Dördüncü Kısım 9 - 7 Peygamberimizin Korku Namazı KılmasıBuharî ve Müslim'in rivâyetlerinde Câbir'den rivâyet edilmiştir ki: "Peygamber Efendimiz hazretleri'yle yolculuğa çıktık. Zâtü'r-Rikâ' dedikleri yere geldiğimizde çok gölgeli bir ağacın yanına geldik. 'Burada Resûlüllah hazretleri istirahat etsin,' dedik. Fahr-i Âlem hazretleri orada indi. Ashâb da başka yerlerde indiler. Resûlüllah Efendimizin kılıcı ağacın dalında asılı duruyordu. Hemen müşriklerden bir kâfir, ansızın çıkıp Fahr-i Kâinat hazretleri'nin üzerine geldi. Durduğu yerden kılıcını aldı, sıyırdı. Ondan sonra Fahr-i Âlem hazretleri'ne hitap edip: — Benden korkuyor musun? dedi. Fahr-i Âlem hazretleri: — Hayır! diye buyurdu. Kâfir: — Seni benim elimden kim kurtarır? dedi. Resûlüllah hazretleri: — Allah! diye buyurdu. O sırada ashâb bu halden haberdar olup kâfiri korkuttular. Kılıcı kinına koyup yerine astıktan sonra kaçıp gitti. Ondan sonra namaza kamet olundu. Fahr-i Kâinat hazretleri, ashâbından bir toplulukla iki rek'at namaz kıldı. Onlar geri çekildiler, bir toplulukla daha iki rek'at kıldı. Fahr-i Kâinat hazretleri'nin namazı dört rek'at oldu, topluluğun namazı ikişer rek'at oldu," demiştir. Müslim'in rivâyetinde şu da gelmiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin ardında iki saf bağladık. Düşman, bizimle kıble arasında idi. Âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri tekbir etti, biz de tekbir ettik. Ondan sonra rükûa vardı, biz de rükûa vardık. Rükûdan başını kaldırdı, biz de topluca başımızı kaldırdık. Ondan sonra Peygamber Efendimiz hazretleri, kendine yakın olan safla secdeye vardı, arkadaki saf düşmana karşı ayak üzeri durdular. Varlıkların iftiharı Efendimiz hazretleri secdesini tamamlayınca arkadaki safa kıyam etti ve öndeki saf geri çekildiler. Ondan sonra Peygamber Efendimiz rükû etti, biz de topluca rükû ettik. Sonra rükûdan başını kaldırdı, biz de topluca başımızı kaldırdık. Ondan sonra sücûda vardı. Birinci rek'atta arkada olup sonra öne geçmiş olan saf, Peygamber Efendimiz hazretleri'yle beraber secde ettiler. Öbür saf, düşmana karşı ayak üzeri durdular. Secdelerini tamamladıkları vakit arkadaki saf secdeye inip secde ettiler. Ondan sonra Peygamber Efendimiz hazretleri selâm verdi, biz de topluca selâm verdik," demiştir. Yine Buhârî ve Müslim'in rivâyetlerinde gelmiştir ki: "Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, Zatü'r-Rikâ' gazvesinde korku namazı kıldı. Sahabeden bir topluluk onunla saf bağlayıp namaza durdular. Bir topluluk da düşmana karşı durdular. Böylece Peygamber Efendimiz kendisiyle olan toplulukla bir rek'at kıldı da ayak üzeri durdu. O topluluk namazlarını tamamladılar ve gidip düşmana karşı durdular. Öbür topluluk gelip Peygamber Efendimiz hazretleri'ne iktida ettiler. Onlarla da bir rek'at kıldı. Ondan sonra oturup kaldı. Diğer topluluk da namazlarının bakiyesini kıldılar. Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz onlarla selâm verdi," demişlerdir. İmâm Mâlik bu üslûbu tercih edip Şafiî ve Ahmed de ona muvafakat etmişlerdir. Hanefî âlimleri katında Korku Namazı'nın sıfatı şudur: İmâm olan kimse, cemaati iki bölük eder. Ondan sonra bir bölüğünü düşmana karşı koyup öbür bölükle namaza başlar. Eğer kıldığı ikişer rek'atli namazlardansa, bunlarla beraber bir rek'at kılar ve bunlar gider, düşman karşısında dururlar; o duranlar gelip iktida ederler. Bunlarla da bir rek'at kılar, ama yalnız kendisi selâm verir. Ondan sonra bunlar yine düşmana karşı dururlar; ilk kılanlar gelir, namazlarının bakiyesini kıraetsiz tamamlar, selâm verirler. Zira bunlar lâhik'lerdir, baştan beri İmâmın ardında durmak hükmündedirler. Bunlardan