak ve anlatmak
hususunda takib ettiği usûller ve bu usûllere bağlı olarak çıkardığı
hükümlerdir. Mezheb, lügatte gitmek, tâkib etmek, gidilen yol ma'nâlarına gelir.
Genel olarak görüş, doktrin, akım ma'nâlarına da kullanılmıştır.
İslâm dîninde, îmân edilecek şeylerde mezheblere ayrılmak yoktur. İslâmiyet,
müslümanlardan Peygamber efendimizin (s.a.v.) inandığı ve bildirdiği gibi îmân
etmelerini istemektedir. Peygamberimiz (s.a.v.) bir tek îmân bildirmiştir. Eshâb-ı
kirâmın hepsi, O'nun bildirdiği gibi inanmış, i'tikâdda (inançta) hiçbir
ayrılıkları olmamıştır. Peygamberimizin (s.a.v.) vefâtından sonra insanlar,
İslâmiyeti Eshâb-ı kirâmdan işiterek ve sorarak öğrendiler. Hepsi aynı îmânı
bildirdiler. Onların, Peygamberimizden naklederek bildirdikleri bu îmâna "Ehl-i
sünnet i'tikâdı" denilmiştir. Eshâb-ı kirâm (r.a.) bu îmân bilgilerine, kendi
düşüncelerini, felsefecilerin sözlerini, nefsânî arzularını, siyâsi görüşlerini
ve buna benzer başka şeyleri; asla karıştırmadılar. Eshâb-ı kirâm, hepsinde
kemâl derecede mevcut bulunan Allahü teâlâyı tenzih ve takdis etmek, O'nun
bildirdiklerini tereddütsüz kabul edip inanmak, müteşâbih (ma'nâsı açık olmayan)
âyetlerin te'vîline dalmamak... gibi vasıfları ile îmânlarını Peygamberimizden
işittikleri gibi muhafaza ettiler, İslâmiyetteki îmân esaslarını insanlara,
soranlara; saf, berrak ve aslı üzere tebliğ ettiler, bildirdiler.
Eshâb-ı kirâmın Resûlullahtan naklen
bildirdikleri bu tebliği olduğu gibi, hiç birşey eklemeden ve çıkarmadan kabul
edip, böylece inanıp, onların yolunda olanlara "Ehl-i sünnet vel cemâat"
fırkası, bu doğru ve asıl (hakîkî) İslâmiyet yolundan ayrılanlara da bid'at
fırkaları (dalâlet fırkaları, bozuk, sapık yollar) denildi.
Allahü teâlâ, bütün müslümanlardan tek bir
îmân istemektedir. İslâmiyette, îmânda, i'tikâdda tefrikaya, ayrılığa izin
verilmemiştir. Resûlullah efendimizin (s.a.v.) inandığı ve bildirdiği ve Eshâb-ı
kirâmın naklettiği gibi îmân eden müslümanlara "Ehl-i sünnet ve'l-cemâat" veya
tasaca "Sünnî" denir. Sünnî müslümanlara, mezheb imâmı olan büyük İslâm âlimleri
tarafından Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerde hükmü açıkça bildirilmemiş olan
ba'zı ibâdetlerin ve günlük muamelelerin tarifinde ve yapılışında gösterilen ve
Allahü teâlânın rızâsına kavuşturan yollara amelî mezhebler denilmiştir. Mezhem
imâmı olan büyük İslâm âlimleri aralarındaki böyle ictihâd ayrılıklarına dînin
sahibi izin vermiş ve bu hâl her zaman ve her yerde müslümanların İslâmiyete
dosdoğru uymalarını temin ederek müslümanlar için rahmet olmuştur. Nitekim
hadîs-i şerîfte, "Âlimlerin
mezheblere ayrılması rahmettir"
buyurulmuştur.
İslâmiyet, hayatın bütün safhalarını içine alan bir hayat dinidir. Bir insanın
ömrü boyunca yapacağı iş ve hareketlerin İslâm dininde mutlak surette bir hükmü
vardır. Çünkü İslâmiyet, müslümanlardan her an ve her işinde Allahü teâlânın
rızâsı üzere bulunmayı istemektedir. Bu ise önce, îmânın ve i'tikâdın doğruluğu
ile olur. Böyle doğru bir îmâna, i'tikâda sahip olan müslüman, Ehl-i sünnet ve'l-cemâat
yolundadır. Ancak sâlih ve kâmil bir müslüman olmak için her türlü iş ve
harekette de Allahü teâlânın rızâsını gözetmek şarttır. Ameli mezhebler, Ehl-i
sünnet olan müslümanlara fiil ve işlerinde Allahü teâlânın râzı olduğu usûlleri,
yolları gösterirler.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde insanlara
îmân etmelerini emretmekte ve inananların da sâlih ameller işleyerek rızâsını
kazanmalarını istemektedir. Eshâb-ı kirâm (ilk müslümanlar) îmân ettikten sonra,
her işlerinde çok büyük bir hassasiyetle Allahü teâlânın rızâsını aradılar.
