Geri

   

 

 

İleri

 

2 . BAB

9 - 3   Peygamberimizin Cuma Namazı Kılmaları

Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: "Cebrâil aleyhisselâm, Resulullah Efendimiz hazretlerine beyaz bir ayna getirdi, üzerinde siyah bir nokta vardı. Fahr-i Âlem hazretleri:

— Yâ Cebrâil, bu nedir? diye sordu.

Cebrâil aleyhisselâm:

Bu Cuma günüdür. Sen ve ümmetin bununla üstün ve seçkin kılındınız, insanlar bunda size tâbidirler. Yahudi ve Hıristiyanlar size tabidirler. Yâni onlara Cumartesi ve Pazar günleri verilmiştir. Bunlar Cuma'dan sonra gelir. Size bu günde büyük hayır ve iyilik vardır. Bu günde bir saat vardır ki, onda hayır dua eden her müminin duası elbette kabul olunur. Bu, bizim katımızda Yevmü'l-Mezîd (Artış Günü) dür, dedi.

Resulullah Efendimiz hazretleri:

— Yevmü'l-Mezîd nedir? dedi.

Cebrâil aleyhisselâm dedi ki:

Gerçekten senin Rabbin Firdevs cenneti içinde geniş bir vâdi yaratmıştır. Orada yığılmış mensekler (ibadet yerleri, kurban kesme yerleri) vardır. Cuma günü olduğu gibi Hak teâlâ hazretleri, meleklerden dilediğini oraya gönderir. O vadinin etrafında nurdan minberler vardır. Üzerlerinde peygamberlerin oturacağı yerler vardır. Onların çevresinde ve yanlarında yakut ve zümrütle bezenmiş altın minberler vardır. Üzerlerinde şehitler ve sadıklar otururlar. Ondan sonra Hak teâlâ hazretleri: "Ben sizin Rabbinizim. Gerçekten siz benim vaadimi tasdik ettiniz. O halde benden isteyin, size vereyim," diye buyurur.

Onlar da:

Ya Rabbi! Senden rızanı isteriz, derler.

Bunun üzerine Hak teâlâ hazretleri:

Gerçekten ben sizden razı oldum ve size arzu ettiğiniz nesneleri verdim. Benim katımda bunlardan daha ziyadesi vardır, diye buyurur.

Yâni "Sizin arzu ettiğiniz şeylerden, dilek ve isteklerinizden daha fazla size ihsanlarım vardır," demek olur.

Ondan sonra Cebrâil aleyhisselâm dedi:

— O peygamberlerin, şehitlerin ve sadıkların ruhları cuma gününü severler. Zira o gün Hak teâlâ hazretleri onlara hayır ve ihsanlar verir. Senin Rabbin o günde Arş'a istivâ etti.

Istivâ dediği istilâ demektir. Istilâ'nın bir mânası, "üzerinde karar tutmak"tır. Burada o mâna mümkün değildir. Zira Hak teâlâ hazretleri mekândan münezzehtir. Bir mânası da "Bir nesneyi ele geçirip ona galip olmak" tır. Gerçi bütün eşya Hak teâlâ hazretlerinin kudret kabzasında iradesine boyun eğmişlerdir, fakat Arş yaratıklarının en büyüğüdür ve hepsini kaplayıcıdır. Bu cihetten "Estevâ ale'l-arşi — Arş'ı istiva etti, Arşın üzerine oturdu, Arş'a hâkim ve galip oldu, Arş'ı kapladı," buyrulmuştur.

İmâm Tirmizî'nin Tevillerinde zikredilmiştir ki, Arş mülk mânasına gelir. O halde "Arş'ı istivâ etti" demek, "Mülkünü istilâ etti" demektir. Hâsılı, o günde mülküne müstevli ve galip oldu, demek olur. Bununla beraber Hak teâlâ hazretleri, zamandan ve mekandan münezzehtir.

Yine Cuma'nın fazileti hakkında Ebû Hüreyre (radıyallahü anh), Fahr-i Kâinat hazretlerinden rivâyet etmiştir ki: "Üzerine güneşin doğduğu günlerin en şereflisi ve en üstünü Cuma günüdür. Âdem o gün yaratıldı, o gün cennete girdi ve o gün cennetten çıkarıldı. Kıyamet de o günden başka bir günde kopmaz," buyurmuşlar.

Netice olarak Cuma günü şanı çok büyük bir gün olduğu için bu kadar büyük işlerin ona ihtisası vardır.

Enes (radıyallahü anh) buyurmuştur ki, Receb ayı girdiğinde Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri: "Allahım, Receb ve Şabanla bizi kutlu, Ramazanla zengin kıl," Ve ayrıca: "Cuma gecesi gecelerin eğarrı ve Cuma günü de günlerin ezheridir," derdi, demiştir.

Eğar'ın asıl mânâsı alnında beyaz olan at demektir ki, Arap tâifesi içinde bu türlü at çok makbul ve muteber olduğu için kendisinde değer ve şeref olan her nesneye eğar demişlerdir. Garrâ dedikleri bunun dişisidir. Ezher diye ak ve nuranî şekilli nesneye derler. Hâsılı, "Cumanın geceleri gecelerin en şereflisi ve gündüzü gündüzlerin en şereflisidir" demek olur.

Günler'den murat, haftanın günleridir. Zira haftanın günlerinin en faziletlisi Cuma'dır. Senenin günlerinin en faziletlisi Arefe günüdür. Cuma gecesiyle Kadir Gecesi de böyledir. Arefe Cuma gününe geldiği zaman iki şeref onda birleşmiş olur. Ama Şeyh Ebû Ümâme bin Nakkaş: "Hafta günlerinin en faziletlisi Cuma'dır ve sene günlerinin en faziletlisi Kurban Bayramı günüdür. Bundan başka söz söyleyen itirazdan sâlim olamaz," demiştir.

Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, Efendimiz hazretleri:

"Bizler, zaman bakımından en sonra gelenler, kadir ve şeref bakımından kıyamet günü en önde gidenleriz. Ancak şu kadar var ki, geçmiş ümmetlere kitap bizden önce verildi. Ondan sonra bu cuma günü o gündür ki, Hak teâlâ hazretleri onu bizden önce gelenlere farz etmişti; onda ihtilaf ettiler. Bunun üzerine Hak teâlâ hazretleri onu bize nasip etti. insanlar bize tabidirler. Yahudiler onun ertesi gününe, Hıristiyanlar da onun ertesinden sonra gelen güne muvaffak oldular," buyurmuşlardır.

Bazı âlimler: "Hadîs-i şerifte, "Bu Cuma günü o gündür ki, Hak teâlâ hazretleri onu bizden önde gelenlere farz etmişti," buyrulmasından murat, ayniyle (açıkça) farz etmiş olup da onların muhalefet etmiş olmaları demek değildir. Zira hiçbir mümine caiz değildir ki, Hak teâlâ hazretlerinin farz ettiğini terk etsin!.. Allah bilir ki, belki murat şudur: Allah onlara bir gün farz edip onda şeriatleri üzre kıyamı (namaz kılmayı) buyurdu ve o günü kendilerinin ihtiyarına bıraktı. Sonunda o günün hangisi olduğunu kesin olarak bilemeyip ihtilafa düştüler. Onun Cuma günü olduğu hususunda hidayete mazhar olamadılar, demektir," dediler.

Ama İbn-i Ebî Hâtem'in rivâyetinde Süddî'den tasrih vâki olmuştur ki: "Onlara biaynihî (açıkça) Cuma günü farz olmuştu. Onlar buna razı olmadılar, böbürlenip yüz çevirdiler," demiştir. Sözü aynen şöyledir:

"Elbette Allah, Yahudilere Cuma'yı farz etti. Bunun üzerine onlar, böbürlenerek yüz çevirdiler ve:

Yâ Musa! Bize Cumartesi gününü bağışla, dediler.

O da öyle yaptı." demiştir.

Bu muhalefet Yahudi tâifesi için olmayacak bir şey değildir. Onlar, emre muhalefet edegelmiş bir topluluktur. Nitekim Hak teâlâ hazretlerinin, "Vedhulû'l-bâbe sücceden — Ve secde ederek kapıdan girin," (Bakara: 2/58, Nisâ: 4/154, Araf: 7/161) buyurduğunda emre muhalefet ve isyan edip üzerlerine gökten azâb inmişti. Ayrıca, "Huzû mâ ateynâküm bikuvvetin — Size verdiğimizi kuvvetle tutun!" (Bakara: 2/63) emr-i şerifine, "işittik ve itaat ettik" diyecek yerde "İşittik ve isyân ettik" diyerek isyân etmişlerdir, diye buyurdu.

Hadîs-i şerifte "Fehedânâllahu lehu — Bunun üzerine Allah bizi ona hidâyet etti (onu bize nasip etti)," sözünün "Nasla hidâyet etti" demek olması mümkündür, içtihatla hidâyetin murad olunınası da muhtemeldir.

İmâm Abdürrezzak Muhammed bin Sirîn'den sahih isnatla rivâyet etmiştir ki: "Medine ehli Fahr-i Cihan hazretlerinin hicretinden önce toplandılar. Ensâr topluluğu:

— Yahudi ve Hıristiyanların toplanacak bir günleri var. Her hafta o gün toplanırlar. Bizim öyle bir günümüz yok. Gelin, ittifak edelim, biz de bir gün tayin edelim. O gün toplanıp Allah'ı zikredelim, namaz kılalım ve şükredelim, dediler.

Ondan sonra bir gün tayin edip adını "Arûbe" koydular. Es'ad bin Zürâre'nin yanında toplandılar. O da bunlara o gün namaz kılıverdi. Daha sonra Hak teâlâ hazretleri, Resulullah hazretlerine: "İzâ nûdiye lissalâti min yevmi'l-cümü'ati... — Cuma günü namaz için çağrıldığı zaman..." (Cuma sûresi: 62/9) âyet-i kerîmesini inzal etti. Böylece Cuma namazı farz oldu," demiştir.

İmâm-ı Ahmed, Ebû Dâvud ve İbn-i Mâce'nin rivâyetlerinde Kâ'b bin Mâlik (radıyallahü anh): "Fahr-i Kâinat hazretleri Medine'ye gelmeden önce Es'ad bin Zürâre bizimle Cuma namazını kıldı," demiştir.

İbn-i Sirîn'in mürsel hadîsi, orada bulunan sahâbe-i kirâmın Cuma'yı içtihatlariyle ihtiyar etmiş olduklarına delâlet eder. Bu, Resulullah Efendimiz hazretlerinin de Mekke'de iken vahiy ile bilmiş olmasına mâni değildir. Ama orada müşrikler arasında Cuma'yı yerine getirmeye kadir olamamış olabilir. Onun içindi ki, Medine'ye geldiği zaman o Cuma günü ashâbiyle Cuma namazını kıldı.

İbn-i Ishak der ki: "Fahr-i Âlem hazretleri Medine'ye geldiği zaman Kubâ nahiyesinde Amr bin Avf kabilesi arasında Pazartesi, Salı, Çarşamba ve Perşembe günleri ikamet etti ve Kubâ Mescidi'nin temelini kurdu. Ondan sonra Cuma günü Kubâ'dan çıktı. Beni Sâlim arasına geldiğinde Cuma vakti yetişti. Orada vâdi ortasında olan mescitte Cuma namazını kıldı. Medine diyarında ilk kıldığı Cuma namazı o namazdı."

Cuma namazinin vaktini tayinde gelen hadîs-i şerif:

Buharî'nin naklinde Enes bin Mâlik'den rivâyet edilmiştir ki: "Resulullah Efendimiz Cuma namazını güneş meylettiği (zevâle vardığı) zaman kılarlardı," demiştir.

Malûm olsun ki, Cuma'nın kuruluşunda hutbe şarttır. Onsuz Cuma sahih olmaz. Saîd bin Cübeyr (radıyallahü anh): "Hutbe, öğle namazinin iki rek'ati yerine geçer. Hutbeyi terkedip Cuma namazını kılacak olsalar öğle namazından iki rek'ati terketmiş olurlar," demiştir.

Hanefî, Mâliki ve Şafiî İmâmları ile başkaları tasrih etmişlerdir ki, Resulullah hazretlerinin zamanında hem minarede ve hem Fahr-i Kâinat hazretlerinin önünde ezan okunınazdı. Sadece Bilâl-i Habeşî (radıyallahü anh) Fahr-i Kâinat hazretlerinin karşısında durup ezan okurdu. O zaman Resulullah Efendimiz minbere çıkıp oturmuş bulunurlardı. Velhasıl sünnet olan, hatip minbere çıkıp oturduktan sonra müezzinin kalkıp ezan okumasıdır.

Mâlikîlerden İbn-i Hâcib: "Resûlüllah devrinde olan ezan mezkûr ezandır. Sonradan Hazret-i Osman'ın hilâfetinde halk çoğaldı da emretti, hutbe ezanından önce Zevrâ üstünde ezan okudular. Sonradan Emevî halifelerinden Hişâm, o ezanı da mescide getirdi. Mescitte bir ezan okunur, bir ezan da minber önünde kendi karşısında okunurdu," demiştir.

Zevrâ, Medine-i münevvere pazarında bir yerin adıdır.

Malûm olsun ki, Hazret-i Osman'ın ziyade ettiği ezan, gerçi hutbe ezanından önce okunur, ama fukaha ve muhaddislerin tabirlerinde ona ikinci ezan derler. Zira sonradan ve ikinci olarak konulmuştur. Bazan üçüncü ezan da derler. Şu itibarla ki, hutbe ezanını birinci ezan tutarlar, kameti ikinci ezan tutarlar ve o ezanı da üçüncü ezan tutarlar. Onun içindir ki, Sâib bin Yezîd (radıyallahü anh): "Resûlüllah Efendimiz hazretleri zamanında, Hazret-i Ebû Bekir ve Ömer devirlerinde İmâm minbere oturduğu zaman birinci ezan okunurdu. Fakat Osman zamanında insanlar çoğaldığı için Zevrâ üstünde üçüncü bir ezan daha ilâve edildi," diye buyurdu.