sonra öbür topluluk da gelir, kıraetle namazlarını tamamlar ve selâm verirler. Bunlara kıraetin gerekli olması şundan dolayıdır ki, bunlar mesbuk'lardır, yâni farzın yarısından sonra İmâma yetişip iktida etmiş kimseler hükmündedirler. Kıldığı dört rek'atli veya üç rek'atli namazlardansa bir bölükle önce iki rek'at namaz kılar, ondan sonra anlatıldığı şekilde namazlarını tamamlarlar. Yırtıcı canavar korkusu olduğu zaman da böyle kılınır. Eğer korku çok fazla olursa, bu tarz üzre kılmağa dayanamazlarsa her kişi bindiği davarın üzerinde kendi kendine kılar. Ve ne tarafa kabil olursa o tarafa yönelerek imâ ile kılar... İşte İmâm-ı Azam'ın mezhebinde korku namazı bu üslûp üzre kılınır. En iyisini Allah bilir. Ama muhtelif mezhep sahipleri daha çok rivâyetler söylemişlerdir. Kimisi, "Bu hususta on dört şekil geldi," demiştir. İbnül-Arabi Kabes adlı kitabında: "Bu namaz hususunda çok rivâyet gelmiştir. En doğrusu on altı değişik rivâyettir," demiştir. Ama nasıl ettiklerini beyan etmemiştir. Bazıları beyan edip bir şekil de fazla olarak zikretmişlerdir. Velhasıl Fahr-i Âlem hazretleri'nin fiilinde her ne zaman rivâyetlerin ihtilâfını gördülerse bir şekil de fazla olarak zikrettiler. Şekillerin çokluğu rivâyetlerin değişikliğinden olmuştur. İbnü'l-Kassaru'l-Mâlikî dedi ki: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri korku namazını on kere kılmıştır." İbnü'l-Arabî: "On dört kere kıldı," demiştir. Hitâbî: "Muhtelif günlerde değişik şekiller üzre kılmıştır. Her birinde namaza elverişli ve korunınaya en uygun olanı araştırırdı. Gerçi namazın sûretleri ihtilâf üzre idi, fakat hepsi mânâ bakımından ittifak halindeydi," demiştir. Beşinci Kısım Peygamberimizin Cenaze Namazı Kılması1 . Tekbirlerinin Sayısı:Buharî ve Müslim'in rivâyetlerinde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) dedi ki: "Peygamber Efendimiz, Necâşî vefat ettiği gün vefatını haber verdi. Ashâbla beraber musallaya çıkıp saf bağladılar. Dört tekbir etti." Tirmizi katında Ebû Hüreyre'den rivâyet edilmiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz, bir cenaze üstüne tekbir edip ilk tekbirde mübarek ellerini kaldırdı ve sağ elini sol elinin üzerine koydu," demiştir. 2 . Kıraeti Ve Duası:İbn-i Münzir, İbn-i Mes'ud, Hasan bin Ali, İbn-i Zübeyr ve Mesvere bin Mahreme (Allah onların hepsinden razı olsun) hazretleri'nden "Cenaze namazında Fâtiha okumak meşrudur," diye nakletmiştir. İmâm Şafiî, Ahmed ve İshak, bu kavli mezhep edinmişlerdir. Ebû Hüreyre'den ve İbn-i Ömer'den "Cenaze namazında kıraet yoktur," diye nakletmiştir. Abdürrezzak ve Nesâî'nin rivâyetlerinde sahih isnatla Ebû Umâme'den rivâyet edilmiştir ki, cenaze namazında sünnet şudur: Tekbir etmeli, ondan sonra Ummü'lKur'an'ı (Fâtiha'yı) okumalı, ondan sonra Peygamber Efendimiz hazretleri'ne salât etmeli, ondan sonra duayı ölüye tahsis etmeli, yâni sadece onun için dua etmeli ve kıraet etmemeli, ancak başlangıçta kıraet etmeli," demiştir. Buharî'nin Sahîh'inde Sa'd ve Talha'dan rivâyet edilmiştir ki: "İbn-i Abbâs hazretleri'nin ardında cenaze namazı kıldım.. Fâtiha sûresini okudu ve: — Biliniz ki, bu sünnettir, dedi," demişlerdir. Ancak kıraetin yerinin beyanı onda yoktur. Yâni hangi tekbirden sonra kıraetin gerektiği zikrolunınamıştır. Ama İmâm Şafiî katında Câbir'in hadîsinde zikrolunmuştur: "Ve karâe bi-ümmü'l-kur'ane ba'de't-tekbiretü'l-ûlâ — Ve birinci tekbirden sonra Kur'an'ın anasını (Fâtiha'yı) okudu," sözleriyle gelmiştir. Bu mânada bazı rivâyetler daha irad olunmuştur. Ama Hanefî âlimleri katlarında cenaze namazında Fâtiha okumak yoktur. Zira Peygamber Efendimiz hazretleri, son kıldığı cenaze namazını böyle kılmıştır. Yâni