2 . Fasıl 8 - 4 Peygamber Efendimizin Rüya TabirleriRüya diye kişinin uykuda gördüğü nesneye derler. Rü'yâ kelimesi aslında fu'lâ vezni üzredir. Bazen hemzesini yumuşatarak "rüyâ" derler. "Be" harfinin tahfifiyle "abertü'r-rü'yâ — rüyayı tabir ettim" deseler, "fessertü — tefsir ettim" demektir. Mübalağa kasdetseler "be" harfinin teşdidi ile "abbertü" derler, "çok iyi rüya tabir ettim" demektir. Kadı Ebû Bekir buyurur ki: "Rüya dedikleri, Hak teâlâ hazretlerinin bir melek veya bir şeytan eliyle kulunun kalbine iliştirdiği bazı idrâklerdir. Bunlar, ya hakikatleriyle yahut yorumlan veya bunların karışımları yoliyle kalbe gelirler." Mazerî'nin buyurduğu üzre: "İnsanlar rüyanın hakikati hakkında çok sözler söylemişlerdir. Müslümanlardan başkaları, nice yalan ve yanlış sözler etmişlerdir. Çünkü akılla idrâk edilemeyecek bir şeyin hakikati hakkında bilgi sahibi olmayı kasdederler. Sözlerinin kesin bir dayanağı da yoktur, işitme yoliyle gelen delilleri de tasdik etmezler. Böylece dalâlete düşmeleri lâzım gelir. Tıp ilmine müntesip olanlar bütün rüyaları ahlâta (vücudun çıkardığı usarelerin karışımına) nisbet etmişlerdir. Meselâ bir kimsenin balgamı galip olsa düşünde kendini suda yüzer halde görür, buna uygun olan her ne varsa onları müşahede eder. Zira balgamın tabiatı suya uygundur. Bir kimsenin safrası galebe etse o rüyasında ateşler görür. Diğerleri de böyledir, derler. Gerçi bu sözü akıl caiz görür. Gerçekten Allah'ın âdetinin bu esas üzre cereyan etmiş olması mümkündür. Fakat bunun hakkında sağlam delil yoktur. Adet de her zaman aynı şekilde görülür, yâni bir düzüye değildir. Caiz olan hususta ise kesinlik yanlıştır. Felsefeye mensup olanlar da bundan daha bozuk sözler söylemişlerdir. Velhasıl sözlerin en doğrusu Sünnet Ehli'nin ittifak ve itikad ettikleri mânadır ki: Hak teâlâ hazretleri, uyuyan kimsede bazı itikatlar yaratır. Nitekim uyanık kimselerde de yaratır. Böylece o itikatları yarattığı zaman sanki onları ikinci defa yaratacağı âhiret işleri üzre alâmet kılar. Her ne zaman ki, onlardan bir şey itikad edilenin aksine vâki olur, o, uyanık kimselere vâki olduğu gibidir. Bunun benzeri şudur: Hak teâlâ hazretleri, bulutu yağmura alâmet kılmıştır Ama bazen olur ki, bulut görünür, yağmur yağmaz. Mezkûr itikatlar da bazen melek huzurunda vâki olur, sonradan bazı sevindirici şeyler zâhir olur. Bazen de şeytan huzurunda vâki olur, sonradan zarar verecek şeyler zahir olun işin hakikatini ancak Allah bilir." Hâkim der ki: "Hak teâlâ hazretlerinin: "Ve mâ kâne li-beşerin en yükellimehullahu illâ vahyen ev min verâi hicâbin — Allah, bir insanla karşı karşıya konuşmaz. Ancak vahiyle veya perde arkasından konuşur," (Şûrâ sûresi: 42/51) buyruğu hakkında bazı müfessirler, Verâi Hicab'dan (perde arkasından) murat rüyadır, dediler. Ve "Peygamberlerin rüyaları vahiydir, diğerlerinin rüyası onlara benzemez. Vahiy, korunınuş ve kuşatılmıştır, şeytan ona karışamaz. Ama başkalarının rüyasında bulunınası caizdir," dediler. Yine buyurmuştur ki: "Hak teâlâ hazretleri, rüyaya bir melek bırakmıştır. O, Levh-i Mahfuz'a nazar edip insanların halleri ve durumlarını oradan öğrenir ve her birinin haline uygun bir mesel düzer, o kimseye hikmet yoliyle uykusu arasında gösterir. Bu, kimine müjdeleme, kimine uyarına ve kimine itap şeklinde olur. insanoğlu ile şeytan arasında düşmanlık çok kuvvetli olduğu için kimisine şeytan musallat olur, onu aldatmak için rüyasında bazen hak sûretinde görünüp kendisini kandırır." Sahih-i Buhârî'de Enes bin Mâlik'den rivâyet edilmiştir ki, âlemlerin hocası Peygamber Efendimiz hazretleri: "Salih (temiz kalbli, doğru ve dürüst) kişilerin güzel rüyası, peygamberliğin kırk altıda biridir," buyurmuşlar. Murat, "Salih kişilerin ekseri rüyası böyledir," demektir. Ancak az olur ki, onlarda da karışık rüyalar ve düş azmaları görülür, demişlerdir. Bazıları bu hadîs-i şerifi anlamakta müşkülat görüp: "Nübüvvetin kendisi kesilmiştir. Sâlih kişinin rüyasinin nübüvvetin bir parçası olması nasıl doğru olur?" dediler. Bunlara cevap verilmiştir ki: "Rüya Fahr-i Âlem hazretlerinden vâki olunca nübüvvetten hakikat yoliyle bir parça olur. Ama başkalarından vâki olunca nübüvvetten bir parça olması mecaz yoliyledir." İmâm-ı Ahmed'in rivâyetinde Ümmü Kürz'ün hadîsinde: "Zehebeti'n-nübüvvetü ve bakiyeti'l-mübeşşirâtü — Peygamberlik gitti müjdeciler (Hak'dan aldıkları haberi halka vererek onları sevindiren bilgili kimseler) kaldı," diye gelmiştir. Yine Ahmed'in rivâyetinde Hazret-i Âişe'den merfuan gelmiştir ki: "Lem yebka min mübeşşirâti'n-nübüvveti ille'r-rü'yâ — Peygamberliğin müjdecilerinden ancak rüya kaldı," buyurmuşlar. Ekseri hadîslerde rüya hakkında, "Min sittetin ve erbaine cüz'en — Peygamberliğin kırk altıda biridir," diye gelmiştir. Ama Müslim'in rivâyetinde Ebû Hüreyre'den: "Min hamsetin ve erbaine cüz'en — Kırk beşte biridir," diye gelmiştir. İbn-i Ömer" de "Min seb'îne cüz'en — Yetmişte biridir," diye gelmiştir. Bunlardan daha başka rivâyetler de vâki olmuştur. En kuvvetlisi önce zikrolunandır. "Kırk altıda biridir" demenin sebebi ve açıklaması hususunda bazı âlimlerden rivâyet edilmiştir ki, Fahr-i Kâinat hazretleri, doğru söz üzre peygamberlik geldikten sonra yirmi üç yıl ömür sürmüştür. Peygamberliğinin başında altı aya varıncaya kadar uykuda rüya halinde vahiy olunmuştur. Bu takdirde rüyanın kırk altı cüzden bir cüz olduğu ortaya çıkar. Ama bazıları bu tevil üzerinde münakaşa edip nübüvvet müddetinin yirmi üç sene olduğu kesin değildir, ihtilaflıdır. Hem o zaman "Yetmişte biridir" rivâyeti mânâsız kalır, demişlerdir. Mezkûr tevili edenler zanla söylemişlerdir. Zanla bir şeyin hakikati bilinmiş olmaz. Bir de her nesneyi bilmek ve hakkında delil getirmek bizim üzerimize vacip olan şeylerden değildir. Nice şeyler vardır ki, hakikati bizim idrâkimizden gizlidir, sebebi ve açıklaması malûmumuz değildir. Sadece bize lâzım olan vücubuna itikattır. Meselâ sabah namazinin iki rek'at, öğle namazinin dört rek'at olmasinin sırrı bize malûm değildir. Daha bunun benzeri nice şeyler vardır ki, bilinmesine yol yoktur. Sadece bizim vazifemiz böyle olduğuna itikattır. Başka bir şey değildir, diye buyurmuşlardır. En iyisini Allah bilir. Tirmizî ve Dârimî'nin rivâyetlerinde Ebû Said (radıyallahü anh), Resulullah Efendimiz hazretlerinden: "Esdaku'r-rü'yâ bi'l-eshâri — Rüyaların ziyade gerçeği, seher vakitlerinde görülen rüyadır," diye rivâyet etmiştir. İmâm Müslim'in naklinde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) Fahr-i Âlem hazretlerinden rivâyet eder ki: "İzâ'kterebe'z-zemânu lem teked rü'yâ'l-mümini tekzibu ve esdakuküm rü'yen asdakuküm hadisen — Zaman yaklaşınca müminin rüyası yalan çıkmaz. Rüyası en doğru olanınız, en doğru konuşanınızdır," buyurmuşlar. Hitâbî der ki: "Ektereba'z-zemânu — Zaman yaklaşınca" buyrulması hakkında iki söz vardır: 1 — Gece ile gündüzün birbirine yaklaşması zamanıdır. Yâni bahar günlerinde (21 Mart ve 21 Eylül'de) ikisinin birbirine eşit olduğu zamanlardır. O zaman dört unsur dengeli bir halde bulunur, dediler. 2 — İktirâb-ı zaman (zamanın yaklaşması), müddetin sonudur ki, kıyametin yaklaştığı zamandır. İbn-i Battâl bu sözü tercih etti. Zira bazı rivâyette: "Fî âhiri'z-zemâni lâ tekzibu rü'ye'l-mümini — Ahir zamanda müminin rüyası yalan çıkmaz," diye gelmiştir. Bazıları: "Mezkûr zamandan murat, Mehdi'nin zamanıdır. Zira o zaman adalet ve emniyet çok, hayır ve rızık ziyade olsa gerektir. Bu türlü zaman, lezzetinin üstünlüğünden kısa sayılır. Başlangıcı sonuna yakın sanılır. Onun için 'Zamanın yaklaşması' buyruldu," dediler. İmâm Kurtubî, Müfehhem adlı kitabında: "Bu hadîs-i şerifte zikredilmiş olan zamandan murat, Allah bilir ki, Deccalın öldürülmesinden sonra İsa aleyhisselâm ile beraber kalan tâifenin zamanıdır. Zira o zamanın halkı, sahâbe-i kirâmden sonra bu ümmetin en güzel hal üzre olanlarıdır. Aynı zamanda sözleri ziyade gerçek olanlarıdır. Onun için gördükleri rüya sapmaz ve şaşmaz," dedi. Bundan sonra Peygamber Efendimiz: "Ve asdakuküm rü'yen asdakuküm hadisen — Sizin rüyası en doğru olanınız, en doğru konuşanınızdır," diye buyurdu. Bunun böyle olmasinin açıklaması şudur: Bir kimsenin doğruluğu çok olunca kalbi nurlanır ve idrâki kuvvetlenir, mânalar kalbinde sıhhat üzre nakşolmuş olur. Ama yalancı olanın ve bazen yalan, bazen gerçek söyleyenin kalbi karanlık olur. Onun için düşleri karışık ve bulanık olur. Fakat nadiren şu da olur ki: Doğrular sahih olmayan ve yalancılar sahih olan rüya görürler. Buharî'nin naklinde Ebû Saîd (radıyallahü anh) Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinden rivâyet etmiştir ki: "Sizin biriniz sevdiği bir rüya görse onun üzerine Hak teâlâ hazretlerine hamdetsin, o rüyayı söylesin. Her ne zaman sevmediği bir rüya görse o rüya şeytandandır, o rüyanın şerrinden Allah'a sığınsın ve bir kimseye onu söylemesin. O, ona zarar etmez," buyurmuşlar. İmâm Müslim'in rivâyetinde: "Yaramaz (kötü) düş şeytandandır. O halde bir kimse bir düş görse de ondan bir nesneyi çirkin bulsa, yâni gördüğü düşün arasında bazı şeyler gönlüne hoş gelmese sol tarafına tükürsün ve Allahü teâlâ hazretlerine şeytandan sığınsın. O düşü kimseye söylemesin. Eğer güzel düş görürse müjde versin ve o düşü sevdiği kimseden başkasına haber vermesin," buyurmuştur. Daha başka ibarelerle de rivâyet olunmuştur. Hepsinin neticesi ve özü şudur ki, iyi rüyanın edebi üç nesnedir: 1 . Hak teâlâ hazretlerine hamdetmek. 