Tâbiînin meşhûr âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. 96 (m. 714)'de Belh
şehrinde doğup, 162 (m. 779)'da Şam'da vefât etti. İsmi, İbrâhîm bin Edhem bin
Mansûr olup, künyesi Ebû İshâk'tır. Nesebi hazret-i Ömer'e dayanır. Fudayl bin
İyâd'dan feyz alıp, aynı zamanda İmrân bin Mûsâ bin Zeyd Rai ve Şeyh Mansûr
Selâmi'nin sohbetinde bulunup, Veysel Karânî hazretlerinin rûhâniyetinden
istifâde etmiştir.
Bağdâd, Şam ve Hicaz'da meşhûr oldu. Üç
kıt'anın âlimlerinin çoğundan ilim öğrendi. İmâm-ı a'zam'ın (r.a.) sohbetleriyle
olgunlaştı. Dinde fakîh ve müctehid oldu. Rumlara karşı yapılan cihadlara
katıldı. Arap lisânını çok fasîh konuşurdu.
Yahyâ bin Saîd el-Ensârî, Saîd bin Mezbân, Mukatil bin Süleymân ve Süfyân-ı
Sevrî'den, Sevrî de kendisinden hadîs-i şerîf rivâyetinde bulunmuştur. Evzâî,
Şakîk-i Belhî, İbrâhîm bin Beşar, kendisinden hadîs-i şerîf rivâyetinde
bulunmuşlardır. Nesâî, Dâre Kutnî, İmâm-ı Buhârî onun sika (güvenilir) bir râvî
olduğunu bildirmişlerdir. Buhârî "Edeb", Tirmizî" "Taharet" kısmında kendisinden
rivâyette bulunmuşlardır.
Babası Edhem, Belh şehri padişahı idi. Kendisi Şehzâde olup, tahtta oturur,
avlanmayı severdi. Her türlü imkâna sahip, her istediğini yer, her istediğini
giyer, her emri hemen yapılırdı. Bir yola, çıktığı zaman, kırk altın kalkanlı
asker önünde, kırk altın gürzlü asker arkasından yürürdü. O bütün bunları terk
etmiş ve Allahü teâlâya gönül vermiştir. Mübârek sözleri ve kerâmetleri dilden
dile dolaşmış, muhabbeti hep gönüllerde yaşamıştır. Dünyâ sultânları unutulmuş,
fakat O unutulmamıştır.
Tacını, tahtını bırakıp evliyâdan olması şöyle olmuştur:
Bir gece tahtı üzerinde uyuya kalmıştı. Gece bir gürültü ile uyandı. Tavan
sallanıyordu. Seslendi: "Kim o?" Damdaki, "Tanıdık biriyim, devemi kaybettim onu
arıyorum" dedi. İbrâhîm Edhem, "Hey şaşkın, ne diye damda arıyorsun? Damda deve
mi olur?" deyince, damdaki zât, "Ey gâfil, sen Allahü teâlâyı altın taht ve
süslü elbiseler içinde arıyorsun. Damda deve aramak bundan daha mı acâib?" dedi.
Bu sözlerden sonra kalbi Allahü teâlânın aşkı ile yandı ve şimdiye kadar yaptığı
bütün günahlara, hatâ ve kusurlara tövbe etti.
Başka bir rivâyette: Bir gün sarayda umûmi bir ziyafet verildi. Devlet adamları
yerlerini almış, hizmetçiler beklerken, gayet heybetli bir zât çıkageldi. Ne
askerlerden ne hizmetçilerden hiçbir kimse ona, sen kimsin, burada ne işin var?
deme cesaretini bulamadı. Bu heybetli zât'a İbrâhîm Edhem sordu: "Ne
istiyorsun?" O zât, "Bu handa konaklamak istiyorum" dedi. İbrâhîm Edhem; "Burası
han değil, benim sarayımdır" diye cevap verdi. O zât, "O halde bu saray bundan
evvel kimin idi?" diye sorunca, İbrâhîm Edhem, "Pederimindir" dedi. Gelen zât,
"Ondan evvel kimin idi?" diye tekrar sordu, İbrâhîm Edhem, "Filân zâtın" dedi. O
zât, "Ondan evvel kimin idi?" diye sorduğunda, İbrâhîm Edhem, "Filân oğlu
filânın" cevâbına, o zâtın "Bunlara ne oldu?" suâline de İbrâhîm Edhem "Öldüler"
cevâbını verdiğinde, gelen heybetli kimse, "Bu nasıl senin sarayın ki, biri
gelmeden biri gitmede?" diyerek geldiği gibi geri çıktı. İbrâhîm Edhem o zâtın
peşine düştü ve sordu; "Sen kimsin?" O zât da, "Ben Hızırım" dedi.
Bundan sonra İbrâhîm Edhem hazretlerinin derdi çoğaldı. Kalbindeki aşk-ı ilâhi
ateşi fazlalaştı. Başından geçen bir başka hâdise de şöyledir:
Bir gün atının hazırlanmasını istedi ve av köpeğini de yanına alıp ava çıktı.
Karşısına bir hayvan çıktı. Onu yakalamak için atını sürdü, gâibden: "Yâ İbrâhîm
sen bunun için yaratılmadın ve bununla emir olunmadın!" diye bir ses işitti.
Durdu, sağına ve soluna baktı hiçbir kimseyi göremedi. "Allah la'net etsin! Bu
İblis'tir" dedi. Atını tekrar sürdü. Biraz öncekinden daha kuvvetli ve daha açık
"Ey İbrâhîm! Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emir olunmadın!" dendi.
Durup, sağına soluna baktı, hiçbir kimseyi göremedi: "Allahü teâlâ la'net etsin!
Bu İblis'tir" dedi. Atını tekrar sürdü ve aynı sözleri atının eyeri tarafından
işitti ve durdu: "Âlemlerin Rabbinden bana bir ikaz geldi. Allahü teâlâya yemin
ederim ki bu günden sonra Allaha isyan etmeyeceğim. Rabbim, sâlih insan olmamı
istiyor" dedi. Bu hâdise üzerine o kadar çok ağladı ki, elbiseleri gözyaşlarıyla
ıslandı. Sonra geri döndü. Bir çobana rastladı. Dikkat edince bunun, babasının
çobanlarından birisi olduğunu anladı. Onun abasını ve başlığını alıp kendi
elbiselerini ona verdi. Her şeyi bırakıp Allahü teâlânın yoluna girdi.