Fâtiha okumamıştır. Böyle olunca daha önce kılmış olduğu üslûplar neshedilmiş olur. Son kıldığı şekille amel etmek gerekli olur. O halde İmâm-ı Azam'ın kavlince cenaze namazını şöyle kılmak gerektir: Birinci tekbirde iki elini kaldırır, tekbir eder. Ondan sonra Sübhaneke okur. İkinci tekbirden sonra Peygamber Efendimiz hazretleri'ne salât eder. Teşehhüdden sonra salât ettiği gibi. Üçüncü tekbirden sonra: "Allahümme'ğfir lihayyinâ ve meyyitinâ ve şâhidinâ ve ğaibinâ ve zekerinâ ve ünsânâ ve sağîrenâ ve kebîrenâ," duasını okur. Duanın Türkçesi: "Allahım, bağışla bizi, dirimizi ve ölümüzü, burada bulunanımızı ve bulunınayanımızı, erkeğimizi ve kadınımızı, küçüğümüzü ve büyüğümüzü," demektir. Ondan sonra selâm verir. Mezkûr dua İmâm-ı Ahmed ve Ebû Dâvud'un rivâyetlerinde gelmiştir. İmâm Müslim'in naklinde Avf bin Mâlik (radıyallahü anh) de: "Fahr-i Âlem , hazretleri bir cenazenin namazını kıldı. Orada ettiği duadan şunu ezberimizde tuttuk," dedi: "Allahümme'ğfir lehü verhamhü ve âfihi va'fü anhü ve ekrim nüzulehü ve vessi' medhalehü v'ağsilhü bil-mâi ve's-selci ve'l-berdi ve nakkihi mine'l-hatâyâ kemâ yunkiye's-sevbü'l-ebyazü mine'd-denesi ve ebdilhü dâren hayren min dârihi ve ehlen hayren min ehlihi ve zevcen hayren min zevcihi ve edhilhü'l-cennete ve eizhü min azâbi'l-kabri ve azâbi'n-nâri." Duanın Türkçesi: "Allahım, onu bağışla, ona merhamet et, ona âfiyet ver, onu afvet, ona konukluk ikramını ihsan, onun yerini genişlet, onu su, kar ve serinlikle yıka, beyaz elbisenin kirden temizlendiği gibi onu hatalardan temizle, ona kendi evine karşılık daha hayırlı bir ev, dünyadaki ehlinden daha hayırlı ehil ve dünyadaki eşinden daha hayırlı bir eş ver, onu cennete koy, kabir azâbından ve ateş azabından onu koru." Avf dedi ki: "Peygamber Efendimiz bu duayı okuduğu için o yatan ölünün yerinde olmak istedim." Ebû Dâvud'un naklinde Vâsile bin Eska (radıyallahü anh): "Peygamber Efendimiz'den şu duayı işittim. Müslümanlardan birinin namazını kıldığımızda okurdu," demiştir: "Allahümme inne filânü'bni filânün fî zimmetike ve habli civârike fekıhi min azâbi'l-kabri ve azâbi'n-nâri ve ente ehlü'l-vefâ ve'l-hakki. Allahümme'ğfir lehü v'erhamhü inneke ente'l-ğafurü'r-rahîmü." Duanın Türkçesi: "Allahım, elbette filân oğlu filân senin zimmetinde (koruman altında) ve senin yakınlığinin emânındadır. Onu kabir azâbından ve ateş azâbından koru. Sen, vefa ve hak ehlisin. Allahım, onu bağışla ve ona merhamet et. Elbette sen çok bağışlayıcı ve çok merhamet sahibisin." Yine Ebû Davud'un naklinde Ebû Hüreyre'den rivâyet edilmiştir ki: "Peygamber Efendimiz hazretleri: "Allahümme ente rabbühâ ve ente halâktehâ hedeytehâ ilâ'l-islâmi kabazte ruhahâ ve ente a'lemü bi-sırrıhâ ve alâniyetihâ ci'nâ şüfeâe fağfir lehâ," derdi," demiştir. Duanın Türkçesi: "Allahım, sen onun rabbisin. Onu sen yarattın, İslâm'a sen hidâyet ettin ve ruhunu sen kabzettin. Onun gizli ve açık hallerini en iyi sen bilirsin. Biz ona şefaat eder ve senin bağışlamanı dileriz." 3 . Peygamberimizin Kabir Üzerine Namazı:Buharî ve Müslim'in rivâyetlerinde Ebû Hüreyre'den rivâyet edilmiştir ki: "İhtiyar bir kadın vardı, mescidi süpürürdü. Fahr-i Âlem hazretleri, onu bir müddet göremez oldu. — O kadın ne oldu? Onu göremiyorum, diye sordu. — Ya Resûlâllah! Vefat etti, dediler. Kâinatın efendisi ve sevgilerin en yükseği kendisine olan Resûlüllah hazretleri: — Niçin bana bildirmediniz? dedi. Sanki onun ölümünü küçük ve hakir bir şey gibi gördüler. Ondan sonra Peygamber Efendimiz: — Bana delâlet edin, onun kabrini gösterin, buyurdu. Delâlet edip gösterdiler. Gitti, üzerine namaz kıldı." İbn-i Hibban'ın rivâyetinde Hammâd bin Seleme, Sâbit'ten