2 . Sevinmek. 3 . Samimiyetle seven dostuna söylemek. Yaramaz düşün edebi de dört nesnedir: 1 . Onun şerrinden ve şeytanın şerrinden Allah'a sığinınak. 2 . Uykudan uyandığında sol yanına tükürmek. 3 . Asla o düşten kimseye haber vermemek. Buharî'nin rivâyetinde: "Bir kimse kötü bir düş gördüğünde onu kimseye söylemesin ve kalkıp bir miktar namaz kılsın," diye vâki olmuştur. Müslim'in rivâyetinde Câbir'den merfuan gelmiştir ki: "Sizin biriniz kötü bir düş gördüğü zaman sol tarafına tükürsün. Ondan sonra Hak teâlâ hazretlerine şeytandan üç kere istiâze etsin (eûzü besmele çekerek Allah'a sığınsın) ve dönüp öbür tarafına yatsın," buyrulmuştur. İmâm Nevevî: "Lâyık olan, zikri geçen rivâyetleri bir araya getirip hepsinin özü olan şeyle amel etmektir. Eğer bir kısmıyla da yetinilse zararı def etmeye yeterli olur," demiştir. İbn-i Hacer der ki: "Hadîslerin hiç birinde bir tek şeye inhisar ettirme görülmedi. Fakat Mühleb, kötü rüyanın şerrini def etmede istiâze (euzü besmele çekme) kifayet eder, diye işaret etmiştir." Tükürmenin hikmeti şeytanı tahkirdir. Sol tarafın belirtilmesi, değersiz taraf olup pislenme yeri olduğu içindir. Üç kere buyrulması tekit içindir. Öbür tarafına dönınek o halin değişmesi için uğur saymadır. Güzel rüya görüldüğünde sevdiği kimseden başkasına söylenmemesini buyurmalarının hikmeti şudur ki: Sevmediği kimseye söylese belki kötü tabir edip o sıfat üzre zuhura gelir. Zira hadîs-i şerifte gelmiştir ki: "Rüya tabir olunınadıkça bir kuşun ayağında asılı gibidir. Tabir olunduğu zaman düşer," buyrulmuştur. Kasdedilen, tabir olunınadan önce eseri görülmez, tabir olununca zuhur eder, demektir. Müslümanın rüyasını tabir ettiğiniz zaman hayır üzre tabir edin. Zira gerçekten rüya, onu tabir edenin tabir ettiği üzre gerçekleşir," buyrulmuştur. Hazret-i Âişe'nin rivâyetinde: Bazı rivâyette gelmiştir ki, Fahr-i Kâinat hazretlerine bir hatun geldi: — Ya Resulallah! Evimin kirişini kırılmış gördüm, dedi. Hatunun kocası yolculukta idi. Fahr-i Kâinat hazretleri: — Hak teâlâ hazretleri kocanı sana döndürür getirir, diye buyurdu. Ondan sonra kadinin kocası selâmetle dönüp geldi. Tabircinin âdâbındandır ki, kendisine bir kimse gelip rüyasını anlattığı zaman: "Hayır bizim başımıza, şer düşmanlarımızın başına," demeli. Zira Muammer'den rivâyet edilmiştir ki, Ebû Musa'ya mektup gönderip: "Sizin biriniz rüya görüp kardeşine anlattığı zaman dinleyen kardeşi 'Hayır bizim başımıza, şer düşmanlarımızın başına' desin," diye buyurdu. Hadîs'i Abdürrezzak çıkarmıştır. Ricâli güvenilir kimselerdir, fakat senedi kesiktir. Taberanî ve Beyhakî'nin nakillerinde İbn-i Zemel'in hadîsinde gelmiştir ki, Fahr-i Kâinat hazretlerine rüyasını anlattığında, Fahr-i Kâinat hazretleri: "Hayırla buluşsun, şerden kaçınsın ve hayır bizim başımıza, şer düşmanlarımızın başına olsun. Âlemlerin rabbına hamd olsun," diye buyurdu, demişlerdir. Ama senedi çok zayıftır. Ayrıca güneş doğarken veya batarken, zeval vaktinde ve geceleyin rüya tabir etmemek gerekir. Düşü kadınlara da söylememeli. Sahîh-i Buhârî'de gelmiştir ki, Fahr-i Âlem hazretleri, sabah namazını kıldıktan sonra: — Bu gece kimse rüya gördü mü? diye buyurdu. Sahâbe-i kirâmden (Allah onların hepsinden razı olsun) görenler, gelip rüyalarını anlatırlardı. Fahr-i Kâinat hazretleri tabir buyururlardı. Bazı âlimler buyurmuşlardır ki: "Rüyayı sabah namazından sonra tabir etmek başka vakitlerde tabir etmekten daha uygun ve iyidir. Zira o zamanda, rüya gören kimsenin tamamen ezberindedir, henüz onda bir şey unutulmamıştır. Tabircinin zihni de saf ve aydınlıktır; henüz işlerine başlamamış ve bu yüzden karışıklığa uğramamıştır. Eğer rüya hayırlı ise gören kimse sevinir, şer ise sakınır, tedârik üzre olur. Sabahtan tabir etmenin bu kadar faydası vardır. Tabir İmâmları zikretmişlerdir ki: Rüya gören kimsenin sözünün doğru olması gerektir. Yattığı zaman da abdestli olarak sağ tarafına yatması gerektir. Uyku zamanında Şems, Leyi, Tin, Ihlas ve Muavvezeteyn sûrelerini okuyup ondan sonra şu duayı okumak gerektir: "Allahım, kötü ve karışık rüyalardan sana sığınırım, uykuda ve uyanıklıkta şeytanın oyunlarından korunınak için senin yardımını dilerim. Allah'ım senden doğru, faydalı ve unutulmaktan korunınuş rüya dilerim. Allahım, bana rüyamda sevdiğim şeyi göster." Ayrıca düşmanına ve cahil kimseye düşünü söylememek gerek. Bunlardan sonra malûm olsun ki, bütün rüyalar iki kısım üzredir: 1 . Karışık Rüyalar: Yâni karınakarışık şeyleri ifade eden düşlerdir. Bu da birkaç nevidir. Bir nevi, şeytanın oyunudur. Meselâ kişinin kendini başı kesilmiş görmesi gibi. Yahut bir ıstıraba ve bir korkulu nesneye düşüp yardım eden kimse bulamamak gibi. Bu türlü düşler, mel'un İblisin oyunlarıdır. İnsana hüzün vermek için bunları eder. Bu türlü rüyanın hükmü yoktur. İmâm Müslim Câbir'den (radıyallahü anh) rivâyet eder ki, bir bedevi Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerine gelip: — Ya Resûlallah! Düşümde başımı kesilmiş gördüm, arkasına düşmüş gidiyordum, dedi. Resulullah Efendimiz hazretleri: — Düşünde şeytanın seninle oynadığını kimseye söyleme, diye buyurdu. Bir nevi de şudur ki, kişi bazı meleklerin kendine haram olan bir işi işlemesini buyurduklarını görür. Bu türlü rüyalar da bâtıldır. Zira melekler meşrû olmayan işi buyurmazlar. Biri de şudur ki, kişi gündüzün gönlünden geçirdiği ve arzu ettiği nesneleri görür, çok meşgûl olduğu iş ve hareketleri müşahede eder. Bunların da hükmü yoktur. 2. Sâdık Rüyalar: Bunlar peygamberlerin ve onlara tâbi olan temiz ahlâklı iyi kişilerin rüyalarıdır. Az olur ki, başkaları da sâdık rüya görürler. Bu o türlü rüyadır ki, uykuda nasıl görülürse uyanıklıkta öyle vâki olur. Bu türlü rüyalar, Fahr-i Kâinat hazretlerine sayısız ve sınırsız vâki olmuştur. Hazret-i Âişe'den rivâyet edilmiştir ki: "Resulullah Efendimiz hazretlerine ilâhi vahiy, sâdık rüya ile başlamıştı. Gördüğü her rüya tan yeri gibi zuhur ederdi," demiştir. Hâsılı Peygamber Efendimizin rüyaları, topluca sâdık rüyalardır. Sâlih (iyi) rüya ile sâdık (doğru) rüya, peygamberler hakkında âhirete nisbetle aynı mânayadır. Ama dünyaya nisbetle sâlih olan daha hususîdir. Dünyevî faydası olan rüyaya sâlih rüya derler, aksi halde o rüya sâlih değildir. Nitekim Peygamber Efendimiz hazretleri, Uhud'un rüyasını şöyle gördü: Bir sığır boğazlanıyor ve mübarek kılıcinin ağzı gedilmiş. O sığırı Uhud çenginde yetişen sıkıntı ve zorluklar diye tabir etti. Kılıcın gedilmesini de Ehl-i Beyt'inden bir kimsenin maktul olması diye tabir etti. Gerçekten de Hazret-i Hamza, o gün şehadet makamına ayak bastı. Şu da malûm olsun ki, rüyalar üç kısımdır: 1. Peygamberlerin rüyası ki, hepsi sâdıktır. Onların rüyaları çoklukla aynen gerçekleşir. Çok az olur ki, tabire muhtaç düşer. 2 . Sâlihlerin rüyası ki, çoklukla doğruluk üzre olur, bazen tabire muhtaç olmaz. 