9 - 2 Peygamberimizin NamazıMalûm olsun ki, ubudiyeti (kulluğu) gerçekleştirmek ve rububiyetin hakkını ödemek namazla hâsıl olur. Diğer ibadetler namazın hakikatinin gerçekleşmesine vesilelerdir. Hak teâlâ hazretleri, bütün gök ehline ayrılan ibadetleri Âdemoğullarından namaz ehli kullarına bir rek'atta müyesser etmiştir. Zira Hak teâlâ hazretlerinin bazı melekleri vardır ki, onları halk edeliden beri rükûda dururlar. Tâ kıyamete dek başlarını rükûdan kaldırmazlar. Nice melekleri de vardır ki, sücudda, kıyamda ve kuudda kıyamete dek dâimlerdir. İşte bütün bu ibadetler bir rek'atta hâsıl olur. Namaz içinde daha nice ibadetler toplanmıştır ki, başka ibadetlerde toplanınamıştır. Bunlardan temizlik, susma, kıbleye yönelme, iftitah tekbiri, Kur'an, kıyam, rükû, sücud, tesbihler ve diğerleri hep namazda toplanmıştır. Bunların her biri haddizatında başlı başına bir ibadettir. Namaz bu denli ibadetlerden mürekkep büyük bir ibadettir. Hak teâlâ hazretleri, büyük resulüne namazı emredip: "Utlu mâ uhiye ileyke mine'l-kitâbi ve akimi's-salâte — Kitaptan sana vahyedileni oku ve namazı kıl," (Ankebût sûresi: 29/45) buyurdu. Ayrıca: "Veınur ehleke bi's-salâti vastabir aleyhâ — Âilene namazı emret ve sen de ona sabret," (Tâhâ sûresi: 20/132) buyurdu. Bu âyet-i kerîmede, Tenvir Sahibinin (Allah onun sırrını mübarek eylesin) buyurduğu üzre, namazda nefisler için büyük teklif bulunduğuna işaret olunmuştur. Şu cihetten nefislere külfet ve meşakkat olur ki, kulların dünya nimetlerinde lezzet aldıkları ve dünya işleriyle meşgul oldukları zamanlara gelir. Onlardan nefsi çekip Allah'tan başka şeyleri tamamen terkederek Allah'ın kudretiyle kıyam etmeyi gerektirir. Bunun için "Vastabir aleyhâ — Ona sabret" (K: 20/132) sözüyle "Onun meşakkatlerine sabreyle" diye buyurmuştur. Bu mânaya işaret eden âyet-i kerîmelerden biri de: "V'esteînû bi's-sabri v'essalâti ve innehâ le-kebiretün illâ ale'lhâşiîne — Sabırla ve namazla yardım isteyin. Şüphesiz bu, haşyet sahibi olanlardan başkasına ağır gelir," (Bakara sûresi: 2/45) âyetidir ki, burada sabırla salâtı birbirine yakın getirmiştir. Şuna işaret eder ki, salât içinde sabra ihtiyaç vardır. Kişinin âzâlarını zabtedip fikirlerini ve düşüncelerini boş şeylere sarfetmekten korunınası lâzımdır. Nefse, alıştığı, âdet ve itiyat edindiği şeyleri terkederek bunların gereğinin aksi ile kayıtlanınak çok büyük zorluk ve sıkıntı verir. Çaresiz namaz içinde bu sıkıntı ve zorluklara sabır gerektir. Bu namaz hususunda söz, beş kısma ayrılmıştır. Birinci Kısım Farzlar ve Ona İlişkin Olan Şeyler1 . BAB 1. Beş Vakit Namaz1 . Fasıl Beş Vakit Namazın FarzlarıTirmizî'nin rivâyetinde Enes hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: "Mirac gecesi Resulullah hazretlerine elli vakit namaz farz olunmuştu. Sonradan azaltıldı, nihayet beş vakit farz kılındı. Bunun üzerine Allahü teâlâ hazretleri nida edip: — Ya Muhammedi Benim katımda söz tebdil olunınaz. Gerçekten sana bu beş vakit namaz karşılığında elli vakit namaz fazileti vardır, diye buyurdu," demiştir. Buharî ve Müslim'in rivâyetlerinde gelen uzun hadîs, Mirac Bölümünde zikredilmiş olup farz hususu orada ayrmtılariyle beyan olunmuştu. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretleri: "Allah, sizin peygamberinizin lisaniyle namazı hazarda dört rek'at, seferde iki rek'at ve havf (korku) halinde bir rek'at olarak farz etti," demiştir. Bir rekat namaz olmaz. Kasdedilen, "İmâmla bir rek'at ve yalnız olarak bir rek'at farz etti," demektir. Buharî'nin naklinde Hazret-i Âişe'den rivâyet edilmiştir ki: "Allah namazı farz ettiği zaman iki rek'at olarak farz etmişti Sonradan hazerde onu tamamladı ve seferde evvelce farz etmiş olduğu üzre bıraktı," buyurmuştur. Yine Buhârî katında başka bir yolla Hazret-i Âişe'den rivâyet edilmiştir ki: "Namaz iki rek'at olarak farz oldu. Resulullah Efendimizin hicretinden sonra dört rek'at olarak farz oldu," buyurmuştur. Bu rivâyet tayin eder ki, önceki rivâyette buyurulduğu üzere namazın hazerde dört rek'ata çıkarılması Medine'de vâki olmuştur. Hanefî âlimleri mezkûr hadîsten çıkarmışlardır ki, seferde namazı kısaltmak azimettir, ruhsat değildir. Yâni aslı iki rek'attir; dörtten iki olmuş değildir. Böyle olunca dileyenin dört kılıp dileyenin iki kılması câiz değildir. Kastalânî böyle zikretmiştir. Ancak burada değişik görüşler vardır. Zira Hanefîler katında seferde namazı kısaltmak azimet değildir, ıskat ruhsatıdır. Bunun hükmü azimetle amel edenin günahkâr olmasıdır. Onun için misafir yalnız kılarsa muhakkak ki iki rek'at olarak kılması gerekir. Dört kılarsa günahkâr olur. Ama namazı olur, İki rek'ati farz, iki rek'ati de nafile olur. Namazın tamam olması şu cihettendir ki, iki rek'at kılmak bulunınuştur. Günahkâr olması da şu cihettendir ki, selâmı tehir etmiştir. Nafilede vacibi terketmiştir ki, o, iftitah tekbiridir. Aynı amanda Hak teâlâ hazretlerinin sadakasını kabul etmemiş olma şüphesi vardır. Zikrolunduğu üzre seferde namazı kısaltmak ıskat edici ruhsattır. Bu cihetlerden dört kılan günahkâr olur. 2 . Fasıl Peygamberimizin Namaz Kıldığı Vakitlerİmâm Nesaî'nin nakli üzre Câbir'den rivâyet edilmiş olan şudur ki: Cebrâil aleyhisselâm, Fahr-i Âlem hazretlerine namaz vakitlerini öğretmek için geldi. Güneş zevale vardığı zaman Cebrâil aleyhisselâm ileri durdu, Fahr-i Kâinat hazretleri onun ardına durdu, sahâbe-i kirâm de Resulullah'ın ardına durdular. Böylece öğle namazını kılıverdi. Her nesnenin gölgesi kendi kadar olduğu zaman da geldi, mezkûr tertip üzre durdular, ikindi namazını kılıverdi. Ondan sonra güneş battığı zaman geldi, yine aynı tertip üzre durdular, akşam namazını kılıverdi. Sonra akşam şafağı kaybolduğu zaman geldi, yine aynı şekilde durdular, yatsı namazını kılıverdi. Sonra fecir doğduğu zaman geldi, yine aynı tertip üzre durdular, sabah namazını kılıverdi. Yine ikinci gün de her şahsın gölgesi kendi misli kadar olduğu zaman geldi, dünkü tertip üzre durdular, öğle namazını kılıverdi. Sonra her şahsın gölgesi kendinin iki misli olduğu zaman geldi, dünkü tertip üzre durup ikindi namazını kılıverdi. Sonra güneş battığı zaman geldi, aynı şekilde durarak akşamı kılıverdi. Ondan sonra akşam kızıllığı kaybolduğunda geldi, mezkûr tertip üzre durup yatsı namazını kılıverdi. Sonra fecir devam ettiği zaman, yâni kâzip sabah doğduğu sırada yıldızlar tamamen görünürken geldi, yine dünkü üslup üzre durdular, sabah namazını kılıverdi. Ondan sonra: — Bu iki namaz vaktinin arası sabah namazinin vaktidir, dedi. Yâni sabah namazını evvelki gün geç kılmıştı. İkinci gün erken kıldı. İşte bu iki vaktin arasinin sabah namazinin vakti olduğunu irade buyurdu. Hâsılı sabah namazını öyle kılmak gerek ki, ne karanlık olsun, ne de çok aydınlık... İmâm-ı Tirmizî'nin rivâyetinde İbn-i Abbâs hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri buyurmuştur: "Cebrâil, iki kere bana Beytullah katında İmâmet etmiştir. Öğle namazını o vakitte kıldı ki, fey, şirâk gibi olmuştu , ikindi namazını o vakitte kıldı ki, her şeyin gölgesi bir kendi kadar olmuştu. Ondan sonra akşam namazını güneş battığı zaman oruçlu orucunu açtığı vakitte kıldı. Sonra yatsı namazını şafak (batı ufkunun aydınlığı) kaybolduğu zaman kıldı. Ondan sonra sabah namazını tan yeri ağardığı zaman oruçlu olana yemek haram olduğu vakitte kıldı, ikinci kerede öğle namazını her şeyin gölgesi bir misli kadar olduğu sırada, dünkü gün ikindi namazını kıldığı zamanda kıldı , ikindi namazım her şeyin gölgesi kendinin iki katı kadar olduğu zamanda kıldı. Ondan sonra akşam namazını ilk keresinde kıldığı zamanda kıldı. Sonra yatsı namazını gecenin üçte biri geçtiği zaman kıldı. Ondan sonra sabahı ortalık tamamen ağardığı zamanda kıldı. Ondan sonra Cebrâil bana dönü dedi ki: — Ya Muhammedi Bu vakit, senden önce gelen peygamberlerin vaktidir. Senin vaktin bu iki vakit arasındadır." Yâni, "Sabah namazını ne çok erken kıl, ne de çok geç kıl. Fecrin doğuşu ile ortalığın tamamen ağarınası arasında kıl," dedi. Malûm oslun ki, güneş zeval bulduktan sonra öğle namazinin vaktidir; fey, şirâk gibi oluncaya kadar geri bırakmak gerekli değildir. Câbir'in (ra.) hadîsinde vâki olan: "Güneş zevâle döndüğü sırada öğle namazını kıldı," sözü, bu dediğimiz zâmana delâlet eder. İbn-i îshak, Meğâzî'de zikretmiştir ki, Cebrâil aleyhisselâmın gelip kâinatın efendisi Resulullah hazretleriyle namaz kılması Mirac gecesinin sabahı idi. İbn-i îshak, bunu belirttikten sonra bu hadîsin tafsilatma girmeden önce şöyle dedi: "Nâfi bin Cübeyr ve başkaları demişlerdir ki: Fahr-i Kâinat hazretleri, "Mirac gecesinden sabaha dahil olduğunda güneş zevale vardığı vakit Cebrâil aleyhisselâm indi. Öğle namazını kılmak için "Es-salâtü câmiatun — Namaz için toplanın!" diye çağrıldı. Ashâb toplandılar. Cebrâil aleyhisselâm ve Resulullah Efendimiz hazretleri onlarla namaz kıldılar. O kılınan namaz öğle namazıdır. Onun için ona "Ulâ — İlk, birinci" diye isim verilmiştir. "Es-salâtu câmiatun — Namaz için toplanın!" diye çağrılmasinin, böyle çağrılarak namaza dâvet olunınanın aslı şu idi ki, daha ezan meşrû olmamıştı. Bu rivâyette, namaz vakitleri hicretten sonra belirtildi diyenlerin sözlerini red vardır. Doğrusu şudur ki, namaz vakitlerinin belirlenmesi Cebrâil'in beyaniyle hicretten önce vâki olmuştur. Resulullah Efendimizin beyaniyle de sonradan vâki olmuştur, dediler. Buharî'nin naklinde gelmiştir ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz, Âişe'nin hücresinde ikindi namazını kıldı. Hücreden zevâl feyyi zahir olmamıştı, demişlerdir. Yine Buhârî, Enes bin Mâlik'den (radıyallahü anh) rivâyet etmiştir ki: "Fahr-i Kâinat hazretleri, ikindi namazını güneş o kadar yüksekken kılardı ki, bir kimse Avâli'ye gider gelirdi de güneş daha yüksekte bulunurdu," demiştir. Avâli, Medine-i münevverenin bir nahiyesidir; bazı yeri Medine'den dört mildir. Bundan anlaşıldığına göre ikindi namazını çabuklaştırarak kılarlar, vaktinin sonlarına kadar beklemezlerdi. Yine Buhârî, Müslim ve Tirmizî'nin rivâyetlerinde Seleme bin Ekva (radıyallahü anh): "Fahr-i Kâinat hazretleri, akşam namazını güneş batıp perde arkasında tamamen kaybolduğu zaman kılardı," demiştir. Yine Buhârî ve Müslim'in rivâyetlerinde Râfi bin Hadîc (radıyallahü anh): "Biz Resulullah Efendimiz ile akşam namazını şöyle kıldık ki, namazdan sonra birimiz ok atsa okun düştüğü yeri görürdü," demiştir. Yâni öyle erken kılardı demek olur. Böylece gün battığı gibi akşam namazı kılınacak denilmesindeki mâna gerçekleşmiş olur. İmâm Nesaî'nin naklinde Enes bin Mâlik (radıyallahü anh): "Resulullah Efendimiz hazretleri, sıcak zamanlarda namazı bir miktar hava soğuyuncaya kadar tehir eder, soğuk zamanlarda ise kılmayı öne alırdı," demiştir. Ebû Dâvud'un rivâyetinde gelmiştir ki: "ikindi namazını, güneşin rengi sararıp kızarınadıkça ve rengini değiştirmeyip beyaz ve parlak kaldığı müddetçe tehir ederdi," demiştir. İmâm-ı Buhârî ve Müslim'in rivâyetlerinde: "Akşam namazından önce önünüze akşam yemeği konsa yemeğe başlayın ve yemeğinizde acele etmeyin," buyrulmuştur. Bundan murat, namazı çok tehir etmek gerekmemesidir. Bir yemek yiyecek kadar zamanla vakit geçmiş olmaz demektir. Ebû Dâvud'un rivâyetinde: "Yemek veya ondan başka bir şey için namazı geri bırakmayın," diye gelmiştir. Murat, "Zamanını geçirmeyin" demektir. Ebû Hüreyre (radıyallahü anh), Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinden rivâyet etmiştir ki: "Eğer ümmetimin üzerine meşakkat vermek korkusu olmasaydı yatsı namazını gecenin üçte birine veya yarısına değin tehir etmeyi buyururdum," diye buyurmuşlardır. İmâm Tirmizî: "Hadîs-i şerif sahihtir," diye buyurmuştur. Hanefî İmâmlarından Tahâvî: "Gecenin üçte birine değin tehir etmek müstahaptır," demiştir. İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Ahmed bin Hanbel, sahâbe ve tabiînin çoğu buna zahip olmuşlardır. İmâm-ı Şafiî de kavl-i cedîd'inde böyle demiştir. Ama kavl-i kadîm'inde öne almak daha üstündür demiştir. 