Kur'ân-ı kerîmde açıkça bildirilen emirleri (farzları) eksiksiz olarak ve
hulûs-i kalb ile yerine getirdiler. Açıkça bildirilen yasaklardan (haramlardan)
şiddetle kaçındılar.
Peygamber efendimiz (s.a.v.) Kur'ân-ı kerîmi, hadîs-i şerîfleri ile açıklayarak
doğru anlaşılmasını temin etti. Eshâb-ı kirâm, Kur'ân-ı kerîmden
anlayamadıklarını gelir, Peygamber efendimize sorar, öğrenir ve işlerini ona
göre yapardı. Kur'ân-ı kerîmde açıkça bildirilmeyen hususlarda, Peygamber
efendimiz nasıl yapıyorsa ve nasıl yapılmasını istiyorsa öylece tatbik
ederlerdi. Bu Resûlullaha tâbi olmak Eshâb-ı kirâmda öylesine yüksek bir
seviyede idi ki; Kur'ân-ı kerîme ve Resûlullahın sünnetine uymayan bir işi
yapmaktan korkarlar, ürperirler ve şiddetle kaçınırlardı. Şayet karşılarına
âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf ile açıkça bildirilmeyen bir iş çıkarsa kendileri
ictihâd eder, bu işde Allahü teâlânın rızâsını araştırır ve bulduklarına göre
amel ederlerdi. Nitekim Peygamber efendimiz, uzak yerlere vali ve kadı (hâkim)
olarak gönderdiği eshâbına, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîfte hükmünü açıkça
bulamadığı mes'ele hakkında
ictihâd etmesini emir buyurdu. Buna Muaz bin
Cebel'i vali olarak Yemen'e gönderirken aralarında geçen şu konuşma en güzel
misâli teşkil ediyor: Peygamber efendimiz Muaz bin Cebel'e şöyle buyurdu:
-
Yâ Muaz! Karşına çıkan bir işde neye göre hüküm
vereceksin?
-
Allah'ın kitabı (Kur'ân-ı kerîm) ile, yâ
Resûlullah.
-
Yâ Kur'ân-ı kerîmde açıkça bulamazsan?
-
Resûlullahın
sünneti ile.
-
Ya Resûlullahın sünnetinde de açıkça bulamazsan?
-
O zaman ictihâd ederim, yâ Resûlullah! dedi.
Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.), "Resûlünün
elçisini, kendi râzı olduğunda ve Resûlünün râzı olduğunda muvaffak kıtan Allaha
hamd olsun"
buyurdu.
Ayrıca, vahiy ile bildirilmeyen işlerde de bizzat Resûlullah ve Eshâb-ı kirâm
ictihâd ediyorlar, Eshâb-ı kirâmın ictihâdının Resûlullahın ictihâdına uymadığı
da oluyordu. Meselâ; Bedir'de alınan esirlere yapılan muamele hakkında Peygamber
efendimiz ile Hz. Ebû Bekir fidye alınarak salıverilmelerini, Hz. Ömer de
öldürülmelerini ictihâd etmişlerdi. Allahü teâlâ, Hz. Ömer'in ictihâdına uygun
olanı, vahiy ile bildirdi.
Eshâb-ı kirâmın hepsi müctehid idiler.
Onlar din bilgilerini bizzat Resûlullahtan (s.a.v.) aldılar. O'nu bizzat
görmenin, O'nun sohbetinde bulunmanın kazandırdığı çok yüksek ma'nevî kemâllere
(olgunluklar, üstünlükler) erdiler. Nefisleri mutmainne olup, her biri ihlâs,
edeb, ilim ve irfanda Eshâbdan olmayanlardan hiçbir âlimin ve evliyânın sahip
olamayacağı üstünlüklere kavuştular. Her birinin hidâyet yıldızları olduğu
hadîs-i şerîfle bildirildi. Hepsinin imânı, i'tikâdı bir idi. Haklarında nass
(âyet ve hadîs) bulunmayan mes'elelerde ictihâd ettiler. Her biri, amelde mezheb
sahibi idiler. Çoğunun ictihâdlarından çıkardıkları hükümler birbirine benzerdi.
İctihâdları toplanıp, kitablara geçirilmediği için mezhebleri unutuldu. Bunun
için bugün Eshâb-ı kirâmdan herhangi birinin mezhebine uymak mümkün değildir.
İslâmiyeti Eshâb-ı kirâmdan öğrenen Tâbiîn
ve bunlardan öğrenen Tebe-i tâbiînden de din bilgilerinde yükselip, mutlak
müctehidlik derecesine ulaşan büyük imamlar yetişti. Bunlar da amelde mezheb
sahibi idiler ve her birinin ictihâdlarından meydana gelen hükümlere, o âlimin
mezhebi denildi. Bu âlimlerden de çoğunun mezhebi kitaplara geçirilmediği için
unutuldu. Yalnız dört büyük imâmın ictihâdları, talebeleri tarafından kitaplara
geçirilerek muhafaza edildi ve müslümanlar arasında yayıldı. Yeryüzünde bulunan
bütün müslümanlara doğru yolu gösteren ve İslâm dînini değişmekten, bozulmaktan
koruyan bu dört imâmın birincisi İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, ikincisi İmâm-ı Mâlik
bin Enek'tir. Üçüncüsü İmâm-ı Mu-hammed bin İdrîs Şâfiî, dördüncüsü Ahmed bin
Hanbel'dir.