İmâm-ı Buhârî böyle rivâyet etmiştir. Yine ondan bir rivâyette: "Cuma günü ikinci ezan okunınasını Osman, mescid halkinin çoğalması üzerine emretti," diye gelmiştir.

Netice olarak bu rivâyetlerin birinde üçüncü ezan ve birinde de ikinci ezan denilmesi zikrolunan itibarlara göredir.

Malûm olsun ki, hutbe ezanının konulmasından murat, mescitte olan halkın hatibin minbere çıkıp oturduğunu bilmeleri, hazır olmaları, hutbeye başladığı gibi sözü kesip hutbeyi dinlemeleri içindir. Hâsılı ezanların konulmasında gelen haberlerin en doğrusu ve en kuvvetlisi mezkûr rivâyetlerdir ki, tevatür derecesine varmıştır.

Peygamber Efendimizin İlk Hutbesi:

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin Benî Sâlim kabilesi içinde kıldığı Cuma namazı ki, ilk kılınan Cuma namazinin o olduğu zikrolunmuştu, onda okuduğu hutbe şu idi:

"Hamd Allah'a mahsustur. O'na hamdeder, O'ndan yardım diler,. O'ndan mağfiret ve hidayet niyaz ederim. O'na inanırım, O'nu inkâr etmem ve O'nu inkâr edenleri düşman bilirim.

Şehâdet ederim ki, Allah'dan başka ilâh yoktur. O birdir, ortağı yoktur. Yine şehadet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve resulüdür. Allah, onu peygamberlik zincirinin kesintiye uğradığı, ilmin azaldığı, insanların sapıklığa düştüğü, zamanın sonu geldiği, kıyametin yaklaştığı bir sırada, insanlara doğru yolu göstermek ve onları irşad etmek için göndermiştir.

Kim Allah'a ve O'nun Peygamberine itaat ederse o kemâle erip olgunlaşmış, kim de onlara âsi olursa doğru yoldan sapmış, nefsine zulmetmiş ve büyük bir sapıklığa düşmüş olur.

Size daima Allah'dan takvâ (saygı ile sakinina) üzere bulunınayı tavsiye ederim. Zira müslümanın müslümana tavsiye ettiği şeylerin en iyisi, onu âhiret için çalışmaya teşvik etmesi ve ona takvayı emretmesidir. Öyleyse Allah sizi neyden sakındırmışsa ondan sakinin. Bundan daha üstün bir öğüt ve bundan daha iyi bir hatırlatma olamaz. Şüphe yoktur ki, takvâ, Rabbinden korkarak onunla amel eden bir kimse için arzuladığımız âhiret için de doğru bir yardımcıdır.

Kim kendisiyle Allah arasındaki gizli ve açık ilişkileri düzeltir ve bunu yaparken Allah rızasından başka bir gaye gözetmezse, onun bu davranışı kendisi için dünyada güzel bir and olduğu gibi öldükten sonra da âhiret gününde azığa muhtaç olduğu bir zamanda ona iyi bir sermaye olur. Orada kişi, bunun dışında ne ameli varsa onlara sahip olmayı ister ve 'Keşke onlarla benim aramda uzun bir mesafe olsaydı' der.

Allah sizi azâbından sakındırmaktadır. Zira Allah, kulları hakkında çok büyük merhamet sahibidir. O her sözünde sâdıktır ve her vaadini yerine getiricidir. Sözünden ve vaadinden asla dönınez. Nitekim: "Benim katımda söz değiştirilmez ve ben kullarıma zulmedici değilim," (Kaf sûresi: 50/29) buyurmuştur.

Öyleyse gerek dünyanıza ve gerek âhiretinize ait işlerde, gizli açık bütün hallerde takvâdan ayrılmayın. Zira kim Allah'a takvâ üzre bulunur, O'na muhalefetten sakınırsa Allah onun hatalarını bağışlar ve ona çok büyük mükâfatlar verir. Allah'a isyan etmekten sakınan bir kimse, çok büyük bir kazanç sağlamış olur.

Şüphe yoktur ki, takvâ, kişiyi Allah'ın gazabından korur, azabından kurtarır, Allah'ın dargınlığını önler. Takvâ, yüzleri ağartır, Allah'ı hoşnut eder ve dereceyi yükseltir.

Fırsatı kaçırmayın, takvâdan nasibinizi alın, Allah'a kulluk etmekte kusur ve ihmal göstermeyin. Allah, kitabını size öğretmiş ve yolunu size göstermiştir. Doğrularla yalancılar bu yoldan size belli olmuştur. Şu halde Allah size nasıl iyilik etmişse siz de başkalarına iyilik edin. O'nun düşmanlarına düşman olun ve O'nun yolunda hakkiyle cehd edin. insanlar arasından sizi seçen ve size Müslüman adını veren O'dur. Artık bundan sonra mahvolan haksız yere mahvolmamış ve bahtiyar olan da haksız yere bahtiyar olmamış olur.

Allah'ın yardımı olmadan hiç bir şey yapılamaz, Allah'dan başka kimse kuvvet veremez. Öyleyse Allah'ı çok anın ve gelecek için çok çalışın. Allah'ı anarak, O'na güvenerek ve çok çalışarak Allah'ın yardımını dileyin. Zira her kim, kendisiyle Allah arasındaki münasebeti düzeltirse Allah da o kimsenin halk ile münasebetini düzeltir ve güzelleştirir. Çünkü Allah insanlara hükmeder, insanlar Allah'a hükmedemezler. Allah insanları idare eder, insanlar Allah'ı idare edemezler. Allah her şeyden büyüktür, bütün kuvvet ve kudret Allah'ındır, Allah'ın yardımı olmadan hiç bir kuvvet işe yaramaz."

İmâm Kurtubî'nin bu hutbenin tefsirinde yazdığına göre rivâyet olunur ki, Fahr-i Kâinat hazretleri hutbe okuduğunda bir yay yahut bir asa üstüne dayanıp okurdu.

Sünen-ı İbn-i Mâce'de şöyledir: "Cenkte olduğu zaman bir yay üzerine dayanıp okur, Cuma'da okuduğu zaman bir asa üzerine dayanıp okurdu," demişlerdir.

Ebû Dâvud katında hasen isnatla gelmiştir ki: "Bir yay veya asâya dayanarak ayakta dururdu," demişlerdir. Bazıları, "Hutbede kılıç ve harp aletlerinden başka bir şeye dayanıp okumanın hikmeti" hususunda, "İslâm silahla kaim oldu demeğe işarettir," dediler. Bazıları, bu söze razı olmayıp "İslâm dininin kıyamı kılıçla değil, vahiy ve Kur'an iledir," dediler.

İbn-i Mâce'nin naklinde: "Peygamber Efendimiz minbere çıktığı zaman ashâbına selâm verirdi," dediler.

Müslim'in naklinde Câbir bin Semüre'den rivâyet edilmiştir ki: "Peygamber Efendimiz, ayakta durarak hutbe okurdu. Ondan sonra otururdu. Sonra yine kalkıp hutbe okurdu," demiştir. Yine ondan rivâyet edilmiştir ki: "Resulullah Efendimizin iki hutbesi vardı. İkisinin arasında oturup Kur'an okur ve insanları tezkîr ederdi," buyurmuştur. Tezkîr'in mânası, andırmak, halkın hallerini ve onlara tekabül eden hükümleri kendilerine hatırlatmaktır. Ama burada vaaz ve nasihat demektir. Bunda da mebde ve meâd halleri (işlerin başlangıcına ve sonuçlarına ilişkin durumları) andırmak vardır. Onun için buna tezkîr (hatırlatma) denir.

Ebû Dâvud'un naklinde İbn-i Ömer (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: "Fahr-i Âlem hazretleri iki hutbe okurdu. Adeti şu idi ki: Minbere çıktığı zaman müezzin ezanı tamamlayıncaya kadar otururdu. Ondan sonra kalkıp hutbe okurdu. Sonra oturur, söz söylemezdi. Ondan sonra yine kalkıp hutbe okurdu."

İbn-i Münzir der. ki: "Büyük şehirlerin âlimlerinin ittifakları, hutbenin ayakta durarak okunınası üzerindedir."

İmâm-ı Âzam katında da ayakta durarak okunınası gerektir. Eğer oturarak okunsa caizdir, ama mekruh olur. Cevazı şundan dolayıdır ki, maksud hâsıl olur. Keraheti de şundan dolayıdır ki, geleneğe aykırıdır. Çünkü Resulullah Efendimiz zamanından beri ayakta okunagelmiştir.

İmâm Mâlik'den de rivâyet edilmiştir ki: "Kıyam vaciptir. Eğer bir kimse onu terkederse günahkâr olur, fakat hutbe sahih olur," demiştir.

Diğer âlimlerin sözlerinde de hutbe için kıyâm şarttır. Muktedir olan kimsenin ayakta durarak okuması gerektir. Namaz gibi... dediler. Câbir'in hadîsinden delil çıkardılar ve "Fahr-i Âlem hazretleri kıyama müdavemet üzre idi." (Arada sırada değil, her zaman ayakta durarak hutbe okurdu).

Ayrıca: "İki hutbe arasında oturma meşrudur. Eğer hutbenin ikisinde de ayakta durmak meşru olmasaydı oturma ile ikisinin arasını ayırmaya ihtiyaç olmazdı," dediler. Sonra Muâviye'nin otururken hutbe okumasına cevap verip:

— O mazur bir kişi idi. Ayakta durmaya kadir değildi, dediler.

Zira İbn-i Ebi Şeybe katında Şa'bî yolundan gelmiştir ki:

"İnne Muâviyeten innemâ hatebe kaiden lemmâ kessere şahmu batnihi —

Muâviyenin hutbeyi oturarak okuması karnının yağı çoğaldığı, şişmanlık galebe ettiği zamanda oldu," demişlerdir.

Bundan anlaşılır ki, ayakta durmaya muktedirken Muâviye, oturarak okurmuş.

Müslim ve Nesâî'nin rivâyetlerinde gelmiştir ki, Fahr-i Âlem hazretleri hutbe buyurduğu zaman mübarek gözleri kızarırdı, sesi yükselirdi ve gazabı şiddetlenirdi. Sanki düşman tarafından uyarıcı ve korkutucu bir asker haber getirip "işte sizi sabahleyin basacaklar, işte akşam basacaklar!" diye nasıl korku ve dikkatle söylerse Fahr-i Âlem hazretleri de ümmetine "İşte ölüm yetişti, işte kıyamet geldi, hazırlanın!" diye öyle korku ve dikkatle söylerdi. Ayrıca şehadet parınağiyle orta parınağını birbirine bitiştirip "Ben son zaman peygamberiyim. Benim zamanımla kıyamet birbirine yakındır. Nisbetleri şu iki parınağımın nisbetleri gibidir," derdi.

Ayrıca: "Bundan sonra sözlerin en iyisi Allah'ın kitabıdır, ahlâkların en iyisi Muhammed'in ahlâkıdır. İşlerin en şerlisi sonradan eklenen şeylerdir ve her bid'at dalâlettir," derdi.

Ayrıca: "Ben, her mümine kendi nefsinden evlâyım. Bir kimse mal terkederse (vefat edip malı kalırsa) o mal ehlinindir. Yâni kendi vârislerinindir. Bir kimse kendi işlerini görmeye muktedir olamayıp arkasında borç ve çoluk çocuk bırakırsa onların velisi benim. Beytülmal'den onun borcunu öder, çoluk çocuğunun rızkını temin ederim," derdi.

Bazı rivâyette Fahr-i Âlem hazretlerinin hutbesi şöyleydi: "Cuma günü çıkardı, Allahü teâlâ hazretlerine hamd ve senâ ederdi. Ondan sonra mezkûr sözleri söylerdi," demişlerdir.

Bir rivâyette de hamd ve senâ ederdi, ondan sonra: "Allah kime hidayet ederse hiç kimse onu dalâlete götüremez ve kimi dalâlete sevkederse hiç kimse onu hidâyete erdiremez. Sözlerin en iyisi Allah'ın kitabıdır," derdi. Ondan sonra zikrolunanın benzeri sözler söylerdi.

Ummü Hişâm binti Hârise (radıyallahü anh): "Ben, Kaf sûresini yalnız Resulullah Efendimiz hazretlerinin lisanından işittim. Her Cuma günü minber üstünde halka hutbe okuduğu zaman onu okurdu," demiştir.

Ahmed ve Ebû Davud'un rivâyetlerinde Hakem bin Hazen-i Kelbî dedi ki: "Biz, kabilemizden Fahr-i Âlem hazretlerine geldik. Yedi kişi idik, yedincileri bendim. Yahut dokuz kişi idik, dokuzuncuları bendim. Birkaç gün şerefli hizmetlerinde kaldık. Cuma günü yetişti. Fahr-i Âlem hazretleri hutbeye kalkıp bir yay üstüne dayandı. Allah'ı hoş, güzel ve mübarek kelimelerle senâ etti. Ondan sonra:

Ey insanoğulları! Gerçekten siz, benim her emrettiğimi işleyemezsiniz, buna tâkat getiremezsiniz. Fakat işlerinizde haklılık, doğruluk ve adalet üzre olun da sevinin. O zaman size müjdeler olsun! dedi."