3 . Fasıl Peygamberimizin Namazinin KeyfiyetiBu bahiste birkaç tâli başlık vardır. 1. İftitahın Sıfatı: Ebû Dâvud'un rivâyetinde gelmiştir ki, Resulullah Efendimiz hazretleri, Bilâl (radıyallahü anh) kamet ederken işitti de: — Allah, onu (namazı) kaim ve daim etsin, dedi. Namazı tekbirle başlatırdı, demişlerdir. İmâm-ı Buhârî'nin rivâyetinde İbn-i Ömer hazretlerinden gelmiştir ki: "Resulullah Efendimizin namaza tekbirle iftitah ettiğini (başladığını) gördüm," buyurmuştur. Bu iki rivâyetten cumhur, iftitahta tekbir kelimesinin tayin edilmiş olduğu sonucunu çıkardılar. Hatta ondan başka bir sözle iftitah olmayacağına delil buldular. Ama Hanefî âlimleri katında tazim kasdolunan her sözle namaz akdedilmiş olur. Meselâ "Allahu a'zam" yahut "Allahu eceli" denilse kifayet eder. Tesbih ve tehlil dahi caizdir. Meselâ "Sübhanallah" dese yahut "Lâ ilâhe illallah" dese namaz akdedilmiş olur. Farisî lisaniyle de Hüdâ büzürgest [Hak uludur] dese caizdir. Şu da malûm olsun ki, iftitah tekbiri cumhur katında rükündür. İmâm-ı Azam Ebû Hanife mezhebinde şarttır. Bazıları, sünnettir, demişlerdir. İbnü'l-Münzir, "Zührî'den başka kimse bu sözü söylemedi," demiştir. Namazda niyetin vacip olduğuna âlimlerden hiç kimse muhalefet etmiş değildir. Buharî, "El-amâlu bi'n-niyyâti — Ameller niyetlerledir," hadîsinde "İmana, abdeste, namaza ve zekâta onunla girilir," demiştir. Ama sözle niyet hususunda İbn-i Kayyum Hüdâ-yı Nebevi'de, "Resulullah Efendimiz hazretleri namaza durduğu zaman Allahu ekber' derdi, ondan önce bir şey söylemezdi ve niyet kelimesini anınazdı. Ayrıca 'Döndüm kıbleye, dört rek'at, İmâm olarak veya İmâma uyarak, namaz kılmaya' demezdi. 'Edâ ve kazâ'ya yahut vaktin farzına' da demezdi. Hâsılı bu on türlü söz bid'attir ki, Fahr-i Âlem hazretlerinden asla naklolunınamıştır. Ne sahih isnatla, ne zayıfla, ne müsned ve ne de mürsel ile gelmiştir. Sahâbeden de bir kimseden nakledilmiş değildir. Tabiinden ve dört İmâmdan hiç bir kimse müstehap görmemiştir," diye zikretmiştir. Nihayet niyet kelimesiyle telâffuz etmeyi hiç kimse Resulullah Efendimiz hazretlerinden nakletmemiştir. Ashâbından hiç kimseye niyet kelimesini telaffuz etmeyi öğretmemiştir. Belki sünende O'ndan nakledilmiş olan şudur: "Namazın anahtarı temizlik, girişi tekbir ve ayrılması selâm iledir," demiştir. Bundan anlaşılan şudur ki, namaz için önce abdest gerektir, ondan sonra kıyam edince tekbir gerektir ve sonunda selâm vermek gerektir. Sahihayn'da gelmiştir ki, kâinatın hocası Resulullah Efendimiz hazretleri, Mesî'e namazı öğrettiği zaman: "Namaz için kalktığın zaman tekbir et, sonra Kur'an'dan sana kolay olanı oku," diye buyurdu. Tekbirden önce bir nesneyi telaffuz etmeyi buyurmadı. Sadece, namaza durduğun zaman tekbir eyle ve kolay olan yerden bir miktar Kur'an oku, diye emretti. Ama âlimler niyetin telaffuz edilmesinde ihtilaf ettiler. Bazıları bid'attir dedi. Bazıları müstehaptır dediler. Hanefî âlimleri katında ve ayrıca bazılarının kavlinde müstehaptır. Zira telaffuz etmekte kalbi hazırlama, hatıra ve huzura getirme vardır, demişlerdir. Nitekim füru' kitaplarında zikredilmiştir. Ayrıca Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, namaza durduğu zaman iki elini omuzlan hizasına kadar kaldırıp ondan sonra tekbir ederdi. Rükû etmek dilese yine böyle ederdi. Rükûdan başını kaldırsa yine böyle ederdi. Bir rivâyette şöyledir ki, rükûdan başını kaldırdığı zaman iki elini omzuyla beraber kaldırır ve: "Semiallahu limen hamide Rabbenâ lekel-hamd," derdi demişlerdir. Birinci rivâyette rükûdan kaldırınca sadece tekbir ederdi, denilmiştir. Bu rivâyette ise "Semiallahu limen hamide Rabbena leke'l-hamd" derdi, denilmiştir. Bir rivâyette de yine böyle denildikten sonra secde ettiği zaman ve secdeden başını kaldırdığı zaman böyle etmezdi, denilmiştir. Yâni o tekbirlerde ellerini kaldırmazdı, demektir. İmâm Nevevî der ki: "İftitah tekbirinde el kaldırmanın müstehap olduğu hususunda ümmetin icmaı vardır. Geri kalan tekbirlerde ihtilaf etmişlerdir. Şafiî, Ahmed ve sahâbeden bir topluluk, "Rükûa varıldığında ve rükûdan kalkıldığında iki eli kaldırmak müstehaptır," demişlerdir. Şafiîlerden bir kavilde birinci teşehhütten kalkıldığında da müstehaptır. Ama Hanefî âlimleri katında namazda olan el kaldırma, sadece iftitah tekbirinde, kunutta ve bayram namazlarında gereklidir. Nitekim fıkıh kitaplarında tafsilatı anlatılmıştır. Ebû Dâvud'un rivâyetinde: "Fahr-i Kâinat hazretleri namazda sağ elini sol elinin üzerine koyardı," denilmiştir. Şafiî katında namaz kılan kimsenin elini göğsünün altında ve göbeğinin üstünde bağlaması gerektir. İmâm-ı Azam hazretlerinin mezhebinde göbeğin altında bağlamak gereklidir. Zira Resulullah Efendimiz hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: "Sağ eli solun üzerine koymak ve göbeğin altında bağlamak sünnettendir," buyurmuşlardır. Bu hadîs-i şeriften açıkça anlaşılır ki, sünnet, göbeğin altında bağlamaktır. Şafiî âlimlerinden bazısı da buna kail olmuşlardır. İmâm-ı Buhârî ve İmâm Müslim Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) rivâyet etmişlerdir ki, Resulullah Efendimiz tekbirle kıraet arasında bir miktar sükût ederdi. Ebû Hüreyre (radıyallahü anh): — Ya Resûlâllah! Tekbirle kıraet arasında sustuğun zaman ne dersin? diye sordu. Fahr-i Kâinat hazretleri: — Allahım, benimle hatâlarım arasını, mağriple maşrıkın arasını açtığın gibi aç. Allahım, beyaz elbiseyi kirden koruduğun gibi beni de hatâlardan koru. Allahım, hatâları suyla, kar gibi temiz ve soğuk suyla yıka, diye buyurdu. İmâm Müslim'in naklinde Hazret-i Ali'den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, Fahr-i Kâinat hazretleri namaza durduğu zaman bir rivâyette namaza iftitah ettiği (girdiği) zaman tekbir ederdi; ondan sonra şöyle derdi: "Yönümü dosdoğru ve tam olarak göklerin ve yerin yaratıcısına döndüm. Benim namazım, yıkanıp temizlenmem, ibâdetim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi Allah içindir. O'nun ortağı yoktur. Bana böyle emrolundu ve ben müslümanların (Allah'ın emrine teslim olarak selâmet bulanların) ilkiyim. Allah'ım, mülkün sahibi ve hükümdarı sensin. Senden başka ilâh yoktur. Sen benim Rabbimsin ve ben senin kulunum. Ben nefsime zulmettim, günahlarımı itiraf ettim, bütün günahlarımı bağışla. Çünkü senden başka günahları affedici kimse yoktur. Beni ahlâk güzelliğine hidâyet eyle, çünkü onun güzelliğine hidayet edecek senden başka kimse yoktur. Onun kötülüğünü (kötü ahlâkı) benden uzaklaştır, çünkü onun kötülüğünü uzaklaştıracak senden başka kimse yoktur. Buyur, emir ve kutluluk senindir, bütün iyilikler senin elindedir ve şer sana ait değildir. Ben, senin kutluluğunu ve yüceliğini anar, senin bağışlamanı diler ve günahlarımdan tevbe ederek (yüz çevirerek) sana yönelirim." Tirmizî ve Ebû Dâvud'un rivâyetlerinde Hazret-i Âişe (radıyallahü anha) buyurmuştur ki: "Resulullah Efendimiz hazretleri, namaza iftitah ettiği zaman: "Sübhanekellahümme ve bihamdike ve tebarekesmüke ve teâlâ ceddüke ve lâ ilâhe ğayrüke — Allahım, seni tenzih ve tesbih ederim, sana hamd ederim. Senin ismin mübarek, azâmet ve celâlin pek yüksektir ve senden başka ilâh yoktur," demişlerdi." Bundan başka bazı sözler daha rivâyet olunmuştur. 2 . Peygamberimizin Fatihadan Önce Besmele Okuması: İbn-i Abbâs hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri namazı Besmele ile iftitah ederdi, demiştir. Yine ondan rivâyet olunmuştur ki: "Resulullah Efendimiz hazretleri, namazda Besmele'yi sesli okurdu," demiştir. İbn-i Huzeyme'nin Sa/ıih'inde Ümmü Seleme'den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: "Resulullah Efendimiz hazretleri, namazda Fatiha'nın başında Besmele okurdu," demiştir. Fakat bu hadis-i şerif Ömer bin Harun El-Belhî'nin rivâyetindendir ve onda zaaf vardır. Bazı rivâyette Ebû Hüreyre'den rivâyet edilmiştir ki, Resulullah Efendimiz: "Fatiha sûresi yedi âyettir. Besmele o âyetlerden biridir. O sûre, Seb'ül-Mesâni ve Kur'an-ı azîm'dir ve o Ummü'l-Kitap'tır," buyurmuşlardır. Yâni bunlarla isimlendirilmiştir demek olur. Beyhakî, İbn-i Abbâs'dan, Ali'den ve Ebû Hüreyre'den (Allah onlardan razı olsun) rivâyet eder ki, Hak teâlâ hazretlerinin Kur'an-ı azîm'de "Seb'an mine'l-mesâni — Çiftlerden yedi tane," (Hicr sûresi: 15/87) kavl-i şerifini Fatiha ile tefsir etmişlerdir . Ve Besmele ondan yedinci âyettir, demişlerdir. Buharî'nin naklinde Şu'be'den, Katâde'den ve Enes bin Mâlik'den rivâyet edilmiştir ki: "Resulullah Efendimiz hazretleri, Ebû Bekir Sıddık ve Ömer, kıraete Fatiha sûresi ile başlarlardı," demişlerdir. Müslim'in rivâyetinde Enes bin Mâlik'ten şu da rivâyet edilmiştir ki: "Onlardan Besmele kıraet eden hiç bir kimseyi işitmedim," demiştir. Hadîs âlimlerinden de bazı kimseler böyle nakletmişlerdir. Hâsılı, "Kıraete Fatiha sûresi ile başlarlardı. Hiç onlardan birini işitmedim ki, Besmele kıraet etsin," demiştir. Ama bu rivâyet üzerinde çok çekişme olup bazıları, "Rîvayetçi burada galat etti," demişlerdir. Bazıları da, "Enes hazretlerinin işitmedim demesini yüksek sesle okumazlardı," demeğe hamletmişlerdir. Netice olarak değişik ibarelerle çok hadis rivâyet edip hakikatinin anlaşılmasında güçlükler ortaya koymuşlardır. Besmele'nin cehri (yüksek sesle okunınası) hususunda da bazı görüşler zikretmişlerdir. İmâm Fahr-i Râzî Tasnifinde Şafiî'den nakleder ki: "Muâviye Medine'ye geldi de sahâbe-i kirâma İmâmet edip namaz kdıverdi. Namazın başında Besmele'yi okumadı, rükû ve sücuda eğildiği zamanlarda tekbir etmedi. Sonra selâm verince Muhacirin ve Ensâr nida edip: — Yâ Muâviye! Namazdan sirkat ettin (hırsızlıkta bulundun). Besmele nerede, rükû ve sücudun tekbirleri nerede? dediler. Ondan sonra yeniden namaza dönüp Besmele ve tekbirlerle yeniden kıldı," dedi. Bundan sonra Şafiî dedi ki: "Muâviye, kuvveti büyük ve şevketi şedit bir sultandı. Eğer Besmele'yi cehren (yüksek sesle) söylemek bütün sahâbe katında kesin ve yerleşmiş bir iş gibi olmasaydı onu terkettiği için Muâviye'ye inkâr ve muhalefette bulunınaya muktedir olamazlardı. O halde sahâbenin inkârı delâlet eder ki, Besmele'yi yüksek sesle okumak onlar arasında yaygın olarak bilinen bir şeydi." İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden de rivâyet edilmiştir ki: "Resulullah Efendimiz hazretleri, Besmele'yi cehirle okurdu ve onu okurken sesini yükseltirdi," demiştir. Hâsılı, sahâbe ve tabiînin âlimlerinden nice kimse yüksek sesle okunınası görüşünü ileri sürmüşlerdir. Şafii mezhebi budur. Şeyh Ebû Ümâme bin Nakkaş buyurmuştur ki: "Bu meselenin tahkikini isteyen kimsenin bilmesi gerektir ki, bunun kıraet ilmiyle tam ilişkisi vardır. Zira kâinatın hocası Efendimiz hazretlerinden kıraetleri mütevatir ve sahih olan kimselerin bazısı Besmele'yi Fatiha sûresinden bir âyet olmak üzere kıraet etmişlerdir. Bazısı da "Ondan bir âyet değildir," demişlerdir. İbn-i Âmir ve Ebû Ömer ve bir rivâyette Nâfi katlarında, Besmele Fatiha'dan bir âyet değildir. Hamza, Kisâî ve İbn-i