Ehl-i sünnet i'tikâdında olan bu dört
imâmdan İmâm-ı a'zamın yoluna (Hanefî Mezhebi), İmâm-ı Mâlik'in yoluna (Mâlikî
Mezhebi), İmâm-ı Şâfiî'nin yoluna (Şâfiî Mezhebi), İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'in
yoluna da (Hanbelî Mezhebi) denilmiştir. Bu gün bir müslümanın Allahü teâlânın
rızâsına uygun ibâdet ve iş yapabilmesi, ancak bu dört mezhebden birine uyması
ile mümkündür. Her müslümanın ictihâd yaparak Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i
şerîflerden hüküm çıkaracak büyük bir İslâm âlimi, ya'nî mutlak müctehid olması
hem mümkün değildir, hem de Hicrî dördüncü asırdan sonra böyle bir âlim
yetişmemiştir. Kur'ân-ı kerîmden herkesin kendi aklına göre ma'nâ verip, hüküm
çıkarması da yasak edilmiştir. Hadîs-i şerîfte; "Kur'ân-ı
kerîmden kendine göre ma'nâ çıkaran kâfir olur."
buyuruldu. Kur'ân-ı kerîmdeki hükümlerin hepsini, müctehid olan din âlimleri
bile çıkaramayacakları için Resûlullah (s.a.v.) efendimiz, Kur'ân-ı kerîmin
hükümlerini hadîs-i
şerîflerle
açıklamıştır. Kur'ân-ı kerîmi ancak Resûlullah açıkladığı gibi, hadîs-i
şerîfleri de yalnız Eshâb-ı kirâm ve müctehid imamlar anlayabilmişler ve
açıklamışlardır. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde Enbiyâ sûresi yedinci âyetinde;
"Bilmiyorsanız,
zikir ehline (âlime)
sorunuz" ve yine "Ey akıl
sahipleri! Akıl erdiremediğiniz mes'elelerde, onları bilen ve derinliklerine tam
ermiş olanlara tâbi olunuz!"
buyurmaktadır. Hadîs-i şerîfte;
"Bilmediklerinizi bilenlerden sorunuz. Cehaletin ilâcı
sorup öğrenmektir."
buyuruldu. Bu âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîf, ibâdetlerin ve işlerin nara!
yapılacağını bilmeyenlerin bilenlerden sorup öğrenmelerini emretmektedir. Ya'nî
avamın mutlak müctehidlerden sorup öğrenmesi lâzımdır.
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Şâfiî ve İmâm-ı Ahmed bin Hanbel,
Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden ictihâd ederek, İslâm dinindeki
emirleri, yasakları, helâlleri, harâmları açıkladılar.
İslâmiyette bütün din bilgileri dört
kaynaktan çıkarılmıştır. Bunlar (Kur'ân-ı kerîm), (Hadîs-i şerîfler), (İcmâ-ı
ümmet) ve (Kıyas-ı fukahâ)'dır. Bütün müctehidler, bir işin nasıl yapılacağını,
Kur'ân-ı kerîmde açık olarak bulamazlarsa, hadîs-i şerîflere bakarlar. Hadîs-i
şerîflerde de açıkça bulamazlarsa, bu iş için (İcmâ') var ise, öyle yapılmasını
bildirirler. İcmâ' sözbirliği demektir. Ya'nî, bu işi, Eshâb-ı kirâmın hepsinin
aynı suretle yapması veya söylemesi demektir. Eshâb-ı kirâmdan sonra gelen
Tâbiînin de icmâı delildir, senettir. Daha sonra gelenlerin, yaptıkları,
söyledikleri şeye icmâ denmez.
Bir işin nasıl yapılması lâzım olduğu, icmâ ile de bilinemezse, müctehidlerin
kıyâsına göre yapmak lâzım olur. İmâm-ı Mâlik, bu dört delilden başka, Medîne-i
münevverenin o zamanki ahâlisinin sözbirliği-ne de senet dedi. Bu âdetleri,
babalarından, dedelerinden ve nihayet, Resûlullahtan görenek olarak gelmiştir.
Bu senet, kıyastan daha sağlamdır, dedi. Fakat diğer üç mezhebin imamları,
Medine ahâlisinin âdetini senet olarak almadı.
İctihâd, lügatte insan gücünün yettiği
kadar, zahmet çekerek uğraşarak çalışmak demektir. Dînî bir terim olarak; Kur'ân-ı
kerîmde ve hadîs-i şerîflerde, tam anlaşılır ve açık bir şekilde bildirilmemiş
bulunan hükümleri ve mes'eleleri, açık ve geniş anlatılmış mes'elelere
benzeterek, meydana çıkarmaya uğraşmaktır. Bunu ancak Peygamberimiz (s.a.v.) ve
O'nun eshâbının hepsi ile diğer müslümanlardan ictihâd makamına yükselenler
yapabilir ki, bu çok yüksek insanlara (müctehid) denir.
