Geri

   

 

 

İleri

 

9   DOKUZUNCU BÖLÜM

Peygamberimizin İbadetleri

Hak teâlâ hazretleri, Fahr-i Kâinat hazretlerine hitap edip:

"Ve lekad na'lemu enneke yuzîku sadruke bimâ yekulûne fesebbih bi-hamdi rabbike ve kün mine's-sâcidîne va'büd rabbeke hattâ ye'tiyeke'l-yekînu — Andolsun biliyoruz, onların söylediklerinden senin göğsün daralıyor, canın sıkılıyor. Sen Rabbini överek tesbih et ve secde edenlerden ol. Ve sana yakîn (kesin bilgi) gelinceye kadar Rabbine ibâdet et," (Hicr sûresi: 15/97-99) buyurmuştur.

Yâni: "Biz gerçekten biliyoruz ki, kâfirlerin söyledikleri sözler dolayısiyle senin sadrın daralıyor. Hak teâlâ hazretlerine ortak getirdikleri, Kur'an'a dil uzattıkları ve seninle alay ettikleri için huzursuzluk çekiyorsun, sözleri sana güç geliyor. O halde tesbih eyle. Öyle bir tesbihleki Rabbinin övülmesine yakın gelsin. Hâsılı "Sübhanallahi ve bi-hamdihi" demekle maşgûl ol ve secde edicilerden, yâni namaz kılıcılardan ol. Rabbine kulluk eyle, tâ sana ölüm gelinceye kadar," demek olur. "Yakîn" den murad, "Ölüm" dür. Şunun için yâkîn diye isimlendirilmiştir ki, yakîn (kesin bilgi ve inanç) hâsıl eden bir şeydir.

Eğer sual olunup:

— İbâdete emretmede "Va'büd rabbeke — Rabbine ibâdet et," demek yetmez miydi? "Hattâ ye'tiyeke'l-yakînu — Sana yakîn gelinceye kadar," diye hangi fayda için zikrolundu? denilirse İmâm Kurtubî ve diğerleri cevap verip şöyle buyurmuşlar:

Eğer sadece "Rabbine ibâdet et" denilmiş olsaydı bir kere itaat etmekle muti olurdu. Yâni bir kere ibâdet emrini yerine getirmekle o emri tamamen yerine getirmiş olurdu. Vakta ki, "Sana yakîn gelinceye kadar," diye buyurdu, o zaman "Bütün işlerinde kulluktan uzak kalma, her zaman Rabbinin kulluğunda devam üzre ol," demek olduğu açıklanmış oldu, demişlerdir.

Ama bu cevap, emrin mutlak olarak tekrarı ifade edici olmamasına dayanır. Bu mesele, usûl meselesinden üzerinde ihtilaf olan bir meseledir: Emir mutlak olarak tekrarı mı ifade eder? Yoksa bir kereyi mi ifade eder? Yahut hiç birini ifade etmez mi? Burada birkaç mezhep (gidilen yol) vardır:

1 . Tekrarı ne ifade edici ve ne de inkâr edicidir. Belki bir kerreyi ve birçok kerreyi bildirmeksizin emredilen şey ne ise onun işlenmesi talebini ifade edicidir. Fakat en az bir defası zarurîdir. Emre uyma onsuz gerçekleşemez. Zira mahiyetin ondan daha azda bulunınasına ihtimal yoktur, dediler. İşte İbn-i Hâcib ve diğerleri bunu tercih etmişlerdir.

2 . Mutlak olarak tekrarı ifade edicidir. Üstad Ebû Ishak Esferânî ve Ebû Hâtem Kazvînî buna zahib olmuşlardır. Böylece "Tekrara bir gâyet tayin olunduysa onu kaplar, aksi takdirde bütün ömrü kaplar. Fakat imkân nisbetinde olur. Abdest bozma, uyuma ve bunlar benzerinin zamanını kaplamaz," demişlerdir.