Merv şehrine doğru giderken yolda âmâ bir
adamcağız bir köprüden geçiyordu. Gözleri görmediği için nehire tam düşerken,
İbrâhîm bin Edhem (r.a.) bunu gördü. Adamcağıza çok acıdı ve (Allahümmahfezhu=Ey
Allahım. Onu muhafaza et, koru!; diye duâ etti. Bunu söyleyince köprüden
düşmekte olan a'mâ, köprü ile nehir arasında, boşlukta kaldı, düşmedi. Etrafta
bulunanlar, âmâyı tutup yukarı çektiler ve İbrâhîm bin Edhem'in büyüklüğünü
tasdîk ettiler. Bundan sonra Nişâbur'a gitti. Hep kendi ile meşgul olmak, her an
Allahü teâlâya ibâdet ve tâatde bulunmak için, kendisine dünyâ meşgalelerinden
uzak, sakin bir yer aradı. Burada bulunan bir mağarada dokuz sene ikâmet etti
(kaldı). Bu mağarada bulunduğu bir gece yıkanması icâb etti. Zemherir günleriydi
ve çok şiddetli soğuk vardı. Buzu kırmak suretiyle gusül abdesti aldı ve seher
vaktine kadar ibâdet etti. Soğuktan donmak üzere olduğunu hissetti. Isınmak için
biraz ateş olsa veya üşümemek için sırtımda bir kürk olsa diye hatırından geçti.
Birden sırtında bir kürk bulunduğunu ve bedenini ısıtmakta olduğunu hissetti.
Böylece, birazcık istirahat edip, uyumak imkânı hâsıl oldu. Az zaman sonra
uyandı. Bu kürkün, çok heybetli bir hayvanın derisinden yapılmış olduğunu
anladı. Allahü teâlâya hamd etti.
İbrâhîm bin Edhem hazretleri, bu mağarada kalırken, insanlar onun hâlini
anlamaya başladılar. Bu durumu anlayınca, derhal mağarayı terk etti ve Mekke-i
mükerremeye doğru yola çıktı. Sahrada giderken bir zât ile karşılaştı. O zât
kendisine (İsm-i a'zam=Allahü teâlânın en büyük ismini) öğretti. Bununla Allahü
teâlâya duâ etti. Hızır aleyhisselâm ile görüştü. O, kendisine "Sana İsm-i
a'zam'ı öğreten kimse, İlyas (a.s.) idi" dedi ve çok sohbet ettiler. Daha sonra,
İbrâhîm bin Edhem'in Nişâbur'da ikâmet ettiği mağarayı ziyâret eden Şeyh Ebû
Sa'îd isminde bir zât, hayret edip, "Sübhânallah! O ne mübârek bir zât imiş.
Burada bulunması bereketiyle burası öyle güzel kokuyor ki, eğer mağarayı misk
ile doldursalar öyle güzel kokmaz" dedi.
Nakledildiğine göre İbrâhîm bin Edhem (r.a.) Mekke-i mükerremeye ulaşabilmek
için sahrayı ondört senede kat edebildi. Bir müddet gidiyor, iki rek'at namaz
kılıyordu. Bu şekilde Mekke'ye ulaştı. Böyle, bir zâtın gelmekte olduğunu,
Harem-i şerîfte bulunan âlimler haber aldılar ve kendisini karşılamak üzere yola
çıktılar. Böyle zâtları karşılamak âdetleri idi. O ise, kimse beni tanımasın
diye, bir kafilenin önüne düşmüş geliyordu. Başka kimseler de kendisini
karşılamak ve görmek istiyorlardı. Kafilenin ö-nünde bulunan İbrâhîm bin Edhem'e
yaklaşıp: "Acaba İbrâhîm bin Edhem yaklaştı mı? Harem-i şerîfin âlimleri
kendisini karşılamaya geliyorlar da..." dediler. O ise, "Bırakın o kötü kimseyi!
Ondan ne istiyorsunuz?" buyurdu, O kimseler, İbrâhîm bin Edhem'in (r.a.)
ensesine bir tokat vurdular ve "Sen öyle yüksek bir zâta nasıl kötü
diyebilirsin. Böyle söylemekle asıl sen kötü oluyorsun" dediler. İbrâhîm bin
Edhem de "İşte ben de aynı şeyi söylüyorum" buyurdu.
Onlar ayrılıp gittikden sonra kendi nefsine şöyle diyordu: "Sen ne kadar
ahmaksın ve cür'etlisin. Mekke âlimlerinin seni karşılamalarını mı arzu
ediyorsun? Halbuki onlar mübârek ve muhterem zâtlardır. Böyle bir şeyi istemeye
sen nasıl cesaret edebiliyorsun? Ama sen, -tokat vurulmakla- sâna asıl lâyık
olana kavuştun." Nitekim kendisini tanıyıp özür dilediler. Burada kısa zamanda
kendisine eş-do3t buldu. Çalışıp kazanarak, alın teri ile nafakasını temin
ederdi.
Nakledildiğine göre, memleketinden (Belh'den) ayrıldığında süt emen bir oğlu
kalmıştı. Çocuk büyüdü. Zengin oldu. Validesine, babasını sordu. O da, "Baban
kayboldu. Mekke'de bulunduğuna dâir ba'zı haberler var" dedi. Oğlu "Anneciğim,
ben gidip, babamı bulmaya çalışacağım ve hizmetinde bulunacağım" dedi. Her
tarafa haber gönderip, bu sene hacca gitmek isteyenlerin kendisine gelmelerini,
masraflarını kendisinin karşılayacağını bildirdi. Bunun üzerine kendisine
dörtbin kişi geldi. Hepsinin masraflarını karşılayıp, hem haccetme, hem de
babasına kavuşmak arzusuyla yola çıktı. Kâ'be-i muazzamaya varınca, orada hırka
giymiş, yamalı elbiseli kimseler gördü ve onlara babasını sordu. Onlar "O bizim
hocamızdır, Mekke dışından, sırtında odun getirip, satar, parası ile de ekmek
alıp bize verir" dediler. Genç sahraya çıktı. Bir ihtiyarın ağır odun yüklenmiş
olarak geldiğini gördü. Kendisini tâkib etti. O pazara gidip odunları sattı.