İctihâd yolu ikidir: Biri, Irak âlimlerinin
yolu olup, buna (Re'y yolu) denir. Ya'nî kıyas yoludur. Bir i-şin nasıl
yapılacağı, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş ise,
buna benzeyen başka bir işin nasıl yapıldığı aranır, bulunur. Bu iş de, onun
gibi yapılır Eshâb-ı kirâmdan sonra, bu yolda olan müctehidlerin reisi, İmâm-ı
a'zam Ebû Hanîfe'dir.
İkinci yol, Hicaz âlimlerinin yolu olup, buna (Rivâyet yolu) denir. Bunlar,
Medine-i münevvere ahâlisinin âdetlerini, kıyastan üstün tutar. Bu yolda olan
müctehidlerin büyüğü, İmâm-ı Mâlik'dir ki, Medîne-i münevverede oturuyordu.
İmâm-ı Şâfiî ile Ahmed İbni Hanbel de, İmâm-ı Mâlik'in yolunu öğrendikten sonra
Bağdâd tarafına gelerek İmâm-ı a'zamın talebesinden okuyup, bu iki yolu
birleştirdi. Ayrı bir ictihâd yolu kurdu. İmâm-ı Şâfiî, kendisi çok belîğ, edip
olduğundan, âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîfle-rin ifâde tarzına bakıp,
kuvvetli bulduğu tarafa göre iş görürdü. İki tarafta da kuvvet bulamazsa, o
zaman, kıyas yolu ile ictihâd ederdi. Ahmed İbni Hanbel de, İmâm-ı Mâlik'in
yolunu öğrendikten sonra Bağdâd taraflarına gidip, İmâm-ı a'zam'ın talebesinden
kıyas yolunu almış ise de, pek çok hadîs-i şerîf ezberlemiş olduğundan önce,
hadîs-i şerîflerin birbirini kuvvetlendirmesine bakarak, ictihâd etmiştir.
Böylece, ahkâm-ı şeriyyenin çoğunda, diğer üç mezhebden ayrılmıştır.
Bu dört mezhebin hâli, bir şehir ahâlisinin hâline benzer ki, önlerine çıkan bir
işin nasıl yapılacağı kanunda bulunmazsa, o şehrin eşrafı, ileri gelenleri
toplanıp, o işi kanunun uygun bir maddesine benzeterek yaparlar. Ba'zan
uyuşamayıp, ba'zısı devletin maksadı, beldeleri tamir ve insanların rahatlığıdır
der. O işi, rey ve fikirleri ile, kanunun bir maddesine benzetir. Bunlar, Hanefî
mezhebine benzer. Ba'zıları da, devlet merkezinden gelen memurların
hareketlerine bakarak, o işi, onların hareketine uydurur ve devletin maksadı,
böyle yapmaktır derler. Bunlar da, Mâlikî mezhebine benzer. Ba'zıları ise
kanunun ifâdesine, yazının gidişine bakarak, o işi yapma yolunu bulur. Bunlar
da, Şâfiî mezhebi gibidir. Bir kısmı ise, kanunun başka maddelerini de toplayıp,
birbiri ile karşılaştırarak, bu işi doğru yapabilmek yolunu arar. Bunlar da,
Hanbelî mezhebine benzer. İşte şehrin ileri gelenlerinden her biri, bir yol
bulur ve hepsi, yolunun doğru ve kanuna uygun olduğunu söyler. Kanunun istediği
ise, bu dört yoldan biri olup, diğer üçü yanlıştır. Fakat, kanundan ayrılmaları,
kanunu tanımadıkları için, devlete karşı gelmek için olmayıp, hepsi kanuna
uymak, devletin emrini yerine getirmek için çalıştıklarından, hiçbiri suçlu
görülmez. Belki, böyle uğraştıkları için, beğenilir. Fakat, doğrusunu bulan daha
çok beğenilip, mükâfat alır. Dört mezhebin hâli de böyledir. Allahü teâlânın
istediği yol, elbette birdir. Dört mezhebin ayrıldığı bir işde, birinin doğru
olup, diğer üçünün yanlış olması lâzımdır. Fakat, her mezhep imâmı, doğru yolu
bulmak için uğraştığından, yanılanlar af olur ve hattâ sevab kazanır. Çünkü
Peygamberimiz (s.a.v.) "Ümmetime,
yanıldığı ve unuttuğu için ceza yoktur."