3 . Bir kereye delâlet eder. Şeyh Ebû Ishak, Mülemma' Şerhinde Ebû Hanife hazretlerinden, ekseri Şafiîyeden ve başkalarından bu mezhebi hikâye etmiştir. Böyle diyenler: "Eğer bir şarta yahut bir sıfata talik olunursa tekrarı ifade edici olur. Kendisine talik olunanın tekrarından ötürü," dediler. Meselâ: "Ve in küntüm cünuben fettahherû — Ve eğer cünüpseniz tamamen temizlenin," (Mâide sûresi: 6) gibi ve "Ez-zâniyetü ve'z-zânî feclidû külle vâhidin minhümâ — Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüz değnek vurun," (Nur sûresi: 2) gibi. Bunlarda tekrarı ifade edicidir, dediler. Allah daha iyi bilir.

O âlemlerin efendisi Resulullah hazretlerinin ibâdete memur olduğunu gösteren deliller cümlesinden biri de şudur ki, İmâm-ı Beğavî'nin naklinde Cübeyr bin Nufeyr ve Ebû Nuaym'ın naklinde Ebû Müslim Havlânî, Fahr-i Âlem hazretlerinden rivâyet etmişlerdir ki:

"Bana mal toplayıp tacirlerden olmak vahiy olunınamıştır. Fakat Rabbini överek tesbih et, secde edenlerden (namaz kılanlardan.) ol ve sana yakın gelinceye kadar Rabbine ibâdet et, diye vahiy olunmuştur," diye buyurmuşlar.

Yine bir âyet-i kerîmede:

"Fa'büdhu v'astabir li-ibâdetihi — O'na kulluk et ve O'nun kulluğunda sabret," (Meryem sûresi: 65) buyrulmuştur.

Yâni Hak teâlâ hazretleri, Resulullah Efendimiz hazretlerine ibâdet emredip uyarınada ve tebliğde vazifenin külfet ve zorluklarına katlanınaya sabırlı olmasını buyurmuştur.

Yine bir âyette de:

"Ve lillahi ğaybu's-semavâti ve'l-arzı ve ileyhi yurceul-emru küllünü fa'büdhu ve tevekkel aleyhi — Göklerin ve yerin ğaybı Allah'a aittir. Bütün işler O'na döndürülür. O'na kulluk et ve O'na güvenerek dayan," (Hûd sûresi: 123) buyrulmuştur.

Bundan anlaşılır ki, seyr-i ilallah (Allah'a gidiş) derecelerinin başlangıcı ibâdettir, sonu da Hakk'a tevekkül'dür, demişlerdir. Hâsılı Cenâb-ı Hakk'a kavuşmak üzere yolculuk eden kimse, ibâdet azığına muhtaç olur. Ondan müstağni olmaya mecal yoktur. Her ne vakit kulun, Allah'a yakınlığı artsa, O'nun yolunda mücâhedesi daha büyük olur. Hak teâlâ hazretleri:

"Ve câhidû fî'llâhi hakka cihâdihi — Allah uğrunda O'na yaraşır şekilde cihâd edin," (Hac sûresi: 78) buyurmuştur.

Onun için iki cihanın iftiharı Muhammed Mustafa Efendimiz hazretleri, ömrünün sonuna kadar ibâdet vazifelerine kıyamda ve içtihatta bütün insanların toplamından daha büyüktü. O'nun ettiği tâat ve ibâdeti hiç kimsenin edebilmesi düşünülemezdi. Sahâbe-i kirâmden de her kimin yakınlığı ve yükselmesi ziyade olsa o yüzden tâat ve ibâdeti daha ziyade olurdu, işte Kitap ve Sünnet'in gereği üzre işin hakikati budur.

Bazı dinsizler, "Hakiki yakınlık, kulu, dış ibâdetten iç ibâdeta nakleder; amel meşakkatinden ruh ve cesedi kurtarıp rahata kavuşturur," demişler ve tekâlifin (dinî vazifelerin) sükût edeceği zuınuna kapılmışlardır. Bu itikatları küfrün kendisidir. Bundan Allah'a sığinınak gerektir. Eğer kişi, kulun yükselebileceği makamların en yücesine yetişse bile ondan zerre miktarı teklifin sâkıt olması ihtimali yoktur.

Bundan sonra malûm olsun ki, Resulullah Efendimiz hazretleri, peygamber olmadan önce eski şeriatlerden herhangi birisiyle mükellef oldu mu, olmadı mı hususunda âlimler ihtilaf etmişlerdir. Zira eğer birine bağlı olsaydı işitilir, elbette naklolunurdu. Onu örtüp gizlemeye imkân ve ihtimal yoktur, dediler. Ayrıca böyle bir şey vâki olsaydı o şeriata mensup geçinenler iftihar edip: "Muhammed bir zaman bizim şeriatımıza tâbi idi," derlerdi. Halbuki hiç böyle bir şey nakledilmedi, dediler.