Hâsılı, Peygamber Efendimiz hazretlerinin bu hadîs-i şerifi öyle toplayıcı bir sözdür ki, bütün hayırları içine alıcıdır. Kişi her işte haklılık, dürüstlük ve adalet üzre olduktan sonra iki âlemin saadetine vasıl olur.

Buharî ve Müslim, Ya'lâ bin Ümeyye'den naklederler ki, Fahr-i Cihan hazretleri minber üstünde: "Ve nâdev yâ Mâliku liyakzı aleynâ Rabbüke — Ve bağırddar: Ey Mâlik!  Rabbin, hakkımızda (ölümü) hükmeylesin," (Zuhruf sûresi: 43/77) âyeti kerîmesini okurdu, demiştir.

Ebû Derdâ (radıyallahü anh) rivâyet etmiştir ki, "Kâinatın hocası Efendimiz hazretleri, bize Cuma günü hutbe okudu ve buyurdu ki:

— Ey insanlar! Siz ölümden önce yönünüzü Allah'a dönün, günahlarınızdan tevbe edin. Başınızı gaileler bürümemişken iyi işler yapmaya acele edin. Allah'ı çokça anınak ve gizli-açık sadaka vermek suretiyle Allah'la aranızdaki bağı kuvvetlendirin. Böylece size bol rızık verilir, yardım edilir ve eksikleriniz tamamlanır. Marufla emrediniz ki, ucuzluk ve bolluk bulaşınız; yasaklananlardan nehyedin ki, nusret (yardım ve zafer) bulaşınız. Ey insanlar! Sizin en anlayışlınız ölümü en çok ananınızdır. En güzeliniz ve en cömerdiniz ona göre hazırlananınızda. Bu aldanına yurdundan ok gibi çıkmak, ebedî kalacağı yurda pişmanlıkla yönelmek, kabirlerde oturmak için azık tedarik etmek ve neşir gününe hazırlanınak, aklın alâmetlerindendir."

Ebû Dâvud Zührî'den mürsel olarak rivâyet eder ki, Resulullah Efendimiz hazretleri hutbesinin başında şöyle buyururdu:

"Hamd Allah'a mahsustur. O'na hamd eder, O'ndan yardım ve mağfiret dilerim. Kendimizin şerlerinden Allah'a sığınırım. Her kime Allah hidayet ettiyse hiç kimse onu dalâlete götüremez ve her kimi sapıklığa sevkettiyse hiç kimse onu hidâyete götüremez. Şehadet ederim ki, Allahdan başka ilâh yoktur, Muhammed O'nun kulu ve resulüdür. Allah O'nu hakikatle müjdeci ve uyarıcı olarak göndermiştir. Kıyamet onun iki eli arasındadır. Kim Allah'a ve Peygamberine itaat ederse rüşde ermiş ve kim de onlara isyan ederse yoldan sapmış olur. Rabbimiz Allah'dan, bizi, kendisine ve Peygamberine itaat edenlerden, rızasına uyanlardan ve kızgınlığından kaçanlardan eylemesini dileriz."

Bundan sonra malûm olsun ki, İmâm-ı Azam'ın mezhebinde hatibin hutbeye çıkması zamanından namaz tamamlanıncaya kadar söz söylemek haramdır. Eğer namaz kılmakta bulunsaCuma sünneti de olsaiki rek'at kılıp namazı kesmek gerektir. Eğer üçüncü rek'atte bulunuyorsa dördü tamamlamak gerektir.

İmâm Şafiî'den bu hususta iki söz rivâyet olunmuştur. Bir sözde sükût vaciptir, birinde değildir, demiştir. İmâm-ı Ahmed de böyle demiştir. İkisinden şu rivâyet de vardır ki, "Hutbe işitilen yerde oturanlara vaciptir, diğerlerine vacip değildir," demişlerdir. Ama Hanefî âlimlerinden bu fark nakledilmiş değildir.

İmâm Müslim ve İmâm Tirmizî'nin rivâyetlerinde: "Peygamber Efendimiz hazretlerinin namazı ve hutbesi ne uzun ne de kısaydı, itidal üzere idi," diye buyrulmuştur.

Bir rivâyette: "Peygamber Efendimiz, Cuma günü vaaz kısmını çok uzatmazdı, sadece birkaç kelime söylerdi," diye gelmiştir.

Müslim'in rivâyetinde Ömer bin Hureys: "Peygamber Efendimiz hazretleri hutbe verdiği zaman başında siyah sarık vardı ve uçlarını kürek kemiklerinin ortasına sarkıtmıştı," buyurmuştur.

Güzel âdetleri şu idi ki, halk toplandığı gibi şerefli hücrelerinden yalnız olarak çıkardı. Önünce çağırarak giden bir kimse yoktu. Şimdiki zamanda Arap diyarında hatiplerin ihdas ettikleri durum ve davranışlardan Efendimiz hazretleri zamanında hiç bir şey yoktu.

İbn-i Kayyum: "Peygamber Efendimiz, taylaşan (ucu sarkan sarık) kullanınadı ve siyah giymedi," demiştir. Burada kasdedilen, Cuma günü giymedi, demektir. "Mescide girdiği zaman ashaba selâm verirdi. Minbere çıkıp yine halka döndüğünde selâm verir, sonra otururdu. Bilâl (radıyallahü anh) ezana başlardı. Bilâl ezanı tamamladığı gibi Efendimiz hazretleri ezanla hutbe arasını açmadan hutbeye başlardı. Yâni ezandan sonra ve hutbeden önce hadîs veya âyet buyurdukları olmazdı. Sadece ezan okunduğu gibi hemen hutbeye başlardı. Eline kılıç veya ondan başka bir nesne almazdı. Yay üzerine yahut asaya dayanırdı. Minber edinmeden önce hâli böyleydi. Halka "Yakın gelin!" diye emreder ve "Susun!" diye buyururdu," demiştir.

Fakat "Eline kılıç veya ondan başka bir şey almazdı," demesi üzerinde değişik görüşler vardır, dediler.

Hanefî âlimlerinden Kadîhân der ki: "Kılıçla fethedilmiş olan her şehirde hatibin minber üzerinde kılıçla hutbe okuması gerekir. Halkı kendi arzulariyle İslâm'a gelmiş olan her şehirde de hatibin kılıçsız hutbe okuması gerekir. Medine'yi Peygamber Efendimiz kılıçsız fethetmiştir. Orada hatip kılıçsız hutbe okur. Mekke kılıçla fetholunmuştur. Orada kılıçla hutbe okunur. Fetâvâ-yi Tatarhâniye'de böyle zikrolunmuştur.

Peygamber Efendimiz Cuma namazinin ilk rek'atinde Cuma sûresini okurdu, ikinci rek'atinde Münâfikun sûresini okurdu. İmâm Müslim ve İmâm Tirmizî böyle nakletmişlerdir. Cuma sûresini okumasındaki hikmet, Cumanın vücubunu, sair kaidelerini, tevekkül ve zikir üzerine tenbihi kapsayıcı olmasıdır. Münâfikun sûresini okumasinin hikmeti de, hazır olan münafıklara tevbih ve serzeniş etmekti, tevbeye ikaz ve bunlardan başka kaideleri hatırlatmaktı. Zira münafıklar o gün başka günlerden daha çok toplanıp mescide gelirlerdi. Cuma günlerinde her zaman bu sûreleri okurdu demek değildir. Murat, ekseri zamanda böyleydi demektir. Zira Müslim Nuınân bin Beşîr'den rivâyet etmiştir ki: "Peygamber Efendimiz cuma günlerinde ve bayramlarda A'lâ sûresini okurdu," demiştir.

Cuma namazinin kılınabilmesi için kaç kişi gerektir? diye âlimler ihtilaf edip bu mesele üzerinde bir nice söz buyurmuşlardır.

İmâm-ı Azam Ebû Hanife ve Süfyân-ı Sevrt, "İmâmdan başka üç kişi gerektir," dediler. En doğru söz budur. Zira Cumaınn sıhhatinin şartı cemaattir ve cemaatin en azı üç kişidir.

İbn-i Hazm'ın rivâyetinde bir kişinin kılması sahih olur. Nehat ve zahir ehli katında iki kişi de cemaat gibidir. Ebû Yusuf ve Leys'in görüşlerinde İmâmdan başka iki kişinin olması yeter. Bir rivâyette İmâm Muhammedin de görüşü bunlar gibidir. Hatta Müellif bunlarla beraber zikretmiştir. Ama Hidaye'de, "En doğrusu şudur ki, bu sadece Ebû Yusuf'un kavlidir," denilmiştir, tınam-ı Muhammed İmâm-ı Azam'a muvafıktır. Allah onlara rahmet etsin.

İkrime'ye göre yedi kişi gerektir. Rabia'dan bir rivâyette dokuz, bir rivâyette on kişi gerektir. İshak katında İmâmdan başka on iki kişi gerektir.

Şafiî katında kırk kişi gerektir. İmâmla beraber kırk kişi olmalı, bunların her biri hür, âkil, bâliğ ve mukim olmalıdır. Hutbenin başından Cuma namazı için kamet oluncaya kadar bunların hazır olması gerektir. Şafiî'den bir rivâyette İmâmdan başka kırk bir kişi gerektir. Ömer bin Abdülaziz ve bir tâife de böyle demişlerdir.

İmâm-ı Ahmed katında bir rivâyette elli kişi gerektir. Bu da Ömer bin Abdülaziz'den rivâyet olunmuştur. Mâzerî'nin rivâyet ettiği üzre seksen kişi gerektir. Âlimlerden kimisi de, "Cem'i kesîr bigayri hasr — Sayıyla sınırlı olmaksızın çok kimsenin topluluğu" gerektir, demişlerdir. Yâni "Sayı şart değildir, sadece çok kimsenin olması gerektir" dediler. En iyisini Allah bilir.

3 . BAB

3. Peygamberimizin Teheccüdü

Hak teâlâ hazretleri, azîm Kur'an'ında Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerine hitap edip: "Ve mine'l-leyli fetehecced bihi nâfileten leke — Gecenin bir kısmında uyu ve bir kısmında senin için bir nafile olmak üzere namaz kıl," (Isra sûresi: 17/79) buyurmuştur.

"Be" zamiri Kur'an'a râcidir. "Hücûd" lûgatta uykuya derler. Ebû Ubeyde'den nakledilmiştir ki, "Hâcid, nâim (uyuyan kimse) demektir. Aynı zamanda hâcid, geceleyin namaz kılan kimse demektir," demiştir. Ezherî de, "Hâcid, uyuyan kimse demektir," demiştir.

Mâzenî: "Teheccüd, uykudan sonra namaz kılmaktır. Ondan sonra bir uyku alıp tekrar namaz kılmaktır. Sonra yine bir uyku alıp yine namaz kılmaktır. Kâinatın hocası Efendimiz hazretlerinin namazı böyleydi," demiştir.

"Nâfileten leke", sana farz olanlar üzerine fazladan ibadet demektir. Yahut vücubu sana mahsus bir fazilet olmak üzere demektir. Hâsılı teheccüd, hassaten Resulullah Efendimiz hazretlerine vaciptir, bu cihetten ona fazilet olur.

Taberî, İbn-i Abbâs hazretlerinden rivâyet eder ki:

"Nâfile, Fahr-i Âlem hazretlerine mahsustur. Zira geceleyin namaza kalkmakla o emrolunmuştur. Bu, ona farz olunmuştur. Ümmetine değildir," demiştir.

Ama bu rivâyetin isnadı zayıftır. Bazıları, "Hassaten sana ziyade olmak üzere" demektir, dediler. Böyle dedikten sonra "Zira başkalarının nafilesi günahlarını örtücü olur. O Hazret'in nafilesi ise hâlisen kendinin olur. Çünkü onun günahı yoktur. Onun işlediği her tâat, sırf derecelerinin artınası ve hasenatinin çoğalması içindir. Onun için buna nâfile adı verildi. Ama ümmeti böyle değildir. Onların günahları vardır. Günahların kefaretine muhtaçtırlar. Bu tâatlere ihtiyaçları, günahlarını örtücü olmasından dolayıdır," demişlerdir.

Müslim'in rivâyetinde Hazret-i Âişe-i Sıddıka'dan rivâyet edilmiştir ki: "Hak teâlâ hazretleri, Müzzemmil sûresinin başında gece namazını farz etmişti. Resulullah hazretleri ve ashabı bir yıl kıldılar. Nihayet bu sûrenin sonlarında hafifletme indirdi. Bunun üzerine gece namazı, farz olduktan sonra nafile oldu," dedi.

Hâsılı, o sûrede "Kumi'l-leyle — Geceleyin kalk," (Müzzemmil sûresi: 73/2) sözüyle farz olmuştu. Sonradan sûrenin sonlarında "Ve akimu's-salâte — Ve namazı kılın," (Müzzemmil: 73/20) âyet-i kerimesiyle beş namazın kılininası buyrulup bu, tatavvu (nafile) oldu, demektir.

Muhammed bin Nasr, geceleyin namaza kalkmak hakkında İbn-i Abbâs hazretlerinden rivâyet eder ki: "Vacip olmasiyle neshi arasında bir yıl geçti," diye buyurmuşlar.

İmâm Şafiî, bazı ilim ehlinden hikâye eder ki: "Sûrenin sonu geceleyin namaza kalkmanın farziyetini neshetmiştir. Ancak müyesser (kolay) olan miktarını değil. Ondan sonra beş namazla o miktarın farziyeti de neshedilmiş oldu," demişlerdir.

Muhammed bin Nasrın naklinde Câbir hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, gece namazı kılınanın neshi, hicretten sonra Ceyş-i Hubut arasında Ebû Ubeyde ile sefere yöneldikleri zamanda vâki olmuştur. Ama bu rivâyetin isnadı zayıftır. Ceyş-i Hubut dedikleri, üç yüz kişidir ki, Ebû Ubeyde ile gönderilmişlerdi. Yiyecekleri kalmadı da ağaç yapraklarını silkip yediler. Tafsilatı daha önce zikrolunmuştur.