buyurdu. Dört mezhebin bu
ayrılıkları ba'zı işlerde olup, dînin temellerinde ve inanılacak şeylerde,
aralarında tam birlik bulunduğundan, ya'nî Ehl-i sünnet i'tikâdında
olduklarından birbirini severler ve asla kötülemezler. Bu dört mezhebten her
birine Ehl-i sün-net'ten milyonlarca kimse uydu. Dört mezhebin i'tikâdı bir
olduğundan birbirine yanlış demez, bid'at sahibi, sapık bilmezler. Doğru yol, bu
dört mezheptedir, deyip her biri kendi mezhebinin doğru olmak ihtimâli daha
çoktur, bilir. İctihâdla anlaşılan işlerde İslâmiyetin açık emri bulunmadığı
için, Ehl-i sünnet olan ve dört mezhebten birine uyan her Müslüman; "Benim
mezhebim doğrudur, yanlış olmak ihtimâli de vardır. Diğer üç mezheb yanlıştır,
doğru olmak ihtimâli de vardır" der ve öyle inanır. Dört mezhebin a-mellere,
ya'nî ibâdetlere, işlere ait belli birkaç şeyde birbirlerinden ayrılmaları,
müslümanlar için rahmet ve kolaylıktır. Hadîs-i şerîfte; "Ümmetimin
âlimlerinin ihtilâfı rahmettir."
buyuruldu ki, burada amellerde olan ayrılık bildirilmektedir. İmânda ve
i'tikâdda ayrılık felâkettir ve kesinlikle yasaklanmıştır. Allahü teâlâ ve
Peygamberi, mü'minlere merhametli oldukları için, ba'zı işlerin nasıl
yapılacağı, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerde açık bildirilmedi. Açıkça
bildirilse idi, öylece yapmak farz olurdu. Yapmıyanlar günaha girer, kıymet
vermeyenler de kâfir olurdu. Mü'minlerin hâli çok güç olurdu. İşte böyle işleri
mezheb imamları açıkça bildirilenlere benzetmekte, birbirlerinden ba'zı
bakımlardan ayrılmışlardır.
Bir Müslümanın, dört mezhebden hangisinde ise o mezhebteki bilgileri öğrenmesi,
her işinde o mezhebe uyması lâzımdır. Bir mezhebe uyan bir müslüman, mezhebinin
imamının Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden ve icmâ-ı ümmetten çıkardığı
delillere uymaktadır. Bu delilleri bilmesi şart ve lâzım değildir. Amellerde
asıl olan, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf ezberlemek değil, işleri Allahü
teâlânın rızâsına uygun yapmaktır. Mezheb imamları, ömürlerini vererek, bu
rızâ-i ilâhiyye yolunu araştırmışlar, bulduklarını bütün müslümanlara sağlam
vesikalarla haber vermişlerdir. Müslümanlar, asırlardır olduğu gibi şimdi de bu
dört mezhebten birine uymakta ve işlerini buna göre yapmaktadır. Şayet bir işin
yapılmasında haraç, zorluk bulunursa, ya'nî kendi mezhebine göre yapmasına imkân
kalmazsa, bu işini diğer üç mezhebten birine göre yapması caiz olur. Fakat,
ikinci mezhebin o işe bağlı şartlarını gözetmesi de lâzımdır.
Görüldüğü gibi, eğer mezheb imamları arasında bu farklılıklar olmasaydı,
müslümanlar karşılarına çıkan bir işte şaşkın, çaresiz ve sıkıntı içinde
kalacaktı. Nitekim eski ümmetlerde işler hakkında hüküm bir tane idi. Bu bir
hükme uyanlar kurtuldu, uyamayanlar sıkıntıya düştü. O ümmetlerde İmâm-ı a'zam
gibi âlimlerin yetişmemiş olması, şeriatlerinin kısa zamanda bozulup yok
olmasının da sebeplerinden birini teşkil etti.
Bugün nikâh, talâk, zekât, gusül, abdest, namaz, setr-i avret ve daha birçok
mühim mes'elede dînen makbul bir zarurete, sıkıntıya düşen dört mezhebten
birindeki müslümanlar, diğer mezheblerden birinin o konudaki hükmüne, uyarak
İslâmiyete uygun yaşamak imkânına kavuşmaktadır. Ancak, bir işde dînin kabul
ettiği bir zaruret olmadan kendi mezhebinin hükmünü bırakıp, bir başka mezhebe
uymak ve keyfine göre bir işi bir mezhebe, başka bir işi öteki mezhebe, bir
diğer işi de daha başka bir mezhebe göre yapmak kesinlikle yasaktır ve
İslâmiyette buna "telfîk" veya "mezhepsizlik" denir. Böyle olan bir kimse,
işlerinde Allahü teâlânın rızâsını değil, kendi arzusunu düşünüyor demektir.
Bunun ise; dîni, insanların isteklerine göre değiştirebilen bir oyuncak hâline
getirmeye kadar gideceği açıktır.
İslâm âlimleri mezhebsizliğin, dinsizliğe giden bir köprü olduğunu
bildirmişlerdir. Müslümanlardan, İslâm âlimlerine uymaları istenmektedir.
Hadîs-i şerîflerde âlimler hakkında; "Din
âlimleri, peygamberlerin
vârisleridir.", "Talebesi arasında âlim, ümmeti arasında peygamber gibidir."