rivâyet etmiştir ki, Peygamber Efendimiz hazretleri: "Gerçekten bu kabirler, kendi ehillerine zulmetle doludur. Elbette Hak teâlâ hazretleri, benim onlar üzerine namazım sebebiyle onları nurlandırır," diye buyurmuştur. Bazılarının kavlinde şöyledir ki: Kabir üzerine namaz kılmak o Hazret'in kendine mahsus olan şeylerdendir. Başkalarının onu etmesi câiz olmaz. İbn-i Hibbân bunu naklettikten sonra: "Peygamberimize mahsus olan şeylerdendir, diyenler bunu delil getirdiler. Delil çıkarına şekilleri şudur ki, Peygamber Efendimiz, 'Allah, benim namazım sebebiyle onların kabirlerini nurlandırır,' diye buyurdu." Ama başkasına câiz olduğunu, başka bir yoldan rivâyet ettiği hadîsi delil getirerek dedi ki: "Bu rivâyette: "Sonra kabre geldi. Arkasında saf olduk. Kabrin üzerine dört kere tekbir etti," diye vâki olmuştur. Peygamber Efendimiz hazretleri'nin, kendisiyle beraber namaz kılanları namazdan men etmemesi bunun sırf kendine mahsus şeylerden olmayıp başkasına da câiz olduğunu bildirir." Ama buna itiraz edip: — Peygamber Efendimiz hazretleri'ne tabiiyetle câiz olması, asaleten kılınanın câiz olmasına delâlet etmez, dediler. Ukbe'den rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz, bir gün Uhud şehitlerinin üzerine vardı. Sekiz yıldan sonra onlar üzerine namaz kıldı," diye gelmiştir. Şeyhayn'ın rivâyetlerinde de, "Kıldı" diye gelmiştir, ibaresi şudur: "Harece yevmen fasallî alâ ehli Uhud ke-salâtihi alâ'l-meyyiti — Bir gün çıktı, ölü üzerine namaz kılar gibi Uhud ehli üzerine namaz kıldı," buyurmuşlardır. Bu hadiste kâfirlerle harpte şehit olanlar üzerine namaz kılınanın cevazına delâlet vardır. Ancak bu mes'elede âlimler ihtilâf etmişlerdir. İmâm-ı Azam hazretleri'nin mezhebinde şehitlerin namazlarının, sair müminlerin namazları gibi kılinınası gerektir. İmâm Şâfiî, Mâlik, Ahmed ve Ishak'ın mezheplerinde onların namazları kılininaz. Bunlar dediler ki: "Namaz, ölüye şefaattir. Kılıç ise günahları mahveder, giderir. Şefaate ihtiyaç kalmaz." İmâm-ı Âzam hazretleri buyurmuştur ki: "Ölü üzerine namaz kılmak, onun kerametini (kutluluğunu) açıklamak içindir. Şehit ise keramete başkasından daha lâyıktır. Günahtan pâk olmak duadan müstağni kılmaz. Görmez misin ki, Fahr-i Âlem hazretleri günahlardan pâk ve beri idi, yine üzerine namaz kılındı. Masum çocukların günahları yoktur, yine de namazları kılınır." Sahih hadîste şu da gelmiştir ki: "Peygamber Efendimiz, Uhud şehitleri üzerine namaz kılmıştır," diye buyrulmuştur. Hidâye'de ve şerhlerinde böylece yazmışlardır. Şafiîler, "Lâ yüsallâ alâ'ş-şehîdi — Şehit üzerine namaz kılininaz," dediklerinin ne mânâya geldiği, hususunda birbiriyle ihtilâf ettiler. Bazıları, "Şehit üzerine namaz vâcip değildir, ama kılınsa câiz olur," mânâsına gelir, dediler. Çoğunluğu, "Şehit üzerine namaz kılmak haramdır," dediler. Şafiîler katında doğru olan görüş budur. Müellif Hanefî fıkhından habersiz olduğu için burada: "Hanefîler, kabir üzerine namazı mutlak olarak men ederler," diye tabir etmiştir. Ama böyle değildir. Bir ölünün namazı kılinınadan defnolunsa kabri üzerine gidip kılmak gerektir. Zira Peygamber Efendimiz hazretleri, Ensâr kavminden bir kadinin kabri üzerine namaz kılmıştır. Kılınanın cevazı şu zamandadır ki, ölünün bedeni dağılmış olmasın. — Bu nereden bilinir? denilirse bu husus galip olan görüşe bırakılmıştır. Zira kimisi semiz olur, tez dağılır. Kimisi arık (zayıf ve kuru) olur, geç dağılır. Müslümanların galip görüşü neye müncer olursa ona göre amel etmek gerektir. Hidâye'de ve başka Hanefî kitaplarında böyle yazılıdır. 