3 . Bunlardan başka şahısların rüyasıdır. Bunlar üç kısım üzredir: a) Hâli örtülü olanların rüyasıdır. Galip olarak bunlarda iki hâlin eşitliği vardır. Yâni kimi sâdıktır ve kimi sâdık değildir. Her iki çeşit rüya bunlarda gerçekleşebilir. b) Fâsıkların rüyasıdır. Bunun çoğu, karışık rüyalar cinsindendir. Az olur ki, sâdık rüyalardan olur. c) Kâfirlerin rüyasıdır. Bunlarda sâdık rüya çok az olur. Ama çok az da olsa bazen vâki olur. Yusuf aleyhisselâm ile beraber zindanda olan iki şahsın rüyaları gibi, padişahlarının rüyaları gibi. Onlardan başka daha nice kimselere böyle vâki olmuştur. Hatta bazı ârifler bu hususta buyurmuşlardır ki: "Rüya görmek için Müslüman olmak ve iyi hâili ve ahlâklı kimse bulunınak şart değildir. Rüya, sadece insan meşrebinin saf ve berrak oluşuna ilişkindir. Kâfir de görür, Müslüman da görür. Sâlih kimse de görür, fâsık kimse de... Mesela ay, güneş ve diğer yıldızlar, saf ve temiz su içinde göründüğü gibi, hâşâ, sidik içinde de görünür. Bundan, sidiğin muteber bir nesne olması lâzım gelmez. Zamanın ulularından bazı kimseler, nice fâsıklara hüsnüzan edip onlann velayet ve keramet sahibi olduklarına itikat ederler. Sâdık rüyalar ise müşriklere, Yahudi ve Hıristiyanlara vâki olmuştur." İmâm Dîneverî zikretmiştir ki: "Gecenin başlangıcında görülen düş, eğlenir. Yâni geç gerçekleşir. Gecenin ikinci yarısında görülen düş, ondan daha çabuk gerçekleşir. Sabaha ne kadar yakın olursa o denli sür'ati artık olur. Gerçekleşmesi en çabuk olan rüya, seher vaktinde görülendir. Hususiyle gerçek sabah doğduğu zaman görülmüş olan..." İmâm Cafer'i Sâdık'dan rivâyet edilmiştir ki: "En sür'atlisi kuşlukla öğle arısında görülen düştür," demişler. İbn-i Sirin'den rivâyet olunur ki, gündüz düşü gece düşü gibidir. Kadınların düşü de erkeklerin düşü gibidir. Kırvanî'den nakledilmiştir ki: "Kadınlar, kendilerinin ehli ve sahibi olmadıkları hususlara ait rüya görseler, meselâ ata binmek, kılıç takininak ve bunun benzeri nesneler görseler, o rüya kocalarına aittir. Kölenin rüyası da bu hüküm üzre efendisine aittir. Nitekim küçük çocukların gördükleri rüyalar analarına ve babalarına mütealliktir," demiş. * * * Resulullah Efendimiz hazretlerinin rüyaları cümlesinden biri şudur ki, kendisini süt içer gördü, bunu ilimle tevil etti. Nitekim Buhârî'de İbn-i Ömer'in (radıyallahü anh) rivâyetiyle gelmiştir ki, Resulullah Efendimiz hazretlerinin şöyle dediğini söylemiştir: "Ben uyurken rüyada bana bir kadeh süt getirdiler. Hatta şimdi bile onun kanıklığım tırnaklarımda hissediyorum. Ondan sonra fazlamı Ömer'e verdim," diye buyurdu. Sahâbe-i kirâm bunun tabirini sordular, Resulullah Efendimiz "İlimdir," diye cevap verdi. Arif bin Ebi Cemre (Allah ona rahmet etsin) der ki: "Fahr-i Kâinat hazretlerinin sütü ilimle tevil buyurmaları şundan dolayı idi: Önce kendilerine bir kadeh hamr (şarap) ve bir kadeh süt getirdiklerinde sütü aldı. Bunun üzerine Cebrâil aleyhisselâm: — "Aheztü'l-fıtratu — Fıtratı (yaratılışın aslına en uygun olanı) aldın," demişti. Burada sütü ilimle tabir etmelerinin sebebi ve açıklaması budur." Bazı hadîs-i şeriflerde sütü fıtratla tevil buyurdukları gelmiştir. Fıtrattan murat, hak dini kabul edici yaradılıştır. Bezzâr'ın naklinde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) merfuan rivâyet eder ki: "El-lebenu fî'l-menâmi fıtratun — Süt, rüyada fıtrattır," buyurmuşlar. Dîneverî zikretmiştir ki: "Burada zikredilmiş olan leben (süt), deve sütüdür. Rüyada deve sütü helâl maldır ve ilimdir. Sığır sütü, o yılın ucuzluğudur, helâl mal ve fıtrattır. Koyun sütü, sevinç ve beden sıhhatidir. Vahşi canavarların sütü dinde şektir. Yırtıcıların sütü iyi ve güzel değildir. Ama arslan sütü bir hüküm sahibine düşmanlık ile maldır," demiştir. Hadîs-i şerifte sütü ilimle tabir etmenin açıklaması, faydanın çokluğu mânasında ortaklıkları olduğu içindir, ikisi de salâh (iyilik ve düzen) sebebidir. Süt cismanî gıda, ilim ise ruhanî gıdadır, demişler. Ama halin hakikati Hak teâlâ hazretlerine ve resulüne malûmdur. Resûlüllah Efendimizin rüyalarından biri de gömlek görmesidir ki, dinle tabir etmiştir. Buhârî'nin naklinde Ebû Saîd'den rivâyet edilmiştir ki, Fahr-i Âlem Efendimiz buyurmuşlar: — "Uykuda iken, sırtlarında birer gömlek olduğu halde insanların bana arz olunduğunu gördüm. Kiminin gömleği ancak memesine yetişiyordu. Kimininki daha aşağıya yetişiyordu. Ömer bin Hattâb bana uğrayıp geçti. Sırtında bir gömlek vardı ki, ucu yerde sürünüyordu." Ashâb: — Ya Resulallah! Ne tevil ettiniz? dediler. Peygamber Efendimiz: — Din, diye buyurdu. Gömleğin din ile tevil edilmesinin açıklaması hakkında, "Gömlek dünyada avreti setreder (örter). Nitekim din de âhirette avreti setreder, her çirkin şeye perde olur," dediler. Bu mânada aslolan Hak teâlâ hazretlerinin şerefli sözüdür ki: "Ve libâsu't-takvâ zâlike hayrun — Ve takvâ elbisesi, elbiselerin en hayırlısıdır," (Arâf sûresi: 7/26) buyurmuştur. Tabir ehli ittifak etmişlerdir ki, gömlek din ile tabir olunur. Uzun olanı ise sahibinin sonunda eserleri kalmakla tabir olunur. Ebû Bekir bin Arabi der ki: "Fahr-i Âlem hazretlerinin gömleği dinle yorumlamasinin sebebi şudur: Gömlek kişinin avret yerini örttüğü gibi din de cehil (bilgisizlik) ayıbını örter. Hazret-i Ömer'den başkalarının ki, kiminin memelerine dek örtmüştü, onun mânası kalbini küfürden örtmek, yâni muhafaza etmektir. Ne denli isyan ve kötülükler işlemiş olsa da imanını koruyacak kadar iyi hâli vardır, demektir. Gömleği daha aşağıya kadar inip de avret yerlerini örtmemiş olanların bu halinin mânası ise ayaklarını kötülük yollarına gitmekten men etmemiş olmaları idi. Ayaklarına kadar örtünınüş olanlar ise her yönden takvâ elbisesiyle kendini örtmüş olanlardı. Gömleği ayağından uzun olup yerde sürünenler ise bu mertebeden daha fazla güzel işler işleyenlerdi." Hadîs-i şerifte zikredilmiş olan nâs'dan (insanlardan) murat, islâm ehli olanlar, yâni Müslümanlardır. Zira Peygamber Efendimiz gömleği din ile tabir buyurdu, demişlerdir. Açık olan şudur ki, bu ümmetten bazı topluluklar anlatılmak istenmiştir. Dinden kastedilen, onun gereğince amel etmektir, emirlere uymak ve yasaklardan kaçininak üzre teşviktir. Bu mânalarda Hazret-i Ömer'in makamı son derece yüksek bir makamdır. Rüyada elbise kısalığı, bazen iman noksanlığı için olur, bazen de amel noksanlığı için olur, demişler, iman noksanlığından murat, iman zayıflığıdır. Hadîs-i şerifte gelmiştir ki: "İman ehli, dinde, azlık ve çokluk, kuvvet ve zayıflık bakımlarından birbirinden farklı derecelerdedirler," buyurmuşlardır. Bu gömlek hususu, rüyada güzel, uyanıklıkta kötülenmiş olan kısımdandır. Zira rüyada ne kadar uzun olursa o kadar iyidir. Ama uyanıklıkta uzun olup yerde sürünmek mertebesi meşru değildir. Belki böyle olması hakkında vaîd (ceza tehdidi) gelmiştir. Peygamber Efendimizin rüyalarından biri de şudur ki, rüyasında, mübarek ellerinde iki altın bilezik gördükleri zaman bunu iki yalancı ile tabir etmişlerdi. İmâm Buhari'nin naklinde İbn-i Abbâs hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, Fahr-i Kâinat hazretleri buyurmuşlar: "Uyurken iki elime iki altm bileziğin takıldığını gördüm. Ben onları kestim ve kerih (çirkin) gördüm. Ondan sonra bana izin verildi, onlara üfürdüm. Bunun üzerine onlar uçup gittiler. O iki bileziği, iki kezzâb (yalancı) huruç eder, diye tabir ettim." Abdullah hazretleri buyurmuştur ki: "Bu yalancı peygamberlerden birisi Ansî idi ki, onu Fîrûz Deylemî öldürdü. Biri de Müseyleme idi." Yine bu hadis-i şerif Buhârî ve Müslim'in rivâyetlerinde başka kelimelerle gelmiştir. Fakat ikisinin mânası aynıdır. Muhalleb der ki: "Bu rüya görünüş şekli üzre değildir, darbımesel kısmmdandır. Yâni buyurdukları tabir rüyanın zahirinden anlaşılmaz. Rumuz kısmmdandır. Peygamber Efendimizin bileziği kezzâb (yalancı peygamber) ile tevil etmesinin sebebi şudur ki, yalan, kendi yerine konınayan başka yere konulmuş olan şeydir. Bilezik de kadınların takısmdandır. Peygamber Efendimiz hazretleri, kendi kolunda bilezik gördüğü vakit kendi yerinde bulunınadığı için bunu yalanla tabir buyurdu. Bildi ki, iki yalancı peygamber huruç edip ehli olmadıkları nesneyi iddia etseler gerektir. Zikrolunan iki mel'un peygamberlik dâvasında bulunınuşlardı. Ayrıca altından olması, yalanın delilidir. Zira ikisi de yasaklanmış olan şeylerdendir. Ufürmekle onları uçurması, Allah katından getirdiği vahiy ile onları yerlerinden silip gidermesidir." Eğer şöyle bir şey hatıra gelip de: — Kendi yerinden başkasına konulmuş nice: nesne vardı. Fahr-i Âlem hazretleri, o yalancılarla tevil ;etmeyi nereden aldı? denirse Îbnü'l-Arabî buna cevap olarak der ki: — Fahr-i Âlem hazretleri, mezkûr rüyayı gördüğü zamanlarda Ansî ile Müseyleme'nin işlerinin bâtıl olacağını umuş ve bekleyiş üzre idi. Gördüğü gibi onların üzerine yürüdü. Böyle vâki oldu. Yahut vahiy ile bilmiş ve tabir etmiş olması mümkündür. Zira bu