"Fıkıh âlimleri kıymetlidir. Onlarla beraber bulunmak ibâdettir." "Ümmetimin
âlimlerine saygılı olunuz. Onlar yeryüzünün yıldızlarıdır."
buyuruldu.
İslâm âlimlerine uymak, dört mezhebden birinde bulunmakla olur. Asırlardır gelip
geçmiş bütün İslâm âlimleri de, bu dört mezhebden birinde bulunan âlimlerden
ders alarak yetişmişler ve bu mezheblere uymuşlardır. Ehl-i sünnet âlimleri,
hükümleri eksiksiz kayda geçirilmiş bulunan, her müslüman tarafından işitilen,
bilinen ve asırlardır müslümanların tâbi olduğu, uyduğu dört hak mezhebten
birine uymadan yapılan amelin bâtıl olacağını sözbirliği ile bildirmişlerdir.
Mezhebleri beğenmeyen, onlardan birine
uymayan veya mezheblerin kolaylıklarını birleştirmeye çalışan bir kimse,
asırlardan bu yana gelip geçmiş milyonlarca müslümanın yolundan ayrılmış, kendi
başına yeni bir yol tutmuş olur. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde Nisâ sûresi
114'üncü âyetinde, "Mü'minlerin
yolundan ayrılanı Cehenneme atarız."
buyurmaktadır.
Dört mezheb imamının ve bunların yetiştirdiği müctehid olan âlimlerin çözdüğü
mes'elelerin sayısı milyonları aşmaktadır. Bunlardan yalnız İmâm-ı a'zam
hazretlerinin 500 binden fazla fıkıh mes'elesini çözdüğü kıymetli kitaplarda
bildirilmektedir. Dört mezhebin imâmları ve bunlara bağlı müctehidleri,
müslümanların başlarına gelebilecek hemen her işin dindeki hükmünü
bildirmişlerdir. Asırlardır dört hak mezhebe uyan müslümanlardan, herhangi bir
müşkülün cevâbını bulamayan hiç duyulmamıştır. Bu gün de dünyânın her yerinde
yaşayan müslümanın her türlü işlerinin cevâbı, bu dört hak mezhebin kitaplarında
vardır. Yeniden ictihâdı icâb ettiren, cevapsız kalan, çözülmemiş bir mes'ele
bırakmamışlardır. Âhırette mes'ûliyetten kurtulmak için müslümanlar, amellerini
nasıl yapacaklarını, mezheblerinin inceliklerine vâkıf Ehl-i sünnet âlimlerinden
sorarak veya bunların kitaplarından okuyarak kolaylıkla öğrenmektedirler.
Çoğu hıristiyan papazı olan Avrupalı müsteşriklerin ve peygamberliğe inanmayan
modern teoloji filozoflarının kitaplarında veya bunların kitaplarından yapılan
tercüme ve iktibaslarda yalan ve iftira olarak bu dört hak mezheb mensûbları
arasında tartışmalar, hattâ silâhlı mücâdeleler vuku bulduğunun yazıldığı esefle
görülmektedir. Halbuki İslâm târihinde hiçbir devirde Hanefîlerle, Şâfiîler,
Mâlikîler vb. arasında mezhep ayrılığı sebebiyle en küçük bir sürtüşme bile vuku
bulmamıştır. Başta dört mezhebin i-mâmları birbirlerini dâima hürmet ve sevgiyle
yâd etmişler, birbirlerinin ictihâdlarına asla yanlış dememişler ve
kötülememişlerdir. Siyâsete ve hükümet işlerine hiçbir devirde karışmamışlardır.
Bunlara uyan müslümanlar da mezhep imamlarının yolundan giderek, dört mezhebten
birine uyan din kardeşleriyle sevişmişler, asırlar boyu bir arada huzur ve rahat
içinde yaşamışlardır. Müslümanları bölmeye, aralarını açıp birbirleriyle düşman
etmeye ve çatıştırmaya matuf bu iddia ve iftiralar, İslâmiyeti bilen, târih
bilgisi doğru ve kuvvetli, kültürlü müslümanlar arasında hiçbir itibar
görmemekte, gerek ülkemizde ve gerekse
diğer İslâm ülkelerindeki dört hak mezhepteki
müslümanlar, birbirlerini severek, sayarak, kardeşçe, rahat ve huzur içinde
yaşamaktadırlar. Ehl-i sünnet i'tikâdındaki müslümanlar, dört hak mezhebe
uymanın değil, uymamanın bölücülük ve tefrika çıkarmak olduğunu çok iyi
bildiklerinden, birbirlerine olan muhabbetleri derinleşmektedir.
İşte İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe; en mükemmel usûller ile yaptığı uzun çalışmaları
ve ictihâdı neticesinde çözdüğü ve tedvin ettiği fıkıh (hukuk) bilgileri ile
müslümanların ibâdetlerinde ve diğer işlerinde İslâmiyete doğru bir şekilde
uymak için takip edecekleri bir yolu gösterdi ve bu yola "Hanefî Mezhebi"
denildi.
İmâm-ı a'zam fıkhı, "Leh ve aleyhde olanı bilmek, tanımak" diye tarif etmiştir.