Kesir, "Âyettir" demişlerdir. O halde onu âyet sayanların kıraeti üzre okuyan kimsenin Besmele'yi okuması farz olur. Âyet saymayanların kıraeti üzre okuyan kimse ise muhayyerdir, dilerse okur, dilemezse terkeder. Bu takdirde bunda harflerin hilafı, Kur'an'dan bir harfte vâki olan hilaf gibidir. Zikrolunan iki görüşün ikisi de doğrudur ve sabittir. Hiç bir tarafa dil uzatmanın yeri yoktur. Şüphe yoktur ki, Resulullah Efendimiz hazretleri bazen okumuş, bazen de terketmiştir." Adı geçen şeyh: "işte insaf üzre söz budur," demiştir. Ayrıca: "Gerçek şudur ki, iki amelin her birisi sabittir. Zira bu, yedi kıraetin hepsi hak olup Allah katından olduğunun kesin bulunduğunda Müslümanlardan iki kişi ihtilaf etmez. Hâsılı, bazı kıraette bir şeyin ispatı gelmiş, bazısında hazfı gelmiştir. Kur'an-ı azimde böyle vâki olmayan az sûre vardır. Meselâ Hadîd sûresinde "Ve hüve" sözü ki, "Ve hüve ganiyyü'l-hamîdu," kavl-i şerifinde (Hadîd sûresi: 57/24) vâki olmuştur. Bazı kıraette sâbittir, bazısında hazfedilmiştir. Tevbe sûresinde "Cennâtin tecri min tahtiha'l-enhâru" (Tevbe sûresi: 9/72, 89, 100) kavl-i şerifinde vâki olan "min" kelimesi de böyledir. Ayrıca nice Elifler, nice Vav'lar ve nice Ha'lar vardır ki, yedi kıraetin kimisinde sâbit ve kimisinde gayr-i sabittir. Bütün bu ihtilaflar Kur'ân'ın yedi kıraet üzre nazil olmasinin neticesidir. Bu anlatılanları iyi düşünerek anlayan bir kimse, iki taraftan vâki olan çekişmenin gürültüsünden rahat bulur," demiştir. Ayrıca buyurmuştur ki: "Resulullah Efendimiz hazretlerinden cehr ve isrârın (açık ve gizli okumanın) ikisi de vâki olmuştur. Yâni namazda Fatiha sûresinin başında Besmele'yi yüksek sesle okudukları gibi Besmele'yi gizli okuyup Fatiha'yı yüksek sesle okudukları da vâki olmuştur. Ama gizli okumaları aşikâr okumalarından daha çok olmuştur. Hanefî İmâmları katında gizli okumak gerektir. Aşikâre okumak hakkında da üç hadîs-i şerif gelmiştir. Nitekim gizli okumak hakkında nice hadîs-i şerif gelmiştir. İki tarafa ilişkin olan hadîslerden hiç birisi için dil uzatmaya yer yoktur. Bunlar hep sahih ve sabit hadîslerdir. İnsaf ehli olup taassup ehli olmayanlar onlara dil uzatmazlar. Şafiîyeden "Resulullah Efendimizden sadece cehirle okuma vâki olmuştur" diyen kimsenin sözüne iltifat olunınaz." 3 . Peygamberimizin Fatiha Sonunda Âmin Demesi: Tirmizî'nin rivâyetinde: "Peygamber Efendimiz, "Gayri'l-mağdûbi aleyhim ve lâ'd-dâllîn" (Fâtiha sûresi: 1/7) dediği zaman âmin derdi ve sesini uzatırdı" demişlerdir. Bir rivâyette "Amin dediği zaman sesini alçaltırdı," demişlerdir. Ebû Dâvud'un naklinde de bir rivâyette "Amin dediği zaman sesini yükseltirdi" demişlerdir. Bir rivâyette "Amin sözünü aşikâre okurdu" diye tabir etmişlerdir. İbn-i Şihâb da: "Fahr-i Âlem hazretleri, 'Ve lâ'd-dallîn' deyince Âmin kelimesini cehirle.derdi," demiştir. Yine ondan bir rivâyette: "Kur'ân okumayı bitirdiği zaman sesini yükseltip Âmin derdi," diye gelmiştir. İmâm-ı Âzam hazretlerinin mezhebinde Âmin'in gizli olarak denilmesi gerektir. Zira İbn-i Mes'ud'dan (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: "İmâm dört şeyi gizli okur," dedi. Ondan sonra Eûzü çekmeyi, Besmele okumayı, Âmin demeyi ve teşehhüdü zikretti. Bir açıklama şekli de şudur ki: "Âmin duadır ve duanın yapısı ise gizlilik üzredir," demişlerdir. 4 . Sabah Namazında Fatihadan Sonra Okudukları: İmâm Nesâî'nin naklinde Ebû Berze'den rivâyet edilmiştir ki, Resulullah Efendimiz hazretleri, sabah namazında altmış âyetten yüz âyete varıncaya kadar okurdu," demiştir. Yâni o kadar okurdu ki, ednası altmış âyet ve âlâsı yüz âyet olurdu demektir. Hâsılı sabah namazlarında altmış âyetten az okumazlardı. Amr bin Harîs'ten rivâyet edilmiştir ki: "Fahr-i Âlem hazretleri, fecirde "Velleyli izâ as'ase" (Tekvîr sûresi: 81/17) kıraet ederdi," demiştir. Nesâî'nin rivâyetine: "Fecirde "İza'ş-şemsü küvviret" (Tekvîr sûresi) okurdu," demişlerdir. Câbir bin Semüre'den rivâyet edilmiştir ki: "Fecirde Kaf sûresini ve onun benzeri bir sûreyi okurdu. O zaman kıraeti tahfif üzre idi," demiştir. Müslim'in rivâyetinde böylece gelmiştir. Abdullah bin Sâib'den yine Müslim'in naklinde gelmiştir ki: "Kâinatın hocası Efendimiz hazretleri Mekke'de iken bir kere sabah namazında Müminûn sûresine başladı, Musa ve Harun'un yahut İsâ'nın zikrolunduğu yere dek okudu," demişlerdir. Rivâyetçinin şüphesi yahut iki rivâyetin değişikliği üzre: "Ondan sonra o Hazret'i öksürük tuttu da rükûa vardı," dediler. Nevevî: "Bunda sûrenin bir kısmını kesip bir kısmını okumanın caiz olduğuna delâlet vardır. Ancak İmâm Mâlik bunu kerih gördü," demiştir. Ama bu söze itiraz edip dediler ki: — Onun kerih gördüğü, ihtiyariyle sûrenin bir kısmı üzerine iktisar olunınasıdır. Bu istidlâl ettiğin maddede zaruret vâki olmuştur. Zeyd bin Sâbit'in hadîsinde gelmiştir ki, Resulullah Efendimiz, iki rek'atta A'raf sûresini okudu, demiştir. Ebû Bekir Sıddık (radıyallahü anh) sabah namazında sahâbeye İmâmlık edip iki rek'atte Bakara sûresini okudu. Bu, onlardan icmâdır dediler. Yine sabah namazında iki rek'atte de Zelzele sûresini okudu, demişlerdir. Rivâyetçi: "Bilmiyorum, unuttu da mı iki rek'atta da Zelzele sûresini okudu yoksa kasden mi okudu?" dedi. Ebû Dâvud böyle rivâyet etmiştir. Hadîs İmâmlarından Buhârî, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî ve Nesâî'nin rivâyetlerinde Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: "Resulullah Efendimiz hazretleri, cuma günü sabah namazında Secde sûresi ile İnsan sûresini okurdu," demiştir. "Zikrolunan sûrelerin tamamını okurdu. Bir miktarını okumak sünnete aykırıdır. Şunun için o gün sabah namazında bunları okurdu ki, bunlarda Mebde ve Meâd halleri, Hazret-i Âdem aleyhisselâmın yaratılışı, cennet ve cehenneme giriş kıssası ve kıyamet günü halleri zikrolunmuştur. Kıyamet de cuma günü kopsa gerektir," dediler. İbn-i Mes'ud'un hadîsinde tasrih vâki olmuştur ki, cuma sabahında Fahr-i Âlem hazretleri bu sûreleri okumağa müdavemet ederdi. İmâm Taberanî böyle nakletmiştir. Hazret-i Ali'den de (radıyallahü anh) rivâyet etmiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri cuma günü sabah namazinin ilk rek'atinde Secde sûresini, ikinci rek'atinde İnsan sûresini okurdu," buyurmuştur. Hanefi âlimlerinden Muhit Sahibi: "Cuma sabahı o iki sûreyi okumak müstahaptır. Şu şartla ki, arada sırada başka sûreler de okunınalı. Tâ ki, cahiller, onlardan başkasinin okunınası kifayet etmez sanınasınlar," dedi. Taberanî katında Hazret-i Ali (radıyallahü anh): "Resulullah Efendimiz hazretleri, cuma günü sabah namazında Secde sûresini okuduğu zaman secde âyetine gelince secdeye varıp secde etti," demiştir. Allah daha iyi bilir. 5 . Öğle Ve ikindi Namazlarında Kıraetleri: İmâm-ı Buhârî ve Müslim'in rivâyetlerinde Ebû Katâde'den rivâyet edilmiştir ki: "Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, öğle namazinin ilk iki rek'atinde Fatiha sûresi ile iki sûre okurdu. Sonraki iki rek'atinde Fatiha sûresini okurdu. Ara sıra bize okuduğu âyetleri işittirirdi. ilk rek'ati ikinci rek'atten uzun ederdi. İkindi namazında ve sabah namazında da böyle ederdi," demiştir. Şeyh Takiyüddin: "Zannederim ki, birinci rek'atte uzatması onda sevinç ve şevk daha çok olduğu içindir, ikinci rek'at hafifletmeye münasiptir. Tâ ki, namaz kılan kimseye melâl gelmesi ihtimali olmasın," demiştir. Ama Abdürrezzak, bu hadîsin sonunda Maıner'den ve Yahyâ'dan rivâyet eder ki: "Âlemlerin hocası Resulullah Efendimizin böyle etmesinden maksat zannımızca halkın birinci rek'ate yetişebilmeleri olsa gerek," demiştir. Ebû Saîdi'l-Hudrî (radıyallahü anh) dedi ki: "Resulullah Efendimiz hazretlerinin öğle namazında ve ikindi namazında ne kadar durduklarını takdir ederdik. Öğlenin ilk iki rek'atinde Secde sûresini okuyacak kadar durduğunu takdir ettik." Bir rivâyette, "Otuz âyet okuyacak kadar durduğunu takdir ettik," dedi. Ayrıca, "Sonraki rek'atlerde onların yarısını takdir ettik," dedi. "Ve ikindinin de ilk iki rek'atini öğle namazinin rek'atlerinin kıyamı kadar takdir ettik. Sonraki rek'atleri yarısı üzre takdir ettik," dedi. İmâm Müslim böyle nakletmiştir. Câbir bin Semüre (radıyallahü anh): "Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, öğle namazında "Velleyli izâ yağşâ" (Leyi sûresi) okurdu," demiştir. Bir rivâyette, "Sebbihisme rabbike'l-a'lâ" (A'lâ sûresi) okurdu ve ikindi namazında yine böyle ederdi, demiştir. Yine ondan rivâyet edilmiştir ki: Öğlede ve ikindide "Vessemâi zâti'l-bürûci" (Bürûç sûresi) ve "Vessemâi ve't-târiki" (Târik sûresi) okurdu, demiştir. Berâ (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: "Öğle namazını kâinatın hocası Efendimiz hazretlerinin ardında kılardık. Ondan bir âyeti bir âyetten sonra dinlerdik. Lukman sûresini ve Zâriyât sûresini okurdu," demiştir. Enes bin Mâlik'den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: Fahr-i Âlem hazretleri öğle namazında A'lâ sûresini ve Gâşiye sûresini okurdu, demiştir. İmâm Müslim'in naklinde Ebû Saidi'l-Hudrî (radıyallahü anh) dedi ki: "Öğle namazına kamet olunduktan sonra bir kimse Baki'a gider, orada abdest bozar, sonra evine gelip abdest alır, tekrar gelip Resulullah Efendimiz birinci rek'atte iken yetişirdi." Malum olsun ki, o Hazret'ten sahâbe-i kirâmın naklettiği haller birbirine aykırı ve zıt değildir. Bazen öyle eder, bazen böyle ederdi. Her biri muttali olduğunu Fahr-i Âlem hazretlerinden teberrüken ümmetine rivâyet etmişlerdir. 6 . Akşam Namazında Okudukları: Buharî ve Müslim'in rivâyetlerinde Ümmü Fazl binti Hâris (radıyallahü anh): "Fahr-i Kâinat hazretlerini işittim, akşam namazında "Velmürselâti urfen" (Mürselât sûresi) okurdu," demiştir, İmâm Nesâî, Mâlik ve Tirmizî de böyle nakletmişlerdir. Akiyl İbn-i Şihâb'dan rivâyet etmiştir ki: "Peygamber Efendimizin Mürselât sûresini okuduğu o akşam namazı, Fahr-i Âlem hazretlerinin son namazı idi," demiştir. "Ondan sonra Allah kabzedinceye kadar bize namaz kıldırmadı," diye bunu ifade etmiştir. İmâm-ı Buhârî, Vefat Bâbı'nda getirmiştir. Yine Buhârî Son Bâb'da Hazret-i Âişe'den nakletmiştir ki: "Fahr-i Âlem hazretlerinin ölüm hastalığında kıldığı namaz öğle namazıydı," demiştir. Ama bu iki rivâyet arasını şöyle birleştirmişlerdir: Hazret-i Âişe'nin dediği namaz mescitte kıldığı, Ümmü Fazl'ın dediği namaz ise evinde kıldığı namaz olabilir. Cübeyr bin Mut'im'den rivâyet edilmiştir ki: "İşittim, Resulullah Efendimiz akşam namazında Tûr sûresini okurdu," demiştir. Buhârî ve Müslim böyle rivâyet etmişlerdir. Mervan bin Hakem dedi ki: "Zeyd bin Sâbit bana: — Niçin akşam namazında Kassâr-ı Mufassal'ı okuyorsun? Ben işittim, Fahr-i Kâinat hazretleri Tûlâyi't-Tavileyn'i (iki uzunun en uzununu) okurdu, dedi." Buharî'nin naklinde böyledir. Ama Ebû Dâvud'un naklinde şu da vardır: — Tûlâyı't-Tavileyn nedir? dedim. — A'raf süresidir, dedi, demiştir. Kassâr-ı Mufassal dedikleri, Beyyine sûresinden Kur'an'ın sonuna varıncaya kadar olan sûrelerdir. Hücurât sûresinden Bürûc sûresine varıncaya kadar olan sûrelere Tıvâl (uzunlar) denir. Ondan Beyyine sûresine varıncaya kadar Evsât (ortalar) denir. Ondan sonuna kadar olan sûrelere Kassâr (kısalar) denir. Hazret-i Âişe'den rivâyet edilmiştir ki: "Resulullah Efendimiz A'raf sûresini akşam namazinin iki rek'atine böldü," demiştir. Abdullah bin Utbe: "Fahr-i Kâinat hazretleri, akşam namazında Duhan sûresini okurdu," demiştir. İbn-i Hacer: "Ben, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin kassâr-ı mufassaldan okuduğu onda tasrih edilmiş olan merfu bir hadîs görmedim. Ancak İbn-i Mâce'nin rivâyetinde gördüm. İbn-i Ömer hazretlerinden nass vâki olmuş ki, Fahr-i Kâinat hazretleri Kâfirûn süresiyle Ihlas sûresini okumuşlar," dedi. İbn-i Hibbân da Câbir bin Semüre'den bunun mislini rivâyet etmiştir. Ama bu iki rivâyetin de isnadına ta'n etmişlerdir. Asıl Peygamber Efendimiz hazretlerinden mahfuz olan şudur ki, "O sûreleri akşamın sünnetinde okudu," demişlerdir. Ama daha önce zikrolunan Rafi'in sözünden anlaşılır ki, akşam namazinin kıraetinde tahfif vâki olurmuş. Zira "Namazdan sonra ok atan kimse okun düştüğü yeri görürdü," demiştir. Bundan anlaşılır ki, kısa sûrelerden okurmuş. Hâsılı bazen de uzun sûrelerden okurmuş. Bundan murat, ya cevazını beyan olmalı yahut iktida eden kimselerin meşakkat çekmediği şerefli malûmları bulunınasıdır. Cübeyr'in naklinde gerçi "Tûr sûresini okurdu," diye gelmiştir, ama tekerrüre delâlet eden bir şey yoktur. Bundan başkalarına da birer cevap vermişlerdir. İbn-i Huzeyme, Sahih'inde demiştir ki: "Zikrolunan bu ihtilaflar mubah kısmındandır. Namaz kılan kimsenin akşam namazında ve sair namazlarda ne dilerse okuması caizdir. Ancak şu kadar var ki, İmâm olan kimsenin kıraeti tahfif etmesi daha uygundur. Hanefî İmâmları katında kıraetin sünneti şudur: Seferde eğer acele ve sıkıntı zamanı ise Fatiha ile dilediği herhangi bir sûreyi okur. Eğer acele vakti değilse Bürûc ve İnşikak sûreleri mislini okur. Istihsan olunmuştur ki, sabah ve öğle namazlarında uzun sûreler, ikindi ve yatsıda orta uzunlukta sûreler, akşamda kısa sûreler okumalıdır. Zaruret halinde hâle uygun olan ne ise onu okumak gerekir. 