4 . Peygamberimizin Gaib Namazı Kılması:Buharî ve Müslim'in rivâyetlerinde Câbir (radıyallahü anh): "Peygamber Efendimiz hazretleri, bir gün: — Bugün Habeş'den sâlih bir kişi vefat etti. Gelin, namazım kılın, dedi," demiştir. Câbir dedi ki: "Biz de saf bağladık, Peygamber Efendimiz'le namaz kıldık." Ebû Hüreyre'nin rivâyetiyle bu bahsin 1 sayılı başlığı altında naklolunmuştur ki, Necâşî öldüğü gün Resûlüllah Efendimiz haber verip ashâbiyle musallaya çıktılar, saf bağlayıp namaz kıldılar. Buharî katında İbn-i Uyeyne yolundan İbn-i Cüreyh'den rivâyet edilmiştir ki: "Kalkın, kardeşiniz Usâme'nin üzerine namaz kılın, dedi," buyrulmuştur. İmâm Şafiî, Ahmed ve selefin cumhuru, bu kıssadan gaib namazinin meşru olduğuna delil çıkarmışlardır. İmâm-ı Azam ve Mâlik: "Meşru değildir," demişlerdir. Bazı âlimler de: "Vefat ettiğine yakın zamanlarda kılmak câizdir. Uzun müddet geçtikten sonra câiz değildir," demişlerdir. İbn-i Hibbân da: "Eğer ölünün şehri kıble semtindeyse kılmak câizdir. Eğer aksi semtte ise câiz değildir," demiştir. Necâşî'nin kıssasinin delâletine kail olmayanlar, yâni gaib namazını kılmaya mezkûr kıssa delâlet etmez ve Resûlüllah hazretleri'nden sonra gaib namazı kılmak meşru değil diyenler birkaç vecih zikretmişlerdir. Biri şudur: "Gaib namazı kılmak Fahr-i Âlem hazretleri'ne mahsustu, başkasinin kılması câiz değildir," dediler. Biri de şudur: "Peygamber Efendimiz hazretleri'nin Necaşî'nin namazını kılması, onun vefat ettiği yerde üzerine namaz kılacak kimse olmadığı içindi," dediler. Bazıları: "Resûlüllah hazretleri'ne keşfen görünınüş oldu. Kendisi müşahede ederdi, iktida edenler görmezlerdi. Onun için kıldı. Bunun (yâni ölüyü görerek kılınanın) cevazında ise ihtilâf yoktur," dediler. Bazıları: "Bu kavi, nakle muhtaçtır. İhtimalle sâbit olmaz," dediler. Bazıları: "Bu gibi şeylerde ihtimal kâfidir," diye cevap verdiler. Ama böyle diyenlerin müstenidi sanki Vahidî'nin nüzul sebeplerinde isnatsız zikrettiğidir ki, İbn-i Abbâs hazretleri'nden: "Peygamber Efendimize keşfolundu (göründü), Necaşî'nin sedir üzerinde durduğunu gördü ve onun üzerine namaz kıldı," demiştir. Ayrıca İbn-i Hibban, lmran bin Husayn'ın hadîsinden rivâyet edip: "Peygamber Efendimiz namaza durdu. Onlar O'nun arkasında saf oldular ve onun cenazesini gözlerinin önünde zannettiler," demiştir. Bu hadislerden anlaşılmıştır ki, Fahr-i Âlem hazretleri, Necaşî'nin cenazesini görmüştür. Bazıları: "Gaib namazı kılinınası Necaşî'ye mahsustu. Onun için Fahr-i Âlem hazretleri, sonradan başka kimsenin namazını kılmadı," dediler. Ama böyle diyen kimse katında Peygamber Efendimizin başka gaibin namazını kıldığı sanki sabit değildir. Ancak Muâviye bin Muâviye adlı kimsenin de gaib namazını kıldı, diye gelmiştir. Bu bahse ilişkin sözlerin bir miktarı da Mu'cizeler esnasında geçmişti. 3. Peygamberimizin Zekât Hususunda DavranışıMalûm olsun ki, zekât, lügatte nemâ ve tathîre derler. Yâni ziyade olmaya ve pâk olmaya (temizlenmeye) lügat ehli zekât derler. Burada da onun sebebiyle mal bereketlenip arttığı için ve onu edâ eden kimseyi günahlardan temizlediği için zekât adı verilmiştir. Bazıları: "Allah indinde ecri ziyade olduğu için böyle denildi," dediler. Bazıları da: "Zekât, sahibini temizler ve imanın sıhhatine şehadet eder. Onun için böyle denildi," dediler. "Sadakaya da zekât denilmesi, sahibinin tasdikine, zâhir ve bâtınıyle imanının sıhhatine delâlet ettiği içindir," dediler. Şerefli şeriat-ı Muhammedîyeden anlaşılan şudur ki, zekâtın vâcip olması muvâsât (yardım, iyilik ve dostluk) içindir. Yâni müslümanların birbirine mallariyle ihsan etmesi içindir. Muvâsât, şanı olan maldan başka bir şeyde olmaz. Şanı olan da nisaba yetişendir. Bundan sonra malûm olsun ki, o Hazret, zekâtı nemâsı olan (artan) mallara meşru kıldı. Bu da dört kısım üzredir: 1 . Altın ve gümüş. 