derece kesin olarak belirtmesi mucize kısmmdandır. Biri de şudur ki, rüyasında saçları ürpermiş ve dağılmış bir kadın görüp vebanın Medine'den başka yere gitmesi şeklinde tabir etmişlerdir. İmâm-ı Buhârî'nin rivâyetinde Abdullah bin Ömer (radıyallahü anh) Fahr-i Kâinat hazretlerinden rivâyet eder ki: "Saçları perişan siyah bir kadın gördüm. Medine'den çıktı, Mühey'a'ya, yâni Cuhfe'ye vardı. Ben de şöyle tevil ettim ki, Medine'nin vebası oraya naklolundu," buyurmuşları Mühey'a ve Cuhfe, ikisi bir yerin isimleridir. Daha önce bu kıssaya işaret geçmişti. Bunlardan başka şu da tabir edilmiş rüya ve darbımesel kısmmdandır. Temsil şekli şudur: "Sevda — çok siyah" kelimesinden "sû'" ve "dâ'" kelimelerini çıkardı ki, biri "kötü" ve diğeri "hastalık" mânasınadır. Peygamber Efendimizin rüyalarından biri de, bir zırh elbise giyinmiş ve bir boğazlanır bakare (sığır) görmesidir. "Öyle gördüm ki, sanki sağlam bir zırh giymişim ve bir sığır boğazlanır. O zırhı Medine ile tevil ettim, sığırı da bakr (genişlik, fetih) ile," diye buyurdu. "Bakr," devenin karnını yarınağa ve genişletip açmağa derler. Yâni zırh giymesini Medine'ye hicret etmekle ve boğazlanan sığır görmesini Uhud gazâsında Müslümanların şehid olacağı ile tabir buyurdu. Peygamber Efendimizin rüyalarından biri de rutab (yaş, taze hurma) görüp âkıbet güzelliği ve yüceliği, din temizliği ile tabir buyurmalarıdır. İmâm-ı Müslim'in rivâyetinde Enes bin Mâlik'den rivâyet edilmiştir ki: "İşittim; Fahr-i Kâinat hazretleri buyurdu ki: — Rüyada gördüm: Güyâ biz Ukbe bin Nâfi'in evinde imişiz. Bana İbn-i Tâb hurmasından taze hurma getirdiler. Ben onu dünyada yüceliğin bizim olmasiyle, âhirette en güzel sonucun bizim olmasiyle ve bizim dinimizin gökçek olduğu ile tevil ettim," diye buyurmuştur. Bir rüyası da şudur ki, mübarek elinde bir kılıç gördü, o kılıcı silkip titretirdi. Daha önce zikri geçen Ebû Musa'nın rivâyetinde gelmiştir ki: "Rüyamda, elimdeki kılıcı hareket ettirdiğimi ve kılıcın çalım yerinden hemen ağzinin kırıldığını gördüm. Bu Uhud gazâsında Müslümanlara zarar yetişeceğinin işareti idi. Ondan sonra bir daha hareket ettirdim. Bu defa eskisinden güzel olup kırıklığı kalmadı. Bu da Hak teâlâ hazretlerinin Feth'i (Mekke'nin Fethini) nasib ettiğinin ve müminlerin toplanıp birleşeceklerinin işareti idi," buyrulmuştur. Buharî ve Müslim böylece rivâyet etmişlerdir. Âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri gördükleri rüyayı böyle tabir buyurdular ve buyurdukları gibi de gerçekleşti. Tabir ehlinin sözüne göre bir kimsenin eline kılıç geçse mansıp ve hükümet (devlet vazifesi ve hükmetme yetkisi) eline geçer yahut vedia (emanet) olarak kendisine bir şey verilir; ya bir hatun alır yahut çocuğu doğar. Eğer kılıcı kinindan sıyırırken gedilse hatununun doğurduğu çocuğa âfet yetişir ve hatun selâmetle kurtulur. Eğer kinina zarar gelse de kılıç sâlim olsa bunun aksi olur. Eğer ikisi de sâlim olsa çocuk ve kadın ikisi beraber sâlim olurlar. Eğer ikisine de zarar gelse ikisi de zarar görürler. Kılıcın kabzası babaya ve asâbât'a (baba tarafından olan akrabalara) ilişkindir, dipliği anaya ve zevi'l-erhâm'a (ana tarafından olan akrabalara) ilişkindir. Eğer bir kimse bir kişinin üzerine kılıç sıyırsa lisanını o kişinin üstüne husumetle uzatır. Bazı olur ki, rüyada kılıç görmek zâlim padişaha delâlet eder. Bazı tabirciler, "Rüyada, kılıcı kinina koymak evlenmeye delâlet eder," demişlerdir. Eğer bir kimse bir kişiyi kılıçla vursa, onun hakkında yersiz ve yakışıksız söz söylemektir. Eğer bir kimseyle çarpıştığını ve kendi kılıcinin onunkinden uzun olduğunu görse ona galip olur. Rüyada büyük bir kılıç görmek fitne görmektir. Eğer bir kimse düşünde kılıç takmsa bir iş kuşanacağinin alâmetidir. Yâni beylik, kadılık veya bir mansıp (devlet vazifesi) almaktır. Eğer kılıç kısa ise o işte devamlılık olmayacağinin alâmetidir. Biri de o Hazret'in kendilerini bir kuyudan su çeker görmeleridir. Ebû Hüreyre'nin rivâyetinde gelmiştir ki: "Rüyada kendimi bir kuyu üzerinde gördüm. Kuyunun kovası da vardı. Ondan Allah'ın dilediği kadar çektim. Sonra Ebû Bekir elimden aldı, bir veya iki kova çektik. Ancak onun çekişinde zayıflık vardı. Allah onu bağışlasın ki, ondan sonra o kova, büyük bir kova oldu. Sonra Ömer bin Hattâb oldu. Âdemoğullarından Ömer'in çektiği gibi çeken kuvvetli bir kimse görmedim. Hatta öyle oldu ki, halk, geldiler, develeri içip kandılar, yerlerine çöküp kaldılar," buyurmuşlar. Hadîs-i şerifin asıl metninde geçen kelimelerden bazısinin kısaca mânaları şudur: Kılleyb: Kazılmış olan, fakat içi taşla yapılmış olmayan kuyudur. Delv: Kova demektir. Zenûb: Su ile dolu olan kovaya denir. Garb: Sığır derisinden yapılmış olan büyük kovaya derler. Abkarî: Her nesnenin iyisine, yücesine ve kuvvetlisine derler. Meselâ bir kişi için "Abkariyyü'l-kavm" deseler, "Kavmin efendisi, ulusu ve kuvvetlisi" demek olur. Abkarın aslı, Arap tâifesinin zumunca cinlerin oturduğu bir yerdir; yâni cin ülkesidir. Sonradan beğendikleri ve bir bakıma kemâlinden hayrete düştükleri her nesneyi ona nisbet ederek Abkarî dediler. Hadîs-i şerifte Hazret-i Sıddîk hakkında, "Yağfirullahu — Allah onu affetsin" diye buyurması ondan bir kusur vâki olduğu için değildi. Sırf dua idi. Çekişinde zayıflık olması da hilafet müddetinin az olduğuna ve zamanında çokluk beldelerin fethi vâki olmadığına işaretti. Hazret-i Ömer'in çekişinin kuvvetli olması ise hilafet zamanı çok olup onun devrinde ülkelerin fethinin ve ganimet toplanınasinin ziyade olmasiyle İslâmiyetin ziyade kuvvet bulmasına işaretti. Hadîs-i şerif değişik ibarelerle birçok yönden rivâyet olunmuştur. Hepsinin mânası zikrolunduğu gibidir. Başkalarının rüyası hususunda kâinatın hocası Efendimiz hazretlerinin şaşılacak tabirlerinden biri şudur ki. Zürâret'übnü Amrin-Nehaî Neha' Peygamberiyle Fahr-i Kâinat hazretlerinin huzuruna geldiği zaman: — Ya Resulullah! Yolda gelirken bir rüya gördüm Kabilemiz arasında ben bir dişi eşek bırakıp gitmiştim. O eşek, esfa' ve ahvâ (alaca ve siyahça) bir oğlak doğurmuş , dedi. Resulullah Efendimiz: — Gittiğin zaman hiç hamile bir cariye bıraktın mı? buyurdu. — Evet, ya Resulullah! Bir cariye bırakıp gitmiştim. Zannederim hamile idi, dedi. Resulullah hazretleri: — O halde o cariye bir oğlan doğurdu. O oğlan senin oğlundur, buyurdu. Zürâre: — Ya esfa' ve ahvâ görünmesinin sebebi nedir? dedi. Kerem sahibi Resulullah hazretleri, Zürâre'yi yanına dâvet edip: —• Hiç sende sakladığın bir baras illeti var mıdır? diye sordu. O da: — Evet, ya Resulallah! Ama seni hak peygamber gönderen o Hak hakkı için hiç bir yaratık bende o illetin olduğunu görmüş ve bilmiş değildir, dedi. Resulullah Efendimiz: — İşte esfa' ve ahvâ görünmesi ondan dolayıdır, buyurdu. 3 . Fasıl Peygamberimizin Gaipten Haber VermesiÖnce malûm olsun ki, gayb âlemi Hak teâlâ hazretlerine mahsustur. Gaybı bilmek yaratığın şanından değildir. Allah'ın Peygamberinin lisanı üzre vâki olan nesne, Hak teâlâ hazretleri katındandır. Ya vahiy ya da ilham yoliyle bildirilmektedir. Bunun delili, Hak teâlâ hazretlerinin şu şerefli sözüdür: "Âlimü'l-gaybi felâ yuzhiru alâ gaybihi ahaden illâ min artazâ min resûlin — O, gaybı bilicidir. Fakat kendi görünınez bilgisini hiç kimseye göstermez. Ancak râzı olduğu rasüllere gösterir." (Cin sûresi: 72/26-27) Bu âyet-i kerîme gereğince gaybı bilen, Allahü teâlâ hazretleridir. Hiç kimseyi gaybı hakkında bilgi sahibi etmez, ancak rasüllerinden dilediğini bilgi sahibi eder. Bazıları bu âyetten evliyanın kerametinin iptaline delil çıkardılar. Buna cevap verenler, resulü meleğe tahsis ettiler. Yâni burada geçen resulden murat, vahiy meleğidir dediler. İzhar'dan (göstermekten) murat da vasıtasız olarak melektir. Evliyanın gayba ait şeyler hakkında bilgi sahibi olması meleğin rüya göstermesiyle müyesser olur; yâni rüyada meleklerden bu bilgiyi alırlar, dediler. Nitekim meleklerin hallerini ve durumlarını biz peygamberler vasıtasiyle biliriz, dediler. Hadîs-i şerifte Peygamber Efendimiz hazretleri: "Vallahi innî lâ a'lemu illâ mâ allemenî rabbî — Vallahi ben, Rabbimin bana öğrettiğinden başka bir şey bilmem," buyurmuşlardır. Hâsılı gayb ilminden olup da Fahr-i Âlem hazretlerinin ondan haber vermiş bulunduğu her nesne, şüphe yoktur ki, nübüvvet ve risaletinin gerçekliğine delâlet etmesi için O'na Allah tarafından bildirilmiştir. Peygamber Efendimiz hazretleri, Allah'ın