7 . Yatsı Namazında Okudukları: İmâm-ı Buhârî ve Müslim'in rivâyetlerinde Berâ (radıyallahü anh): "Resulullah Efendimiz hazretleri, yatsı namazında "Vettini ve'z-zeytuni" sûresini okurdu. Ben, sesi yahut kıraeti ondan daha güzel bir kimse işitmedim," diye buyurmuştur. Huzeyfe buyurmuştur ki: "Fahr-i Âlem hazretleri, kıraet ederken azâb âyetine geldiği zaman taavvüz ederdi." Yâni euzü billahi derdi, demektir. Güzel âdetleri şu idi ki, "Sebbihisme rabbike'l-a'lâ" derdi. Ahmed ve Ebû Dâvud İbn-i Abbâs hazretlerinden böyle rivâyet etmişlerdir. Şu da gelmiştir ki: Fahr-i Kâinat hazretleri, "Vettîni Vezzeytuni sûresini okuyan kimse "Eleysallahu bi-ahkemi'l-hakimîne — Allah, hükmedenlerin en güzel hükedicisi değil midir?" (Tîn sûresi: 95/8) dediği zaman "Beli ve enâ alâ zalike mine'l-şahidîne — Evet, ben de bunun üzerine şehadet edenlerdenim," desin. Ayrıca "Lâ uksimu bi-yevmi'l-kıyâmeti — Hayır, kıyamet gününe andolsun," (Kıyâmet sûresi: 75/1) ni okuyan kimse, "Eleyse zâlike bi-kadirin alâ en yuhye'l-mevtâ — Şimdi bunun, ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?" (Kıyâmet sûresi: 75/10) dediği zaman "Belî •— Evet, elbette gücü yeter" desin. Ayrıca Mürselât sûresini okuyan kimse, "Febieyyi hadisin ba'dehu yuıninûne — Onlar, bundan sonra hangi söze inanacaklar?" (Mürselât sûresi: 77/50) dediği zaman "Amenna billahi — Allah'a iman ettik," desin," diye buyurmuştur. Semüre bin Cündüb (radıyallahü anh): "Fahr-i Âlem hazretlerinden iki sekte hıfzettim.Yâni iki yerde birer miktar susardı-. Biri namaza dahil olduğu zamanda, biri de "Ve lâ'ddallîn" dediği zamanda. Kıraeti bitirdiği zaman nefes alıncaya kadar bir miktar sükût etmek de Fahr-i Âlem hazretlerine hoş gelirdi," demiştir. Sûre okuduktan sonra sükût güzeldir. Zira okuyarak rükûa varınak lâzım gelmez. Kıraet tamamen kesilir, ondan sonra rükûa varılır. 8 . Peygamberimizin Rükûunun Sıfatı: Ebû Hamidü's-Sâidî (radıyallahü anh), Fahr-i Âlem hazretlerinden namazın sıfatını naklettiğinde, "Ellerini omuzlarına kadar kaldırıp tekbir ederdi, ondan sonra rükûa varırdı. İki elinin ayasını dizlerinin üstüne koyup itidal üzre rükû ederdi. Mübarek başını ne yukarı tutar, ne de aşağı tutardı," demiştir. 9 . Peygamberimizin Rükûunun Miktarı: İbn-i Cübeyr'den rivâyet edilmiştir ki: "Enes bin Mâlik hazretlerinden işittim: — Fahr-i Cihan hazretlerinden sonra hiç kimsenin ardında namaz kılmadım ki, onun namazı bu yiğidin namazından daha fazla Resulullah hazretlerinin namazına benzesin, dedi," demiştir. Muradı, Ömer bin Abdülaziz'di. Onun namazı Peygamber Efendimiz hazretlerinin namazına çok benzerdi. Rivâyetçi dedi ki: "Biz Ömer'in rükûunu on tesbih zamanı kadar takdir ettik. Sücudunu da böyle takdir ettik." Buharî ve Müslim'in rivâyetlerinde Berâ (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: "Resulullah Efendimiz hazretlerinin rükûu, iki secde arasında sücudu ve rükûdan kalktığı zaman duruşu kıyamına yakın olurdu. Kuudu da ona eşit olmaya yakın olurdu," dedi. Bundan anlaşılan, "Peygamber Efendimiz hazretleri namazını sükûnet üzre kılardı," demektir. İmâm Nevevî der ki: "Bu hadîs bazı hallere mahmuldür. Çünkü daha önce bazı rivâyetlerde kıyamı uzattığı varid olmuştur. Nitekim sabah namazında altmış âyetten yüz âyete değin okurdu, demişlerdir. Ayrıca öğle namazında secde sûresini okurdu, demişlerdir. Bunlar gibi kıyamın uzatılmasını gerektiren rivâyetler zikretmişlerdir. İbn-i Kayyum der ki: "Berâ hazretlerinin muradı, 'Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin namazı itidal üzre idi. Her ne zaman uzatsa, kıyamı, rükûu ve sücudu da uzatırdı. Hafifletse rükûu ve sücudu da hafifletirdi. Bazen olur ki, rükûu ve sücudu kıyam miktarı ederdi,' demektir. Galip olarak âdeti şu idi ki, namazı tadil ve tenasüp üzre kılardı." 10 . Peygamberimizin Rükûda Söylediği Tesbihler: İmâm-ı Buhârî ve Müslim'in naklinde Hazret-i Âişe-i Sıddıka: "Peygamber Efendimiz hazretleri, rükûunda ve sücûdunda, "Sübhânekâllahümme ve bi-hamdike Allahfimmeğfirlî — Allahım, seni noksan sıfatlardan tenzih ve kemâl sıfatlariyle takdis ederek anarım, seni severek överim. Allahım, günahlarımı bağışlamanı niyaz ederim," demeyi çok ederdi; Kur'an'ın mucibiyle amel ederdi," demiştir. Yâni: "Allahü teâlâ hazretleri, Kadîm Kelâm'ında 'Fesebbih bi-hamdi rabbike v'estağfirhu — Rabbini överek noksan sıfatlardan tenzih ve kemâl sıfatlariyle takdis et ve O'ndan günahlarının bağışlanınasını niyaz et,' (Nasr sûresi: 110/3) buyurmuştur. Bu şerefli emre uygun olarak hareket ederdi," demek olur. Yine onlardan rivâyet edilmiştir ki: "Rükûunda, 'Subbûhun kuddüsün rabbi'lmelâiketi ve'r-ruhu' derdi," demişlerdir. Huzeyfe (radıyallahü anh): "Peygamber Efendimiz hazretleri, rükûda "Sübhâne rabbiye'lazîm — Büyük Rabbimi noksan sıfatlardan tenzih ve kemâl sıfatlariyle takdis ederek anarım," der, sücudda da "Sübhâne rabbiye'l-a'lâ — Yüce Rabbimi noksan sıfatlardan tenzih ve kemâl sıfatlariyle takdis ederek anarım," derdi," demiştir. Müslim'in rivâyetinde rükûdan kalktığı zaman: "Semiallahu limen hamide rabbenâ ve leke'l-hamd mil'e's-semâvâti ve mile'larzi ve mil'e mâ şi'te min şey'in ba'du — Hamd edeni Allah işitti. Allahım, gökler, yer ve onlardan başka zuhura getirdiğin bütün varlıklar doluşunca sana hamd olsun," derdi, demişler. İbn-i Kayyum der ki: "Fahr-i Âlem hazretleri, rükûdan kalkıp tamamen doğrulduğu zaman, "Rabbenâ ve lekel-hamd" derdi. Bazen de "Allahümme rabbenâ lekel-hamd" derdi. Bunların rivâyeti sıhhat bulmuştur. Fakat Allahümme ile Vav arasını birleştirmek sahih olmamıştır." Vav harfinin ıskatinin hükmü hususunda İbn-i Irakî İmâm-ı Şafiî'den hikâye etmiştir ki: "Vav harfi atıf içindir. Burada bir nesne yoktur ki, ona atıf olsun," demiştir. Ama İmâm-ı Mâlik ile İmâm-ı Ahmed'den bu hususta aksine bir görüş rivâyet olunmuştur." Nevevî der ki: "Vav harfinin hem ispatı ve hem de hazfı hakkında rivâyetler gelmiştir. Seçkin olan görüş, caiz olmasıdır, ispat ve hazf'dan birisi diğerinin üzerine üstün tutulmamalıdır." Ebû Saîdi'l-Hudrî (radıyallahü anh): "Resulullah Efendimiz hazretleri, mübarek başını rükûdan kaldırınca şöyle derdi," demiştir: "Allahümme rabbenâ lekel-hamdü mil'e's-semâvâti ve mil'e'larzi mil'e mâ şi'te min şey'in ba'du ehle's-senâi ve'l-mecdi ehakku mâ kale'l-abdü ve küllünâ leke abdün lâ mania limâ a'teyte ve lâ mu'tiye limâ mena'te ve lâ yenfeu ze'l-ceddi minke'l-ceddü." Türkçesi: "Allahım, ey Rabbimiz! Gökler, yer ve onlardan başka zuhura getirdiğin bütün varlıklar dolusu hamd sana mahsustur. Ey Övgü ve ululama ehli! Kula yaraşan söz: "Hepimiz senin kulunuz. Senin verdiğine kimse mâni olamaz ve senin mâni olduğuna da hiç kimse bir şey veremez. Senin katında zenginlerin zenginliğinin hiç bir faydası yoktur. Onun zenginliği senin lûtfun yerini tutarak kendisine fayda veremez," demektir." İmâm Müslim böyle rivâyet etmiştir. "Gökler ve yer dolusu" demekten murad, öyle bir hamd ki, eğer cisim olsaydı yerleri ve gökleri doldururdu, demektir. "Semiallahu limen hamide — Hamd edeni Allah işitti," demek, icâb (kabul) demektir. Yâni bir kimse O'ndan sevap ümidiyle O'na hamd etse O onu kabul eder, dilediğini verir, demek olur. "Rabbenâ lekel-hamd — Ey Rabbimiz, hamd sana mahsus," denilmesi, "Ben de o muradın hâsıl olması için "Ey Rabbimiz, hamd sana mahsustur," derim," demektir. "Ehle" kelimesi mansuptur, zirâ nidâ edilen muzaftır. Sözün mânası, "Ey senâ ehli! demektir. "Küllünâ leke abdün" sözü Vav harfi ile muteriza cümlesidir. Sözün aslı, "Ehakku mâ kale'l-abdü lâ mânia limâ a'teyte — Kulun söylediği sözlerin en doğrusu: Ya Rab! senin verdiğine mâni olacak kimse yoktur," demekti. Bu itiraz, Hak teâlâ hazretlerinin kelâmında: "Rabbi innî vaza'tühâ ünsâ vallâhu a'lemu bimâ vazaat ve leyse'z-zekeru ke'l-ünsâ — Rabbim, kız doğurdum. Allah onun ne doğurduğunu çok iyi biliyorduVe erkek kız gibi değildir," (Âli Imrân sûresi: 3/36) âyet-i kerimesinde vâki olan itiraz gibidir. Yâni "Vazaat" diye okunduğu takdirde "Vallahu a'lemu bimâ vazaat — Allah onun ne doğurduğunu çok iyi bilir," cümlesi muteriza cümlesi olur. Bu da onun gibidir, dediler. "El-ceddi" dediği, zenginlik demektir. Yâni zenginlik sahibi olanların zenginliği senin huzurunda o kişinin kendisine fayda verici olmaz. Ona faydalı olan iman ve tâattir, demek olur. Bir rivâyette, "Min şey'in ba'de" dedikten sonra "Allahümme tahhirnî bi's-selci ve'l-berdi ve'l-mâi'l-bâridi — Allahım, beni karla, dolu ile soğuk su ile temizle," derdi, demişlerdir. Hanefi İmâmları katında İmâm olan kimsenin "Semiallahu limen hamide" demekle iktifa etmesi gerekir. İmâma uyan kimsenin de "Rabbenâ lekel-hamd" demekle iktifa etmesi gerektir. Zira Buhârî ve Müslim'in rivâyetlerinde gelmiştir ki: "İmâm, 'Semiallahu limen hamide' dediği zaman siz Rabbenâ lekel-hamd' deyiniz," buyurmuşlardır. Hâsılı hadis-i şerifte İmâmla İmâma uyanın ne söyleyecekleri birbirinden ayrılarak taksim buyrulmuştur ve taksim de ortaklığa zıttır, dediler. Ama yalnız kılan kimse, bir rivâyette, İmâma uyan kimse gibi tahmid (hamdetme) ile iktifa etmeli, demişlerdir. İmâm-ı Zeylaî, "Ekseri meşayih bunun üzerinedir," demiştir. Mebsut'ta da, "En doğrusu budur," denilmiştir. Bir rivâyette ise "Münferid (yalnız başına namaz kılan kimse), ikisini birleştirir," demişlerdir. Yâni, "Semiallahu limen hamide, rabbenâ lekel-hamd" in hepsini söylemeli, dediler. Hidâye Sahibi, "En doğrusu budur" demiştir. 