Parası ile ekmek alıp dostlarına ikrâm etti. Onlar ekmek yerken, o da namaz
kılıyordu. Dostlarıyla birlikte tavaf yaparlarken, güzel yüzlü bir genç
karşısına gelip durdu, İbrâhîm bin Edhem (r.a.) ona bakıyordu. Tavafı
bitirdikten sonra, "O gence bu kadar dikkatle bakmanızın hikmetini anlıyamadık."
dediler. Buyurdu ki: "Ben, Belh'den ayrılırken süt emme çağında bir çocuğum
kalmıştı. Bu genç odur." O genç, "Babam benden kaçar" endişesi ile, kendisini
belli etmiyor, fakat Hergün gelip babasını seyrediyordu, İbrâhîm bin Edhem
(r.a.) bir gün, dostlarından birini alıp, Belh'den gelen hacı kafilesinin yanına
gitti. Atlasdan bir çadır ortasında bir kürsü olduğunu ve oğlunun o kürsüde
oturup Kur'ân-ı kerîm okumakta olduğunu gördü. Genç, "Her halde, mallarınız
ve çocuklarınız
(sizin için) bir belâ
ve imtihandır."
(Tegâbün-15)
meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyordu. Bunu duyunca geri dönüp gitti. Yanındaki
dostu, gencin yanına gitti. Kur'ân-ı kerîm okuması bittikten sonra gence;
"Nerelisin?" dedi. O da "Belh'liyim" deyince, "Kimin oğlusun?" dedi. O da,
"İbrâhîm bin" Edhem'in oğluyum. O'nu ilk defa dün gördüm. Ama o muydu, değil
miydi, iyice bilemiyorum. Benden uzaklaşır korkusuyla kendisine de soramadım"
dedi. Gelen zât "Gelin sizi onun yanına götüreyim" dedi. Bundan sonra beraberce
İbrâhîm bin Edhem'in yanına geldiler. Genç, babasını görünce kendinden geçecek
şekilde ağladı. Kendine geldiğinde babasına selâm verdi. Babası selâmını alıp,
bağrına bastı ve "Hangi dindensin?" diye sordu. Genç "İslâm dînindenim" dedi.
İbrâhîm (r.a.) "Elhamdülillah! Kur'ân-ı kerîmî de biliyorsun. Peki ilim de
tahsil ettin mi?" buyurdu. Oğlu "Evet" deyince, o yine hamd etti. Oğlunu yanına
alıp yüzünü semâya çevirdi. "Yâ Rabbî! İmdadıma yetiş!" diye yalvarmağa başladı.
Bunu gören yakınları, "Yâ İbrâhîm, ne oldu, niçin yalvarıyorsun?" diye sordular.
Onlara "Oğlumu bağrıma basınca şefkati ve sevgisi kalbimde kaynadı. Bunun
üzerine bir nida geldi ki, (Yâ İbrâhîm! Beni sevdiğini iddia ediyorsun. Fakat
benimle beraber başkalarını da seviyorsun. Dostluğumuza ortak katıyorsun. Bir
kalbde iki sevgi olur mu? Bu dostluğa sığar mı?). Bunu işitince duâ edip,
"İzzet, ikrâm sahibi olan Allahım! İmdadıma yetiş! Eğer oğlumun muhabbeti, beni,
senin sevginden alıkoyacaksa, ya benim, yahut da oğlumun canını al, diye duâ
ettim. Duâm hemen kabul oldu. Oğlum kucağımda can verdi" dedi.
Bir gün kendisine sordular. "Dervişliği ve fakîrliği satın alan bir kimse
tanıyor musunuz?" Cevâbında buyurdu ki, "İşte ben, fakîrliği, Belh ülkesine
karşılık satın aldım. Bu bana o kadar ucuza geldi ki, sanki bedava almış oldum.
Zîrâ bu fakîrlik ve dervişlik o kadar kıymetli ki, bir ülkeyi fedâ etmek, ona
karşılık olamaz."
Buyurdu ki, "Lokmasını helâlden temin edebilmek için uğraşmak, geceleri ibâdet
edip, gündüzleri oruç tutmaktan efdaldir. Çünkü her şeyin başı helâl lokmadır."
Ramazan-ı şerîfde ekin biçer, aldığı ücreti muhtaç olanlara verirdi. Gece sabaha
kadar ibâdet e-der, hiç uyumazdı. "Hiç uyumadan nasıl durabiliyorsunuz?"
diyenlere, "Nasıl uyuyabilirim ki, ağlamakdan biran kesilemiyorum. Bu halde
gözüme uyku girmesi mümkün müdür?" derdi. Namazını bitirdikten sonra ellerini
yüzüne kapar, "Yaptığım ibâdet doğru ve makbul olmaz da, eski bir paçavra gibi
yüzüme çarparlar diye çok korkuyorum" buyururdu. Bir defasında, ıssız bir yerde,
harabe bir binada şiddetli soğuk ve ayazın olduğu bir gece, üç kişi ibâdet
ediyorlardı. Arkadaşları uyuduktan sonra İbrâhîm bin Edhem kalkıp, sabaha kadar
kapıda bekledi. "Niye böyle yapdın?" dediklerinde, "Arkadaşlarım uyurken bir
tehlike meydana gelirse, onu ben karşılayayım. Arkadaşlarım üzülmesinler diye
böyle yaptım" buyurdu. Bir defasında sefere çıkmıştı. Azığı bitti "Benim
yüzümden bir kardeşim sıkıntıya, zahmete girmesin" düşüncesiyle uzun müddet
kimseden bir şey istemedi.
Kendisi işçi olarak çalışır, o gün kazandığı ile yiyecek şeyler alıp dostlarına
ikrâm ederdi. Bir defasında eve geç kaldı. Yol da uzundu. Arkadaşları, "O
gecikti. Bari biz yiyecek ne varsa onları yiyip uyuyalım, beklemiyelim" dediler.