bildirmesi ve emretmesiyle halka haber vermiştir. O Hazret'te bu sıfatın olduğu sahâbe-i kirâm arasında öyle şöhret bulmuş ve yayılmıştı ki, birbirine: "Sus! Vallahi eğer yanında haber verecek bir kimse olmasa, Batha deresinin taşları haber verir," derlerdi. Kasdedilen, "Elbette ve muhakkak gerçekleşir, Allah O'na bildirir" demektir. Yoksa hakikaten taşlar haber verir diye itikat etmezlerdi. Bu Fasıl, İki Kısım üzredir. Birinci Kısım Kur'ân'da Gelen Gayb HaberleriPeygamber Efendimiz hazretlerinin, gayba dair verdiği haberlerin Kur'an-ı Azîm'de gelenleri cümlesinden biri: "Ve in küntüm fî reybin mimmâ nezzelnâ alâ abdinâ fe'tû bisûretin min mislihi ved'û şühedâeküm min dûnillahi in küntüm sâdıkîyne. Fein lem tef'alû ve len tef'alû — Eğer kulumuza indirdiğimiz şeyden en küçük bir şüpheniz varsa, haydi, onun gibi bir sûre meydana getirin! Allah'dan başka bütün şahitlerinizi de yardıma çağırın! Eğer sözünde doğru kişilerseniz... Fakat eğer yapamadmızsa, ki aslâ yapamayacaksınız," (Bakara sûresi: 2/23-24) âyet-i kelimesidir. Buraya kadar bu şerefli söz, gaybdan haber vermesidir. Hâsılı, "Eğer siz, bizim kulumuz Muhammed Mustafa'ya inzal ettiğimiz nesneden şek ve şüphede iseniz, öyleyse onun mislinden bir sûre miktarı getirin ve eğer bu mücadeleye kendiniz kadir değilseniz şâhitlerinizi dâyet edin. Yâni size yardımcı ve destek olanların hepsini dâvet edin. Gelsinler, size yardım etsinler. Eğer Kur'an beşer sözüdür diye iddia ettiğiniz sözde doğrucu iseniz!.. Eğer geçmiş zamanda mücadele ve çekişmeye girmeyip onun mislinden bir sûre getiremedinizse, kesindir ki, gelecek zamanda da böyle bir çekişmeye giremezsiniz," demek olur. Gerçekten de bugüne kadar kimse, Kur'an ile mücadeleye kudret yetirip onun mislinden bir sûre meydana getirmesi mümkün olmadı. Bundan sonra buna muktedir olunınası ihtimali de yoktur. "Ve iz yuidükümullahu ihde't-tâifeteyni ennehâ leküm ve teveddûne enne ğayre zâti'ş-şevketi tekûnu leküm — Allah size vaad ediyordu ki, iki topluluktan biri sizindir. Siz ise kuvvetsiz olanın sizin olmasını istiyorsunuz," (Enfâl sûresi: 8/7) âyet-i kelimesidir. Bunun aslı daha önce zikrolunduğu üzre şu idi: Kureyş'in iki kafilesi vardı. Yâni ticaret sebepleriyle kafileleri yolda idi. Onları almak için Fahr-i Âlem hazretleri sahâbe-i kirâm ile dışarı çıkmıştı. Mekkeliler bunu işittiler ve bin kişiye yakın bir kuvvetle kafileyi korumak için harp ve kıtâl sebepleriyle dışarı çıktılar. Bunlarla orada savaşa girişmek sahâbeye teklif olundu. Kendileri üç yüz on üç kişi olduklarından o silahlı topluluk karşısında savaşa meyletmeyip ticaret kafilesine dokunınayı tercih ettiler. Meyilleri o yöne oldu. Hak teâlâ hazretleri içlerinde sakladıklarını haber verdi ve ettiği vaadi yerine getirip o silahlı tâifenin üzerine Müslümanları mansur ve muzaffer kıldı. Hâdisenin ayrıntıları Bedir gezvesinde geçmişti. Biri de: "Seyuhzemu'l-cem'u ve yuvellûne'd-dübüre — O topluluk bozulacak ve geriye dönüp kaçacaklardır," (Kamer sûresi: 54/45) âyet-i kerimesidir. Bu da gelecekten haber vermedir. Hâsılı, Kureyş'in Bedir gününde hezimete uğrayıp arkalarını döndüreceklerinden haber vermiştir. Ve gerçekten de öyle olmuştur. Biri de yine Kureyş hakkında: "Senulkiy fî kulubillezîne keferu'r-ru'be bimâ eşrekû billahi mâ lem yünezzil bihi sultânen — Haklarında Allah'ın hiç bir delil indirmediği şeyleri Allah'a ortak koştukları için gerçeği örtüp gizlemeye çalışanların kalblerine korku salacağız," (Âl-i İmrân sûresi: 3/151) âyet-i kerîmesidir. Bundan murat, Uhud gazâsında Kureyş kâfirlerinin kalblerine korku salacağından haber vermektir. Hatta öyle oldu ki, savaşta bu derece galebe suretini tutmuşlarken gönüllerine korku düştü. Bazılarının dediğine göre yolda giderken döndüklerine pişman olup "Tekrar dönelim, gidip hepsini kıralım! Hiç bir müslüman kalmasın!" dediler. Hak teâlâ hazretleri kalblerine korku bıraktı, geri dönıne gücünü kendilerinde bulamadılar: Biri de: "Elim Lâm Mim. Ğulibetü'r-rûmu fî ena'l-arzi ve hüm min ba'di ğalebihim seyağlibûne — Elif Lâm Mim. Rum yenildi. En yakın bir yerde onlar, bu yenilgilerinden sonra yenecekler," (Rum sûresi: 30/1-3) âyeti kerimesidir. "Lâ yuhlifullahu va'dehu — Allah vaadinden caymaz," (Rum sûresi: 30/6) sözüne kadar devam eder. Bunun iniş sebebi şu idi: İran hükümdarı Hüsrev-i Pervîz, iki yiğit beyine çok sayıda asker katıp göndermişti. Geldiler, Rum (Doğu Roma, Bizans) diyarının Arap ülkesine en yakın yerlerinden bazı memleketlerini aldılar. Rum askeri yenildi. Kureyş kâfirleri bu halden çok memnun olup sevindiler. Bunu (uğur) tuttular. Müslümanlara dediler ki: "Siz ve Rum tâifesi kitap ehlisiniz, biz ve Fars kavmi ümmileriz. O halde Farsların Rumlara galip gelmesinden uğur tutarız ki, biz de size galip oluruz!" Hak teâlâ hazretleri, âyet gönderip haber verdi ki, Rumlar da "Bız'ı sinîn" içinde, yâni "üç yıldan dokuz yıla kadar" Farslara galip olacaklar. Âyet-i kerîme inince Hazret-i Sıddık (radıyallahü anh), kâfirlere: — Mel'unlar! Hiç sevinmeyin. Nazar âkıbetedir. Siz, işin sonuna bakın. Sonunda Rum tâifesi Farslara galip olacaktır. Hak teâlâ hazretleri böyle haber verdi, dedi. Kureyş'in serkeşlerinden Ubey bin Halef dedikleri mel'un: — Böyle değildir! Gel beri, seninle bahse girişelim, dedi Böylece bahse girip onar deve ile üç yıl müddet koydular. Ebû Bekir, olup bitenleri Fahr-i Kâinat hazretlerinin huzuruna arzetti. Fahr-i Âlem hazretleri: — "Bız'ı sinîn", üç yıldan dokuz yıla varıncaya kadar demektir. Git, malı ve müddeti arttır, buyurdu. Ebû Bekir Sıddık hazretleri, gelip dokuz yıla değin yüz deve üzerine bahse girip müddet bağladı. Birbirinden birer kefil aldılar. İşin sonunda Müslümanların Bedir denilen yerde Kureyş kâfirlerine galip geldikleri gün Rumların da Farslarla cenk edip galip olduklarının haberi yetişti. Bazı kavilde haber, Hudeybiye gününde geldi. Velhasıl Hazret-i Sıddık, yüz deveyi, birinci söz üzre, yâni haberin Bedir'de gelmesi kavli gereğince Übey'den aldı. İkinci söz üzre kefilinden aldı. Zira Ubey mel'unu Bedir'de öldürülmüştü. Kâinatın efendisi ve en güzel övgülerin yegâne sahibi Peygamber Efendimiz hazretleri: — Ya Ebâ Bekir! Onları sadaka eyle, diye buyurdu. Netice olarak âyet-i kerîmenin gaibden haber verdiğinde şek ve şüphe kalmadı. "Vaad'allahu'llezîne âmenû minküm ve amilu's-sâlihâti leyestahlifenneküm fî'l-arzı keme'stahlefe'llezîne kablihim — Allah, sizden iman edip iyi işler görenlere vaadetti ki, onlardan öncekileri nasıl hâkim kıldıysa onları da yeryüzüne hâkim kılacaktır," (Nur sûresi: 24/54) âyet-i kerîmesidir. Bunun neticesi, Hak teâlâ hazretlerinden Resulüne vaaddır ki, yakın zamanda ümmetini arza hâkim ve insanların İmâmları kılacaktır. Korkularını eminliğe tebdil edecektir. Sonunda vaadini yerine getirip vaad buyurduğu şeyleri nasip etti. Hatta Mekke, Hayber, Bahreyn, Arap yarımadasinin diğer yerleri ve Yemen toprağı tamamen fetholunınadıkça Fahr-i Kâinat hazretleri âhiret yurduna intikal etmedi. Mecusî topraklarından ve Şam'ın bazı taraflarından cizye aldı. Rum padişahı, Mısır ve Iskenderiye hâkimleri, Umman melikleri, Ushame'nin vefatından sonra Habeş sultanı olan şahıs, hepsi Fahr-i Kâinat hazretlerine pîşkeşler (hediyeler) gönderdiler. Peygamber Efendimiz Hak teâlâ hazretlerinin dâvetine icabet ettikten sonra en büyük halifesi Ebû Bekir Sıddık (radıyallahü anh) din işini kuvvetlendirmeye kıyam gösterip İslâm vazifelerinin en mühimlerine gerektiği şekilde sıra ve düzen verdi. Halid bin Velid'e asker katıp Fars ülkesine gönderdi. Gittiler, Allah'ın yardımıyle bir tarafını fethettiler. Bir bölük asker de Ubeyde bin Cerrah'a katıp Şam toprağına gönderdi. Bir miktar askerle de Amr bin As'ı Mısır'a gönderdi. Hak teâlâ hazretleri, Şam'a giden askere Busra ve Dımışk (Şam) şehirlerinin fethini müyesser eyledi. Etrafında olan Havran vesair kasaba ve şehirlerden her ne varsa hepsini tasarruf havzasına dâhil ettiler. Ondan sonra Ömer bin Hattab hazretlerini yerine geçirip kendi âhiret yurduna intikal edince Hak teâlâ hazretleri, Hazret-i Ömer'in halifelik zamanında İslâmiyete öyle bir kuvvet ve kudret ihsan buyurdu ki, her nereye yöneldilerse Rabbani fetih ve zafer, İslâm askerlerinin önderi olup Mısır ve Şam memleketleri tamamiyle ve kemâliyle fetholundu. Fars memleketlerinin çoğu İslâm beldelerine bağlanıp Kisrâ kaçtı, memleketinin en uzak köşesine gitti. Kayser de Şam diyarından elini