Bu tarife göre fıkhı tesbit etmek için, Edille-i şeriyyeye başvururdu. Bunlar
Kitap (Kur'ân-ı Kerîm), Sünnet (Peygamberimizin (s.a.v.) sözleri, fiilleri ve
takrirleri), İcmâ-ı ümmet (Eshâb-ı kirâmın bir mes'ele hakkındaki sözbirliği) ve
Kıyâs-ı Fukaha (Hükmü verilmiş mes'elelere benzeterek bir başka mes'eleyi hükme
bağlamak)'dır. İ-mâm-ı a'zam, herhangi bir fıkıh mevzû'unun işlenmesi veya
fetvasının takrir edilmesi yahut da cevâbı bulunmak üzere mevzu (konu)
edildiğinde, sırasıyla bu dört kaynağa baş vururdu.
1-
Kur'ân-ı
kerîm ve hadîs-i şerîfler:
İmâm-ı a'zam da, diğer müctehidler gibi, bir işin nasıl yapılacağını, Kur'ân-ı
kerîmde açıkça bulamazsa, hadîs-i şerîflere bakardı, İctihâdlarında
Peygamberimizinsünnetine tâbi olmakta, herkesten ileri gitmiş, mürsel hadîsleri
bile müsned hadîsler gibi senet olarakalmıştır.
2-
İcmâ' ve
Sahâbe kavli:
Bir iş hakkında hadîs-i şerîflerde de açıkça hüküm bulunmazsa, bu işiçin (icmâ)
var ise, öyle yapılmasını emir ederdi. İcmâ', sözbirliği demek olup, bir işi,
Eshâb-ı kirâmınhepsinin aynı suretle yapması veya söylemesi demektir. İmâm-ı
a'zam, Eshâb-ı kirâmın sözlerini, kendikavillerinin üstünde tutmuştur. Onların,
Peygamberimizin (s.a.v.) yanında, sohbetinde bulunmak şerefiyle kazandıkları
derecelerin büyüklüğünü, herkesten daha iyi anlamıştır.
3-
Kıyas:
Bir işin nasıl yapılması lâzım olduğu, icmâ ile veya sahabe sözü ile de
bilinemezse,kendisi kıyas yaparak hüküm verirdi. O'nun bu kıyas yoluna, (re'y
yolu) veya (ictihâd) da denir. Kıyas;Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerde
hakkında açık hüküm bulunmayan bir işi, hakkında açık hüküm bulunan bir diğer
işe benzeterek hükme bağlamaktır.
4-
İmâm-ı a'zam, nasslardan (âyet-i kerîmelerden ve
hadîs-i şerîflerden), icmâ ve kıyastan başkaistihsan ve örfler ile de hüküm
verirdi. Şu kadar var ki, örfün, İslâmiyette yasak olduğu açıkça bildirilenbir
hükme aykırı olmaması lâzımdır.
İstihsan; daha kuvvetli görülen bir
hususdan dolayı bir mes'elede benzerlerinin hükmünden başka bir hükme dönmektir.
Ya'nî dînen muteber olan bir tercih sebebine dayanarak, bir delili buna aykırı
düşen başka bir delilden üstün tutup, buna göre hüküm vermektir.
Hanefî mezhebinin bilgileri, sonraki âlimlere üç yoldan gelmiştir.
1-
(Usûl)
haberleri olup, bunlara zahir haberler de denir. Bunlar, Hanefî mezhebinin
sahibi olanİmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe'den ve talebesinden gelen haberlerdir. Bu
haberler, İmâm-ı Muhammed'in altıkitabı ile bildirilmekdedir. Bu altı kitâb,
(El-mebsût), (Ez-ziyâdât),
(El-câmi'-üs-sagîr), (Es-siyer-üs-sagîr), (El-câmi'-ul-kebîr), (Es-siyer-ül-kebîr)
kitâblarıdır. Bu
kitabları İmâm-ı Muhammed'den, güvenilir kimseler getirdiği için (Zahir
haberler) denilmişdir. Usûl haberlerini ilk toplıyan Hâkim şehîd [Muhammed]'dir.
Bunun (Kâfi)
kitabı meşhûrdur. Kâfinin şerhleri çoktur.
Bunların en meşhûru İmâm-ı Serahsîhazretlerinin yazmış olduğu 30 cildlik
Mebsut'udur.
2-
(Nevadir)
haberleri olup, yine bu imamlardan gelen haberlerdir. Fakat, bu haberler, o altı
kitâbtabulunmayıp, ya İmâm-ı Muhammed'in (El-kisâniyât),
(El-hârûrdyât), (El-cürcâniyyât), (Er-rukıyyât)
adındaki başka kitabları ile bildirilmiştir. Bu dört kitab, yukarıdaki altı
kitab gibi, açıkça ve sağlam gelmiş olmadığından, bu haberlere (Zahir olmıyan
haberler) de denir. Yâhud, başkalarının kitabları ile bildirilmişlerdir. Meselâ,
İmâm-ı a'zamın talebesinden Hasen bin Ziyâd'ın (Muharrer) adındaki kitabı
ve İmâm-ı Ebû Yûsuf'un (Emâlî)
adındaki kitabı ile bildirilmişlerdir.