Nitekim yemeklerini yediler, yatsı namazlarını da kıldıktan sonra yatıp
uyudular. İbrâhîm bin Edhem (r.a.) gelince onların uyuduğunu gördü ve bir şey
yemeden aç olarak yattıklarını düşünüp çok üzüldü. "Getirdiğim unu yoğurayım,
bir şeyler pişireyim de uyandıkları zaman yesinler ve yarın oruca niyyet
edebilsinler" diye çok uğraşıp, bir şeyler hazırladı. Arkadaşları uyandıkları
vakit, onun kendileri için ne sıkıntılara katlandığını görünce, ne yaptığını
sordular. O olanları anlattı. Bunun üzerine birbirlerine, "Bakın! O bizim için
ne fedâkârlıklara katlanıyor, bizim hakkımızda ne kadar iyi düşünüyor. Fakat biz
onu yemeğe beklemiyoruz" deyip, Onun kıymetini daha iyi anladılar. Ve özür
dilediler.
Bir defa Halife Mu'tasım, O'na "Mesleğin nedir?" diye sordu. Cevâbında buyurdu
ki, "Bu dünyâyı, dünyâya tâlib olanlara bıraktım. Bu dünyâda Allahü teâlânın
zikrini, âhırette de didârını (cemâli ile müşerref olmayı) tercih edip, bunlar
için çalışmayı kendime meslek edindim" buyurdu.
Kendisinin edebe uygun olmayan şekilde oturduğunu gören olmamıştı. Buyurdu ki,
"Bir gün farkında olmadan uygunsuz oturmuşum. Hemen bir ses işittim ki; (Ey
İbrâhîm (r.a.), kullar, efendilerinin huzurunda böyle mi otururlar?) diyordu.
Hemen toparlandım, iki diz üzerine oturdum ve uygunsuz olan oturmaya da tövbe
ettim."
"Bir defasında, azık almadan Allahü teâlâya tevekkül edip, hacca gitmek üzere
yola çıktım. Üç gün bir şey yemeden yoluma devam ettim. Nihayet iblis, karşıma
çıkıp dedi ki, (Sultanlığı ve o kadar dünyâ ni'metlerini, hacca aç olarak
gidebilmek için mi terk ettin? Onlar olsa, daha rahat olarak hacca gidebilirdin)
dedi. Ben de Allahü teâlâya şöyle duâ ettim ki, (Yâ Rabbi! Şu düşmanın bana
musallat olmak istiyor. Beni onun şerrinden koru!) Bunun üzerine bir ses işittim
ki (Yâ İbrâhîm! Cebindekileri at ki maksadın hâsıl olsun; diyordu. Elimi cebime
attım. Baktım ki, dört tane gümüş para var, hemen o paraları fırlatıp attım.
Bundan sonra iblis ürküp kaçtı ve kayboldu. Sonra öğrendim ki, "İblis, elinde
dünyâlık bulunduranların etrafında dolaşır ve onlara musallat olmak istermiş."
Buyurdu ki, "Bir gece rü'yâmda, elinde bir defter olduğu halde "Cebrâil'in
(a.s.) yeryüzüne inmekte olduğunu gördüm. (Burada ne yapacaksın?) diye sordum.
(Bu deftere Allahü teâlânın dostları kim ise onların isimlerini yazacağım.)
buyurdu. (Peki beni de yazacak mısınız?) diye sordum. (Sen, o dostlardan birisi
değilsin ki) buyurdu. (İyi ama ben o dostların dostuyum) dedim. Bundan sonra
Cebrâil (a.s.) biraz düşündü ve (Şimdi "İlk önce İbrâhîm'in ismini kaydet" diye
bir ferman geldi) buyurdu.
"Bir gece Mescid-i Aksâ'da kalmak istedim. Câmi vazifelilerinin beni görmemeleri
için içeride bulunan hasırların arasına gizlendim. Çünkü görürlerse içeride
kalmama müsaade etmezlerdi. Gece, geç vakit olunca kapı açıldı ve içeriye
tanımadığım bir zât girdi. Yanında derviş kıyafetli kırk kişi daha bulunuyordu.
O yaşlı zât mihraba geçti, iki rek'at namaz kıldıktan sonra öbürlerine döndü.
İçlerinden biri (Bu gece, burada tanımadığımız," bizden olmayan biri var) dedi.
Mihrâbda bulunan zât tebessüm etti ve (E-vet İbrâhîm bin Edhem var, kırk gündür
kalb huzuru ile ibâdet yapamamaktadır) dedi. Bunları duyunca ben açığa çıktım.
Mihrâbda bulunan zâta (Evet doğru söylüyorsunuz. Lütfen bunun sebebini de
bildiriniz) dedim. O zât şöyle anlattı. (Filân zaman Basra'da hurma satın
almıştın. Bu sırada yere bir hurma tanesi düştü. Sen o hurmayı kendi hakkın
zannederek kendi hurmalarının içine atmıştın. Onu yediğin için kırk gündür
ibâdetlerinden tad alamıyorsun); deyince hurmayı satın aldığım zâtın yanına
gittim ve bu olanları anlatıp kendisinden helâllik diledim. O da hakkını helâl
etti ve "Madem ki bu iş bu kadar hassastır. O halde ben şimdiden sonra hurma
satmayı bıraktım" dedi. Sonra dükkânını kapattı. Vakitlerini ibâdetle geçirmeye
başladı. Nihayet o da Allahü teâlânın sevgililerinden oldu."
Bir zaman yolda gidiyordu. Askerlerden biri kendisini görüp, "Sen kimsin?" dedi.
İbrâhîm (r.a.) "Ben bir kulum" diye cevap verdi. Asker "Ma'mûr, i'mâr edilmiş
yer neresidir?" dedi. İbrâhîm (r.a.) kabristanı gösterdi. Bu duruma sinirlenen
asker, "Sen benimle alay mı ediyorsun?" diyerek başına kırbaçla bir kaç defa
vurdu. Başı yaralandığı, kanadığı halde o karşılık vermedi. Askere hayır duâda
bulundu. Şehir halkı, kendisinin geldiğini, haber alınca şehrin dışına çıktılar.