çekip Kostantiniyye'ye iltica etti. Ömer (radıyallahü anh), ikisinin mal ve menâllerini alıp Allah yolunda fakirlere nafaka etti. Hak teâlâ hazretleri Resulullah hazretlerine nasıl vaad buyurduysa öyle gerçekleşti. Ondan sonra Hazret-i Osman bin Affân (radıyallahü anh) halifelik makamına oturunca İslâm memleketleri Doğu'nun ve Batı'nın en uzak topraklarına kadar uzandı. Batı diyarı, tâ Endülüs ve Kırvân memleketlerine, Okyanus sahillerine varıncaya kadar fethohındu. Doğu diyarı, tâ Çin beldelerinin nihayetine kadar İslâm'ın tasarruf kabzasına dâhil oldu. Irak şehirleri, Horasan ve Ahvaz fetholunup Müslümanlar, kefere-i Etrâk* ile büyük kıtâl ettiler, sayısız kimselerini kırdılar. Galiba Etrâk'ten murad, leşker-i Hakan'dır (Türk hükümdarlarının askeridir). Zira Çin ülkesine vardılar, demiştir. Müminlerin emîri Osman (radıyallahü anh) hazretlerine Doğu'nun ve Batı'nın haracı geldi. İşte bütün bu şerefler onlara, imanın bütün unsurlarını kendilerinde toplamaları, Kur'an okumaları ve okudukları o büyük kitabın istediği güzel ahlâka sahip olmak ve emrettiği güzel işleri başarınak hususundaki kuvvetli azim ve iradeleri sebebiyle idi. Allah onlardan ve diğer sahâbelerin hepsinden razı olsun. Biri de: "Onların üzerine zillet ve yoksulluk vuruldu," (Bakara sûresi: 2/61) âyet-i kelimesidir ki, Yahudi tâifesi hakkında nâzil olmuştur. Gerçekten de bu şerefli söz gereğince onlar, daima zillet ve hakaretten halâs bulmamışlardır. Efrâk: Türk kelimesinin Arapça çoğul şekli olup Türkler demektir. Ancak Moğollar ve Cengiz Han'ın ordusunda bulunan çeşitli ırktan askerler de bu isimle anılır, onlara da Araplar Etrâk derler. Biri de: "Allah'ın yardımı ve fetih geldiği ve insanların dalga dalga Allah'ın dinine girdiğini gördüğün zaman, Rabbini överek tesbih et ve O'ndan bağışlanına dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edicidir," (Nasr sûresi: 110/1-3) süresidir ki, Hak teâlâ hazretleri, Kureyş'e karşı Peygamber Efendimize yardım, Mekke'nin ve diğer beldelerin fethini vaad buyurup insanoğullarının kalabalık topluluklar halinde islâm'a gireceklerini haber vermiş ve nasıl buyurduysa öyle olmuştur. Elbette Allah doğru söyler ve O'nun seçilmiş Peygamberi açık seçik tebliğ eder. İkinci Kısım Peygamberimizin, Kur'ân Âyetlerinden Başka Verdiği Gayb HaberleriBazı MisallerHuzeyfe (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: "Bir gün Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, seçkin sahibeleri arasında kalkıp hutbe buyurdu. Tâ kıyamete değin zuhur edecek hâdiselerden haber verdi. Haber vermediği bir nesne bırakmadı. Ezberleyen ezberledi ve unutan unuttu. Ashâb (Allah onlardan razı olsun) bu hâli bilirlerdi. Buyurduğu hâdiselerden bir şey zuhur etse "O zaman Fahr-i Âlem hazretleri bunu haber vermişti," diye yâdıma gelirdi. Nasıl bir kimse bir kişiyi bir zamanlar görmüş olsa da unutsa, sonra gördüğü zaman bu kişinin o kimse olduğu hatırına gelse, işte ben de Fahr-i: Âlem hazretlerinin haberlerini sonradan öyle hatırlardım," dedi ve yemin ederek: "Mecliste üç yüz kişiden fazla kimse vardı. Fahr-i Âlem hazretleri, kıyamete değin zuhur edecek fitnelere kim önder olursa, yâni her kim fitne askerinin kumandanı olursa ismiyle, babasinin ismiyle ve kabilesiyle zikretti," diye buyurdu. Ebû Dâvud Huzeyfe (radıyallahü anh) hazretlerinden "böylece rivâyet etmiştir. İmâm Taberanî'nin naklinde İbn-i Ömer (radıyallahü anh) kâinatın hocası Efendimiz hazretlerinden rivâyet eder ki: "Gerçekten Hak teâlâ hazretleri, dünyanın tamamını bana yükseltti. Yâni dünyanın her yerini benim karşıma tuttu. Ben, o dünyaya ve kıyamet gününe değin onda olacak hâdiselere, şu avucumun içine baktığım gibi bakarım," diye buyurmuşlar. Bundan başka Deccâl hususunda vesair işlerle hâdiselere ilişkin bazı rivâyetler daha gelmiştir. Bu hadîslerin tanıklarından biri şudur ki, Şeyhayn'ın rivâyetlerinde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) buyurmuştur: "Habeş padişahlarından Fahr-i Âlem hazretlerine iman getiren Necâşî Habeş diyarında vefat ettiği gün kâinatın hocası Efendimiz hazretleri, halka: — Necâşî bugün vefat etti, diye haber verip ashâb ile musallaya çıktı. Onlarla saf bağlayıp Necâşî'nin üzerine gaib namazı kıldı ve dört tekbir aldı." Hakikaten sonradan gün gibi açık seçik meydana çıktı ki, Fahr-i Âlem hazretleri namazını kıldığı gün Necâşî Habeş ülkesinde vefat etmişmiş. Necâşî (daha fasih şekliyle Nicâşi), diye Habeş padişahına derler. Nitekim Rum padişahına Kayser ve Acem padişahına Kisrâ derler. Zikri geçen Necâşî'nin adı Ushame idi. Allah ona rahmet etsin. Biri de şudur ki, daha önce işaret olunduğu üzre Resulullah Efendimiz hazretleri, Ebû Bekir, Ömer ve Osman ile Uhud dağına çıktılar. Dağ harekete geldi. Mübarek ayağıyle vurup dağa: — Ey Uhud! Sâbit ol ve karar kıl! Çünkü üstünde bir peygamber, bir sıddık ve iki şehitten başka kimse yok, diye buyurdu. Gerçekten de Hazret-i Ömer ve Osman (Allah onlardan razı olsun) sonradan şehadet makamına ayak bastılar. Biri de yine Buhârî ve Müslim'in rivâyetlerinde Ebû Hüreyre hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, Fahr-i Kâinat hazretleri: — Kisrâ öldüğü zaman ondan sonra Kisrâ olmayacak, Kayser öldüğü zaman da ondan sonra Kayser olmayacaktır. Nefsim elinde olana yemin ederim ki, her ikisinin de hazineleri Allah yolunda infak olunacaktır, buyurmuştur. İmâm Nevevî der ki: "Şafii'nin ve diğer âlimlerin sözlerine göre mânası, 'Kisrâ helâk olduktan sonra Irak'da Kisrâ olmasa gerek ve Kayser helâk olduktan sonra Şam'da Kayser olmasa gerek,' demektir. Yâni kendi şerefli zamanında Acem padişahı Irak ülkesinde ve Rum padişahı Şam diyarında otururlardı. Bunlar yok olduktan sonra artık Irak'da Acem padişahı ve Şam'da Rum padişahı oturmayacak, demek olur. Gerçekten de buyurduğu gibi oldu. Biri de şudur ki, Şürâka (radıyallahü anh) hazretlerine, Kisrâ'nın bileziklerini takınacağını işaret buyurup: — Kisrâ'nın bileziklerini takınsan ne dersin? demişti. Hazret-i Ömer'in (radıyallahü anh) hilafeti zamanında Kisrâ devleti yıkılıp o bilezikleri Müminlerin Emîri'nin huzuruna getirdikleri vakit Ömer, onları Sürâka'ya giydirdi: — Onları Kisrâ'dan soyup Sürâka'ya giydiren Allah'a hamd olsun, diye Hak teâlâ hazretlerine hamd etti. Biri de şudur ki, Amcası Abbâs daha İslâm'a gelmeden Mekkelilerle beraber Bedir savaşma gittiği zaman karısına geceleyin bir miktar mal vermişti. Bunu karısiyle kendisinden başka hiç kimse bilmiyordu. O gün esir olup bahasını ödemek şartiyle serbest bırakılması kabul edildiği zaman Fahr-i Kâinat hazretlerine: — Benim malım yoktur. Şimdi beni ellere muhtaç mı edeceksin? deyince Fahr-i Kâinat hazretleri: — Karına verdiğin mala ne oldu? buyurdu. Abbâs, hemen nübüvvetini tasdik edip imana geldi. Biri de Hâtib bin Ebi Beltea'nın Mekkelilere mektup göndermesi hadisesidir. Hâtib'in böyle bir mektup gönderdiği Allah'ın izniyle Resulullah Efendimiz'e malum olup mektubu ileten kadinin ardınca adam göndererek: — Filan yerde ona yetişirsiniz, diye buyurmuşlardı. Ayrıntıları Birinci Bölüm'de geçmişti. Biri de yine daha önce ayrıntılarının zikri geçtiği üzre Mûte gazâsında Zeyd bin Hârise, ondan sonra Ca'fer bin Ebi Tâlib ondan sonra Abdullah bin Revâha şehit oldukları saat tafsilatiyle hallerinden ashâba haber vermeleridir. Resulullah Efendimiz hazretleri bunlara asker katıp Şam yakininda Mûte dedikleri yere göndermiş, kendileri saadetle Medine'de kalmışlardı. Esmâ binti Umeys (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: "Ca'fer şehit olduğu gün sabah vaktinde Peygamber Efendimiz ashâbı ile bana gelip: — Ya Esmâ! Ca'fer'in çocukları nerededir? dedi. Ben de çocukları getirdim. Alıp bağrına bastı ve kokladı. Ondan sonra mübarek gözlerinden yaş aktı. Ben: — Ya Resûlallah! Ca'fer'den sana bir haber mi yetişti? dedim. — "Neam katele'l-yevme — Evet, bugün öldürüldü," buyurdu." Biri de şudur ki, Kureyş tâifesinin Benî Hâşim'den aldıkları ahidnâme'nin yazısını güve yedi, sadece yer yer Allah'ın isimleri kaldı, diye Kureyş'e haber verdi. Kâğıdı ortaya getirip açtılar. Gerçekten buyurduğu gibi buldular. Tafsilatı Birinci Bölüm'de geçmişti. Biri de şudur ki, Taberân'i ve Bezzâr'ın rivâyetlerinde İbn-i Ömer (radıyallahü anh) buyurdu: "Resulullah Efendimiz hazretleri ile Minâ Mescidinde oturuyordum. Ensâr'dan bir kişi ve Sakif kabilesinden bir kişi gelip Peygamber Efendimiz hazretlerine selâm