Gece namazı bizim hakkımızda neshedilmiştir. Ama Peygamber Efendimiz hakkında da neshedilmiş miydi, değil miydi? Bu hususta ihtilaf etmişlerdir. Doğrusu şudur ki, onun hakkında da neshedilmişti, dediler. Hâsılı sonradan vücup yoliyle kılmazdı, tetavvu (nâfile) yoliyle kılardı.

O Hazret'in gece namazına kıyaminin çokluğu hakkında Hazret-i Âişe (radıyallahü anh): "Resulullah hazretleri kıyamda o kadar durdu ki, mübarek ayakları şişti," demiştir. Bir rivâyette Hazret-i Âişe (radıyallahü anh), Resulullah hazretlerine:

Niçin böyle ediyorsun? Halbuki senin günahlarından geçmiş ve gelecek olanlar bağışlanmıştır, dedim.

— Ben abd-i şekûr (cehennem korkusundan ve cennet talebinden beri olarak sırf şükran duygusiyle ibadet eden kul) olmayayım mı? diye buyurdu, demiştir.

Hâsılı, "Tutalım ki, asla günahım yokmuş, ya Hak teâlâ hazretlerinin bana bu devleti ihsan buyurmasına şükür gerekmez mi?" demek olur.

İmâm-ı Buhârî ve Müslim'in rivâyetlerinde gelmiştir ki:

"Peygamber Efendimiz hazretleri, mübarek bedeni semirip eti çoğaldığı vakit oturduğu yerden kılar oldu. Rükû etmek dilese kalkıp kıraet eder, ondan sonra rükû ederdi," diye buyurmuşlardır.

Bazı âlimler buyurmuşlardır ki: Varlıkların iftiharı, yerlerin ve göklerin sevinci Peygamber Efendimiz hazretleri, Hak teâlâ hazretlerinin kendi hakkında fazlinin ne derece yüksek olduğunu bilirken bu kadar tâat ve ibadete can atıp nefsine meşakkatler verince cehenneme müstahak olmaktan emin olmayan kimseler niçin nefslerine meşakkat verip çalışmasınlar? O halde insanın ibadete çok çalışması lâzımdır. Görmez misiniz ki, Fahr-i Âlem hazretlerinin kıyamda durmaktan mübarek ayaklarına zarar yetişirdi, yine teheccüdü terketmeyip kılardı.

Ama İbn-i Hacer'in buyurduğu üzre çalışmak şöyle gerektir: Nefse melal gelmemeli. ibadete şevk oldukça devam etmek gerektir. Usanına geldiği vakit istirahat etmek gerektir. Kâinatın iftiharı Peygamber Efendimiz hazretlerinin haline hiç kimsenin halinin denk ve benzer olmasına ihtimal yoktur. Onun hali hallerin en mükemmeliydi. Bedenine zarar geldiği takdirde bile ibadetten usanınazdı. Nitekim sahih hadîste: "Gözümün nuru (şevk ve sevincim) namaz içindedir," diye gelmiştir. Başkalarının, usanınak ihtimali olunca nefslerine meşakkat vermemeleri gerekir. Fahr-i Âlem hazretlerinin: "Amellerden gücünüzün yettiği kadarını işleyin. Çünkü Allah, sizin usanıncaya kadar işlemenizden hoşlanınaz," buyurması bu mânaya işarettir.

Bazı âlimler dediler: "Peygamberler, şunun için nefslerine şiddetli korkuyu gerekli kılmışlardı ki, Hak teâlâ hazretlerinin kendileri üzerinde olan büyük nimetini bilirlerdi ve kendilerinin istihkakından önce Hak teâlâ hazretlerinin ihsanının geldiğini anlarlardı. Çaresiz ondan tam korku üzre olup ibadetinde bütün güçleriyle çalışırlardı. Böyle etmekle onun şükründen bir kısmını eda etmiş olmayı umarlardı. Bununla beraber Allah'ın hakları, kulların onun şükrünü yerine getirebilmelerinden daha büyüktür. Kullar, ibadet ve tâatte ne kadar çaba gösterseler de Allah'ın hakkı olan şükrü tam ve hakkiyle yerine getiremezler."

Peygamber Efendimiz hazretlerinin teheccüd halleri hakkında Şüreyh bin Hânî'den nakledilmiştir ki, Hazret-i Âişe (radıyallahü anha): "Her ne zaman Resulullah Efendimiz hazretleri, yatsı namazını kılıp benim evime girse dört veya altı rek'at namaz kılardı," demiştir.

Buhârî ve Müslim'in rivâyetlerinde Hazret-i Âişe'den rivâyet edilmiştir ki: "Horoz öttüğünü işittiği zaman kalkardı," demiştir.

Yine Şeyhayn'ın rivâyetlerinde Hazret-i Âişe'den nakledilmiştir ki: "Peygamber Efendimiz hazretleri, gecenin başında uyur, sonunda kalkıp kılardı. Ondan sonra yine döşeğine döner, müezzin ezan okuduğu gibi tekrar kalkardı. Eğer lazımsa gusleder, lâzım değilse abdest alıp mescide çıkardı."

Yine Hazret-i Âişe'den rivâyet edilmiştir ki: "Guslü bazen gecenin başında, bazen de gecenin sonunda ettiği olurdu. Vitir namazını gecenin bazen başında kılar, bazen de sonunda kılardı. Kıraette bazen cehreder, bazen ihfa ederdi," demiştir.

Ebû Dâvud, Tirmizî ve Nesâî'nin rivâyetlerinde Ümmü Seleme (radıyallahü anh): "Fahr-i Âlem hazretleri, bizimle namazı kılıp yatar, uyurdu. Ondan sonra kalkıp uyuduğu kadar namaz kılardı. Sonra yine namaz kıldığı kadar uyurdu. Ondan sonra yine kalkıp uyuduğu kadar namaz kılardı. Tâ sabah oluncaya kadar hâli bu idi," demiştir. Bu mânada değişik ibarelerle rivâyetler gelmiştir.

Hazret-i Âişe'den rivâyet edilmiştir ki, Fahr-i Âlem hazretleri geceleyin uykudan uyansa şöyle derdi:

"Lâ ilâhe illâ ente sübhaneke Allahümme estağfirüke lizenbî ve es'elüke rahmeteke. Allahümme zıdnî ilmen ve lâ tuziğ kalbi ba'de iz hedeytenî ve heb-lî min ledünke rahmeten inneke ente'lvehhâbu."

Türkçesi:

"Senden başka ilâh yoktur. Seni noksan sıfatlardan tenzih ve kemâl sıfatlariyle takdis ederim. Allahım, senden günahlarımın bağışlanınasını ve senin rahmetini dilerim. Allahım, ilmimi arttır, doğru yola sevkettikten sonra kalbimi çevirme ve kendi katından bana bir rahmet bağışla. Şüphesiz en çok bağışta bulunan sadece sensin."

Ebû Dâvud böylece rivâyet etmiştir. Yine Hazret-i Aişe'den nakletmiştir ki: "Resulullah Efendimiz geceleyin uykudan uyansa on kere tekbir eder, on kere 'Elhamdü lillahi' der, on kere 'Sübhanallahi ve bi-hamdihi' der, on kere 'Sübhâne'l-meliki'lkuddüsi' der, on kere 'Lâ ilâhe illallahu' derdi. Ondan sonra on kere 'Allahümme innî euzü bike min zıyki'd-dünyâ ve zıyki yevmi'l-kıyâmeti — Allahım, dünya darlığından ve kıyâmet gününün darlığından sana sığınırım,' derdi. Sonra namaza başlardı," demiştir.

O Hazret'in gece namazı kıldığını ve vitir namazı kıldığını Âişe ve İbn-i Abbâs rivâyet etmişlerdir. İbn-i Kayyum der ki: "ikisi, gece namazına kalkma hususunda bir nesnede ihtilaf etseler söz Âişe'nin sözüdür. Çünkü Fahr-i Âlem hazretlerinin gece kıldığı namaz hususunda Hazret-i Âişe herkesten daha çok bilgi sahibidir."

İmâm-ı Buhârî ve Müslim'in rivâyetlerinde İbn-i Abbâs'dan rivâyet edilmiş olanın özü şudur ki: "Bir gece halam olan müminlerin anası Meymune'nin (radıyallahü anh) evinde yattım. Fahr-i Kâinat hazretleri de o gece oradaydı. Bir saat ehliyle konuştu, ondan sonra yatıp uyudu. Gecenin son üçte biri olduğu yahut bir kısmı kaldığı vakit Peygamber Efendimiz kalkıp oturdu da göklere nazar etti. Ondan sonra: "Inne fî halkı's-semavâti ve'l-ardı v'ehtilafi'l-leyli ve'n-nehâri... — Şüphesiz ki, göklerin ve yerin yaradılışında, gece ve gündüzün birbirini takip edişinde.." (Bakara sûresi: 2/164, Âl-i Imrân sûresi: 3/190) âyet-i kerîmesinden başladı, sûrenin sonuna varıncaya kadar okudu. Ondan sonra kalkıp kırbanın (su kabinin) yanına gitti. Kırbanın bağını çözdü, çanağın içine biraz su koydu. Bir güzel abdest aldı. Suyu ne çok az harcadı, ne de israf etti. Ondan sonra namaza durdu. Ben de kalkıp abdest aldım, sol yanına durdum. Kulağıma yapıştı da beni sağ yanına dolandırdı. Sonra üç rek'at namaz kıldı. Saha sonra yanı üzerine yatıp uyudu. Hatta nefhetti, yâni mübârek nefesinin sesi gelmeğe başladı. Peygamber Efendimiz hazretlerinin âdeti bu idi. Ondan sonra Bilâl kalkıp ezan okudu. O da kalktı, sonra abdest almadı," demiştir.

Yukarıda beyan olunmuştur ki, Peygamber Efendimiz hazretleri, "Benim gözlerim uyur, kalbim uyumaz," diye buyurmuştur. Abdestini yenilememesinin hikmeti bu idi.

Peygamber Efendimizin ettiği dualardan bazısı şudur:

"Allahümme ec'al fî kalbi nuren ve fî basarî nuren ve fî sem'î nuren ve an yemînî nuren ve an yesârî nuren ve fevkî nuren ve tahtî nûren ve emâmî nûren ve halfî nûren ve ec'al-lî nûren."

Türkçesi:

"Allah'ım! Kalbimde nur yarat, gözümde nur ve kulağımda nur. Sağımdan nur ihsan eyle, solumdan nur, üstümden nur, altımdan nur, önümden nur, arkamdan nur. Ve beni eyle nur."

Bir rivâyette şöyledir ki: "İki rek'at hafif (kısa) namaz kıldı. Her rek'atinde Ummû'l-Kitab'ı (Fatiha sûresini) okudu. Sonra selâm verdi. Ondan sonra vitirle on bir rek'at daha kıldı. Sonra uykuya vardı. Ondan sonra Bilâl geldi:

— Namaz, ya Resulallah! dedi.

Bunun üzerine Fahr-i Kâinat hazretleri, kalktı, iki rek'at namaz kıldı. Ondan sonra halka namaz kıldırdı," demiştir.

Yine bir rivâyette: "On üç rek'at namaz kıldı, iki rek'ati sabah namazmm sünnetiydi," diye naklolunmuştur.

Şu da ondan rivâyet edilmiştir ki: "İkişer rek'at namazlar kıldı. Sekiz rek'at olduktan sonra beş rek'at vitir kıldı. Her rek'atin kıyamını Müzemmil sûresini okuyacak zaman kadar takdir ettim." dedi.

Nesâî'den bir rivâyet de şöyledir ki: "Abdest aldı, misvâk kullandı ve şu âyeti okudu: "İnne fî halkı's-semavâti..." (Bakara: 2/164, Al-i İmran: 3/190). Ondan sonra iki rek'at namaz kıldı. Sonra uykuya vardı. Hatta nefesini işittim. Ondan sonra yine kalkıp abdest aldı, misvâk kullandı ve iki rek'at namaz kıldı. Yine uykuya vardı. Sonra yine kalkıp abdest aldı, misvak kullandı, iki rek'at namaz kılıp ondan sonra üç rek'at vitir kıldı," demiştir.

İmâm Müslim'in rivâyetinde de: "Uykudan uyandı, misvâk kullandı ve abdest aldı, "İnne fî halki's-semavâti..." (K: 3/190) âyetinden sûrenin sonuna kadar okudu, ondan sonra kalkıp iki rek'at namaz kıldı, ikisinde de kıyamı, rükûu ve sücudu uzattı. Ondan sonra gidip yattı, uyudu. Hattâ nefesinin sesi işitildi. Sonra yine kalktı. Hâsılı üç defa öyle etti. Altı rek'at namaz kıldı. Her defasında misvâk kullanırdı, abdest alırdı ve o âyetleri okurdu. Ondan sonra üç rek'at vitir kıldı," demiştir.

Hazret-i Âişe'nin (radıyallahü anh) hadîsi Sa'd bin Hişâm'dan şöyle gelmiştir ki: "Bir gün Hazret-i Âişe'nin huzuruna çıktım:

Ey Müminlerin Anası! Bana Fahr-i Âlem hazretlerinin ahlâkından haber ver, dedim.

— Sen Kur'an okumaz mısın? dedi.

— Evet, okurum, dedim.

Hazret-i Âişe:

Onun ahlâkı Kur'an'dı, dedi.