Fakat kendisini bu halde görüp olanları haber alınca askere, "Kendisine
hakarette bulunduğun bu zât, çok yüksek bir velîdir" dediler. Bunun ü-zerine
asker pişman olup, tövbe etti ve ayaklarına kapanıp özür diledi. Sordu ki, "Ben
senin kafanı yardığım zaman sen bana duâ ettin, sebebi ne idi?" "Senin bana
yapmış olduğun muamele ve benim karşılık vermeyişim sebebiyle, Allahü teâlâ bana
Cenneti nasîb etti. Senin de Cehenneme düşmemen için hayır duâda bulundum"
buyurdu. Asker "Niçin (ben bir kulum) dediniz?" diye sordu. Cevâbında buyurdu
ki, "Allahü teâlânın kulu olmayan var mıdır?" Asker "Ma'mûr olan yeri sorunca
niçin kabristanı gösterdiniz?" İbrâhîm bin Edhem (r.a.) "Şehir, -ölenlerle- her
gün biraz daha harabe oluyorken, mezarlık i'mâr edilmektedir" buyurdu. O
şehirden bir zât, "Akşam rü'yâmda, Cennette bulunanları gördüm, ellerinde,
ceblerinde inciler dolu idi. Sebebini sordum. Şöyle anlattılar. Biri İbrâhîm bin
Edhem'in (r.a.) kafasını yardı. Onu Cennete getirdiler. Bir emir geldi ki, "Bir
kimse dostumuzun kafasını yarmıştır. Bu cevherleri dostumun başı üzerine
saçınız." Saçtılar. Cennette bulunanların hepsi o mücevherlerden topladılar."
Bize de bu kadar düştü diye cevap verdi" diye anlattı.
Yine büyüklerden bir zât anlatıyor: "İbrâhîm bin Edhem'le beraber bir nar
ağacının altında namaz kıldık. Namazdan sonra, nar ağacından bir ses geldi ki:
(Ey İbrâhîm (r.a.) bizi memnun etmek için şu narlardan yer misin?) diyordu. O
başını önüne eğdi. Ses üç defa tekrarlanınca kalkıp iki tane nar kopardı ve
birini bana verip diğerini kendisi yedi. Aradan zaman geçip o ağaca tekrar
uğradığımda, o ağacın çok büyümüş narlarının daha da lezzetlenmiş olduğunu ve
bir senede iki defa meyve verir hâle geldiğini gördüm. Halk bu ağaca, Rummânet-ul-âbidin=Âbidlerin
nar ağacı derlerdi. Bütün bunlar, İbrâhîm bin Edhem'in (r.a.) bereketi ile idi."
Recâ bin Hayve şöyle anlatıyor: "İbrâhîm
(r.a.) ile beraber bir gemiye binmiştik. Bir anda gökyüzü karardı. Çok şiddetli
bir fırtına başladı. Kendi kendime (Vah, vah. Gemi batacak galiba) dedim. O
sırada bir ses duydum. (Hiç korkma! İbrâhîm bin Edhem (r.a.) sizinle beraberdir,
bir şey olmaz; diyordu. Ondan sonra fırtınanın şiddeti kesildi, selâmetle
yolumuza devam ettik."
İbrâhîm bin Edhem hazretleri bir gün gemiye binmişti. Çok şiddetli bir fırtına
başladı. İbrâhîm bin Edhem (r.a.) Kur'ân-ı kerîmden bir "cüz"ün duvarda asılı
olduğunu görünce "Yâ Rabbî! Kitabından bir bölüm aramızda iken bizleri suda
boğacak mısın?" dedi. Bundan sonra "Hayır öyle yapacak değiliz" diye bir ses
duydu ve fırtına kesildi.
Bir defa gemiye binmek istedi. Ama parası yoktu ve parasız da gemiye
bindirmiyorlardı. Gidip iki rek'at namaz kıldı ve namazdan sonra, "Yâ Rabbî! Şu
geminin sahibleri bende olmayan bir şeyi istiyorlar" diye duâ etti. Duâyı
bitirir bitirmez oradaki kumların hepsinin altın olduğunu gördü. Bir avuç dolusu
alıp gemicilere verdi ve gemiye bindi. Bir defasında gemiye binmişti. Abasını
üzerine çekip istirahate çekildi. Biraz gidince fırtına başladı. Herkes korkup,
gemi batacak endişesi ile telâşlandılar. İbrâhîm bin Edhem (r.a.) ise, abasının
altında istirahatine devam etti. Gemide bulunanlar kendisine "Ne kaygısız
kimsesin. Herkes can derdinde. Sen ise rahatça yatıyorsun. Bu ne haldir?"
dediler. O, gayet sakin olarak kalktı ve "Yâ Rabbî! Bizlere rahmetini göster"
diye duâ etti. Bundan sonra fırtına sâkinleşti. Gemide bulunanlar rahatladılar.
Bir gün bir sarhoşun yanından geçiyordu. Ağzı bulaşmış, yerde yatar gördü. Su
getirip ağzım yıkadı. Ve "Allahü teâlânın isminin anıldığı bir ağız böyle
bulaşmış, berbat halde bırakmak hürmetsizlik olur" buyurdu. Sarhoş kendine
gelince İbrâhîm Edhem hazretlerinin yaptığını ve söylediği sözü bildirdiler. O
kimse tövbe etti ve sâlihlerden oldu. Sonra İbrâhîm Edhem hazretlerine
rü'yâsında dediler ki: "Sen bizim için onun ağzını yıkadın. Biz de senin kalbini
temizledik."
Hz. İbrâhîm bin Edhem, sahraya çıkmıştı. Bir kuyudan su çekmek için kovayı
sarkıttı. Geri çektiğinde kovanın gümüşle dolu olduğunu gördü. Hemen geri
boşalttı ve kovayı tekrar sarkıttı. Bu sefer çektiğinde kovanın altınla dolu
olduğunu gördü. Bunu da geri boşaltıp, kovayı tekrar daldırıp çıkardığında,
kovanın mücevherle dolu olduğunu gördü. Bunun üzerine şöyle niyazda bulundu. "Yâ
Rabbî! Bana hazine veriyorsun. Benim arzum bunlar değildir. Ben abdest almak
için su istiyorum, ihsan et" diye yalvardı. Kovayı tekrar kuyuya daldırıp
çıkardığında su ile dolu olduğunu gördü.