verdiler: — Ya Resulallah! Sana bazı şeyler sormaya geldik, dediler. Âlemlerin Efendisi Resulullah hazretleri: — Eğer dilerseniz, bana ne sormaya geldiğinizi size haber vereyim. Eğer dilerseniz, ben susayım, ne sormaya geldiğinizi siz anlatın, dedi. Sakifî, Ensarî'ye: — Söyle, neye geldiğimizi haber versin, dedi. Bunun üzerine Resulullah Efendimiz hazretleri: — Şunun için geldiniz ki, Beyt-i haram niyetiyle evinden çıktığın vakit o amelde sana ne sevap ve fazilet bulunduğunu bana soracaksınız. Ayrıca tavaftan sonra kıldığın iki rek'ati, Safâ ve Merve arasında olan şeyi, Arefe'de olan vukufu, Remy-i Cimâr'ı (taş kümelerini taşlamayı), kurbanı ve bunlarda sana ne sevap hasıl olduğunu soracaksın, diye buyurdu. Ensarî: — Seni hak peygamber gönderen Allah hakkı için bunları sormak için gelmiştim, dedi. Bunun eşi olan bir husus da Vasile bin Eşka (radıyallahü anh) hazretleriyle olmuştur. Biri de şudur ki, Fâtıma hazretlerine: — "İnneke evvelü ehlî lühûkan bî — Ehlimden bana ilk ulaşacak olan sensin," diye buyurup Ehl-i Beytinden kendine ilk vâsıl olacak olanın Hazret-i Fâtıma olduğunu hastalığı sırasında haber verdi. Gerçekten de öyle oldu. Bir rivâyette Peygamber Efendimizin vefatından altı ay sonra, bir sözde altı ay sonra Hazret-i Fâtıma âhirete intikal etti. Biri de şudur ki, hanımlarına: — "Esra'künne bî lühûkan etvâlükünne yeden — Bana en sür'atli kavuşanınız, eli en uzun olamnjzdır," buyurdu. Murat, "Sizin bana en çabuk kavuşanınız en fazla sehavet (cömertlik) üzere olanınızdır," demek olur. Müminlerin analarından (Allah onların hepsinden razı olsun) Zeyneb binti Cahş iş işlerdi ve kendi elinin emeğinden sadaka verirdi. Resulullah Efendimiz hazretlerine ilk ulaşan o oldu. Allah ondan razı olsun. Biri de şudur ki, Ali bin Ebi Tâlib (radıyallahü anh) hazretlerine şehit olacağını haber verip: — "Men eşka'l-âhirîn? — Sonra gelenlerin en eşkiyası kimdir? dedi. O da: — Allah ve resulü daha iyi bilir, diye cevap verdi. Resulullah hazretleri: — "Katilüke — Seni katleden kimsedir," diye buyurdu. İmâm-ı Ahmed Menâ/ab'inde böyle zikretmiştir. Biri de şudur ki, İbn-i Asâkir'in rivâyetinde Muâviye'ye: —"Emmâ enneke setüblâ emre ümmeti ba'dî feizâ kâne zâlike f'akbel min muhsinihim ve tecâvez an musîihim — Elbette sen, benden sonra hemen benim ümmetimin emirliğine müptelâ olacaksın. Bu olduğu zaman onların iyilerine yönel, kötülerinden vazgeç," buyurmuşlar. Hâsılı, Muâviye'ye ümmeti üzerine vâli olacağından haber verip bu gerçekleştiği zaman onların iyisi ve kötüsüyle hepsine güzel muamele etmesini tenbih buyurdu. Yine İbn-i Asâkir (Allah ona rahmet etsin) Urve bin Ruveym'den merfuan rivâyet etmiştir ki, Muâviye hakkında: — Muâviye aslâ mağlup olmaz, buyrulmuş. Hazret-i Ali (Allah varlığını mübarek eylesin) Sıffiyn savaşında: — Eğer bu hadîs benim hatırıma gelseydi Muâviye ile kıtal etmezdim, diye buyurmuş . Biri de Hazret-i Osman bin Affân'a işaret edip: — Bu, mazlum olarak katledilecektir, diye buyurmasıdır. Sonunda buyurduğu gibi oldu. Mushaf'ı okurken vuruldu. Kanı, "Fesayekfîkehumullahu ve hüve's-semîu'l-alîmu — Onlara karşı Allah sana yeter. O işitici ve bilicidir," (Bakara sûresi: 2/137) yazısinin üstüne saçıldı. Şifâ'da Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin bu mertebeye kadar belirtmiş olduğu yazılıdır. Hâkim'in naklinde İbn-i Abbâs'dan rivâyet edilmiştir ,ki: — Resulullah hazretleri: Yâ Osman! Sen Bakara sûresini okurken öldürüleceksin ve kanından bir damla "Feseyekfîkehumullahu — Onlara karşı Allah sana yeter," kelimesinin üzerine sıçrayacak, diye buyurmuşlar. Fakat Hâfız Zehebî: "Bu hadîs uydurmadır," demiştir. İmâm Müslim'in naklinde Üsâme bin Zeyd'den rivâyet edilmiştir ki: "Resulullah Efendimiz hazretleri, bir gün Medine'nin evlerinden birinin üstüne çıktı ve yârânına sorup: — Benim gördüğümü siz görüyor musunuz? dedi. Ondan sonra: — Gerçekten sizin evlerinizin arasında katrelerin (yağmur damlalarının) düştüğü yerleri görür gibi fitnelerin düştüğü yerleri görüyorum, diye buyurdu." Hâsılı, şehrinizin içinde fitne vâki olsa gerektir, diye işaret buyurdu. Ondan sonra fitneler zuhur etmeye başladı. Hazret-i Osman'ın şehâdetinden sonra fitneler birbirini takip etti. Tâ Haccac fitnesine kadar o diyar türlü türlü belalardan âsûde olmadı. Nitekim tarih kitaplarında etraflıca yazılıdır. İmâm Mâlik'den rivâyet edilmiştir ki, Harre gününde Kur'an hafızlarından yedi yüz kişi öldürüldü. Üç yüzü sahâbe-i kirâmden idi. Allah onların hepsinden razı olsun. Bu husus Yezid'in halifeliği zamanında vâki olmuştur. Bazı rivâyetlerde "Peygamber Efendimiz Cemel ve Sıffiyn vak'asmdan haber verdi," diye gelmiştir. Hâkim'in rivâyetinde Ümmü Seleme'den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: "Bir gün âlemlerin hocası Peygamber Efendimiz hazretleri, bir gün müminlerin analarından birinin huruç edeceğini (etrafına adam toplayarak meşrû devlet başkanına isyan edeceğini) zikretti. Bunun üzerine Hazret-i Âişe güldü. Fahr-i Âlem hazretleri: — Yâ Humeyrâ (ey kızıl saçlı)! Dikkat et, o sen olmayasın! diye buyurdu. Ondan sonra Hazret-i Ali'ye dönüp: — Onun (Hazret-i Âişe'nin) işlerinden bir nesne sana düşecek olursa ona rıfk ile muamele et, diye buyurdu." İbn-i Abbâs hazretlerinden buna ilişkin rivâyet gelmiştir. Hâkim ve Beyhakî'nin rivâyetlerinde Ebû'l-Esved'den rivâyet edilmiştir ki: "Bir kere Zübeyr'in hurûc ettiğini gördüm. Maksadı Hazret-i Ali ile çarpışmaktı. Hazret-i Ali: — Ünşidük'allahe hel semi'te resulullahi yekulu tukatiluhu ve ente lehu zâlimim — Allah için yemin et! Resulullah Efendimizin sana "Sen zâlim olarak Ali ile çarpışacaksın," dediğini işitmedin mi? diye sordu. Hemen Zübeyr dönüp gitti," demiştir. Ebû Ya'lâ ve Beyhakt'nin rivâyetlerinde: — Belâ ve lâkin nesiytü — Evet, işittim; fakat unuttum, diye cevap verdi, dediler. Biri de Hazret-i Hasan hakkında: — "Inne ibnî hazâ seyyidün ve seyuslihullahu bihi fieteyni azîmeteyni mine'lmüslimîne — Gerçekten benim şu oğlum efendidir. Yakın zamanda Hak teâlâ hazretleri Müslümanlardan iki büyük orduyu bunun sebebiyle ıslah etse gerektir," buyurmalarıdır. Sonunda buyurduğu gibi oldu. Hazret-i Ali bin Ebi Tâlib (Allah varlığını mübarek eylesin) şehit olduktan sonra kırk binden fazla kişi Hazret-i Hasan'a bîat ettiler. Irak ve Horasan beldelerinde yedi ay hilafet üzre oldu. Sonunda ordu düzenleyip Muaviye'nin üstüne yürüdü. Muâviye de karşı geldi, iki asker birbirini görünce Hazret-i Hasan anladı ki, bir tarafın halkinin çoğu kırılmadıkça öbür taraf galip olamaz. Müslümanlardan bu kadar kişinin kanının dökülmesine gönlü razı olmayarak Muâviye'ye mektupla haber gönderdi: "Ben hilafeti sana bırakırım. Ancak babam zamanında seninle savaşan kimselerden Medine halkına taarruz etmemen, kimseyi incitmemen şartiyle..." dedi. Muâviye de: "On kişiden başkasına taarruz etmem," diye cevap gönderdi. Velhasıl aralarında pek çok yazışmalar oldu. işin sonunda Muâviye, beyaz bir kâğıt gönderip: "Bunun üstüne her ne dilersen yaz, ben kabul ve iltizam ettim," dedi. Bunun üzerine sulh yaptılar. Hak teâlâ hazretleri, Hazret-i Hasan'ın uğur ve kutluluğu sebebiyle Fahr-i Kâinat hazretlerinin buyurduğu üzre iki büyük orduyu fitneden saklayıp aralarını buldu ve barıştırdı. Devlâbî çıkarmıştır ki, Hazret-i Hasan: — "Arab'ın reisleri benim elimdeydi. Benim barıştığımla barışırlar ve benim döğüştüğümle döğüşürlerdi. Ben Hak teâlâ hazretlerinin rızası yönünü dilediğim ve Müslümanların kanının dökülmesini önlemeyi murad edindiğim için hilafeti terkettim," diye buyurdu. Biri de şudur ki, İmâm-ı Hüseyin (radıyallahü anh) hazretlerinin Tuf denilen yerde şehit olacağını bildirip bir avuç toprak alarak: "Hüseyin bu toprağa defnolunacaktır," diye buyurmuştur. İmâm Beğavî Mu'cem'inde Enes bin Mâlik'in hadîsinden rivâyet etmiştir ki: "Yağmur Meleği, Hak teâlâ hazretlerinden, Fahr-i Âlem hazretlerini ziyaret etmek için izin istedi. Hak teâlâ hazretleri izin verip Fahr-i Âlem hazretleri Ümmü Seleme'ye geldiği gün Melek de o Hazret'i ziyarete geldi. Peygamber Efendimiz: — Yâ Ümmü Seleme! Kapıyı bekle, üzerimize kimse girmesin! dedi. Ümmü Seleme kapıda dururken hemen Hazret-i Hüseyin gelip içeri girdi, o Hazretin üzerine sıçradı. Efendimiz hazretleri, Hazret-i Hüseyin'i öptü, bağrına bastı, okşamaya başladı. Melek: — Bunu seviyor musun? diye sordu. Resulullah Efendimiz: — Evet, diye buyurdu. Melek: — Gerçekten, senin