Yine ben dedim:

Ey Müminlerin Anası! Bana haber ver, Fahr-i Kâinat hazretleri vitiri nasıl kılardı?

— Âdetimiz şu idi ki, O'nun misvâkini ve abdest suyunu akşamdan hazırlardık. Ondan sonra Hak teâlâ hazretleri dilediği vakit onu uykudan uyarırdı. Kalkıp misvâk kullanır, abdest alır ve dokuz rek'at namaz kılardı. Ancak sekizinci rek'atte tahiyyata otururdu. Hak teâlâ hazretlerini zikreder, hamd ve dua ederdi. Ondan sonra selâm vermeden kalkıp dokuzunca rek'ati kılardı. Yine zikreder, hamd ve dua eder, sonra selâm verip selâmını bize işittirirdi. Ondan sonra oturduğu yerden iki rek'at namaz kılardı. Ey benim oğlancığım! İşte onun on bir rek'at namazı bu idi. İhtiyarlık yetiştiği ve semizlendiği vakit yedi rek'atle vitir kılardı. O iki rek'ati evvelki üslûb üzre kılardı. İşte bu dokuz rek'attir, ey benim oğlancığım! dedi," demiştir.

Yine Hazret-i Âişe'den rivâyet edilmiştir ki: "Yatsı namazından çıkışla fecir arasında on bir rek'at namaz kılardı. Her iki rek'atte selâm verirdi. Sonra bir rek'at vitir kılardı. O vitrin bir secdesini sizin birinizin elli âyet okuduğu zaman kadar uzatırdı. Sonra müezzin ezan okuyup tamamladıktan sonra kalkıp iki kısa rek'at namaz kılardı. Ondan sonra müezzin kamete gelinceye kadar sağ yanının üstüne yatardı," demiştir.

Yine ondan rivâyet edilmiştir ki: "Peygamber Efendimiz hazretleri, on üç rek'at kılardı. On üçten beşini vitir olarak kılardı. Onun hiç bir yerinde oturmaz, ancak sonunda otururdu," buyurmuştur.

Sahîh-i Buhârî'de Mesruk'dan rivâyet edilmiştir ki: "Hazret-i Âişe'ye Fahr-i Âlem hazretlerinin namazından sual ettim.

Sabah namazından başka yedi rek'at, dokuz rek'at ve on bir rek'at kılardı," dedi," demiştir.

Hâsılı bazen fazla, bazen eksik kıldığı olurdu, demektir. Yine Buhârî'nin naklinde Kasım bin Muhammed Hazret-i Âişe'den rivâyet etmiştir ki: "Peygamber Efendimiz geceleyin on üç rek'at namaz kılardı. Vitir ve sabah namazinin sünneti o on üçtendi," diye buyurmuş.

Netice olarak âlemlerin hocası Efendimiz hazretlerinin geceleyin kıldığı namaz hakkında Hazret-i Âişe'den birkaç türlü rivâyet gelmiştir. Bunların bir kısmında fazla kılmak, bir kısmında da eksik kılmak zikrolunmuştur. Bunun aslı şudur ki, müteaddit vakitler ve değişik haller bakımından namazın rek'atlerinde fazlalık ve eksiklik vâki olurdu. Şerefli mizaçlarında şevk ve neş'e olsa fazlaca kılarlar, beşeriyet gereği bir hal vâki olsa birkaç rek'at eksik kılarlardı. Bir hikmeti de cevazını bildirmektir. Tâ ki, kendilerinden sâdır olana halk ittiba etsinler, mezkûr şekillerden hangisini ihtiyar ederlerse öyle kılsınlar.

Bazı âlimler, Fahr-i Kainat hazretlerinin gece namazinin on bir rek'at olmasinin hikmetini beyan edip buyurmuşlardır ki: "Teheccütle vitir geceye mahsus namazlardır. Gündüz namazları vitir (tek) olunca gece namazinin da vitir (tek) olması uygundur. Yâni öğle namazı dört rek'attir, ikindi de dört rek'attir, akşam üç rek'attir; hepsi on bir rek'at eder. Hâsılı, gündüze mahsus on bir rek'at farz vardır. Buna uygun olan, teheccüd ile vitirin hepsinin on bir rek'at olmasıdır."

"On üç rek'at olması, sabah namazını gündüz namazlarına ilâve etmek itibariyledir. Bu takdirde gündüzün farzları on üç olur. Gece namazı da vitirlerle beraber sayıca ona uygun düşer," demişlerdir.

Bilindiği gibi farz namazlardan sabah namazı şer'î gündüze dahildir. Akşam namazı da gündüzün eserleri galipken yetişir. Bu cihetten ikisi de gündüz namazlarından sayılırlar. İkisi beraber itibar olunup gündüzün farzları on üçe yetişip vitirle beraber gece nâfilesi de on üç kılınmıştır. Bazen yalnız birisi itibar olunur on bire yetişip onlar da on bir kılınmıştır. Birisi itibar olunduğu takdirde akşam namazinin itibar olunınası vitir (tek) olması cihetindendir. En iyisini Allah bilir.

Netice olarak Fahr-i Âlem hazretlerinin gece namazı hususunda gelen rivâyetlerin icmâli şudur:

Müslim katında İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh), "Altı rek'at kılardı. Her iki rek'atte selâm verirdi. Ondan sonra üç rek'at vitir kılardı," diye rivâyet edilmiştir.

Buharî ve Müslim'in rivâyetlerinde Hazret-i Âişe'den (radıyallahü anha) rivâyet edilmiştir ki: "Namazını iki kısa rek'atle başlatırdı, ondan sonra on bir rek'ati tamamlardı. Her iki rek'atte bir selâm verirdi. Ondan sonra bir rek'at vitir kılardı," demiştir.

Müslim'in naklinde Zeyd bin Hâlid El-Cühenî, mezkûr üslûp üzre on üç rek'at kılardı, demiştir.

Yine Buhârî ve Müslim'in rivâyetlerinde İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretleri: "Sekiz rek'at kılardı. Her iki rek'atinde selâm verirdi. Ondan sonra beş rek'at vitir kılardı. Arada cülus etmez (oturmaz), ancak sonunda ederdi," demiştir.

Müslim'in rivâyetinde Hazret-i Âişe (radıyallahü anha): "Dokuz rek'at kılardı. Arada cülus etmez, ancak sekizinci rek'atte cülus ederdi. Allah'ı zikreder, O'na hamd ve dua eder, selâm vermeden kalkıp dokuzuncu rek'ati kılardı. Ondan sonra oturup Allahü teâlâ hazretlerine hamd ve dua ederdi, sonra selâm verirdi. Sonradan oturduğu yerden iki rek'at daha kılardı," demiştir. Müslim'in Hazret-i Âişe'den bir rivâyetinde de, "O dokuz rek'at üslûbu üzre yedi rek'at kılardı. Sonra oturduğu yerden iki rek'at daha kılardı," demiştir.

İmâm-ı Ahmed katında yine Hazret-i Âişe'den rivâyet edilmiştir ki: "İkişer ikişer kılardı. Ondan sonra üç rek'at vitir kılardı. Arasını cülûsla ayırmazdı," demiştir. Yâni vitirin sadece sonunda cülûs ederdi, demektir.

Nesâî'nin naklinde Huzeyfe'den rivâyet edilmiştir ki, Ramazanda bir kere Fahri Âlem hazretleri'yle gece namazı kılmış ve demiştir ki: "Fahr-i Kâinat hazretleri rükû etti ve rükûunda kıyamı kadar durup 'Sübhâne rabbiye'l-azîm' dedi, ondan sonra cülûs etti, 'Rabbiğfirlî Rabbiğfirlî, dedi. Sadece dört rek'at namaz kıldı. Sonunda Bilâl (radıyallahü anh) gelip sabah namazına dâvet etti," diye buyurmuştur. Mezkûr hadisi bazı muhaddisler başka bir sözle de rivâyet etmişlerdir.

Fahr-i Kâinat hazretleri'nin namazı üç şekil üzre idi. En çok ayakta durduğu halde kılardı. Müminlerin Anası Hafsa (radıyallahü anh): "Peygamber Efendimiz hazretleri'nin oturarak tesbih namazı (nâfile) kıldığını görmedim, ancak ölümünden bir sene önce tesbih namazlarını oturarak kılmaya başladı," demiştir.

İkinci üslûbu şu idi ki, otururken kılardı ve otururken rükû ederdi. Buhârî, Müslim ve başkaları, Hazret-i Âişe'den şu sözle rivâyet etmişlerdir: "Otururken kıraet eder, yine otururken rükû ve secde ederdi," demiştir.

Üçüncü şekli şu idi ki, otururken kıraet ederdi. Kıraetten az bir kısım kaldığında kalkıp ondan sonra rükûa varırdı, İmâm Müslim, Hazret-i Âişe'den böyle rivâyet etmiştir. Kıraetten az bir kısım dedikleri otuz veya kırk âyettir. Hazret-i Âişe'nin ibaresi şöyledir: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri oturarak namaz kıldığı zaman otururken kıraet ederdi. Kıraetinden otuz veya kırk âyet kadar kaldığı zaman ayağa kalkar, kıraetini tamamlar, sonra rükû eder, ondan sonra secde ederdi. İkinci rek'atte de böyle ederdi," demiştir.

Namazda cülûs hususunda Dârekutnî, Hazret-i Âişe'den nakleder ki: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri, bağdaş kurup otururken namaz kılardı," diye buyurmuş.

İbn-i Mâce'nin naklinde yine Hazret-i Âişe'den rivâyet edilmiştir ki: "Peygamber Efendimiz hazretleri bir rek'at vitir kılardı. Ondan sonra iki rek'at daha kılardı. O iki rek'atte otururken kıraet ederdi. Rükû etmek dilediği zaman kalkar da öyle rükû ederdi," demiştir.

İmâm-ı Ahmed'in naklinde Ebû Ümâme (radıyallahü anh): "Peygamber Efendimiz, vitirden sonra oturduğu yerden iki rek'at namaz kılardı. Onlarda Zelzele süresiyle Kâfirûn sûresini okurdu." demiştir.

Ama zikrolunan bu iki rek'atte ihtilâf olunup İmâm Mâlik inkâr etmiştir. Nevevî de inkâr etmiştir, İmâm-ı Ahmed, "Ne kılarım, ne de men ederim," demiştir. "Ama

doğrusu şudur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin o iki rek'ati kılması, vitirden sonra namazın câiz olduğunu beyan içindi. Âlemlerin hocası Peygamber Efendimiz o iki rek'ati kılardı demek, devam ifade etmez, ekseriyet de ifade etmez. Onu sünnet-i râtibe (belirli ve düzenli sünnet) zanneden yanılmıştır. Zira Resûlüllah Efendimiz hazretleri ona her zaman devam etmezlerdi," demiştir. En iyisini Allah bilir.

Şaban ayinin yarısinin gecesinde Resûlüllah Efendimizin namaza kalktığı hakkında İmâm Beyhakî'nin rivâyetinde Hazret-i Aişe-i Sıddîka (radıyallahü anh) buyurmuştur ki:

"Peygamber Efendimiz hazretleri o gece namaz kıldı. Secdeyi o kadar uzattı ki, ben ruhunun kabzolunmuş olduğunu sandım. Onu böyle sessiz ve hareketsiz görünce kalkıp baş parınağını tuttum, hareket ettirdim. O da hareket etti. Ben de yerime döndüm. Mübarek başını secdeden kaldırıp namazdan çıktığı zaman:

— Yâ Âişe! Peygamberin sana gadretmiş olduğunu mu sandın? dedi.

Ben:

— Yok, vallahi, yâ Resûlâllah; öyle sanınadım. Fakat secdeyi uzattığından senin kabzolunduğunu sandım, dedim.

Resûlüllah Efendimiz:

— Biliyor musun, bu gece hangi gecedir? dedi.

Ben de:

— Allah ve Resûlü daha iyi bilir, dedim.

Peygamber Efendimiz:

— Bu gece Şaban'ın yarısı gecesidir. Gerçekten bu gece Hak teâlâ hazretleri, fazl ve rahmet nazariyle kullarını gözetici olur. O'ndan mağfiret isteyenleri mağfiret eder, rahmet isteyenlere rahmet eder. Hıkd ehlini (yâni gönüllerinde kin tutanları) halleri üzre geri bırakır. Onlar, bu gece Hakk'ın fazl ve ihsanından bir hisse sahibi olamazlar, buyurdu."

Mezkûr gecenin fazlı hakkında pek çok hadîs gelmiştir. Fakat âlimlerden çok kimse, bunların zaaflarına işaret etmişlerdir. İbn-i Hibbân bunların bir kısmını tashih edip kendi yazılarında irad etmiştir. Bu hadîslerin emsalinden biri Hazret-i Âişe'nin hadîsidir ki, Fahr-i Âlem hazretleri'nden rivâyet etmiştir:

"Gerçekten Allah, Şaban'ın yarısı gecesinde (fazl ve rahmetiyle) dünya semâsına nüzûl eder. Ondan sonra Kelb kabilesinin koyunlarının tüyünün sayısından fazla kimseye mağfiret eder," diye buyurmuştur.

Mezkûr kabile koyunların çokluğu ile tanınmış bir topluluk olduğu için onların koyunlarının tüyüyle temsil buyurdu.

İmâm Tirmizî der ki: "Bu hadîs hakkında Buhârî, zayıftır, demiştir.

Sünen-i İbn-i Mâce'de Hazret-i Ali'den (radıyallahü anh) merfiıan rivâyet olunmuştur ki:

"Şaban'ın yarısı gecesi olduğu zaman onun gecesini kaim ve gündüzünü sâim olun. Zira gerçekten Hak teâlâ hazretleri, o gün güneşin batışı sırasında dünya semâsına iner ve:

— İstiğfar eden yok mudur ki, mağfiret edeyim; rızık isteyen yok mudur ki, rızık vereyim ve dertli bir kimse yok mudur ki, ona afiyet vereyim? der. Tâ fecir doğuncaya kadar bu üslûb üzre söyler," buyurmuştur.