11 . Peygamberimizin Sücudu: Peygamber Efendimiz, rükûdan doğrulup secdeye indiği zaman bazı rivâyette elini kaldırmazdı ve bazı rivâyette kaldırırdı, demişlerdir. Ama Hanefi âlimleri katında daha önce işaret olunan yerlerden başka yerde elini kaldırma yoktur. Ebû Dâvud'un rivâyeti üzre Peygamber Efendimiz hazretleri, secdeye vardığı zaman dizlerini ellerinden önce yere kordu. Ondan sonra mübarek alnını ve mübarek burnunu kordu. Müslim'in naklinde Peygamber Efendimiz: "Bana yedi kemik üzerine secde etmem emrolundu: Alın, iki el, iki diz ve iki ayağın uçları," buyurmuştur. İmâm Nevevî der ki: "Secde eden kimseye lâyık olan şudur: Zikredilen azaların hepsi üstüne secde etmeli. Alınla burun üstüne beraberce secde etmeli; secdeyi bunlardan yalnız biri üstüne dayandırmamak. Alnı yer üstüne açık ve belli şekilde koymak vaciptir; birazını koymak yeter. Burnu koymak müstahaptır; eğer terketse caizdir. Eğer yalnız burun üzerine ederse caiz değildir." Fakat bu zikredilenler Şafiî ve Mâlikî mezhepleridir. İmâm-ı Âzam'ın mezhebinde alnını ve burnunu beraberce yere koymak gerektir. Yâni secdenin ikisi üstüne olması gerektir. Zira Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri daima öyle ederdi. Eğer yalnız birinin üstüne secde eylese İmâm-ı Âzam katında yine caizdir. Ama yalnız burnu üstüne secde etmek, gerçi caizdir, ancak mekruhtur. Yalnız alın üstüne secde etmekte ise kerahet yoktur. İmâmeyn katında zaruret olmadıkça yalnız burun üstüne secde etmek caiz değildir. Bunlar, Hidâye'de ve başkalarında tasrih edilmiştir. Müellif (Allah ona rahmet etsin): "Ebû Hanife katında ikisi beraber yere konulmasa, yalnız biri konulsa secde caiz olmaz," diye nakledip bu zuına dayanan münakaşa suretini de göstermiştir. Merhum Şafiî mezhebindendir. Bu tarafa ta'n etmeğe haris olduğundan bilmediği yerde de cür'et etmiştir. Haberi yoktur ki, biraz yukarıda geçtiği üzre İmâm-ı Âzam hazretlerinin mezhebinde evlâ olan ikisinin üstüne secde etmektir. Eğer yalnız birisi üzerine de iktifa eylese caizdir. En iyisini Allah bilir. Şeyhayn'ın rivâyetlerinde: "Resulullah Efendimiz secde ettiği zaman ellerini o kadar açardı ki, mübarek koltuklarının beyazı görünürdü," buyurmuşlardır. Hâsılı, namaz kılan kimsenin secdede iki kolunu açıp kendisinden uzaklaştırması gerektir. Ayrıca karnını da budlarının üstünden ayırması gerektir. Eğer kör olan kimse, sarığı üzerine yahut yeni veya eteği üzerine secde etse caizdir. Ancak şu şartla ki, yerin katılığinin duyulması gerektir. Şafiîlerin bu hususta karşı görüşleri vardır. Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: "Resulullah Efendimiz hazretleri secdede şöyle derdi: "Ya Rab, günahlarımın azını ve çoğunu, evvelini ve âhirini, aşikâresini ve gizlisini sen yarlığa." Müslim'in rivâyetinde Hazret-i Âişe-i Sıddıka (radıyallahü anh) "Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, secdede şöyle derdi," diye buyurmuştur: "Allahümme innî euzü bike birızâke min sahatike ve bimuâfâtike min ukubetike ve euzü bike minke lâ uhsi senâen aleyke ente kemâ esneyte alâ nefsike — Allahım, senin hoşnutsuzluğundan rızana, ukubetinden affına ve senden yine sana sığınırım. Senin kendini senâ ettiğin gibi senâ etmeye gücüm yetmez." Hitâbî der ki: "Hadîs-i şerifte çok güzel bir mâna vardır. Zira âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri Allah'a sığınarak diledi ki, rızasiyle kendini sahtından kurtarsın, affiyle ukubetinden halas etsin. Saht, rızanın zıddıdır, yâni hoşnut olmamaktır. Affetme ve ceza verme de birbirinin zıddıdır. Hâsılı bunları zıddiyle zikretti. Vakta ki, zıddı olmayan Bâri teâlâ hazretlerine geldi, "Euzü bike minke — Senden sana sığınırım," dedi. Bundan da murat, gerçek ibadet ve senâsında kusur ve noksandan istiğfardır. "Lâ ihsâ" demek, senâna tâkat getiremem, hakkı üzre senâ edemem, demektir. Bazıları bu kelimeye ihata etmek mânası vererek "İhata edemem" demektir, dediler. Yâni "Senin senanı ihata edemem," demek olur. Zira Hak teâlâ hazretlerinin sıfatma nasıl nihayet yoksa senasına da öyle nihayet yoktur. İnsan onu ihataya kadir olamaz. İmâm Mâlik dedi ki: "Mânası, "Lâ uhsi niıneteke ve ihsâneke ve's-senâe bihâ aleyke ve in'ictehadtü fi's-senâi aleyke — Senin nimet ve ihsanını ve onlar karşılığında sana senâyı sayamam. Eğer sana senâ etmeye çalışıp çabalasam da edemem," demek olur. "Ente kemâ esneyte alâ nefsike — Senin kendini senâ ettiğin gibi'" demesi, senânın tafsilinden aczini itiraf etmektir. Zira onun hakikatine yetişmek beşer kudreti dahilinde değildir. Aynı zamanda böyle demekle senâyı icmâle red eyledi. Tafsil, ihsâ ve tayini Allahü teâlâ hazretlerine mahsus kıldı. Zira bütün eşyayı Hak teâlâ hazretleri icmâlen ve tafsilen ihata edicidir." Bazı muhakkikler Peygamber Efendimiz hazretlerinin rükû ve sücudda Kur'an okumaktan nehyetmesi hususunda bir açıklama zikretmişlerdir. Bu açıklamanın neticesi şudur: Rükû ve sücudda durum, kulun Hakk'a zillet ve tenezzülünü arzettiği durumlardır. Kur'an-ı azîm ise sözlerin en şereflisidir. O halde Allah kelâminin edebine uygun hareket etmenin gereği ve yaraşanı, bu gibi durumlarda okunınaması, kıyam ve dikilme halinde okunınasıdır. En iyisini Allah bilir. Ebû Dâvud'un rivâyetinde: "Resulullah Efendimiz hazretleri, su ve balçık üzerine secde etti," diye gelmiştir. Resulullah Efendimiz, secdeden kalkınca tekbirde elini kaldırmazdı. Secdeden başını, iki elinden önce kaldırırdı. Sol ayağinin üstüne oturup sağ ayağını dikerdi. Sahîh-i Buhârî'de "Secdeden kalkmakla ikinci rik'ate kıyam arasında âzâsı sükûn bulacak kadar oturup istirahat ederdi," demişlerdir. Ama Hanefî âlimleri bu rivâyeti almamışlardır. Onlar katında istirahat oturuşu ve yere dayanıp kalkmak yoktur. İmâm-ı Şafiî katında vardır. Zira Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri böyle etti, demiştir. İmâm-ı Âzam hazretleri, Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) rivâyet olunan hadîsle amel etmiştir. Zira o: "Resulullah Efendimiz hazretleri, iki ayağinin uçları üzerinde konar kalkardı," demiştir. Bunun gerektirdiği, hiç dayanınadan kalkmaktır. Ayrıca "Orada oturmak istirahat içindir. Namazın konulması istirahat için değildir," demiş ve Buhârî'nin rivâyetini yaşlılık haline hamletmiştir. Yâni, ihtiyarlık âlemi yetiştiğinde öyle ederlerdi ve o zaruret halidir, demiştir. Onun için Hanefî âlimleri, o rivâyeti esas almadılar. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, Resulullah Efendimiz hazretleri, iki secde arasında: "Allahümmeğfirlî verhamnî ve âfinî verzuknî — Allah'ım, beni bağışla, bana merhamet et, beni affet ve beni rızıklandır," diye buyururdu, demiştir. 12 . Peygamberimizin Teşehhütte Oturuşu: İmâm Müslim'in naklinde Hazret-i Âişe-i Sıddıka (radıyallahü anh): "Resulullah Efendimiz hazretleri, teşehhüde oturduğu zaman sol ayağını döşeyip üstüne oturur ve sağ ayağını dikerdi," demiştir. İmâm-ı Azam hazretleri katında bütün oturuşların böyle olması gerektir. İmâm Mâlik katında müteverriken (kaynaklarının birini veya ikisini yere koyarak) oturmak gerektir. Sünnet olan budur, demiştir. Teverrük, iki ayağını altından sağ yanına çıkarıp öbür yanının üstüne oturmaktır. Hanefî âlimleri bunu caiz görmemişlerdir. Zira Tahâvî: "Bunun hakkında gelen hadîs zayıftır," demiştir. Bu hadîs sâbit olduğu takdirde yaş büyüklüğüne hamlolunur. Bu ise özre dayanır. Ayrıca Hazreti Âişe'nin hadîsi bundan daha meşakkatlidir. O halde o, daha uygundur, öbüründen daha önce gelir, demişlerdir. İmâm Şafiî: "Bütün celselerde ayağı yere döşemek gerektir. Ancak son celsede teverrük gerektir," demiştir. Bu görüşünü Ebû Hamîdü's-Sa'dî'nin rivâyetinden istidlâl etmiştir. Ama itimat, Âişe'nin (radıyallahü anha) sözünedir. Zira rivâyetlerin en doğrusu odur. İmâm Müslim'in rivâyetinde: "Peygamber Efendimiz hazretleri, teşehhütte iki elini iki dizinin üstüne kor ve şehadet parınağını kaldırıp dua ederdi," diye gelmiştir. Parınak kaldırmanın sünnet olduğu sabittir, fakat bazı rivâyette: "Parınağını kaldırırdı, hareket ettirir ve duâ ederdi," diye gelmiştir. Bazı rivâyetlerde: "Hareket ettirmezdi," demişlerdir. Peygamber Efendimiz, rükûunda, sücudunda ve teşehhüdünde mübarek parınaklarını kıbleye yöneltirdi. Sücudunda ayaklarının parınaklarını da kıbleye yöneltirdi, demişlerdir. Yâni secde ettiğinde mübarek ayaklarını öyle koyardı ki, parınaklarının uçları kıbleye dönük olurdu, parınakların sırtı yere döşenip uçları kıblenin aksine gelmezdi. 13 . Peygamberimizin Teşehhüdü: İbn-i Mes'ud (radıyallahü anh) dedi ki: "Fahr-i Âlem hazretleri, elime yapıştı da bana Kur'an'dan bir sûre öğrettiği gibi teşehhüdü öğretti ve: "Ettahiyyatu lillahi vessalavâtu vettayyibâtu. Esselâmu aleyke eyyühe'n-nebiyyü ve rahmetullahi ve berekâtuhu. Esselâmu aleynâ ve alâ ibâdillahi's-salihîne. Eşhedü en lâ ilâhe illallahu vahdehu lâ şerike lehu ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve resûluhu — Bütün ibadetler, yardımlar ve güzellikler Allah'a mahsustur. Ey Nebi, selâm, rahmet ve bereketler senin üzerine olsun. Selâm bizim ve Allah'ın yararlı kullarının üzerine olsun. Şehâdet ederim ki, Allah'dan başka ilâh yoktur, O birdir ve O'nun ortağı yoktur. Yine şehadet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve Peygamberidir," dedi," diye buyurdu. İmâm-ı Azam hazretleri ve İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'in mezheplerinde teşehhüdü İbn-i Mes'ud gibi okumak gerektir. Zira Resulullah Efendimiz hazretleri böyle emretmiştir. Emrin en hafif derecesi emredilen şeyin müstahap olmasıdır, dediler. Ancak Şafiî İbn-i Abbâs'ın teşehhüdünü ihtiyar etmiştir. O teşehhüt şudur: "Ettahiyyatu'l-mübârekâtu's-salavâtu't-tayyibâtu lillahi. Esselâmu aleyke eyyühe'n-nebiyyü ve rahmetullahi ve berekâtuhu. Esselâmu aleynâ ve ala ibâdillahi's-sâlihîne. Eşhedü en lâ ilâhe illallahu ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve resûluhu." İmâm Şâfiî hazretlerinden nakledilmiştir ki: "Teşehhüt hususunda Resulullah Efendimiz hazretlerinden rivâyetler ihtilaf üzre geldi. İbn-i Mes'ud, bu teşehhüde göre değişik bir rivâyette bulundu. Ama biz, bunda vüs'at, sıhhat ve söz çokluğu görüp bunu aldık. Eğer bir kimse bundan başkasını alırsa ona darılmayız," demiştir. Bu sözden anlaşılan, İbn-i Abbâs'ın rivâyetini daha üstün tutmak değildir. Ama İmâm Ebû Hanife, İmâm-ı Ahmed, fukaha ve muhaddislerin cumhuru, "İbn-i Mes'ud'un hadîsi daha üstündür. Zira hadîs İmâmları katında o, gayetle sahihtir," demişlerdir. İmâm-ı Âzam, İmâm Mâlik ve fukahanın cumhurunun mezhebinde teşehhüt okumak birinci ka'dede ve ikinci ka'dede, her ikisinde de sünnettir. Şafiî katında birinci teşehhüt sünnet, ikinci teşehhüt vaciptir. Muhaddislerin cumhuru, "ikisi beraberce vaciptir" demişlerdir. Beyhakî'nin rivâyetinde Kasım bin Muhammed (radıyallahü anh): "Bana Hazret-i Âişe teşehhüdü öğretti," dedi ve ondan sonra aynen İbn-i Mes'ud'dan rivâyet edilmiş olan teşehhüdü okudu, demişlerdir. Nevevî der ki: "Bunun faydası, Peygamber Efendimizin lâfzinin da bizim lâfzımız gibi olduğunun meydana çıkmasıdır. Zira Hazret-i Âişe "Bu teşehhüt Fahr-i Âlem hazretlerinin teşehhüdüdür," dedi," diye rivâyet etmiştir. İbn-i Hacer der ki: "Sanki Nevevî, Râfiî'nin sözünü reddediyor. Zira o, 'Fahr-i Âlem hazretleri teşehhütte "Ve eşhedü ennî resulullahi — Ve şehadet ederim ki, ben Allah'ın elisiyim." derdi,' demiştir. Âişe'nin rivâyetinden meydana çıktı ki, "Ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve resûluhu" derlermiş. Kadı Beydâvî'nin dediği üzre "Teşehhüdün güzellikleri cümlesinden biri şudur ki, o Hazret, şerefinin kemâlinden ve ümmeti üzerine hakkı ziyade olduğundan kendini ayrıca zikretmeyi talim buyurmuştur. Nitekim, "Esselâmu aleyke eyyühe'n-nebiyyü ve rahmetullahu ve berekâtuhu — Ey Nebi! Selâm, Allah'ın rahmeti ve bereketleri senin üzerine olsun," denilir. Eğer sual olunup: — Bu söz nasıl