ümmetin bunu katledecektir. Dilersen katlolunacağı yeri sana göstereyim, dedi. Ondan sonra o şehit olacağı yeri gösterdi. Fahr-i Âlem hazretleri oradan bir avuç kızıl toprak alıp getirdi. Ümmü Seleme (radıyallahü anh) o toprağı aldı da bir bez içine koyup bağladı." Sâbit (radıyallahü anh): "O yer Kerbelâ'dır diye biz kendi aramızda konuşur, bunun sözünü ederdik," demiştir. Ebû Hâtem Sahih'inde ve İmâm-ı Ahmed mezkûr rivâyetin bir eşini nakil buyurmuşlardır. Bir rivâyette de şöyledir ki, Ümmü Seleme: "O Hazret bana bir avuç toprak sunup: — Bu toprak, Hüseyin'in şehit olacağı yerin toprağmdandır. Ne vakit bu durduğu yerde kan olursa bilesin ki, Hüseyin şehit olmuştur, dedi," demiştir. Sözün gelişinin gerektirdiği, işin sonunda buyurdukları gibi olmuş olmasıdır. Fakat o mertebe zikredilmiş olmayıp sadece bunu belirttiklerinin zikri ile yetinilmiştir. Rivâyet olunur ki, Fahr-i Kâinat hazretlerinin buyurduğu üzre Irak toprağından Küfe bölgesinde Tuf dedikleri yerdeki, Kerbelâ diye tanınmıştırHazret-i Hüseyin şehit oldu. Onu öldüren Sinân bin Enes En-Nehaî dedikleri zâlimdi. Bazıları, başka kimselerdir, dediler. Bu hususta bazı olmayacak ve akıl almayacak sözler zikredilmiştir. işin ve halin hakikatini Allah daha iyi bilir. Ebû Nuaym, Delâil-i Nübüvvet'te Nadra-i Ezdiye'den rivâyet etmiştir ki: "Hüseyin bin Ali öldürüldüğü zaman gökten kan yağdı. Sabah kalkınca kuyularımızın ve testilerimizin kanla dolu olduğunu gördük," demiştir. Biri de şudur ki, Buhârî ve Müslim'in rivâyetlerinde Ammâr hazretlerine: — Seni baği (yol kesici, eşkıya) asker katleder, buyurmuştur. İşin sonu buyurdukları gibi olmuştur. Biri de şudur ki, Ebû Ömer bin Abdülberr'in rivâyetinde Abdullah bin Ömer (radıyallahü anh) bir gün Resulullah Efendimizin yanında bir kimse gördü, fakat kim olduğunu bilemedi. Resulullah Efendimiz: — O kişiyi gördün mü? diye sordu. Abdullah: — Evet, diye cevap verdi. Resulullah Efendimiz hazretleri: — O Cebrâil'di. Ama sen gelecek zamanda gözünü yitirsen gerek, dedi. Gerçekten de Abdullah, ömrünün sonlarında kör oldu. Biri de şudur ki, Kays bin Şemmâs'e: — Mademki sağsın, güzel ve makbul yaşarsın, şehit olarak öldürülürsün, diye buyurdu. Gerçekten de buyurduğu gibi oldu. Kays, Yemâme'de Müseylemetü'l-Kezzâb çenginde şehit oldu. Hadîs-i şerifi Hâkim rivâyet etmiştir. Hadîs âlimlerinden Beyhakî ve Ebû Nuaym, "Sahih hadîstir" demişlerdir. Biri de şudur ki, Abdullah bin Zübeyr'e: — "insanlardan dolayı sana yazıklar olsun ve senden dolayı insanlara yazıklar olsun!" demiştir. Yâni: "Senin halktan, halkın da senden çekeceği var," demektir. Nitekim sonunda Haccâc ile aralarında o kadar fitne ve fesat oldu. Tarih kitaplarında yazılıdır. Biri de Âlimü'l-Medine'ye işaret buyurmalarıdır. Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet olunmuştur ki, Resulullah Efendimiz hazretleri: — Yakın zamanda halk uzak menzillerden ilim taleb ederek yolculuğa çıkarlar ve Medine Âlimi'nden daha âlim kimse bulamazlar, diye buyurmuşlar. Süfyân bin Uyeyne: "Biz şöyle düşünürdük ki, o buyurduğu âlim, İmâm Mâlik hazretleri idi," demiştir. Abdürrezzak da: "İmâm Mâlik'den başka hiç kimse 'Âlimü'lMedine' ismiyle tanınmış değildir. İnsanlar, âlemin her tarafından ilim öğrenmek için ona geldikleri gibi hiç kimseye gelmemişlerdir," dedi. Mus'ab'dan rivâyet edilmiştir ki: "İmâm Mâlik'den okumak için halk kapısında öyle toplanıp birikirlerdi ki, birbiriyle döğüşürlerdi," demiştir. Din İmâmlarından ve meşhur âlimlerden nice kimse ondan hadîs-i şerif rivâyet etmişlerdir. Bunlardan bir kısmı şunlardır: İmâm-ı Azâm Ebû Hanife, Zührî, Süfyân, Şafiî, Şam ehlinin İmâmı Evzâî, Mısır ehlinin İmâmı El-Leys bin Sa'd, Ebû Yusuf, Muhammed bin Hasan, Abdurrahman bin Mehdi, şeyhü'l-İmâm-ı Ahmed, Buhârî'nin şeyhi Yahya bin Yahya, Buhârî, Müslim ve Zünnûnu'l-Mısrî'nin şeyhi Ebû Recâ, Fudayl bin lyâz, Abdullah bin Mübârek ve Ibrâhim Edhem... Allah onların hepsine rahmet etsin. Biri de şudur ki, Rafıziyye, Kaderiyye ve Mürcie tâifesinin zuhur edeceklerine işaret buyurmuşlardır. Nitekim Beyhakî'nin naklinde Hazret-i Ali'den rivâyet edilmiştir ki: — "Benim ümmetim arasında bir topluluk olur ki, Râfıze diye isimlendirilirler. Onlar İslâm'ı terkederler," buyurmuşlardır. Taberanî'nin naklinde Kaderiye ve Mürcie için: — "Onlar, bu ümmetin mecusîleridir," buyurmuştur. Enes bin Mâlik hazretlerinden rivâyet edilmiştir. Kıyamet Alâmetleri:Hadîs kitaplarında yazılı olduğu üzre Eşrât-ı Şâat'e (Kıyâmet Alâmetleri'ne) ilişkin nice hadîs-i şerif buyurmuşlardır. Bunlardan biri Sahih-i Buhârî'de Ebû Hüreyre'den rivâyet edilmiştir. Bu hadîs-i şerifte Peygamber Efendimiz bazı alâmetler belirmeden kıyametin kopmayacağını buyurmuştur ki, bildirilen bu alâmetleri Ebû Hüreyre'nin Fahr-i Âlem hazretlerinden bir mecliste dinlemiş olması mümkün bulunduğu gibi müteaddit meclislerde de işitmiş olması mümkündür. Netice olarak bu alâmetler şunlardır: 1 . İki büyük ordu, dâvaları aynı iken birbiriyle cenk ederler. Yâni İslâm sözü üzerinde müttefik oldukları halde cenk ederler demektir ki, bunlar Ali ile Muâviye'nin askerleri idi. Sıffîn denilen yerde birbirleriyle savaştılar. 2 . Peygamberlik dâvası güden yalancılar çıkar. Bunların şimdiye değin nicesi zuhur etmiştir. Hepsinin hakkından gelinmiştir. 3 . Halk arasından ilim kabzolunur. İlim durumunun ve âlimlerin insafinin ne dereceye vardığı beyana muhtaç değildir. 4 . Zaman yakınlaşır. Yıllar aylar kadar ve aylar haftalar kadar sanılır. 5 . Fitne birbiri arkasından zuhur eder. 6 . Öldürme hâdiseleri çoğalır. 7 . Mal çoğalır. Öyle olur ki, sadaka kabul edecek kimse bulunamaz. Bu daha zuhur etmemiştir. 8 . İnsanlar, himmetlerini hep yüksek binalar yapmaya sarfederler. 9 . Bir kimse, bir mümin kardeşinin kabrine uğrayıp "Keşke bunun yerinde ben olsaydım," der. Yâni fitne ve fesadın çokluğundan halk ölümü temenni eder. 10 . Güneş Mağrib'den (battığı yerden) doğar. Kıyâmet öyle bir halde kopar ki, iki kişi kumaş açıp alışveriş ederken ne alım satıma kadir olurlar, ne de kumaşı dürmeğe... Öylesine ansızın kopar. Halkı öylesine hayret alır, demektir. Aynı zamanda yemek için süt sağmış olan kişi, yiyemez; devesini suvarınak için kabını dolduran kişi olduğu gibi bırakır, suvaramaz; lokma kaldıran kişi ağzına iletip yemeğe kadir olamaz. Velhasıl ne kadar mühim iş olursa olsun kişi terk eder. Şaşkınlığın galebesinden gerekenleri yapmağa gücü olmaz, demektir. Peygamberimizin gayba dair verdiği haberler cümlesinden biri de şudur ki, İmâm-ı Buhârî ve Müslim'in rivâyetlerinde Ebû Hüreyre, Fahr-i Kâinat hazretlerinden rivâyet etmiştir: "Hicaz toprağından büyük bir ateş çıkıp Busrâ şehrindeki develerin boyunları onun ziyasından aydmlanıncaya kadar kıyamet kopmaz," buyurmuşlardır. Yâni bu alâmet zuhura gelmedikçe kıyamet kopmaz, ancak bu alâmetten sonra kopar, demektir. Busra Şam diyarında bir şehrin adıdır. Maksat, ateşin ziyası tâ o memleketlere varır, demektir. Gerçekten 654 (M. 1256) senesinin Cemaziyelâhirinin üçüncü günü Çarşamba gecesi olduğu gibi Medine-i münevvere'ye bir konak yakınlıktaki yerden büyük bir ateş çıktı. Başlangıcında öyle büyük bir zelzele, acayip ve heybetli sesler peyda oldu ki, kıyamet koptu sandılar. Medine halkı, helâk olmayı muhakkak bildiler. Bir günde on sekiz kere zelzele oldu. Zikrolunan ateş deryalar gibi coşup kabarırdı. Öyle akıp yayıldı ki, Yemen köylerinden bir köye ulaşıp onu yaktı. İmâm Kurtubî: "Bazı dostlarımız şöyle haber verdi ki, beş günlük yoldan ateşin yüksekliğini havada müşahede ederlermiş," der. Yine ondan nakledilmiştir ki: "Resulullah hazretlerinin yüzü suyuna Medine yakininda soğuk havalar eserdi. Ayrıca mezkûr ateşin Mekke'den ve Busra dağlarından göründüğünü söylediklerini işittim," diye buyurmuştur. Şeyh Kutbuddin Kastalânî: "Bu ateş elli iki gün sürdü. Sonunda Receb ayinin yirmi yedinci gecesiki, Resulullah hazretlerinin miracı onda vâki olmuşturo gece söndü," demişti. Netice olarak bu ateş kıssasinin tafsilatı pek çoktur, İmâm Kurtubî Tezkire'sinde yazmıştır. Kastalânî bunun için başlı başına bir kitap yazıp "Cümelü'l-İcâz Fi'l-İ'câZİ Bi'Nâri'l'Hicâz" diye isimlendirmiştir. Hâsılı bu öyle büyük bir hâdisedir ki, Fahr-i Âlem hazretlerinin diğer mucizelerinden vazgeçilse bile risaletinin gerçekliğine bu mucizesi yeter. Gerçekten de nasıl haber verdiyse öyle olmuştur. Binlerce, belki yüz binlerce kişi bu hususu müşahede etmişlerdir. |