Yolda bir taş gördü. Üzerinde "Çevir ve altını oku" yazılıydı. Çevirdi, "Eğer
öğrendiğinle amel etmiyorsan ne diye bilmediğini öğrenmek istiyorsun" yazısını
okudu ve "Yâ Rabbî! Seni tanıyan hakkıyla tanıyamamıştır. Şimdi seni bilmeyen
bir kimsenin hâli nasıl olur" dedi ve ağladı.
Helâl lokma yemeğe çok dikkat eder ve herkese de tavsiye buyururlardı. Bir gün
kendisine falanca yerde bir genç var. Gece-gündüz ibâdet ediyor, kendinden
geçiyor, dediler. Gencin yanına gidip üç gün misafir kaldı. Dikkat etti,
söylediklerinden daha çok şeyler gördü. Kendinin soğuk, halsiz, habersiz, gencin
ise, böyle uykusuz ve gayretli hâline şaşırıp kaldı. Genci, şeytan aldatmış
mıdır, yoksa hâlis ve doğru mudur anlamak istiyordu. Yediğine dikkat etti.
Lokması helâldan değildi. "Allahü ekber, bu hâlleri hep şeytandandır" deyip,
genci evine da'vet etti. Kendi lokmalarından bir tane yedirince, gencin hâli
değişip, o aşkı, o arzusu, o gayreti kalmadı. Genç, İbrâhîm'e sorup, "Bana ne
yapdın?" deyince, "Lokmaların helâlden değildi. Yemek yerken, şeytan da midene
giriyordu. O hâller, şeytandan oluyordu. Helâl yiyince şeytan giremedi. Asıl,
doğru hâlin meydana çıktı" dedi.
İbrâhîm bin Edhem hazretleri bir bağda bekçilik yapardı. Bir gün uyuduğunda,
ağzında nergis dalı ile bir yılan gelip, dalı sallayarak ona serinlik yaptı.
Kendisi anlattı: Bağ sahibi bir gün gelip bana: "Tatlı nar getir" dedi.
Götürdüm. Ekşi çıktı. Yine "Tatlı nar getir" dedi. Bir tabak daha götürdüm. Bu
sefer de ekşi çıktı. Bunun üzerine bağ sahibi, "Sübhanallah! Bunca zamandır
burada bekçisin, yine narın tatlısını ekşisinden ayırd edemiyorsun" dedi. Ben
de, "Benim vazifem bağı beklemek, hiç tatmadığım narın tadını nereden bileyim?"
diye cevap verdim. Bağ sahibi, "Sendeki bu hâle bakınca İbrâhîm bin Edhem'sin
diyeceğim geliyor" dedi. Bu sözü işitince tanınmamak için hemen oradan ayrılıp
gittim.
İbrâhîm bin Edhem hazretlerinin ahde vefâsı (sözünde durması) ve cömertliği
herkesi hayrete düşürürdü. Süheyl bin İbrâhîm diyor ki: "İbrâhîm bin Edhem'le
bir müddet arkadaşlık etmiştim. Bir gün hastalandım. Acıktığımı anlıyarak
yiyeceğini bana verdi. "Canım bir şey istedi" deyince, O, hayvanını sattı,
parasını bana harcadı. Karşılaşınca: "Ey İbrâhîm, hayvanın nerede?" diye sordum.
"Sattık" cevâbını verdi. "O halde şimdi neye bineceğim" dedim. O da, "Kardeşim
sırtıma" dedi ve üç menzil beni sırtında taşıdı."
Dünyâ malına ehemmiyet vermez, mübârek kalbi hep Allahü teâlâ ile meşgul idi.
Zenginlerden birisi kendisine bin altın getirdi ve: "Bunu kabul buyurun" dedi.
İbrâhîm bin Edhem hazretleri, "Ben fakîr-lerden bir şey almam" buyurdular. O
zât, "Ben fakîr değilim" deyince "Bu sahip olduğun maldan daha ziyâdesini ister
misin?" diye sordu. O zât "Evet" deyince "Bu altınları al götür, zîrâ fakîrler
içinde en fakîr sensin. Bu hâlin fakîrlik değil midir?" cevâbını verdi.
İbrâhîm bin Edhem (r.a.) bir gün deniz kenarında oturmuş, elbisesini dikiyordu.
Memleketin valisi yanındakilerle birlikte oradan geçerken İbrâhîm bin Edhem
hazretlerinin başında durdu. Vali onu seyrederken şöyle düşündü: "Bak şu dünün
hükümdarına! Böyle yapmakla eline ne geçti?" İbrâhîm bin Edhem valinin aklından
geçenleri anlamıştı. Kaldırıp iğnesini denize fırlattı. Sonra, "Balıklar iğnemi
getirin" deyince, bir balık, ağzında İbrâhîm Edhem'in denize attığı iğneyi
getirdi. İbrâhîm bin Edhem iğneyi balığın ağzından aldıktan sonra valiye döndü:
"Elime bu iğne geçti" buyurdu." Yâ'nî; ben Allahü teâlâdan gayrı olanları
bırakıp, bütün varlığımla O'na döndüğüm için, bu balıkları bana hizmetçi etti ve
bana bu kerâmeti verdi" demek istedi.
Huzeyfe-i Mer'aşî, İbrâhîm bin Edhem'e hizmet ederdi. Sebebini sorduklarında,
"Mekke'ye giderken çok acıkmıştık. Kûfe'ye gelince, açlıktan yürüyemez oldum.
"Açlıktan kuvvetsiz mi kaldın?" dedi.
"Evet" dedim. Hokka, kalem, kâğıt istedi. Bulup getirdim. "Bismillahirrahmanirrahîm,
Herşeyde, her hâlde sana güvenilen Rabbim! her şeyi veren sensin. Sana her an
hamd ve şükr eder, Seni bir an unutmam. Aç, susuz ve çıplak kaldım, ilk üçü,
benim vazifemdir. Elbette yaparım. Son üçünü sen söz verdin. Senden bekliyorum"
yazıp, bana verdi ve "Dışarı git ve Allahü teâlâdan başka kimseden birşey umma
ve ilk karşılaşdığın adama bu kâğıdı ver" dedi. Dışarı çıktım. İlk olarak, deve
üstünde biri ile karşılaşdım. Kâğıdı ona verdim. Okudu, ağlamağa başladı. "Bunu
kim yazdı?" dedi. "Câmide birisi" dedim. Bana bir kese altın verdi. İçinde
altmış dinar vardı. Bunun kim olduğunu sonradan, etraftakilere sordum.