meşrû oldu? Bu sözün kendisi beşere hitaptır. Halbuki namazda bundan nehiy olunmuştur, denilirse cevabı şudur: — Bu Resulullah Efendimize mahsus olan hususlardandır. Eğer başkasına hitap olsaydı caiz olmazdı, demektir. Tirmizî Fahr-i Âlem hazretlerinin "Esselâmu aleynâ ve alâ ibadillahi's-sâlihine — Selâm bizim ve Allah'ın sâlih kullarının üzerine olsun," sözü hakkında dedi ki: "Bir kimse, namaz ehli olup bu selâmla selâmlamalarından hisse ve şeref sahibi olmak isterse sâlih (yararlı, iyi) kul olsun. Aksi halde o büyük fazilet ve şereften mahrum olur." Bazı âlimler, namazı terk etmenin gayetle günah olması hakkında dediler ki: "Namaz kılan kimse, 'Allahümmeğfirlî ve lil-müminînde ve'l-müminât — Allahım, beni, mümin erkekleri ve mümin kadınları bağışla,' diye dua eder ve 'Esselâmu aleyke eyyühe'n-nebiyyü ve rahmetullahu ve berekâtuhu, esselâmu aleynâ ve alâ ibadillahi's-sâlihîne — Ey Nebi, selâm, Allah'ın rahmeti ve bereketleri senin üzerine olsun. Selâm, bizim ve Allah'ın sâlih kullarının üzerine olsun,' diye selâm verir. Namazı terkettiği takdirde Hak teâlâ hazretlerinin hizmetinde, Resulullah hazretleri ve bütün müslümanlar hakkında kusur işlemiş olur. Onun için günahı büyük olur. Hak teâlâ hazretlerinin hizmetinde kusur işlemesi namazın kendisini terkle hâsıl olur. Fahr-i Âlem hazretleri ve bütün müslümanlar hakkında kusur işlemesi de selâmı terketmekle hâsıl olur." Teşehhütten sonra kâinatın hocası Efendimiz hazretlerine salât etmek sünnettir. İmâm Şafiî, farzdır, demiş. Hâkim'in rivâyetinde İbn-i Mes'ud (radıyallahü anh), Fahr-i Âlem hazretlerinden, "Ne zaman biriniz teşehhüt eylese şöyle desin," dedi, diye nakletmiştir: "Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ salleyte ve bârekte ve terahhemte alâ İbrâhime ve alâ âli İbrâhime inneke hamîdün mecîdün — Allahım, Muhammed'e ve Muhammed'in soyuna salât (yardım ve nusret) eyle, İbrahim'in ve İbrâhim soyunun üzerine salât, rahmet ve bereket ihsan ettiğin gibi... Elbette övülen, çok yüce ve çok şerefli olan sensin." Bazıları, "V'erham Muhammeden — Muhammed'e rahmet eyle," demeği çirkin görmüşlerdir. İmâm-ı Zeylaî, "Doğrusu şudur ki, çirkin (kerih) değildir," demiştir. Değişik ibarelerle bazı salavât rivâyet etmişlerdir. Taberanî'nin rivâyetinde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh), Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinden nakletmiştir ki: "Her kim, "Allahümme salli alâ Muhammedin kemâ salleyte alâ İbrâhime ve alâ âli İbrâhime ve bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ bârekte alâ İbrâhime ve alâ âli İbrâhime ve terahhüm alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ terahhemte alâ İbrâhime ve alâ âli İbrâhime," derse kıyamet gününde ona şehadet ve şefaat ederim," diye buyurmuşlar. Fakat bunun senedinde Saîd bin Süleyman meçhuldür, demişlerdir. Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh) rivâyetinde gelmiştir ki, ashâb (Allah onlardan razı olsun) sual edip: — Ya Resulallah! Sana nasıl salât edelim? dediler. Şöyle salât etmekle emretti: "Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin ve bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ salleyte ve bârekte alâ İbrâhime ve alâ âli Ibrahime inneke hamîdün mecîdün." Büreyre'den merfuan rivâyet olunan da şudur: "Allahümmec'al salâvatike ve rahmeteke ve berekâtike alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ cealtehâ alâ ibrâhime ve alâ âli ibrâhime." İbn-i Mes'ud'un hadîsinde: "Alâ Muhammedini'n-nebiyyi'lümmiyyi" vâki olmuştur. Ebû Saîd'in hadîsinde: "Alâ Muhammedin abdike ve resulike kemâ salleyte alâ İbrâhime," vâki olmuştur. "Ali Muhammedin" ve "âli Ibrahime" vâki olmamıştır. Ebû Hüreyre'den bir rivâyette: "Allahümme salli alâ Muhammedini'n-nebiyyi ve ezvâcihi ve ümmehâ-ti'lmüminîne ve zürriyyetihî ve ehli beytihî," şeklinde gelmiştir. İbn-i Mes'ud'un hadîsinin sonunda: "Fi'l-âlemîne inneke hamîdün mecîdün" vâki olmuştur. İmâm Nevevî, Mühezzeb Şerhi'nde: "Lâyık olan, sahih hadîslerde vâki olanları bir araya toplayıp şöyle demektir," der: "Allahümme salli alâ Muhammedini'n-neb'iyyi'l-ümmiyyi ve alâ âli Muhammedin ve ezvâcihi ve zürriyetihi kemâ salleyte alâ ibrâhime ve alâ âli ibrâhime ve bârik alâ Muhammedini'n-nebiyyi'l-ümmiyyi ve alâ âli Muhammedin ve ezvâcihi ve zürriyâtihi kemâ bârekte alâ ibrâhime ve alâ âli ibrâhime fi'l-âlemîne." Ezkâr'ında da yine bunun mislini zikretmiştir. Ama "Salli alâ Muhammedin"den sonra "Abdike ve resulike"yi ziyade etmiştir. "Bârik"den sonra ziyade etmemiştir. Bazı kimseler, "Kasdedilen, hadîs-i şeriflerde gelenleri bir araya toplamaksa bu dediğinle toplanınadı," demişlerdir. Daha bazı itirazlar ileri sürüp "Bundan üstün olanı, sübut ve sıhhat bulanlardan kâh birini, kâh öbürünü okumaktır," demişler. Hanefî İmâmları ve başkaları katında, namazda Kur'an'a benzer dualar ve kâinatın hocası Peygamber Efendimiz hazretlerinden nakledilmiş olan dualardan okumak sünnettir. Kendilerine ve diğer müminlere dua etmek de sünnettir. Kur'an'a benzer denilmesi sözü ve mânası benzer demektir. Meselâ "Allahümmeğfirli ve li-vâlideyyi — Allahım, bana, anama ve babama mağfiret eyle," demeli. Yahut "Eğfir li-ebî — Anama ve babama mağfiret eyle" demeli. Peygamber Efendimizden nakledilmiş olanlardan meselâ: "Allahümme innî zalemtü nefsi zulmen kesîren ve ennehu lâ yağfire'z-zünûbe illâ ente fağfirlî mağfireten min indike v'erhamnî inneke ente'l-gafuru'r-rahîmu — Allahım, elbette ben kendime çok zulümler ettim ve elbette senden başka günahları bağışlayacak kimse yoktur. Beni, kendi katından bir mağfiretle bağışla ve bana merhamet et. Elbette sen, çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicisin," demeli. Bunun gibi daha ne varsa dilediğinden okumalı. Buharî ve Müslim'in nakillerinde Hazret-i Âişe'den (radıyallahü anha) rivâyet edilmiştir ki, Fahr-i Kâinat hazretleri, namazında şu duayı okurlardı: "Allahümme innî euzü bike min azâbi'l-kabrî ve euzü bike min fitneti'l-mesîhi'd-deccâli ve eûzü bike min fitneti'l-mahyâ ve'l-memâti. Allahümme innî eûzü bike mine'l-me'semi ve'l-mağremi — Allahım, kabir azâbından sana sığınırım, Mesih Deccâl'in fitnesinden sana sığınırım, hayat ve ölümün fitnesinden sana sığınırım. Allahım, günah işlemekten ve borçlu olmaktan sana sığınırını." Bir kimse, sual edip: — Ya Resulâllah! Borçlu olmaktan ne çok Allah'a sığınıyorsunuz? dedi. Fahr-i Kâinat hazretleri: — Çünkü bir kimse borçlu olduğu zaman konuşursa yalan söyler, vaadde bulunursa vaadinde duramaz, diye buyurdu. Bazı âlimlerin dediğine göre, "Fitneti'l-mahyâ — Hayat fitnesinden" murat, kişiye hayatı boyunca ârız olan fitneler, şehvetler, cehâlet ve en büyüğüAllah saklasınson nefesinde kötü bitiş hâlidir. "Fitneti'l-memât — Ölüm fitnesi" denilmesinden murat, belki ölüm sırasında olan fitnedir. Ölüme yakın olduğu için ona izafe edilmiş olabilir. Kabir fitnesi olması da mümkündür. Böyle olduğu takdirde "Kabir azâbından" buyrulmasiyle tekrar lâzım gelmez. Zira azâb fitneye terettüp eder. Sebeb, müsebbebden (sonuçtan) başkadır. Bazıları, "Peygamber Efendimiz hazretlerinin günahlarından geçmiş ve gelecek olanlar bağışlanmışken böyle dua etmelerinin sebebi neydi?" diye bunda müşkülat gördüler. Buna birkaç şekilde cevap verdiler. Biri şudur: "Maksadı, ümmetine dua öğretmekti," dediler. Biri de şudur: "Ümmeti için Allah'a sığınırdı. Sanki 'Euzü bike li-ümmetî — Ümmetim için sana sığınırım,' demişti, dediler. Biri de şudur: Tevazu yoluna sülük ve kulluğunu izhar idi; Hak teâlâ hazretlerinin korkusunu iltizam, O'na ihtiyaç ve iftikar arzı idi. Dileği meydana gelmişken bundan kaçinınak yoktur. Belki bunda hasenat elde etme ve derece yüksekliği kazanına vardır; bu türlü dualara ve bu gibi şeylerden Allah'a sığininaya ümmetini alıştırma ve inandırma vardır, dediler. Gerçekten bağışlanmış olduğu kesin bulunan kimse tazarruu terketmeyip daima niyaz üzre olunca bağışlanınası kesin olmayanların bu yolu tutınası daha uygun olur. Deccâl fitnesinden Allah'a sığininası halbuki kendisinin ona yetişmeyeceği muhakkaktı açıkça gösteriyor ki, muradı ümmetine öğretmek yahut ümmeti için Allah'a sığinınaktı. Daha başka cevap şekilleri de zikretmişlerdir. En iyisini Allah bilir. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretleri, "Fahr-i Âlem hazretleri, teşehhütten sonra şunu okurdu," demiştir: "Allahümme innî euzü bike min azâbi cehennemi ve euzü bike min azâbi'lkâbri ve euzü bike min fitneti'l-deccâli'l-a'veri ve euzü bike min fitneti'l-mahyâ ve memâti — Allahım, cehennem azabından sana sığınırım, kabir azabından sana sığınırım, bir gözü kör olan Deccâl'in fitnesinden sana sığınırım, hayatın ve ölümün fitnesinden sana sığınırım." Ebû Davud böyle rivâyet etmiştir. İmâm Müslim ve diğerlerinin naklinde Ali bin Ebi Tâlib (radıyallahü anh) o Hazret'ten teşehhüdün sonunda şunun okunduğunu rivâyet etmiştir: "Allahümmağfirlî mâ kaddemtü ve mâ ahhartü ve mâ esrertü ve mâ a'lentü ve mâ a'lem bihi minnî ente'l-mukaddimu ve ente'lmuahhiru lâ ilâhe illâ ente — Allahım, benim öne geçirdiğim ve geri bıraktığım, gizlediğim ve alenileştirdiğim ve benden bildiğin bütün günahlarımı bağışlamanı dilerim. One geçiren de geri bırakan da sensin. Senden başka ilâh yoktur." "Bu duayı teşehhütle selâm arasında okurdu," diye rivâyet etmiştir. 14 . Peygamberimizin Namaz Sonunda Selâm Vermesi: Müslim ve Nesâî'nin rivâyetlerinde Amir bin Rabia babasından rivâyet etmiştir ki, Peygamber Efendimiz sağına ve soluna selâm verdiği zaman tâ mübarek yanağinin beyazı görünürdü, demiştir. İbn-i Mes'ud (radıyallahü anh): "Peygamber Efendimiz, sağına ve soluna 'Esselâmu aleyküm ve rahmetullah' diye selâm verirdi," demiştir. Bunda da bir rivâyette: "Selâmda mübarek başını öyle döndürürdü ki, mübarek yanağinin beyazı arkasında duranlara görünürdü," diye gelmiştir: İki yanına selâm vermek Fahr-i Cihan hazretlerinin daima âdeti idi. Bunu sahâbe-i kirâmden on beş kişi nakletmiştir. Onlar şu zikrolunanlardır: Abdullah bin Mes'ud, Said bin Ebî Vakkas, Sehl bin Sa'd, Vâil bin Hucr, Ebû Mûse'l-Eş'ari, Huzeyfe bin Yemân, Ammâr bin Yâser, Abdullah bin Ömer, Câbir bin Semüre, Berâ bin Âzib, Ebû Mâlik El-Eş'ari, Talk bin Ali, Evs bin Evs, Ebû Sevr ve Adiy bin Amr. Allah onların hepsinden razı olsun. Mezkûr görüş, İmâm-ı Azam, İmâm-i Mâlik, İmâm-ı Şafii ve İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'in (Allah onlara rahmet etsin) mezhepleridir, İmâm Mâlik'den bir tâifenin sözüne göre bir selâm meşrudur. Bazı rivâyette: "Resulullah Efendimiz selâm verdiği zaman yüzü cihetine bir kere selâm verirdi," diye gelmiştir ki, bu, sıhhat üzre sâbit olmuş değildir. Hazret-i Âişe'den rivâyet edilmiş olan hadîs ki: "Resulullah Efendimiz selâm verdiği zaman 'Esselâmu aleyküm' diye bir kere selâm verir ve öyle yüksek sesle söylerdi ki, bizi uyarırdı," demiştir, bunu gece namazı hususunda rivâyet etmiştir. Daha önce rivâyet olunan ise farzda ve nafilede vâki olmuştur. Sahâbe-i kirâm Resulullah Efendimiz hazretlerinden müşahede edip rivâyet etmişlerdir. Bununla beraber Âişenin sözünde selâmı bir defaya inhisar ettirdiği sarih değildir. Belki sadece "Yüksek sesle bir selâm verirdi, onunla bizi uyarırdı," demiştir. O bir selâmdan sonra sükût etmiştir. Onun sükûtu, hıfz ve zabtedenlerin rivâyetlerinden daha üstün değildir. Onların sayısı daha çok ve hadîsleri daha sahihtir. En iyisini Allah bilir. Selâm sözü hakkında din İmâmları ihtilaf etmişlerdir. Mâliki, Şafiî ve cumhurun