Şam ehlinden bazı tabiîn, Hâlid bin Ma'dân, Mekhul ve onların emsali bu gecede ibadete çok çalışırlardı. Mezkûr gecenin kutlanınasını halk onlardan almışlardır. Bazılarının kavline göre bu gecenin hakkında onlara İsrail eserleri ulaşmıştı. Bu onlardan yayılıp şöhret bulunca bazıları kabul ettiler, denilmiştir.

Ama Hicaz âlimlerinden çok kimse bunu inkâr etmişlerdir. Bu cümleden biri Atâ ve biri İbn-i Müleyke'dir. Abdurrahman bin Zeyd bin Eşlem, Medine fükahasından nakletmiştir ki: "Zâlike küllehu bid'atün — Bu, baştan başa bid'attir," demişler. Hâsılı İmâm Mâlik ashâbı ve başka âlimler, "Bid'attir" demişlerdir.

Ancak Şam ehli âlimleri, bu gecenin nasıl ihyâ edilmesi gerektiği hususunda ihtilâf etmişlerdir.

Bir söz şudur ki: Cemaat olup mescidde ihyâ etmek müstehaptır. Zira Hâlid bin Ma'dân ve Lokman bin Amir, bu gecede en güzel elbiselerini giyerler, buhurlanır, sürme çekinir ve mescidde namaz kılarlardı. Ishak bin Raheveyh de onlara muvafakat edip "Mescidde namaz kılması bid'at değildir," demiştir.

Bir söz de şudur: Bu gecenin ta'zimi için mescidlerde namazdan ötürü ve duadan ötürü toplanınak mekruhtur. Ama mezkûr gecede kişinin hassaten kendisinin tâat ve ibadet etmesi mekruh değildir, câizdir, dediler. Bu söz, İmâm Evzaî'nin kavlidir.

İmâm-ı Ahmed'den bu gece hususunda herhangi bir sözün rivâyet edildiği bilinmemektedir. Ama bayram geceleri hususunda ondan rivâyet olunan sözden buna da hisse çıkarınak kabildir. Zira bir rivâyetinde: "Bayram geceleri cemaat olup namaz kılmak müstehap değildir. Çünkü Peygamber Efendimiz hazretleri'nden ve büyük ashâbıııdan böyle etmek nakledilmiş değildir," demiştir. Bir rivâyette: "Müstehaptır. Zira tabiînden Abdurrahman bin Zeyd el-Esved öyle etti," demiştir. Şaban hususu da böyledir. Fahr-i Kâinat hazretleri'nden onun hakkında herhangi bir şey sâbit olmamıştır. Ancak tabiînden ve Şam fukahasının ileri gelenlerinden nakledilmiştir. Doğrusunu Allah bilir.

Peygamberimizin Teravihi ve Geceleri İhya Etmesi:

Bu hususta gelen hadîs-i şeriflerden biri şudur ki, Buhârî, Müslim ve Ebû Dâvud, Hazret-i Aişe'den rivâyet ederler: "Peygamber Efendimiz, Ramazanın son on günü girdiği zaman geceleri ihyâ ederdi, ehlini uyarırdı, çalışıp ibadet ederdi ve meyzerini şeddederdi peştemalı bağlardı," demiştir.

Bu son sözün ne mânâya geldiği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları, "Peştemal bağlamaktan murad, hatunları ile muameleyi terkederdi, demektir," dediler. Bazıları da, "ibadete bel bağlardı, demektir," dediler.

Yine Müslim'in naklinde Hazret-i Aişe'den rivâyet edilmiştir ki: "Peygamber Efendimiz, tâat ve ibadete Ramazan ayında diğer aylardan daha fazla çalışırdı. Ramazanın son on gününde de diğer günlerinden daha fazla çalışırdı," demiştir.

Yine Buhârî, Müslim ve başkalarının rivâyetlerinde ondan rivâyet edilmiştir ki: "Fahr-i Âlem hazretleri bir gece mescidde namaz kıldı. Halk da onunla beraber kıldılar. Ertesi gece yine kıldı ve halk çoğaldı. Üçüncü gece yine toplandılar. Fahr-i Kâinat hazretleri çıkmadı. Sabah olduğu gibi ashâbına:

— Sizin ne yaptığınızı gördüm. (Yâni çokluk üzre toplandığınızı gördüm). Beni çıkmaktan bir şey men etmedi, ancak gece namazinin size farz olmasından korktum, dedi.

Bu hususun vukuu Ramazan ayında oldu, demiştir. Farz olur diye korktum buyurmaları, "Farz olur da hakkından gelemezsiniz, âsi olursunuz diye korktum," demektir. Mezkûr hadîs yine Buhârî'den başka bir ibareyle de gelmiştir.

Hitâbî bu noktada müşkülât görüp: "Mi'raç gecesinde namazın kendisi beş vakit olarak kalmıştı. Hak teâlâ hazretleri: "Mâ yübeddelu'l-kavlu ledeyye — Benim katımda söz değiştirilmez," (Kaf sûresi: 50/29) buyurmuştu. Bu takdirde Fahr-i Kâinat hazretleri'nin 'Farz olur diye korktum' buyurmasinin sebebi nedir?" dedi.

Yine cevap verip dedi ki: "Gece namazı ona vâcipti. Onun devamlı olarak işlemiş bulunduğu şer'î fiillerine ümmetinin uyması vâcip olur. Bunun için bir gece namaza çıkmayı terketti. Tâ ki, ona iktidaya emir yolundan vâcip olmak lâzım gelmesin. Yoksa şu mânâda değildir ki, beş vakit üzerine yeni bir farz inşâsı yolundan vâcip olmak ihtimalini versin. Ve bu şuna benzer ki, bir kimse kendi nefsine nezir namazı yükler de namazı vâcip olur. Bundan, şeriatın aslında mevcut olan farza bir fazlalığın ilâve edilmiş olması lâzım gelmez."

Yine dedi ki: "Şu da muhtemeldir: Hak teâlâ hazretleri, önce namazı elli vakit farz etmiştir. Kâinatın hocası Efendimiz hazretleri'nin şefaatiyle çoğunu bağışlayıp beş vakte indirmişti. Ümmetin kendilerine bağışlanan nesneleri döndürüp yine kendi üzerlerine gerekli kdmaları halinde o nesnenin kendilerine farz yoliyle sâbit olmasında uzaklık yoktur."

Ama İbn-i Hacer, bu cevaplara itiraz edip: "Bunlar, gece namazinin Peygamber Efendimiz hazretleri'ne vâcip olmasına ve O'nun fiillerine iktidanın da vacip olmasına dayanır. Fakat bu mes'elelerin her birinde nizâ vardır. Bu takdirde yeterli cevap olamazlar," dedi. Ondan sonra kendisi üç şekilde cevap verdi:

1 — "Cemaatle mescidde kılmak farz olur diye korktum," demektir. Yâni nâfile kılınanın sıhhatine mescidde cemaat olmak şart olur diye korktum demek olur. Zeyd bin Sâbit'in hadîsinde Fahr-i Âlem hazretleri'nin: "Sizin üzerinize farz olmasından korktum. Eğer üzerinize farz olsaydı onu kılamazdınız. Bunun için ey insanlar, evlerinizde kılınız," diye mescide toplanınaktan men buyurması şart olmasından korktuğundandı. Evlerinde onu kılmaya devam etmelerine izin vermekle onlara farz olması tehlikesinden emin oldu.

2 — Farz-ı kifâye olur diye korktum, demektir. Bu takdirde de beş farzdan ziyade olması lâzım gelmez.

3 — Hassaten Ramazan namazı farz olur diye korktum, demektir. Zira hadîste: "Bu hususun vukuu Ramazan ayında oldu," diye vâki olmuştur. Süfyân bin Huseyn'in hadîsinde: "Bu ayın namazinin size farz olmasından korktum," diye gelmiştir. Bu takdirde de zorluk kalmaz. Zira Ramazan namazı senenin her gününde tekerrür eden şeyler kısmından değildir. Yine beş namaz üzerine fazlalık olması lâzım gelmez, dedi.

Ama bu üç cevabın en kuvvetlisi birincisidir. En iyisini Allah büir.

Nuınan bin Beşîr'den nakledilmiştir ki: "Ramazan ayinin yirmi üçüncü gecesi Fahr-i Âlem hazretleriyle gecenin ilk üçte birinin nihayetine kadar kıyam ettik. Yine yirmi beşinci gecesi gece yarısına kadar kıyam ettik. Ondan sonra yirmi yedinci gece o kadar kıyam ettik ki, hatta felâha yetişemeyiz zannettik. Sahâbe-i kirâm ona sahur ismini verirlerdi," demiştir.

Teravih namazinin cemaatle mescidde kılinınası mı daha üstündür, yoksa her kişinin kendi evinde kılması mı daha üstündür? Âlimler bu hususta ihtilâf etmişlerdir.

İmâm-ı Âzam, İmâm-ı Şafiî, Malikîlerden kimisi ve başkaları: "Cemaatle kılininası daha üstündür. Nitekim Hazret-i Ömer bin Hattab ve şâir sahâbe (Allah onların hepsinden razı olsun) böyle etmişlerdi. Müslümanların ameli de bunun üzerine süregelmiştir. Zira açık seçik âdetlerdendir. Bu takdirde bayram namazına benzer," dediler.

Eğer şu hatıra gelip Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin, "Sizin üzerinize farz olmasından korktum," diye buyurması, "Mescidde cemaatle kılmak farz olur diye korktum," demeğe hamlolunursa yine mescidde kılmak nasıl daha üstün olur? denilirse cevabı şudur:

— O ihtimal Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin sağlığında idi. Şimdi farz olması ihtimali kalmadı. O halde daha üstün olan, mescidlerde cemaatle kılinınasıdır. Hazret-i Ömer'in (radıyallahü anh) cemaatle kılininası yönünü tercih etmesinin sebebi şudur ki, insanların çoğu cemaatle kılmaktan pek fazla neş'e duyarlar, birbirinin şevkiyle kılmaktan hoşlanırlar. Yalnızlıkta bu hal bulunınaz, demişlerdir.

İmâm-ı Mâlik, Ebû Yûsuf, bazı Şafiî âlimleri ve başkaları: "Üstün olan, her kişinin kendi evinde kılmasıdır. Zira Resûlüllah Efendimiz hazretleri, "En üstün namaz, farz namazlardan başka kişinin kendi evinde kıldığı namazdır," buyurmuştur. Bu hadîs-i şerif gereğince farzlardan başka namazları evde kılmak daha üstün olur.

Müellif, Ebû Yûsuf'dan böyle rivâyet etmiştir. Fakat burada nazar noktası vardır. Zira ondan nakledilmiş olan şudur: "Bir kimse, mescidde kılındığı şekilde evinde kılmağa kâdir olunca, yâni evinde cemaat olacak kadar kimse ile kılınca, evde kılmak mescidde kılmaktan daha üstün olur," demiştir. Fakat doğrusu şudur ki, evdeki cemaatin bir fazileti vardır, mesciddeki cemaatin başka bir fazileti daha vardır. Evde kılan kimse, bir fazileti kazanıp öbür fazla fazileti kaçırmış olur.

Teravihin rek'atlerinin sayısı yirmidir. Hepsi beş terviha'dır. Her iki rek'atte selâm verilir. Her dört rek'ate terviha denir. Aslında terviha, ilk aralıkta olan celsenin ismi idi. Halk dört rek'ati kıldıktan sonra o celse ile rahat buldukları için terviha denilmişti. Sonradan her dört rek'ate mecazen terviha dediler. Şunun için ki, sonunda terviha (rahatlama) vardır. Hâsılı bir şeyi kendisine yakın olan şeyin ismiyle isimlendirmek kabilindendir. Her iki tervihanın arasında bir terviha miktarı oturmak gerektir. Beşinci terviha ile vitir arasında da bir terviha kadar oturmak gerektir. Zira sahâbe-i kirâmden günümüze kadar gelenek bunun üzerinedir.

İbn-i Ebî Şeybe'nin naklinde İbn-i Abbâs (radıyallahü anh): "Cihanın hocası Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Ramazan'da yirmi rek'at kılardı. Ayrıca vitir kılardı," demiştir.

Ama İmâm Buhârî ve Müslim'in rivâyetlerinde şu da gelmiştir ki, Ebû Seleme (radıyallahü anh): "Âişe-i Sıddîka'ya (radıyallahü anh) sordum:.

Fahr-i Kâinat hazretleri'nin Ramazan'da namazı nasıldı?

Hazret-i Âişe:

Gerek Ramazan'da ve gerek başka zamanda on bir rek'atten fazla kılmazdı. On bir rek'ati kılışı da şöyleydi: Gayet güzel ve gayet uzun olarak dört rek'at (öğle namazı) kılardı. Ondan sonra yine gayet güzel ve gayet uzun olarak dört rek'at daha (ikindi namazı) kılardı. Ondan sonra üç rek'at (akşam namazı) kılardı, dedi."

Hazret-i Aişe'den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: "Yâ Resûlâllah! Vitiri kılmadınız, uyuyor musunuz? dedim. Resûlüllah Efendimiz: 'Yâ Aişe! Benim sadece gözlerim uyur, kalbim uyumaz,' dedi.

Fahr-i Kâinat hazretleri zamanında hal şunun üzerinde devam ederdi: Her kişi, Ramazan ayında gece namazını evinde kılardı. Tâ Hazret-i Ömer'in hilâfetinden bir zaman geçinceye kadar hal böyle devam etti.