2 . Ekinler ve meyveler. 3 . Davar cinsi hayvanlar. 4 . Ticaret malları. Hadîs nassı ve icmâ ile gümüşün nisabı 200 dirhemdir. Altinin nisabı 20 miskaldir. Ekin ve meyvelerin, yâni yerden bitenlerin İmâm-ı Âzam katında nisabı yoktur; sadece eğer az eğer çok her ne ise öşrünün (onda birinin) verilmesi gerektir, ister akarsu ile suvarsın, isterse yağmurla.. Ama odunda, kamışta ve çayır otunda öşür yoktur, demiştir. İmâmeyn katında öşür, ancak kalıcı meyvesi olan şeylerde vâciptir. Ekseriya onu toplayıp yığarlar, bir yıl miktarı veya daha fazla durur. Meselâ buğday, arpa, hurma ve bunların benzeri her ne varsa beş vask olduğu zaman öşrünün verilmesi gerektir. Vask dedikleri 60 sâ'dır. Sa', 8 rıtıl'dır. Rıtıl, 12 ukye'dir. Ukye, 40 dirheme derler. Koyunun nisabı kırktır. Sığırın otuzdur, devenin beştir. Velhasıl vacib olan miktar, malın, kuvvet, kıymet ve zahmeti hasebiyledir. Malın en iyisi ve zahmeti az olanı rikâz (maden ve defineler) dir, yâni mutlak olarak yer altında bulunan maldır. Gerek madenler gibi orada yaratılmış olsun, gerekse gömülmüş bulunsun. Bunlarda vacib olan beşte birdir. Ama gömülmüş olanın (definelerin), kâfir zamanında kâfirler tarafından gömülmüş olandan olması gerektir. Ekinler ve meyveler, eğer yağmurla yahut akarsu ile suvarılırsa öşür vermek gerektir. Aksi halde öşrünün yarısını vermek gerektir. Devenin Zekâtı:Devenin nisabı kendi cinsinden vermeye yetecek kadar olmadığı vakit çaresiz onda nisaba yetişince bir koyun vermek vacib oldu. Develerin sayısı yirmi beşe ulaşınca kendi cinsinden vermeye yetecek kadar olmuş olur. Bu takdirde iki yaşına girmiş bir deve vermek gerekir. Otuz beş adede varıncaya kadar vacib olan budur. Otuz altı adede vardığı gibi üç yaşma basmış bir deve vermek gerekir. Kırk beş deveye varıncaya kadar böyledir. Kırk altı deve olduğu gibi tâ altmışa varıncaya kadar dört yaşma basmış bir deve vermek vacib olur. Yetmiş altıdan doksana varıncaya kadar üç yaşma girmiş iki deve vermek gerekir. Doksan birden yüz yirmiye varıncaya kadar dörder yaşma girmiş iki deve vermek gerekir. Ondan sonra sehimler yeni baştan alınıp fürû kitaplarında tafsil olunduğu üzre hesaplanıp çıkarılması gerektir. Sığırın Zekâtı:Sığırın nisabı tamamlanınca, yâni otuz baş sığır olunca gerek erkek, gerek dişi olsun bir yaşında buzağı vermek gerek. Kırk baş olunca gerek erkek, gerek dişi olsun iki yaşında dana vermek gerek. Kırktan fazla olunca altmışa varıncaya kadar hesabı üzre vermek gerek. Yâni bir ziyade olursa bir dananın dörtte bir öşrünü (onda birinin dörtte birini, 1/40'ını) verirler. Eğer iki ziyade olursa öşrünün dörtte ikisi, 2/40'ını verirler. Uç ziyade olursa öşrünün dörtte üçünü, 3/40'ını verirler. Bu kavi, Ebû Hanîfe hazretleri'nindir. Ama Ebû Yûsuf ve Muhammed (Allah onlara rahmet etsin): "Kırktan yukarı altmışa varıncaya kadar ziyadelerde bir şey verilmez," demişlerdir. Altmış tamam olduğunda iki buzağı verilir. Yetmiş tamam olduğunda bir buzağı ve bir dana verilir. Seksen olduğu gibi iki dana verilir. Doksan olduğunda üç buzağı verilir. Yüz tamam olduğunda iki buzağı ve bir dana verilir. Bu üslûp üzre her on adette, takdir edilen sehim buzağıdan danaya ve danadan buzağıya dönüşür. Yâni her otuzda bir buzağı ve her kırkta bir dana lâzım olur. Koyunun Zekâtı:Koyunun nisabı tamam olunca, yâni koyunların sayısı kırkı bulunca bir koyun vermek gerek. Tâ yüz yirmi koyuna varıncaya kadar koyunların zekâtı bir koyundur. Koyunların sayısı yüz yirmiden bir koyun ziyade olsa tâ iki yüze varıncaya kadar iki koyun vermek gerek. İki yüzden bir koyun fazla olsa üç koyun vermek gerek. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri'nin şerefli mektuplarında ve Ebû Bekir'in mektubunda böyle beyan buyrulmuştur. İcmâ da bunun üzerine akdedilmiştir. Böylece dört yüz koyun olduğunda dört koyun vermek gerektir. Ondan sonra her yüz koyunda bir koyun vermek gerekir. Zekât toplayan kimsenin, koyunun bir yaşında olanını alması gerekir. Bir yaşma girmeyeni almamak gerektir. Zira vacib olan vasattır. Bir yaşma girmeyen ise küçüktür. Atın Zekâtı:Atın nisabı beştir. Bazıları, üçtür, dediler. Mecınau'l'Fetâvâ sahibi Hazânetü'l'Fetâvâ'da, Ebû Ca'fer Tahâvî'den: "Atın nisabı beştir," diye nakletti. "Eğer beşten eksik olursa zekâtı yoktur," diye buyurmuş. Ebû Ahmed el-lyâzî: "Nisabı üçtür. Üçten eksik olursa zekâtı yoktur," demiş. Hâsılı aygırla karışmış olan her Arap atinin sahibi muhayyerdir: Dilerse bir altın verir, dilerse kıymetinin kırkta birini verir. İmâm-ı Âzam hazretleri böyle buyurmuştur. Atların hepsi erkek olsa zekâtı yoktur. Zira nâmî (nemâ getirici) mal değildir. Yâni artınaz ve çoğalmaz. Hepsi dişi olsa, aralarında erkek bulunınasa bir kavilde bunun da zekâtı yoktur. Zira yalnız dişilerden bir şey hâsıl olmaz. Bir kavildeyse bunun zekâtı vardır. Zira âriyet aygır getirip aralarına salmak mümkündür. Malûm olsun ki, bu zikredilen hayvanların zekâtları, sâime (kırda yayılan hayvan) olmaları ve üzerlerinden bir yıl geçmesi halinde vacib olur. Böyle olmayınca vacib olmaz. Sâime ona derler ki, yılın ekserinde yabanda otlar. Eğer bu hayvanlar yılın yarısında yabanda otlar ve diğer yarısında yemle beslenirse onların zekâtları yoktur. Onlara zekât terettüp etmesi için yılın yarısından fazlasında yabanda otlaması gerekir. İş için ve binek için beslenen atların da zekâtı yoktur. Ayrıca ticaret için olmayan katır ve eşeklerde de zekât yoktur. Ama alıp satmak için beslenirse zekât maliyetine tallûk eder, sair ticaret mallarından farkı olmaz. Fıtır (Fitre) Sadakası, bir sa' hurma yahut bir sa' arpa yahut bir sa' kuru üzümdür. Yahut yarım sa' buğday veya yarım sa' buğday unudur. Bu sadaka hür olan her Müslüman üzerine vacibtir. Eğer nisaba mâlikse. Nisab da, meskeninden, elbisesinden, ev eşyasından, atından, silâhından ve kölesinden ziyade olan maldır. Kişinin bu sadakayı kendi nefsi için, fakir küçük çocuğu için, hizmetkâr köleleri için, müdebberi ve ümmü veled'i (azadlığı kendisinin ölümüne tâlik edilmiş olan kölesi ve çocuk anası cariyesi) için vermesi gerektir. Zekât Verilecek Yerler:Zekâtın ve umumiyetle sadakaların sarf yerleri şunlardır: 1 . Fakirler, 2 . Miskinler, 3 . Zekât toplayıcılar, 4 . Mükâteb (azadlığı belli bir bedelin ödenmesine bağlanmış köle), 5 . Borcundan fazla olarak nisaba kudreti yetmeyen yahut halk üzerinde malı olan, ama alması mümkün olmayan borçlular, 6 . Gazilerin fakirleri, 7 . Hacıların fakirleri, Fakirler ve miskinler daha önce ayrıca zikredilmişken bunların tekrar zikrolunınası inkita (yerlerinden ve mallarından ayrılma) sebebiyle fazla ihtiyaçları olduğu içindir. 8 . Misafirler (yolcular). Bunların da ihtiyaçları miktarında zekât alması câizdir. Yanında malı olmayan her kimsenin, eğer kendi memleketinde malı olsa bile, zarar etmez, zekât alması câizdir. Şu da malûm olsun ki, peygamberlerin üzerlerine zekât vacib değildi. Zira onların mülkleri yoktu. Ellerinde olan eşya, Hak teâlâ hazretleri'nin emanetlerindendi. Zamanı olunca bezlederlerdi, yeri olmayınca men ederlerdi. Aynı zamanda zekât, sahibini temizlemesi ve arıtınası içindir. Nitekim Hak teâlâ hazretleri: "Huz min emvâlihim sadakaten tutahhiruhum ve tüzekkihim bihâ — Onların mallarından sadaka al ki, onunla onları temizleyesin ve çok arıtasın," (Tevbe sûresi: 9/103) buyurmuştur. Peygamberler ise günahlardan temizlenmiş ve arınmışlardır. Bunun içindir ki, İmâm-ı Azam hazretleri: "Sıbyân (küçük çocuklar) üzerine zekât vacib değildir," demiştir. Zira onlar masumdurlar, günahları yoktur. Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin güzel âdetleri şu idi ki, bir kavim gelip zekâtlarını getirseler, onlara salât (yardımla dua) eder: — "Allahümme salli alâ âli filânun — Allahım, filânın ailesine yardım eyle," derdi. Ebû Evfâ sadaka getirdiği zaman: — "Allahümme salli alâ âli Ebî Evfâ — Allahım, Ebî Evfâ'nın ailesine yardım eyle," diye buyurdu. Zekât ne zaman farz olundu? diye âlimler ihtilâf ettiler. İmâm Nevevî, Ravza'da, "Hicretin ikinci yılında farz olundu,", diye yazmıştır. İbn-i Esir, Tarihinde, "Dokuzuncu yılda vâki oldu," demiştir. Ama burada itiraz noktalan vardır. Zira Ebû Süfyân, daha önce beyan olunduğu üzre, yedinci yılın başlarında Kayser'e gittiğinde o da Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin durumundan sual sorduğunda: — "Yeınürünâ bi'z-zekât — Bize zekâtla emreder," demişti. İbn-i Huzeyme: "Hicretten önce farz olundu," diye iddia etmiştir. Bunu Ummü Seleme'nin, Habeş hicreti hakkında gelen hadisinden istidlâl etmiştir. Ama ondan istidlâl etmekte itiraz noktaları vardır. Zira o zamanda henüz ne zekât farz olunmuştu, ne de Ramazan orucu farz olunmuştu, dediler. Ummü Seleme'nin hadîsinin isnadı itirazdan sâlim olduğu takdirde bile tevil olunınası gerektir, diye bazı açıklamalar zikretmişlerdir. Netice olarak âlimlerin çoğunluğunun kavli, zekâtın Hicret'ten sonra farz olunınası üzerindedir. Bu husustaki deliller cümlesinden biri de şudur ki, Ramazan orucu ittifakla hicretten sonra vâki olmuştur. Zira farziyetine delâlet eden âyet-i kerîme ihtilâfsız Medenî'dir.. Hadîs İmâmları katında şu da sabittir ki, Fitre Sadakası zekâttan önce vacib olmuştur. Zira İmâm-ı Ahmed, İbn-i Huzeyfe, Nesâî, İbn-i Mâce ve Hâkim'in rivâyetlerinde Kays bin Ubâde (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri, zekât inmeden önce bize fitre sadakasını emrederdi. Sonra zekât farizası indi. Ne bize emreder, ne bizi nehyeder, fakat biz onu işlerdik," demiştir. Mezkûr hadîs sahih isnatla gelmiştir. Zekâtın fitre sadakasından sonra farz olmuş olduğuna açıkça delâlet eder. O halde Ramazan'ın farz olmasından sonra olması lâzım gelir. Böylece hicretten sonra olduğu kesinleşir. İmâm-ı Buhârî'nin naklinde gelmiştir ki, Hazret-i Âişe (radıyallahü anh): "Fahr-i Âlem hazretleri hediye kabul ederdi," diye buyurmuştur. Yine Şeyhayn'ın rivâyetlerinde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: "Her ne zaman Resûlüllah Efendimiz hazretleri'ne bir yiyecek getirseler: — Bu hediye midir, yoksa sadaka mıdır? diye sorardı. Eğer 'Sadakadır' derlerse ashabına 'Siz yeyin' diye buyururdu ve kendi yemezdi. Eğer 'Hediyedir' derlerse kendi de onlarla beraber yerdi." Yine Şeyhany'ın rivâyetlerinde gelmiştir ki, bir gün Fahr-i Âlem hazretleri, Hazret-i Âişe'ye: — Yanınızda yiyecek bir şey var mıdır? diye sordu. Âişe (radıyallahü anh): — Bir şey yok! Ancak biraz koyun eti var ki, senin Nesibe'ye gönderdiğin sadaka koyundandır. Nesibe bize gönderdi, dedi. Peygamber Efendimiz hazretleri: — Ondan sadaka hükmü zâil oldu. Artık bize helâl oldu, buyurdu. Yâni: "Biz ona gönderdiğimizde sadaka idi. Onun mülkü olduktan sonra bir miktarını size hediye etmiş. Bizim o hediyeden yememiz câiz olur," demektir. Yine Buhârî, Müslim ve Ebû Dâvud'un nakillerinde gelmiştir ki, Büreyre'ye bir miktar et sadaka etmişlerdi. Büreyre de onu Fahr-i Âlem hazretleri'ne gönderdi. Resûlüllah Efendimiz: — O et Büreyre'ye sadakadır ve bize hediyedir, dedi. En iyisi Allah bilir. |