mezheplerinde farzdır, o olmasa namaz sahih olmaz. Delilleri: "Miftâhu's-salâti ettuhûru ve tahliluhâ et-teslîmu — Namazın anahtarı temizlik ve sona erdirilmesi selâm vermedir," hadîsidir. İmâm-ı Âzam, Süfyân-ı Sevrî ve İmâm-ı Evzâî: "Sünnettir, terkolunsa da onsuz namaz sahih olur," demişlerdir. Müellif böyle nakletmiştir, ama yanılmıştır. Zira İmâm-ı Âzamın mezhebinde selâm sözü vaciptir. Hidâye Sahihi'nin sözü şudur: "Sonra selâm sözünün gelmesi bizim katımızda vaciptir, Şafiînin aksine farz değildir," demiştir. Hanefîlerin delili şudur: İbn-i Mes'ud hazretleri Fahr-i Âlem hazretleri teşehhüdü öğrettiği zaman son kade ve teşehhüt hususunda: "Bunu dediğin veya bunu işlediğin zaman namazın tamam olmuştur. Kalkmak istersen kalk ve oturmak istersen otur," buyurmuştur. Böylece namazın tamamlanınasını o fiilin işlenmesine bağlamıştır. Gerek kıraet etsin, gerekse etmesin. Bu takdirde son kadede teşehhüt miktarı oturduktan sonra namaz tamam olur. Bundan sonra kişi ayağa kalkmakla oturmak arasında muhayyerdir. Muhayyer kılinınak ise farziyete ve vücuba aykırıdır. Ancak Hanefî âlimleri: "Namazın anahtarı temizlik ve sona erdirilmesi selâmdır," hadîsiyle ihtiyaten vücubu isbat etmişlerdir. Bunun gibi bir şeyle farziyet sabit olmaz. Nitekim yeri gelince etraflıca açıklanacaktır. Aynı namazda Peygamber Efendimiz, namazda kendisine uyanların hallerine riayet ederdi. Yâni namazda durduğu zaman uzatmak muradı iken bir çocuğun ağladığını işitse güç gelmesin diye namazı kısa tutardı. İmâm-ı Buhârî, Ebû Davud ve Nesâî böylece rivâyet etmişlerdir. Allah onlara rahmet etsin. Sahih hadîste gelmiştir ki, secdede iken Hasan ve Hüseyin (Allah onlardan razı olsun) gelip mübarek arkasna binerlerdi. Onları arkasından atmayı kötü gördüğünden secdesini uzatırdı, demişlerdir. Ayrıca kendisi namazda iken gelip selâm verenin selâmını işaretle alırdı. Câbir (radıyallahü anh): "Resulullah Efendimiz hazretleri, beni bir iş için göndermişti. Geldiğimiz zaman kendilerini namazda buldum. Selâm verdim, selâmımı işaretle aldı," demiştir. Abdullah bin Mes'ud'dan da rivâyet edilmiştir ki: "Habeş ülkesinden geldiğim zaman kâinatın hocası Efendimiz hazretlerine gittim. Namaz içindeydi. Selâm verdim, mübarek başiyle işaret ederek selâmımı aldı," demiştir. Namazda iltifat etmezdi. Yâni dönüp bir yanına bakmak vâki olmazdı. Sahîh-i Buhârî'de Hazret-i Âişe'den rivâyet edilmiştir ki: "Fahr-i Kâinat hazretlerine namazda iltifattan sual ettim. Peygamber Efendimiz: "O, ihtilâstır (çalmaktır). Şeytan, kulun namazından ihtilas eder," buyurdu," demiştir. Murad, vesvese ile namazına noksanlık verir, demektir, İmâm Ebû Davud, Sehl bin Hanzele'den rivâyet eder ki: "Huneyn gazâsında Fahr-i Kâinat hazretleri: — Bu gece bizi kim bekler? dedi. Enes bin Ebû Mersed (radıyallahü anh): — Ya Resulallah! Ben sizi beklerim, dedi. Bunun üzerine Resulullah Efendimiz hazretleri: — O halde bin! diye emretti: O da atma bindi. Fahr-i Âlem hazretleri: — Haydi, şu dağ yoluna git! Ta yukarısına çık! dedi. O gece yattık. Sabah olunca namaza dâvet olundu. O Hazretle namaza durduk. Namaz içinde o dağ yoluna iltifat etmeğe (dönüp bağmağa) başladı. Namaz tamam olunca: — Müjde! Gideniniz geri geliyor, dedi," diye anlattı. Bu rivâyetin özü şudur ki, Resulullah Efendimiz hazretlerinin namazda bir tarafa dönüp bakmak âdeti değilken zikredilen hususta o dağ yoluna dönüp baktı ve o atlıyı gördü. Namazı bitirince onun geldiğini ashâbına müjdeledi. Bunun sebebi şu idi ki, namaz içinde işin ilgili olduğu cihetle meşguldü. Hatırı o tarafa ilişkindi. Bu, Hazret-i Ömer'in buyurduğuna yakındır ki: "Gerçekten ben, namaz içindeyken askerin techizatiyle meşgûl olurum," demiştir. Bunlar ibadetlere dahil olan şeylerdendir. Namaz içinde Kur'an-ı azimin mânasını düşünüp ondan ilmî mes'eleler çıkarınaya benzer. İmâm-ı Ahmed'in rivâyetinde Mutrıf bin Abdullah babasından nakletmiştir ki: "Peygamber Efendimiz hazretlerine gittim, namaz kılıyordu. Derunundan kazan kaynaması gibi ses geliyordu," demiştir. Başka bir rivâyette: "Mübarek göğsünde, ağlamaktan gelen değirmen sesi gibi ses vardı," diye gelmiştir. Peygamber Efendimiz, namazda mübarek gözünü yummazdı. Namazda gözünü yummak mekruhtur. Ancak kerahetinde fakihler ihtilaf etmişlerdir. Bazıları dedi ki: "Eğer göz huşua halel vermezse daha üstündür. Ama eğer karşısında kalbi onunla meşgul olacak nakış ve suretler bulunursa gözünü yummak mekruh olmaz. Belki böyle bir durumda gerekli olan odur ki, müstehap bile olur," demişlerdir. Suret dediğimizden maksat canlı olmayan suretlerdir. Eğer canlı sureti olursa mekruhtur. Meğer ki, çok küçük olup ilk nazarda seçilemeyecek veya başı kesilmiş durumda bulunsun. Bu takdirde keraheti yoktur. Lâyık olan, kişinin namazda o Hazret'in sünnetine riayet edip bütün hallerde itidal üzre olmaktır. Meselâ niyet bağlamakta vesvese etmemeli, gizli söylenmesi meşrû olan zikir ve duaları yüksek sesle söylememeli, tahfifi sünnet olan birinci teşehhüd gibi nesneleri uzatmamalı. Vesvese ehlinin müptela olduğu bunun gibi nesnelerAllah saklasındelilik kısmındandır. Onlardan sakinınak gerekir. Böyle eden kimseler Resulullah Efendimizin ve sahâbe-i kirâmın ettiklerine muhalif ve bid'atçilerdir. Müslümana gerekli olan, onların yolunu tutup kendinden bir nesne ihdas etmemektir. Âlemlerin Efendisi Resulullah hazretleri: "Sîret (ahlâk) ve tarikatin yeğreği Muhammed'in sîretidir ve işlerin şerri de ihdas olunan (dine sonradan eklenen) şeylerdir," buyurmuştur. Yine Resulullah Efendimiz hazretlerinden rivâyet olunmuştur ki: "Muhaddesattan (dine sonradan katılan ve dinin temel ilkelerine aykırı olan şeylerden) sakinin. Zira her muhaddes bid'attir, her bid'at dalâlettir ve her dalâlet ehli cehenneme gider," buyurmuştur. İmâmul-Haremeyn'den nakledilmiştir ki: "Vesvese akılda noksanlık yahut şeriat hükümlerinde bilgisizliktir," demiştir. 15 . Peygamberimizin Kunutu: Malûm olan Kunut kelimesi birkaç mânaya gelir: Kıyam, sükût, ibadetin devamlılığı, dua, tesbih ve huzû'. Bunların her birine kunut denir. Ama burada kunut'tan murat, namaz içinde kıyamda kendine mahsus yerde okunan duadır. İmâm-ı Âzam'ın mezhebinde kunutun yeri, sadece vacip olan vitirde üçüncü rek'atte rükûdan öncedir. Şafiî mezhebinde rükûdan sonradır. Onun mezhebinde vitir namazında kunut okumak Ramazan ayinin ikinci yarısındadır. Şâir zamanda vitirde kunut yoktur, demiştir. Ayrıca bir de sabah namazinin ikinci rek'atindedir. Delili Enes'in hadîsidir ki: "Resulullah Efendimiz hazretleri, sabah namazında dünya farkedilinceye kadar kunut okurdu," demiştir. İmâm-ı Âzam hazretlerinin delili İbn-i Mesud'un hadîsidir ki: "Resulullah Efendimiz sabah namazında bir ay kunut okudu. Arap kabilelerinden bir kabileye beddua ederdi, sonra terketti," demiştir. Daha fazla tafsilatı hadîs kitaplarında yazılıdır. Kunut duası şudur: "Allahümme innâ nesteînüke ve nestehdîke ve nüminü bike ve netûbü ileyke ve netevekkelü aleyke ve nüsnî aleyke'l-hayre küllehu neşkürüke ve lâ nekfürüke ve nahlau ve netrükü men yefcürüke. Allahümme iyyâke na'büdü ve leke nüsallî ve nescüdü ve ileyke nes'â ve nahfidü nercû rahmeteke ve nahşâ azâbeke inne azâbeke'l-cidde bil-küffâri mülhik." Türkçesi: "Allahım, muhakkak ki, biz, ancak senden yardım dileriz ve senden hidâyet isteriz. Sana iman eder, sana tevbe eder ve sana tevekkül ederiz. Bütün hayırlar üzerinde seni anarak senâ eder, bütün nimetlerin senden olduğunu bilerek sana şükrederiz, inkâr edip seni örtmeyiz. Senin razı olmayacağın her ilginin boyunduruğunu boynumuzdan çıkarıp atarız, sana fücur işleyenleri terkedip onlardan uzaklaşırız. Allahım, biz ancak sana kulluk eder, sana namaz kılar ve sana secde ederiz. Bizi sana yaklaştıracak vesilelere koşar, ibadetin kazanılması işine sevinçle koşucu oluruz. Senin rahmetini umar, senin azâbmdan korkarız. Elbette senin gerçek azabın kâfirlere erişmiştir." Buraya gelince topluluk da İmâma tâbi olur. Yâni cemaat de kunutu okur. Ebû Yusuf'un kavlinde duaya başlayınca tâbi olmak gerektir. İmâm-ı Ahmed'in kavlinde tâbi olmamak gerekir. Yâni duayı İmâmla beraber okumamalıdır, demiştir. Bu dua* şudur: "Allahümme ehdinâ fîmen hedeyte ve âfinâ fîmen âfeyte ve tevellenâ fîmen tevelleyte ye bârik lenâ fîmâ a'teyte ve kınâ yâ rabbenâ şerre mâ kadayte inneke takdî ve lâ yukdî aleyke innehu lâ yezullü men veleyie ve lâ yeuzzü men âdeyte tabârekte rabbenâ teâleyte felekel-hamdü alâ mâ kadayte ve nestağfirüke. Allahümme ve netubu ileyke ve kul rabbiğfir verham ve ente hayrü'r-rahimîne." Türkçesi: "Allahım, hidâyet ettiğin kimselerle beraber bize de hidâyet et. Afiyet ihsan ettiğin kimselerle beraber bize de âfiyet ihsan et. Dost ittihaz ettiğin kimselerle beraber bize de dostluğunu lütfet. İhsan buyurduğun şeyleri hakkımızda uğurlu ve mübarek kıl. Ey Rabbimiz, hüküm ve takdir buyurduğun şeyin şerrini bizden savuştur, bizi onun şerrinden koru. Sen dilediğin gibi hükmedersin, fakat kimse senin hakkında hükmedemez. Şüphesiz, senin dost olduğunu kimse zelil edemez ve senin düşman olduğunu da kimse aziz edemez. Ey Rabbimiz, sen çok mübarek ve çok yücesin. Hüküm ve takdir buyurduğun şeyler hususunda hamd sana mahsustur. Senden bağışlanına dileriz. Allahım, sana tevbe eder, başka her şeyden yüzümüzü çevirip sana yöneliriz ve deriz ki: Ey Rabbimiz, bizi bağışla ve bize merhamet et. Merhamet edenlerin en iyisi sensin." 4 . Fasıl Peygamberimizin Sehiv SecdesiMalûm olsun ki, sehiv diye bir nesneden gaflet edip kalbin başka bir şeye gitmesine derler. Ezherî böyle tefsir etmiştir. Nihâye'de ise: "Bir şeyde sehiv demek, onu bilmeyerek terketmek demektir. Bir şeyden sehiv ise onu bilerek terketmek demektir," denilmiştir. Bu fark güzel bir şeydir. Resulullah Efendimiz hazretlerinin sehvi ile Hak teâlâ hazretlerinin fâilini zemmettiği "Ellezinehum an salâtihim sâhûne — Onlar ki, namazlarından gafillerdir," (Maun sûresi: 107/5) âyet-i kerîmesindeki sahiv arasındaki fark bununla zâhir olur. Fahr-i Kâinat hazretlerinden sehiv vâki olması, Hak teâlâ hazretlerinin bu ümmete nimetini tamamlaması ve dinini kemâle erdirmesinden dolayıdır. Tâ ki, sehvettikleri zaman nasıl hareket etmeleri gerektiğini bilsinler, kendileri için meşru olan amelde Fahr-i Kâinat hazretlerine iktida etsinler. Nitekim hadîsi şerifte: "Benim unutınam ve yanılmam kolaylık içindir," diye buyurmuştur. Hâsılı, ondan vâki olan sehiv ve nisyâmn (yanılma ve unutınanın) hikmeti, şeriat ahkâmı beyan olunup kıyamete dek ümmetinin ona göre amel etmesi içindir. Alimler arasında sehiv secdesi hususunda ihtilâf vardır. Şafiî katında hepsi sünnettir. Mâlikîlerden rivâyet edilmiştir ki, nakz için olanı vaciptir, ziyade için olanı değildir. Yâni bir kimse fazladan bir rükû yahut fazladan bir kuud eylese sehiv secdesi vacip olmaz. Ama eksik eylese vacip olur, demişlerdir. Hanbelîlerden rivâyet edilmiştir ki, "Vaciplerin terkiyle vacip olur, kavlî sünnetlerin terkiyle vacip olmaz," demişlerdir. Kasden olduğu takdirde namazı iptal eden söz veya fiilin sehven ziyadesiyle de vacip olur, demişlerdir. Hanefilerden rivâyet edilmiştir ki, hepsi vaciptir. Müellif böyle nakletmiştir. Ama malum olsun ki, Hanefî âlimleri katında sehiv secdesi vaciptir. Bazı kavi üzre sünnettir. Ama doğrusu birinci sözdür. İki selâmdan sonra secde olunınalıdır. Hidâye Sahibi, Şemsü'l-Eimme, İmâm-ı Zahîrüddin El-Mürğînânî böyle ihtiyar etmişlerdir. Yahut bir selâmdan sonra etmeli. Kâfi Sahibi, Fahrü'l-lslâm, Şeyhü'l-İslâm Hâberzâde