İmâm-ı Buhârî'nin rivâyet ettiği üzre bir gece Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) mescide çıkıp gördü ki, halk bölük bölük olmuşlar. Kimisi kendi başına kılıyor, kimisi de birkaç kişi bir araya gelip cemaat olarak kılıyorlar.

Bunları bir okuyucu (İmâm) üzerinde toplasam daha toplu olur, dedi.

Ondan sonra emredip Ubey bin Kâ'b hazretleri'ni İmâm etti. Halkı ona uydurdu. Sonra bir gece de gördü ki, halk İmâmlariyle beraber namaz kılıyorlar. Yâni Ubey bin Kâ'b namaza durmuş Kur'an okuyor, halk da ona iktida edip sükût etmişler, onunla beraber namaz kılıyorlar. Bunu görünce:

— Bu vaziyet üzre kıldırmak ne güzel bir bid'attir. Uykudan sonra gecenin sonlarında kıldığınız namaz, başında kıldığınız namazdan daha faziletlidir, dedi.

Ubey bin Kâ'b, sahâbe-i kirâmın en güzel Kur'an okuyanı olduğu için İmâmete onu seçmişti.

Saîd bin Mansur, Urve yolundan nakletmiştir ki: "Hazret-i Ömer, halkı Ubey bin Kâ'b üzerinde toplamıştı. O erkeklerle kılardı. Temim Dârî (radıyallahü anh) kadınlarla kılardı," demiştir. Yâni ikisi iki cemaate İmâmlık ederlerdi.

Mucâ'da: "Ömer, Übey bin Kâ'b'a ve Temim Darî'ye Ramazan'da halka namaz kıldırmalarını emretti," denilmiştir.

Beyhaki sahih isnatla rivâyet etmiştir ki: "Halk, Ömer bin Hattâb (radıyallahü anh) zamanında Ramazan'da teravihi yirmi rek'at kılarlardı," demiştir. Mutâ'da: "Yirmi üç rek'at kılarlardı," denilmiştir. Aslı şudur ki, vitirle teravihin hepsi yirmi üç olur. Bundan başka daha birçok değişik rivâyetler de gelmiştir. Ama değişiklik, değişik hal ve zamanlara yüklenmiş, demişlerdir.

Malûm olsun ki, teravihin sünneti hatimle kılmaktır ve hatimi yirmi yedinci gecede tamamlamak gerekir. Zira kadir gecesinin o gece olduğuna dair pek çok haberler gelmiştir. Ama İhtiyar Sahibi der ki: "Zamanımızda daha üstün olan şudur ki, halka ağır gelmeyecek kadar kılmak gerektir." En iyisini Allah bilir.

4 . BAB

4. Peygamberimizin Vitir Namazı

Evvelâ malûm olsun ki, vitir namazı, İmâm-ı Azam katında amelî farzdır, itikadı farz değildir. Ona vâcip demelerinden murad budur. İmâmeyn katlarında te'kidli (kuvvetli) sünnettir. Rek'atlerinin sayısı üçtür. İki teşehhüd ve bir selâmla tamamlamak gerekir. Üçüncü rek'atte rükûdan sonra el kaldırıp tekbir aldıktan sonra kunut okumak gerektir. Zira Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nden rivâyet edilmiştir ki: "Birinci rek'atte A'lâ sûresini okudu, ikinci rek'atte Kâfirun sûresini okudu, üçüncüde Ihlâs sûresini okudu," demişlerdir.

Sözlerin doğrusu ve en kuvvetlisi bu zikrolunanlardır. Ama bazılarının kavlince "Sadece sonunda bir teşehhüdle kılininası gerektir," dediler. "Vitiri üç kılarak akşam namazına benzetmeyin," rivâyetini iki teşehhüdle kılmaya hamlettiler. Yâni "Men edilmiş olan, iki teşehhüdle kılmaktır," dediler. Tâvus'dan rivâyet edilmiştir ki: "Peygamber Efendimiz vitiri üç kılar ve onların arasında oturmazdı," demişlerdir. Ama selefin (Allah onlardan razı olsun) iki teşehhüdle kıldıkları sâbittir.

Fahr-i Âlem hazretleri'nin vitiri beş rek'at kıldıkları da rivâyet olunmuştur. Nitekim daha önce işaret olunmuştu. Bazılarının kavlinde, Rek'atler arasını cülûsla ayırmadı, sadece sonunda cülûs etti," diye vâki olmuştur. Ama arasını ayırmamalarına dair gelen hadîsler daha sağlamdır ve rivâyet yollan daha çoktur.

Selef iki nesnede ihtilâf etmişlerdir:

1 — Vitir kıldıktan sonra câlisen (oturarak) iki rek'at kılmak meşru mudur, değil midir? demişlerdir.

2 — Vitiri kılmış olan bir kimse geceleyin bazı nafileler kılmak istese nasıl kılması gerekir?

Birinci mes'ele, İmâm Müslim katında Ebû Seleme yolundan Hazret-i Aişe'den rivâyet edilmiştir ki, meşrudur. Zira, "Resûlüllah Efendimiz, vitirden sonra oturur halde iki rek'at kılardı," demiştir. Bazı âlimler buna zâhib olup "Gece namazlarınızın sonunu vitirle kapatın," hadîsini gecenin sonunda vitir kılana tahsis etmişlerdir. Buna kail olmayanlar, "O iki rek'at sabah namazinin sünnetiydi," demişlerdir.

Nevevî şuna hamletmiştir ki: "Kâinatın hocası Efendimiz hazretleri, onu vitirden sonra nâfilenin câiz olduğunu ve oturarak nâfile kılınanın câiz bulunduğunu bildirmek için kılmıştır."

İkinci mes'elede âlimlerin çokluğunun görüşü şudur ki, vitirden sonra rek'atleri çift olan ikişer, dörder veya daha ziyade namazlar kılmak câizdir. Sonradan tekrar vitir kılmak câiz değildir. Zira Resûlüllah Efendimiz hazretleri: "Bir gecede iki vitir yoktur," buyurmuştur. Hadîs hasen'dir. İmâm Nesâî ve İbn-i Huzeyme çıkarmışlardır.

Vitir namazinin kazâsı hususunda da ihtilâf olunmuştur. İmâm-ı Azam katında kaza olunınası gerektir. Zira onun mezhebinde amelî farzdır. Ama "Sünnettir" diyenlerin kavline göre kazâ olunınaz. Çokluk bunun üzerinedir.

Müslim'de ve başkalarında Hazret-i Aişe'den rivâyet edilmiştir ki: "Fahr-i Âlem hazretleri, rahatsızlık veya başka sebeple uyuduğu ve gece namazını kılamadığı gece gündüz on iki rek'at kılardı," demiştir. Muhammed bin Nasr da: "O Hazret'ten vitirin kazâsı hususunda haberlerden bir nesne bulamadık," demiştir.

Atâ ve Evzaî: "Kazâ olunınası gerek. Eğer güneş doğduysa tâ batıncaya kadar kazâ olunur," demiştir. Şafii âlimleri katında da mezkûr kavil üzredir. İmâm Nevevî, Müslim şerhinde zikretmiştir ve Saîd bin Cübeyr: "Ertesi gece kazâ olunur," demiştir. Şafiîlerden bir kavil de şudur ki: "Mutlak olarak kazâ olunur," demişlerdir.

Hazret-i Aişe'den rivâyet edilmiştir ki: "Peygamber Efendimiz, gecenin her kısmında, başında, ortasında ve sonunda, seher vaktine kadar vitir kılardı," demiştir.

Gecenin başından murad, "Yatsı namazinin sonunda" demektir. Hâsılı yatsıyı kıldıktan sonra tâ seher zamanına dek vitirin vaktidir. Mezkûr hadîsi, Buhârî, Müslim ve başkaları rivâyet etmişlerdir. Gecenin başında kılmasinin ıstırabı olduğu zamanda olması, ortasında kılmasinin da yolculukta olduğu zamanda olması muhtemeldir. Gecenin sonunda kılması ise hallerinin en çoğu idi. Zira o Hazret'in vitiri gecenin sonunda kılmaya müdavemeti çok iyi bilinmektedir.

"Seher" diye sabahın öncesine derler. Mâverdî: "Seher, gecenin altıncı bölümüdür," diye hikâye etmiştir. İnsanların çoğu sabahla seheri aynı şey sanırlar. Ama hakikatte seher, sabahtan önceki zamandır ki, gecenin sonlarıdır.

İbn-i Huzeyme katında İbn-i Abbâs hazretleri'nden rivâyet edilmiştir ki: "Peygamber Efendimiz, fecir doğduğu zaman namaza kalkar ve vitir kılardı," demiştir.

İbn-i Huzeyme: "Burada fecirden murad birinci fecirdir," dedi.

İmâm-ı Ahmed'in rivâyetinde Muâz'dan merfuan gelmiştir ki: "Rabbim bana bir namaz arttırdı. O vitir namazıdır. Onun vakti, yatsıdan fecrin doğuşuna kadardır," buyrulmuştur. Ama vitir namazinin vücubuna kail olmayanlar, "Bunun isnadında zaaf vardır," demişlerdir.

Büreyde'nin rivâyetinde merfuan gelmiştir ki: "Vitir haktır, vitiri kılmayan bizden değildir," buyurmuşlar. Bu sözü üç kere tekrarlamışlardır. Ama muhalifler bunun üzerinde de bazı münakaşalar etmişlerdir.

Rivâyet olunur ki, Fahr-i Kâinat hazretleri, geceleyin namaz kılardı. Hazret-i Âişe yatıp uyurdu. Vitir kılmak diledikleri zaman Âişe'yi (radıyallahü anh) uyarırdı. O da kalkıp vitir kılardı. Sahîh-i Buhârî'de böyle yazılıdır. Bu da vitiri gecenin sonunda kılınanın müstehap olduğuna delâlet eder. Vücubuna da delâlet eder, demişler. Zira âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri, teheccüdü kılarken uyarınazdı, vitiri kılarken uyarırdı. Burada vâcip yoluna sülük etmesinden anlaşılır ki, vâciptir, dediler. Ama bazıları buna itiraz edip: "Bundan vücub lâzım gelmez. Nihayet gece namazlarının te'kidlisi olmaya delâlet eder," dediler.

İmâm Tirmizî'nin rivâyetinde Hazret-i Ali'den rivâyet edilmiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri, üç rek'at vitir kılardı. Onlarda mufassallardan yedi sûre okurdu. Her rek'atte üç sûre okurdu. O üç sûrenin sonuncusu Ihlâs sûresi idi," demiştir.

Meselâ birinci rek'atinde iki sûre okur, üçüncü sûre olarak Ihlâs sûresini okurdu. İkinci rek'atinde iki sûre daha okuyup yine Ihlâs sûresi okurdu. Üçüncü rek'atte de böyle ederdi, demektir.

Ebû Dâvud ve Tirmizî'nin nakillerinde Hazret-i Âişe'den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri, vitirin ilk rek'atinde A'lâ sûresini, ikinci rek'atinde Kâfirun ve üçüncüde Ihlâs sûresini okurdu, demiştir.

Ebû Dâvud: "Selâm verdiği zaman, 'Sübhâne'l-Meliki'l-Kuddüs' derdi," diye rivâyet etmiştir. Nesâî'nin rivâyetinde: "Üç kere derdi ve sonlarında uzatırdı," demişler. Bir rivâyette: "Üçüncüde yüksek sesle söylerdi," demişler.

Yine Ebû Dâvud, Tirmizî, Nesâî ve İbn-i Mâce'nin rivâyetlerinde Hazret-i Ali: "Peygamber Efendimiz, vitirin sonunda şöyle derdi," demiştir:

"Allahümme innî eûzü bi-rızâke min sahatike ve bi-muâfâtike min ukubetike ve eûzü bike minke lâ uhsi senâen aleyke ente kemâ esneyte ala nefsike — Allahım, senin hoşnudsuzluğundan senin rızana, ceza vermenden afvına ve senden yine sana sığınırım. Ben, senin kendini övdüğün gibi seni övmeye muktedir değilim."

İbn-i Teymiye: "Sabah sünneti amelin başlaması ve vitir namazı amelin tamama ermesi mecrasına câridirler," demiştir.

Peygamber Efendimiz hazretleri'nin güzel âdetleriydi ki, sabah namazinin sünnetinde "Kul hüvallahü ahad" ve "Kul yâ eyyühe'l-kâfirun" sûrelerini okurlardı. Bu iki sûre, ilim ve amelin tevhidini, Allah'ı tanıma ve dilemenin tevhidini, itikadın tevhidini cem etmişlerdir. Ihlâs sûresi kendini okuyanı ilmî şirkten halâs eder. Nitekim Kâfirun sûresi de amelî şirkten halâs eder, demişlerdir.

5 .BAB

5. Peygamberimizin Kuşluk Namazı

Malûm olsun ki, hadîs rivâyet edenler, Peygamber Efendimiz hazretleri'nin duhâ (kuşluk namazı) kıldığı hususunda ihtilâf edip bazıları isbat ve bazıları nefy etmişlerdir. Alimlerden kimisi isbat edenlerin rivâyetini tercih etmiştir. Zira maruf kaide şudur: İsbat, bilgi fazlalığını kapsayıcıdır ki, nefyedenlerden gizli kalmıştır. Ve buyurmuşlardır ki: "Bu gibi hususların bilgisinden insanların çoğu gafil olup pek azinin haberdar olması mümkündür." Kimileri de nefyedenin rivâyetini tercih etmişlerdir. Onların karineleri rivâyetlerin tafsili sırasında inşaallah zikredilecektir.