Nasranîdir (ya'nî hıristiyandır) dediler. İbrâhîm bin Edhem'e bunları anlattım.
"Keseye elini sürme. Sahibi şimdi gelir" buyurdu. Az zaman sonra Nasrânî,
İbrâhîm bin Edhem'in huzuruna geldi. "Bu yazıyı yazan siz misiniz?" dedi. "Evet"
cevâbını alınca, "Çok düşündüm, böyle bir yazıyı yazanın Allaha olan tevekkülü,
ancak hak olan bir dinde olur. Bu parayı verdiğim kimseyi takip ederek
huzurunuza geldim. Bana İslâmiyeti anlatır mısınız?" diyerek, kelime-i şehâdeti
söyledi ve müslüman oldu."
Bir gün bir köle satın almış idi. Ona sordu: "İsmin nedir?" Köle, "Ne diye
çağırırsanız odur" dedi. İbrâhîm bin Edhem, "Ne yersiniz?" diye sordu. Köle, "Ne
yedirirseniz odur" diye cevap verdi. İbrâhîm bin Edhem, "Ne iş yaparsınız?"
buyurdu. Köle, "Ne emrederseniz onu" dedi. İbrâhîm bin Edhem, "Neyi arzu
edersiniz?" diye sorduğunda kölenin, "Kölenin hiç arzusu olur mu? Onun arzu ile
ne işi var?" müthiş cevâbı üzerine, İbrâhîm bin Edhem kendi kendine "Ey miskîn,
acaba sen ömür boyu Hak teâlâya böyle kul olabildin mi? Kulluğu bundan öğren"
deyip, ağlayarak kendinden geçti.
"Allahü
teâlâya nasıl kavuşulur?" diye sordular. Onlara cevap olarak "Allahü teâlâyı
tanımak isteyen bir kimsenin kalbinden şu üç perde kalkmadıkça O'na kavuşamaz:
1-
Ebedî ihsana karşı, dünyâ ve âhıretin mülkünü ona
verseler sevinmemelidir.
2-
Dünyâ ve âhıret mülkü onun olsa, bunu daha sonra
ondan alsalar kaybettim diye üzülmemelidir.
3-
Övülmeye ve medh olunmaya aldanmamalıdır
buyurdu.Kendisinden bir zât nasîhat istediğinde buyurdu ki;
Altı şeyi kabul edip yaparsan, hiçbir işin sana zarar vermez. Dünyâda ve
âhırette rahat edersin. O altı şey şunlardır:
1-
Günah yapacağın zaman Allahü teâlânın sana verdiği
rızkı yeme.
2-
Ona âsi olmak istersen, O'nun mülkünden çık.
Mülkünde olup ta ona isyan etmek uygun olurmu?
3-
Ona isyan etmek istersen, gördüğü yerde günah
yapma. Görmediği yerde yap. Onun mülkündeolup, verdiği rızkı yiyip, gördüğü
yerde günah yapmak uygun değildir.
4-
Can alıcı melek, ruhunu almaya geldiği zaman tövbe
edinceye kadar izin iste. O meleği kova-mazsın. Şimdi kudretin var, güç kuvvetin
yerinde iken tövbe et. Tövbe edilecek zaman bu zamandır.Zîrâ ölüm çok ani gelir.
5-
Mezarda Münker ve Nekir ismindeki iki melek, suâl
için geldiklerinde, onları kov seni imtihanetmesinler. Soran kimse dedi ki,
"Buna imkân yoktur." İbrâhîm Edhem buyurdu ki; "Öyle ise şimdidenonlara cevap
hazırla."
6-
Kıyâmet günü Allahü teâlâ "Günahı olanlar
Cehenneme gitsin" diye emir edince ben gitmem de.Soran kimse dedi ki; "Bu sözümü
dinlemezler." nasîhatleri dinleyen kimse tövbe etti ve ölünceye kadartövbesinden
vazgeçmedi.
Kendisine şöyle sordular: Allahü teâlâ, "Ey kullarım,
benden isteyiniz, kabul ederim, veririm."
(Mü'min
sûresi 60) buyuruyor. Halbuki istiyoruz vermiyor? Cevaben buyurdular ki: "Allahü
teâlâyı çağırırsınız O'na itâat etmezsiniz. Kur'ân-ı kerîmi okursunuz,
gösterdiği yolda gitmezsiniz. Cenâb-ı Hakkın ni'metlerinden faydalanırsınız.
O'na şükretmezsiniz. Cennetin ibâdet edenler için olduğunu bilirsiniz,
hazırlıkta bulunmazsınız. Cehennemi âsiler için yarattığını bilirsiniz, ondan
sakınmazsınız. Babalarınızın, dedelerinizin ne olduklarını görür, ibret
almazsınız. Ayıbınıza bakmayıp başkalarının ayıplarını araştırırsınız. Böyle
olan kimseler, üzerine taş yağmadığına, yere batmadıklarına, gökten ateş
yağmadığına şükretsinler. Daha ne isterler? Duâlarının neticesi, yalnız bu
olursa yetmez mi?"
Bir kimse kendisinden nasîhat isteyince: "Bağlı olanı aç, açık olanı kapa"
buyurdu. O kimse "Bunu anlamadım" deyince: "Kesenin ağzını aç, cömert ol, açık
olan dilini de tut konuşma" diyerek izah buyurdular.
Birisiyle arkadaş oldu. Bu arkadaşlıkları bir müddet devam edip, zaman gelip
ayrılmaları icâb e-dince, arkadaşı: "Uzun zaman arkadaşlık ettik bir ayıbımı
gördünse söyle bir daha yapmayayım" dedi. İbrâhîm bin Edhem (r.a.) cevâbında:
"Kardeşim sende bir ayıp görmedim. Ben sana dâima sevgi gözü
ile baktım. Onun için seni hep iyi buldum. Senden
gördüklerim hep iyi şeylerdi. Ayıp arıyorsan başkalarına sor" buyurdular.
Kalbler Allahü teâlâdan niçin perdelenir?
dediklerinde: "Çünkü Allahü teâlânın sevmediğini severler. Bu fânî dünyânın
sevgisi âhıreti unutturur" buyurdu.