ve İzah Sahibi böyle ihtiyar etmişlerdir. Tâcu'ş-Şeria Hidâye şerhinde zikretmiştir ki, Şemsü'l-Eimme: "iki selâmdan sonra etmek gerekir. En doğrusu budur. Zira bu söz, sahâbenin büyüklerinin sözüdür. Ömer, Ali, İbn-i Mes'ud (Allah onlardan razı olsun) ve âlimlerin cumhuru böyle demişlerdir. Fahr-i Âlem hazretlerine çok yakın olan sahâbenin sözüyle amel etmek daha önce gelir," demiştir. Diğer rivâyet, yâni bir selâmdan sonra secde etmek, Hazret-i Âişe ve Sehl bin Sa'd'dan rivâyet edilmiştir. Allah onlardan razı olsun. Âişe kadınlar safında idi. Sehl de çocuktu. Onlar, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin ikinci selâmını işitmemişler. Zira ikinci selâmı birinciden daha hafif ederdi, yâni ikincide kuvvetli söylemezdi, demişlerdir. Meşhur kitaplarda yazılı olan budur. Malum olsun ki, sehiv secdesi iki secde ve teşehhüt ile sağa sola selâm vermektir. İcapları Fürû kitaplarında ayrıntılariyle anlatılmıştır. İmâm Şâfiî mezhebinde sehiv secdesini selâmdan önce ederler. Zira, "Peygamber Efendimiz sehiv için selâmdan önce secde etti," diye rivâyet olunmuştur. İmâm-ı Âzam hazretlerinin mezhebinde sehiv secdesini selâmdan sonra etmek gerektir. Zira Resulullah Efendimiz hazretleri: "Bütün sehivler için selâmdan sonra iki secde gerekir," buyurmuştur. Ayrıca: "Peygamber Efendimiz hazretleri, sehiv secdesini selâmdan sonra etti," diye gelmiştir. Böylece fiilinin rivâyetleri birbiriyle çatışınca sözünü esas almak lâzım gelmiştir. Bu ihtilaf hangisinin evleviyette olduğundadır. Diğer selâmdan önce sahiv secdesi edilse bizim mezhebimizde de caiz olur; 5 . Fasıl Peygamberimizin Namazdan Sonraki Tesbihleri Ve Diğer Zikirleriİmâm-ı Müslim'in naklinde Sevbân (radıyallahü anh): "Peygamber Efendimiz namazı bitirince üç kere "Estağfirullah" der ve "Allahümme ente's-selâmu ve minke's-selâmu tebarekte yâ ze'l-celâli ve'l-ikrâm," derdi," demiştir. Peygamber Efendimiz, kıbleye karşı oturmada ancak bunları diyecek kadar eğlenirdi. Sonra dönüp ashabına yönünü çevirirdi. Yine Peygamber Efendimizden, "Namaz kıldığı zaman ashabına karşı dönerdi," diye sâbit olmuştur.' Bu takdirde namazdan sonra mübarek yüzüyle ashaba yöneldikten sonra zikrolunan duayı okurdu, demeğe hamletmişlerdir. Güzel âdetleri, namaz kıldıktan sonra tez dönınekti, Sağ tarafından ve sol tarafından da dönerdi. İbn-i Mes'ud: "Peygamber Efendimizin çok defa sol tarafından döndüğünü gördüm," demiştir. Şeyhayn böyle rivâyet etmişlerdir. Müslim'in naklinde Enes (radıyallahü anh): "Peygamber Efendimizin çoklukla sağ tarafından döndüğünü gördüm," buyurmuştur. İmâm-ı Buhârî'nin rivâyetinde Ümmü Seleme (radıyallahü anh): "Fahr-i Âlem hazretleri, selâmdan sonra az bir zaman yerinde eğlenirdi. Biz şöyle düşünürdük ki, erkekler yetişmeden önce kadınların dönmesi için eğlenirdi," demiştir. Bundan anlaşılır ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin dönınesinden murat, kadınların namaz yerinden kalkıp gitmesidir. Hazret-i Âişe'den rivâyet edilmiştir ki: "Resulullah Efendimiz, namazdan sonra ancak 'Allahümme ente's-selâmu ve minke's-selâmu tebârekte yâ ze'l-celâli ve'l-ikrâm' diyecek kadar zaman otururdu," diye buyurmuştur. "Namazdan sonra dua meşru değildir" demiş olan kimseler, bu hadîsi delil tutmuşlardır. Buna cevap verip: "Hazret-i Âişe'nin muradı, selâmdan önce olan şekli üzre ancak bu miktar otururdu, demektir," dediler. Hâsılı, teşehhütte oturduğu şekil üzre mezkûr duayı okuyuncaya kadar otururdu, ondan sonra durumunu değiştirirdi, demek olur. Buharî ve Müslim'in rivâyetlerinde Muğiyre bin Şu'be'den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, Resulullah Efendimiz hazretleri, namazdan sonra şunu okurdu: "Lâ ilâhe illallahu vahdehu lâ şerike lehu lehü'l-mülkü ve lehü'l-hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîrun. Allahümme lâ mânia limâ a'teyte ve lâ a'teyte limâ mena'te ve lâ yenfeu ze'l-ceddi minke'l-ceddü." Türkçesi: "Allah'dan başka ilâh yoktur, O birdir, O'nun ortağı yoktur. Mülk ve övgü O'na mahsustur. O, her şeye kadirdir. Allahım, senin verdiğini engelleyecek ve senin vermediğini verecek hiç kimse yoktur. Zenginin zenginliği senin lutf u ihsanın yerine geçerek kendisine fayda vermez." Yine Müslim'in naklinde Abdullah bin Zübeyr (radıyallahü anh), Resulullah Efendimiz hazretleri yüksek sesle bunu şöyle okurdu, diye rivâyet etmiştir: "Lâ ilâhe illallahu vahdehu lâ şerike lehu lehü'l-mülkü ve lehü'l-hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîrun. Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahi ve lâ na'budu illâ iyyâhu lehu'n-niınetü ve lehü'l-fazlu ve lehü's-senâu'l-hasenu'l-cemîlü lâ ilâhe illallahu muhlisine lehu'd-dîne ve lev kerihe'l-kâfirûne." Türkçesi: "Allah'dan başka ilâh yoktur. O, birdir, O'nun ortağı yoktur. Mülk ve övgü O'na mahsustur. O, her şeye kadirdir. Allah'dan başka kuvvet ve kudret sahibi yoktur. Ondan başkasına ibadet edilmez. Nimet, ihsan ve bağış, en güzel övgüler O'na mahsustur. Kâfirlerin hoşuna gitmese de din, kendisinden başka ilâh bulunınayan Allah'a dini tahsis edenlerindir." İmâm-ı Buhârî rivâyet eder ki, Sa'd bin Ebi Vakkas (radıyallahü anh) şu duayı oğullarına öğretip "Fahr-i Âlem hazretleri her namaz sonunda bu sözlerle Allah'a sığınırdı," diye buyurdu: "Allahümme innî euzü bike mine'l-cübni ve euzü bike mine'l-buhli ve euzü bike min erzeli'l-umuri ve euzü bike min fitneti'd-dünyâ ve azâbi'l-kabri." Türkçesi: "Allahım, gerçekten ben korkaklıktan ve cimrilikten sana sığınırım. Erzel-i ömür'den (fazla yaşlanıp ömrünün sonunu rezil olarak geçirmekten), dünyâ fitnesinden ve kabir azabından sana sığınırım." İmâm-ı Ahmed ve Ebû Dâvud rivâyetlerinde, Zeyd bin Erkam (radıyallahü anh) her namaz sonunda şöyle derdi, diye rivâyet etmişlerdir: "Allahümme rabbenâ ve rabbe külli şey'in ene şehîdün enneke ente'r-rabbu vahdeke lâ şerike leke. Allahümme rabbenâ ve rabbe külli şey'in ene şehîdün enne Muhammeden abdüke ve resulüke. Allahümme rabbenâ ve rabbe külli şey'in ene şehîdün ene'l-ibâde küllehum ihvetün. Allahümme rabbenâ ve rabbe külli şey'in ic'alnî muhlisen leke ve ehlî fi külli saatin mine'd-dünyâ ve'l-âhireti yâ ze'lcelâli ve'l-ikrâmi. Isma' v'estecib Allahu ekberu Allahu ekberu. Allahu nuru's-semâvâti vel-ardı. Allahu ekberu. Hasbiyallahu ve niıne'l-vekilu, Allahu ekberu Allahu ekberu." Türkçesi: "Bizim ve her şeyin Rabbimiz olan Allahım! Ben şahidim ki, Rab ancak sensin, sen birsin, ortağın yoktur. Ey bizim ve her şeyin Rabbimiz olan Allahım! Ben şahidim ki, Muhammed senin kulun ve resulündür. Ey bizim ve her şeyin Rabbi olan Allahım! Ben şahidim ki, bütün kullar kardeştirler. Ey bizim ve her şeyin Rabbi olan Allahım! Beni ve ev halkımı dünya ve âhiretin her saatinde sana ihlâsla kulluk eden kimseler kıl! Ey büyüklük ve ikram sahibi olan Allahım! İşit ve kabul buyur. Allah en büyük, Allah en büyük, Allah göklerin ve yerin nurudur. Allah bana yeter, ne güzel vekildir. Allah en büyük, Allah en büyüktür." İbn-i Kayyum, Hedy-i Nebevî'de der ki: "Namazı kılıp selâm verdikten sonra kıbleye karşı otururken dua etmek asla Peygamberimizin sîretinden değildir. Resulullah Efendimizden sahih yahut hasen isnatla rivâyet olunınamıştır. Bu hususta yalnız kılan, İmâm ve İmâma uyan birdir. Namaza ilişkin olan duaları namaz içinde eylemiştir ve onda eylemeği emretmiştir. Namaz kılanın durumuna bu daha lâyıktır. Zira o kimse, Hak teâlâ hazretlerine münacât üzredir. Selâm verip münacâttan kesildikten sonra ise evvelki yakınlığı yoktur. O halde ne münasebet ki, yakınlık halinde dua etmesin de sonra dua etsin?" Ondan sonra dedi ki: "Fakat farz olan namazlardan sonra gelen zikirleri okuyan kimse okuduktan sonra Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerine salât verip ondan sonra ne dilerse dua etmeli. Bu takdirde ettiği dua o zikirlerden sonra olur. Farz namazlardan sonra olmaya itibar olmaz." Ama İbn-i Hacer'in bu söze itiraz edip mutlak olarak olumsuzluğu iddia etmesi reddedilmiştir. Zira hadîs-i şeriflerde sâbit olmuştur ki, Fahr-i Âlem hazretleri, Muâz bin Cebel hazretlerine: — Yâ Muâz! Ben seni severim. Bunun için her namazdan sonra şu duayı terketme," diye buyurmuştur: "Allahümme einnî alâ zikrike ve şükrike ve hüsni ibâdetike — Allahım, ancak seni anınak, sana şükretmek ve güzelce ibâdet etmek için bana yardım et." Zeyd bin Erkam'ın hadîsinde: "işittim, Peygamber Efendimiz hazretleri, her namaz sonunda: 'Allahümme Rabbenâ ve Rabbe külli şey'in — Allahım, ey bizim Rabbimiz ve her şeyin Rabbi!' derdi," diye gelmiştir. Suheyb'in hadîsinde, "Namazdan dönünce 'Allahümme aslihlî dinî — Allahım, beni ve dinimi düzelt,' derdi," diye gelmiştir. Tirmizî'nin rivâyetinde Ebû Umâme'den rivâyet edilmiştir ki: — Ya Resulallah! Hangi dua daha makbuldür? dediler. — Gecenin sonunda ve vakit namazlarının akabinde olan dualar, diye buyurdu. İmâm Taberânî, Cafer-i Sâdıkın rivâyetinden çıkarmıştır ki: "Farz namazdan sonra olan dua, nafile namazdan sonra olan duadan daha üstündür. Farz namaz nafileden daha üstün olduğu gibi," diye buyurmuşlar. Ayrıca dedi ki: "Hanbelîlerden çok kimse, İbn-i Kayyum'un sözünden namazdan sonra mutlak olarak duayı nefyetmiş olduğunu anladılar. Ama böyle değildir. Belki sözünün özü, selâmın akabinde kıbleye yönelik iken nefyetmektir. Ama kıbleden dönse yahut meşru zikirleri daha önce etse bu takdirde dilediği duayı etmesi caizdir." Meşru zikirlerden murad, daha önce zikrolunan ve Resulullah Efendimizden nakledilmiş olan dualardır. En iyisini Allah bilir. Peygamber Efendimiz hazretlerinin güzel âdetleri şu idi ki, namaza kamet olunduğu zaman bakardı: Eğer mescitte olanlar azsa otururdu. Eğer çok kimse görürse kalkıp namazı kılardı. İmâm Müslim, Ebû Mes'ud Bedrî'den rivâyet eder ki: "Fahr-i Kâinat hazretleri, namaza durduğumuz zaman bizim omuzlarımıza meshedip: — Beraber durun, karışık durmayın! Tâ ki, kalbleriniz dağınık ve karışık olmasın! Âkılbâliğ olanlarınız bana yakın dursunlar. Ondan sonra onlara yakın olanlar dursunlar, diye buyururdu," demiş. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: "Resulullah Efendimiz namaza durdu, ben de sol yanında durdum. Arkasından elimi tuttu, beni çekip sağ yanına geçirdi," demiştir. Bundan anlaşılır ki, İmâmla muktedi iki kişi olsa muktedinin imanın sağ yanına durması gerekir. İmâm-ı Buhârî ve Müslim'in rivâyetlerinde Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) dedi ki: "Bir kere Resulullah Efendimiz attan düştü de sağ tarafı ağrıdı. Biz de geçmiş olsun ziyareti için hücresine gittik. Namaz vakti geldi. Bize oturduğu yerden İmâmet edip namaz kılıverdi. Biz de oturduğumuz yerden ona iktida ettik. Namazı kıldıktan sonra: — İmâm sadece kendisine uyulması için konulmuştur. O halde İmâm rükû ettiği zaman siz de edin. Oturarak kılarsa siz de hepiniz oturarak ona iktida edin. Ayakta kıldığı zaman siz de ayakta durarak ona iktida edin, dedi." Ama Peygamber Efendimiz ölüm hastalığında otururken kıldı ve halk ayakta durarak iktida ettiler. Onlara oturmalarını buyurmadı. Onun için İmâm-ı Azam ve Şafiî: "Kıyama kadir olan kimsenin oturana uysa da ayakta durarak uyması gerektir. Oturarak uyması caiz değildir. Zira Resulullah Efendimiz, ölüm hastalığında oturarak kıldı, Hazret-i Ebû Bekir vesair sahâbe-i kirâm ayakta durarak iktida ettiler," diye buyurdular. Gerçi bazı âlimler: "İmâmeti eden Ebû Bekir'di, Fahr-i Kâinat hazretleri ona iktida etmişti," diye zuınettiler. Ama doğrusu, İmâmeti Resulullah Efendimiz etmişti. |