Hâkim'in buyurduğu üzre isbat tarafında büyük sahabeden şunlar vardır: Ebû Saîd, Ebû Zerr-i Gıfârî, Zeyd bin Erkanı, Ebû Hüreyre, Büreydetü'l-Eslemî, Ebû Derdâ, Abdullah bin Übey, İbn-i Ebî Evnî, Utbân bin Mâlik, Utbe bin Abd es-Sülemî, Nuaym bin Hümâm, Ebû Ümâmetü'l-Bahilî, Âişe binti Ebû Bekir, Ümmü Hâni ve Ümmü Seleme. Allah onların hepsinden razı olsun.

Bunların hepsi Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin kuşluk namazı kıldığına şehadet etmişlerdir.

Ebû Saîd'in hadîsi şudur: "Peygamber Efendimiz hazretleri kuşluk namazını kılardı. Ona öyle devam ederdi ki, biz onu terketmez sanırdık. Bazen de öyle terkederdi ki, artık kılmaz sanırdık," demiştir.

Ebû Hüreyre'nin hadîsi Bezzâr'dan rivâyet edilmiştir: "Peygamber Efendimiz hazretleri, kuşluk namazını ne seferde terkederdi, ne de başka zaman," diye buyurmuştur.

Ama bunun isnadı zayıftır demişlerdir. İbn-i Ebî Evnî'nin hadîsi şu sözle gelmiştir:

"Gördüm; Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Ebû Cehil'in başı ile müjdelendiği gün iki rek'at kuşluk namazı kıldı," demiştir.

Ama nefyedenler buna cevap verip: "Hadîs sahih olduğu takdirde bu şükür namazıydı, kuşluk vaktine rast geldi. Mekke'nin fethi gününde vâki olan şükrü gibiydi," demişlerdir.

Utbânın hadîsini İmâm-ı Ahmed rivâyet etmiştir: "Fahr-i Kâinat hazretleri kuşluk namazını kıldı, ashâb da O'nun arkasında durarak kıldılar," demişlerdir.

Hazret-i Âişe'nin hadîsini İmâm Müslim, Ahmed ve İbn-i Mâce rivâyet etmişlerdir. Sözü şudur: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri, kuşluk namazını dört rek'at kılar ve Allah'ın dilediğini ilâve ederdi," demiştir.

Yâni ekseriya dört rek'at kılardı ve Hak teâlâ hazretleri'nin isteğine göre bazen daha fazla kıldığı da olurdu, demektir.

Ümmü Hânî'nin hadîsini Buhârî ve Müslim şu sözle rivâyet etmişlerdir: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Mekke fetholunduğu gün evime (Ümmü Hânî'nin evine) girip gusletti ve sekiz rek'at namaz kıldı. Ben, ondan daha hafif namaz görmedim. Ancak şu kadar var ki, rükûunu ve sücûdunu tam ederdi," diye buyurmuş.

Gerçi bu rivâyette kuşluk namazı olduğu tasrih olunınamıştır, ama başka bir rivâyette "Bu duhâ idi," buyrulmuştur. Nesâî'nin naklinde de başka bir ibareyle gelmiştir. Bazıları, Buhârî ve Müslim'in rivâyetlerinden istidlal ettiler ki, kuşluk namazını hafif olarak kılmak müstehaptır. Ama bu istidlâlde itiraz noktaları vardır. Zira o gün fetihle ilgili pek çok mühim işler olduğu için Resûlüllah Efendimiz hazretleri onlarla meşgul olmaktan namazda acele etmiş olması muhtemeldir. Zira Peygamber Efendimiz hazretleri'nin fiilinden sâbit olmuştur ki: "Kuşluk namazını kıldı ve uzattı," demişlerdir. İbn-i Ebî Şeybe, Huzeyfe'nin hadîsinden böyle çıkarmıştır. En iyisini Allah bilir.

Hâkim, Ümmü Seleme'den rivâyet eder ki: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri, on iki rek'at kuşluk namazı kılardı," demiştir.

Enes bin Mâlik (radıyallahü anh): "Peygamber Efendimiz hazretleri'nin seferde sekiz rek'at kuşluk namazı kıldığını gördüm," demiştir.

Bu hadîsi İmâm-ı Ahmed rivâyet etmiştir. İbn-i Huzeyme ve Hâkim: "Sahih hadîstir" demişlerdir.

Yine İmâm-ı Ahmed'in naklinde Hazret-i Ali (radıyallahü anh): "Inne Resûlüllahi kâne yüsalli mine'd-dühâ — Resûlüllah Efendimiz hazretleri kuşluk namazından bir miktar kılardı," demiştir. Ebû Ya'lâ'nın naklinde "Min" kelimesi yoktur. Sadece "Kâne yüsallî'd-duhâ — Kuşluk namazı kılardı," diye vâki olmuştur. Ama Ahmed'in ricali sözüne güvenilir kimselerdir.

Hâkim'in rivâyetinde Utbân bin Mâlik: "Resûlüllah Efendimiz, kuşluk namazını altı rek'at kıldı," demiştir.

Velhasıl kuşluk namazı nâfile namazdır. Onun miktarında belirli bir sayı yoktur. Zikrolunan rivâyetlerde mevcut olanlar üzre kılmak gerektir.

Şeyh Veliyyu d-Din İbn-i Irakî'nın buyurduğu üzre bu namaz hakkında çok meşhur sahih hadîs gelmiştir. Hattâ Muhammed bin Cerîrü't-Taberî: "Tevatür derecesine ulaştı," demiştir.

İbnü'l-Arabî'den nakledilmiştir ki: "Kuşluk namazı, Peygamber Efendimiz'den önce gelen peygamberlerin namazıdır. Nitekim Hak teâlâ hazretleri, Dâvud aleyhisselâm'dan haber verip: "Innâ sahharnâ'l-cibâle yusebbihne bil-aşiyyi ve'l-işrâki — Biz dağları onun sihrine râm etmiştik, onunla beraber akşam sabah tesbih ederlerdi," (Sâd sûresi: 38/18) buyurmuştur.

Böylece Hak teâlâ hazretleri, Muhammed aleyhisselâmın dininde de ikindi namazı ile işrak (sabah) namazını ibka etti," demiştir.

Nefyedenler de bazı hadîsleri delil getirmişlerdir. Bu cümleden biri Hazret-i Aişe'den nakledilmiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri, bir ameli işlemeyi severken halk da işleyip onların üzerine farz olması korkusundan terkederdi. Peygamber Efendimiz hazretleri, asla kuşluk namazı kılmamıştır. Ancak onu ben kılıyorum," demişlerdir.

Mevruk-i Aclî'nin hadîsini de delil getirmişlerdir ki, o şöyle anlattı: "Ben, İbn-i Ömer hazretleri'ne:

Kuşluk namazı kılar mısın? dedim.

Hayır, dedi.

Ya Hazret-i Ömer kılar mıydı? dedim.

Yine:

Hayır, dedi.

Ya Hazret-i Ebû Bekir kılar mıydı? dedim.

Hayır, dedi.

— Ya Resûlüllah hazretleri kılar mıydı? dedim.

— "Lâ ehâlühu — Zannetmiyorum," dedi."

Bunu da İmâm-ı Buhârî nakletmiştir. "Lâ ehâlühu" demesi tevakkuftur, dediler. Yâni ne kıldığından haber verebildi, ne de kılmadığından.

Şa'bî'den de rivâyet edilmiştir ki: "işittim, İbn-i Ömer hazretleri:

— Müslümanlar kuşluk namazından daha üstün bir bid'at ihdas etmediler, derdi," demiştir.

Mücâhid'den nakledilmiştir ki: "Ben ve Urve bin Zübeyr, mescide girdik. İbn-i Ömer hazretleri'ne mescidde rast geldik. Hazret-i Aişe'nin hücresinin yakininda oturuyordu ve halk mescidde kuşluk namazı kılıyorlardı. Onların kıldığı namazın halinden İbn-i Ömer'e sual ettik.

— Bid 'attir, diye cevap verdi," demiştir.

İbn-i Ebî Şeybe'nin naklinde İbn-i Ömer'den rivâyet edilmiştir ki: Kuşluk namazı için "Bid'attir ve ne güzel bir bid'attir," demiştir.

Âlimler bu rivâyetlerin ihtilâfını görüp bütün hadîslerin arasını bulup birbiriyle bağdaştırmak için dediler ki: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri, kuşluk namazını devamlı olarak kılmazdı. Çünkü ümmetine farz olur da onu devamlı kılmaktan âciz kalırlar diye korkardı. Ama Hazret-i Âişe'nin, Ümmü Hânî'nin ve başkalarının naklettiği üzre bazen kılardı. Hazret-i Âişe'nin "Kıldığını görmedim" demesi "Onu kılardı" demesine aykırı değildir. Zira Fahr-i Kâinat hazretleri çok zaman kuşluk vaktinde onun yanında olmazdı. Bazen mescidde ve bazen de gerekli işlerin görülmesi yolunda olurdu. Onun için gördüğü olmadı. "Onu kılardı" demesi işitip haber vermedir. Ya Fahr-i Âlem hazretleri'nin kendilerinden ya da başkalarından işitmiştir."

İbn-i Ömer'in "La ehâlühu — Zannetmiyorum," demesi tevakkuftur. Tevakkufunun sebebi de başkasından işitip o başkasinin haberine o kadar itimadı olmadığındandır. Bid'attir demesi de ya mezkûr hadîslerin kendisine ulaşmamış olmasından yahut "Fahr-i Âlem hazretleri müdavemet etmedi, bunların müdavemeti bid'attir" demektir. Veyahut "Mescidlerde kılininası bid'attir. Sünnet olan evde kılmaktır," demek olur, dediler. Nihayet İbn-i Ömer'in bütün sözlerinde meşruiyetini nefyeden bir nesne yoktur. Zira sözü, kendisinin görmemesine hamledilmiştir. Yoksa hakikatte vâki olmadığı kasdedilmiş değildir. Belki nefyettiği, mezkûr namazın sıfatından hususi bir sıfata mahsustur. Nitekim işaret olundu.

İbn-i Mes'ud'dan rivâyet edilmiştir ki, bir topluluğu mescidde kuşluk namazı kılarlarken gördü. Onların ettiğini inkâr edip: "Bu yaptığınız doğru değildir. Eğer mutlaka kılacaksanız evlerinizde kılınız," dedi.

Bazı âlimler: "Müstehap olan şudur ki, bazen kılininalı ve bazen terkolunınalı. İbn-i Abbâs hazretleri'nin âdeti şu idi ki, bir gün kılardı, yirmi gün terkederdi," demişlerdir.

Bazıları dediler ki: "Sebeplerden bir sebeple kılınır. Fahr-i Kâinat hazretleri, fetih gününde fetih için kılmıştı. Emirler o namaza Fetih Namazı diye isim verirlerdi. Zira Kadı lyâz ve başkaları, 'Ümmü Hânî'nin dediği, o Hazret'in kuşluk sünnetini kasdettiğinde açık değildir. Ancak hadîsinden anlaşılan şudur ki, namazinin, vaktini tayin etmiştir,' dediler."

Bazıları da, "O gece meşguliyeti sebebiyle terkettiği gece namazinin kazâsı idi," dediler.

Ama İmâm Nevevî bu sözleri beğenmeyip: "Doğrusu şudur ki, Ümmü Hânî'nin hadîsini delil tutmak doğru olur. Zira Ebû Dâvud, Küreyb yoluyla Ümmü Hânî'den rivâyet etmiştir ki: 'Resûlüllah Efendimiz elbette kuşluk namazı kıldı,' demiştir. Burada açıktır."

İmâm Müslim de Taharet kitabında Ebû Mürre yoluyla Ummü Hâni'den Fahr-i Kâinat hazretleri'nin Fetih gününde gusletmesi hikâyesini rivâyet ederken şu sözü de nakletmiş: "Sonra sekiz rek'at kuşluk namazı kıldı," demiştir. İkrime bin Hâlid yoluyla İbn-i Abdilber de Ummü Hânî'den rivâyet etmiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri Mekke'ye geldi de sekiz rek'at namaz kıldı. Ben:

— Bu namaz nedir? dedim.

Bu kuşluk namazıdır, dedi," demiştir.

Bazıları bu rivâyeti delil tutup "Kuşluk namazinin en çoğu sekiz rek'attir," demişler. Yâni fiilinden nakledilmiş olanın en çoğu sekiz rek'attir. İki rek'at kıldığı da olmuştur. Nitekim yukarıda zikrolunmuştu. Ama sözünden nakledilmiş olan hadîste daha ziyadedir. Nitekim Tirmizî'nin Enes'den rivâyet ettiği üzre: "Her kim on iki rek'at kuşluk namazı kılarsa Allah onun için cennette bir köşk binâ eder," buyrulmuştur.

Taberanî'nin naklinde Ebû Derdâ (radıyallahü anh) merfuan rivâyet etmiştir ki: "Her kim on iki rek'at namaz kılarsa Allah onun için cennette bir ev binâ eder," buyurmuşlardır.

Bezzâr katında varid olan Ebû Zer'in hadîsinde de böyle vâki olmuştur.

Hâsılı bu rivâyetlerin hepsi birbirine katılmakla kuvvet bulup delil çıkarınaya elverişli olmuşlardır. İmâm Tirmizî, İmâm-ı Ahmed'den nakleder ki: "Bu hususta gelen hadîslerin en doğrusu ve sağlamı Ümmü Hânî'nin hadîsidir," buyurmuştur. Gerçekten dediği gibidir. Onun için İmâm Nevevî, Ravzâ'sında: "En üstünü sekiz, en çoğu on ikidir," deyip en üstünle en çok arasını fark etmiştir.