3-(Vûfu'at)
haberleri üç imâmdan bildirilmiş olmayıp, bunların talebelerinin ve talebesi
talebelerinin ictihâd ettikleri mes'elelerdir. Böyle haberleri, ilk toplıyan
Ebülleys-i Semerkandî olup (Nevâzil)
kitabını yazmıştır.
Osmanlı âlimlerinden Şeyhülislâm olanların hazırladığı ve sonradan derlenmiş
(Fetvalar), ayrıca bir kanun metni şeklinde tedvin edilmiş (kanunlaştırılmış)
olan ve Ahmed Cevdet Paşa'nın başkanlığında bir heyet tarafından hazırlanan
(Mecelle) de Hanefî mezhebinin fıkhî hükümlerini bildirmektedir. Osmanlı Devleti
zamanında yetişen büyük fıkıh âlimlerinden İbn-i Âbidîn Seyyid Muhammed Emin
Efen-di'nin hazırladığı ve kendi zamanına kadar yazılmış en muteber fıkıh
kitaplarının bir hülâsasını, özünü teşkil eden beş ciltlik (Redd-ül-Muhtar)
kitabı da Hanefî mezhebini bildiren en kıymetli kaynaklardandır.
Ayrıca günümüz Türkçesi ile kaleme alınmış ve yüzlerce eserin incelenmesi ile
meydana getirilmiş olan (Tam İlmihâl SEÂDET-İ EBEDİYYE) kitabı da, Hanefî
mezhebinin esaslarını bildiren çok geniş ve en kıymetli bir eserdir. Bu kitap
HAKİKAT KİTABEVİ tarafından neşredilmiş ve İngilizce'ye de tercüme edilmiştir.
İmâm-ı a'zamın yetiştirdiği talebelerin sayısı yaklaşık 4000 civarındadır.
Bunların birçoğu, din bilgilerinde ictihâd derecesine yükselmiştir. Oğlu Hammâd,
talebelerinin ileri gelenlerindendir. İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed
Şeybânî, iki yüksek talebesi olup "İmâmeyn" lakabı ile meşhûr olmuşlardı. Bir
dînî mes'elelerde İmâmeynin ictihâdı, İmâm-ı a'zamın ictiâdı ile eşit tutulurdu.
Hanefî mezhebindeki bir müftî, İmâm-ı a'zamın sözüne uygun fetva verir.
Aradığını onun sözünde açıkça bulamazsa, İmâm-ı Ebû Yûsuf'un sözünü alır. Onun
sözlerinde bulamazsa, İmâm-ı Muhammed Şeybânî'nin sözlerini alır. Ondan sonra
İmâm-ı Züfer, daha sonra Hasan bin Ziyâd'ın sözünü alır. Her asırda Hanefî
mezhebinde çok yüksek âlimler yetişmiştir. Evliyânın büyüklerinden Muhammed
Şâziliyye, Ma'rûf-ı Kerhî, İmâm-ı Rabbânî... gibi zâtlar bu mezhebe bağlı
idiler. Osmanlılar zamanında yetişen âlimlerin çoğu Hanefî mezhebindendi. Molla
Fenârî, Molla Gürânî, Ahmed İbni Kemâl Paşa, Ebussuûd Efendi, İmâm-ı Birgivî,
İbn-i Âbidin bu âlimlerden ba'zılarıdır.
Hanefî mezhebi Abbasî, Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin hâkim olduğu bütün
ülkelere yayılmıştır. Bugün dünyâda bulunan müslümanların yarıdan fazlası ve Ehl-i
sünnetin pek çoğu, Hanefî mezhebine göre ibâdet etmektedir.
Âlimlerin çoğu, diğer mezheplerin de hak olduğunu, fakat Hanefî mezhebinin
hükümlerinin daha doğru olduğunu söylemişlerdir. Bunun için İslâm
memleketlerinin çoğunda Hanefî mezhebi yerleşmiştir. Türkistan ve Hindistan'ın
ve Anadolu'nun hemen hemen hepsi Hanefî'dir.
Bütün dünyâda tatbik olunan İslâmî hükümlerin dörtte üçü İmâm-ı a'zamındır.
Kalan dörtte birinde de ortaktır. İslâmiyyette ev sahibi, aile reisi O'dur.
Diğer bütün müctehidler (mezheb âlimleri), O'nun çocukları gibidir.
İmâm-ı Şâfiî şöyle buyurmuştur: "Bütün müslümanlar İmâm-ı a'zamın ev halkı,
çoluk çocuğu gibidir" (Ya'nî bir adam çoluk çocuğunun nafakasını kazandığı gibi,
İmâm-ı a'zam da insanların işlerinde muhtaç oldukları din bilgilerini meydana
çıkarmayı kendi üzerine almış, herkesi kolaylığa ve rahata kavuşturup güç bir
işten kurtarmıştır.)
|