Kendisine, "Sen kimin kulusun?" dediler. Titredi, yere düştü ve kendinden geçip
yerde çırpınmaya başladı. Bir müddet sonra kendine geldi. Kalktı ve bir âyet-i
kerîme okudu. "Niçin cevap vermedin?" dediler. İbrâhîm bin Edhem, "Korktum ki
eğer O'nun kuluyum desem, benden kulluk haklarını ister değilim desem, bunu da
diyemem" buyurdu.
Zamanın nasıl geçer dediklerinde: "Dört bineğim vardır: Allahü teâlâdan bir
ni'met gelince şükür bineğine binerim. Tâat gelince ihlâs bineğine biner onunla
ilerlerim. Belâ gelince sabır bineğine biner yoluma devam ederim, Günah vâki
olunca tövbe bineğine biner istiğfâr ederim" buyurdular.
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe (r.a.) O'nu medh-ü sena etmişler, "İbrâhîm bin Edhem
seyyid ve sevdi-ğimizdir" buyurmuşlardır.
Vefâtına yakın buyurdular ki: "Kırk yıl Mekke meyvesinden hiçbir şey yemedim,
eğer sekerât-ül-mevt hâlinde (ölüm hâlinde) olmasaydım bunu söylemezdim. Çünkü,
kazançları şüpheli olan askerlerden ba'zıları, Mekke topraklarından bir kısmını
satın almış bulunuyorlardı. Yiyeceğim meyvelerin, bu kimselerin arazilerinde
yetişebileceğini düşünerek yemedim."
Bir gün yatsı namazını kılıp uzun uzun duâ etti ve: "Yâ Rabbi! Bana müslüman
olarak ölmeyi nasîb et! Sâlihler zümresine kat!" diye yalvardı. Sonra
seccadesinin üstünde bir müddet oturup durdu. Tefekküre daldı. Tam o sırada,
karşısına temiz kıyafetli, heybetli bir genç dikiliverdi. Yüzü ay gibi
parlıyordu. Bembeyaz bir elbise giymişti. Çok güzel kokular sürmüştü.
Gülümsüyordu. İbrâhîm bin Edhem hazretlerini bir şaşkınlık almıştı. Ona dönüp
sordu: "Siz kimsiniz?" Gelen, "Ben melek-ül-mevtim. Ölüm vakti gelenlerin ruhunu
kabz ederim." deyince, İbrâhîm bin Edhem hazretleri daha da şaşırdı.
Seccadesinin ö-nüne dikilen bu güzel yüzlü genç, insan olamazdı. Sessiz sedasız
gelmiş, karşısına nasıl dikilmişti? Şaşkınlığı devam ederken, hemen hatırladı...
"Allah iyi kullarının ruhunu alması için Azrâil aleyhisselâmı, güzel sûretli bir
genç şeklinde gönderecektir." Ölüm ânının geldiğini anladı. Buna çok sevinerek "Allahım
sana sonsuz şükürler olsun" diye duâ etti. O esnada, kirâmenkâtibin melekleri de
O'na göründüler. Yaptığı iyi işleri yazmışlar, O'na gösteriyorlardı. İkisi
birden şöyle dediler: "Allahü teâlâ senin mükâfatını art-tırsın. Bizi, iyi
kişilerin toplandığı sohbetlere götürdün. Câmilere götürdün. Güzel şeyler
gördük, güzel şeyler işittik. İyi şeylerin yapıldığı yerlerde bizi bulundurdun."
İbrâhîm bin Edhem hazretlerine, bu sözlerden sonra Cennet'teki yeri gösterildi.
Azrâil aleyhisselâm emrindeki birçok melek ile beraber gelmişti. Onlar da
İbrâhîm bin Edhem hazretlerinin çok sevdiği kokulardan sürünmüşlerdi. Kimi gül,
kimi karanfil, kimi daha da güzel kokuların arasında ruhunu teslim aldılar.
Vefât ettiği gün, "Yer yüzünün emânı ölmüştür." diye gizliden bir ses duyuldu.
Bunu herkes işitti. Fakat ma'nâsını anlıyamadılar. Acaba ne olacak diye merak
ettiler. Ne zaman ki İbrâhîm bin Edhem'in (r.a.) vefât ettiği haberi duyuldu,
herkes bu sözün İbrâhîm bin Edhem (r.a.) için olduğunu anladılar.
Buyurdular ki: "Öbür dünyâda terazide en ağır amel, burada bedene en zor
gelenidir." "İşittiğime göre, kıyâmet günü insan, daha çok utansın diye
tanıdıklarının yanında hesaba çekilir."
"İlmi, amel için öğreniniz. Çokları bunda yanıldı. İlimleri dağlar gibi büyüdü,
amelleri ise zerre gibi küçüldü."
"Borcu olan kimse, borcunu ödemedikçe, yağlı ve sirkeli taam yememelidir."
Her zaman şöyle duâ ederdi: "Yâ Rabbi! Beni günah alçaklığından, sana tâat
(ibâdet) lezzetine u-laştır."
KAYNAKLAR
1)
Hilyet-ül-evliyâ
cild-7, sh-367, cild-8, sh-3
2)
Tezkiret-ül-evliyâ
sh-56
3)
Nefehat-ül-üns
sh-95 (Lâmiî tercemesi)
4)
Keşf-ül-mahcûb
sh-230 (Urdu tercemesi)
5)
Fevât-ül-vefâyât
cild-1, sh-13
6)
Tam İlmihâl Se'âdet-i Ebediyye sh-70, 587, 618,
628, 711, 825
7)
Câmi'u-kerâmât-il-evliyâ
sh-232
8)
Hadikât-ül-evliyâ
9)
El-A'lâm cild-1, sh-31
10)
Tehzîb ü İbni
Asâkir cild-2, sh-167
11)
Tabakât-üs-Sûfiyye
sh-27
12)
Risâle-i Kuşeyrî sh-51
13)
Sıfat-üs-safve cild-4, sh-127
14)
Tabakât-ül-kübrâ
cild-1, sh-81
15) Vefeyât-ül-a'yân
cild-1, sh-31
16)
Tehzîb-üt-tehzîb
cild-1, sh-102
|