Bir topluluk da şuna zâhib oldular: O'nun hakkında başka bir şeriata bağlılık aklen olmayacak bir şeydir. Zira tâbiliği bilinen bir kimsenin metbû' olması, imkânsız ve hatta olmayacak bir şeydir, dediler.

Bir topluluk da bu hususda duraklayıp "iki yönden birine hükmetmemek gerek. Zira aklın hâkim olabileceği bir yer değildir," dediler.

Bir topluluk da: "Şer’-i min kıbelihi (kendi katından olan bir şeriat) ile amel edici idi," dediler. Ondan sonra bu şeriatın belirli olup olmayacağı hususunda ihtilaf ettiler. Bazıları belirtmekten kaçtılar, durdular. Bazıları buna girişip cesaret ettiler. Bu işe girişenler de kimin şeriatma tâbi olduğunda ihtilaf ettiler. Kimisi Nuh peygambere, kimisi ibrahim'e, kimi Musa'ya ve kimi de İsa'ya, dediler. Allah Peygamberimize ve onların hepsine salât etsin.

Bu meselede bütün mezhepler işte bu zikrolunanlardır. Ama bundan daha açık ve parlak olanı, Kadı Ebû Bekir'in kavlince, ittibâm (başka bir şeriata bağlılığın) vâki olmamış olmasıdır. Mezheplerin akla en uzak olanı, tayin edenlerin mezhebidir. Zira o, zikrettiğimiz üzre vâki olsaydı, naklolunur ve işitilir, gizlenmesi mümkün olmazdı. İsa aleyhisselâmın peygamberlerin sonuncusu olduğuna ve şeriatinin kendinden sonra gelenler için lâzım bulunduğuna dair de bir delilleri yoktur. Zira sözlerin en doğrusu şudur ki, bizim peygamberimiz Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem) hazretlerinden başka bir peygamberin umuma dâveti yoktu. En iyisini Allah bilir.

Bu zikrolunan sözler ve görüşler, Kâdî Iyâd'ın sözlerinden kısaltılarak alınmıştır. Son derece güzel sözlerdir. Fakat bu hususta mezheplerin hepsi bu zikrolunandır demesi hususunda bazı görüşler vardır. Zira Peygamber Efendimiz hazretlerinin, Hazreti Âdem'in şeriatı üzre olması da İbn-i Bürhân'dan hikâye olunmuştur. Bazılarının sözlerinde bütün şeriatler üzere olması da rivâyet olunmuştur. Nitekim Mâlikîlerden ElMahsûl Sahibi böyle hikâye etmiştir.

Ancak ibrahim aleyhisselâmın şeriatı üzreydi demiş olanların dayanağı:

"Sümme evhayna ileyke enittebi' millete İbrâhîme hanîfen — Sonra sana vahyettik ki: Bütün varlığınla yönelerek İbrâhim'in dinine tâbi ol," (Nahl sûresi: 16/123) sözüdür.

Ama bundan bu sonucu çıkarınak doğru değildir. Belki bundan murat, "Tevhide tâbi ol" demektir. Zira bu âyet-i kerîmede Hazret-i İbrâhim'i: "Mâ kâne mine'l-müşrikîne — Müşriklerden olmadı," (Nahl sûresi: 16/123) diye vasıflandırdı. Bundan, "enittebi* — tâbi ol!" buyrulmasmdan muradın zikrolunan mâna olduğu zâhir oldu.

Bunun benzeri, "Ülâikellezîne hedâllahu febihüdâhumu'ktedih — İşte onlar, Allah'ın doğru yolu gösterdiği kimselerdir. O halde onların yoluna uy," (En'âm sûresi: 6/90) âyet-i kerimesidir. Bunların içinde Hak teâlâ hazretleri, kendine mahsus şeriatı olmayanı zikretmiştir. Hazret-i Yusuf gibi... O kimsenin kavlince Yusuf aleyhisselâm resul değildi. Ayrıca Hak teâlâ hazretleri, mezkûr âyette daha nice peygamberleri zikretmiştir ki, bunların şeriatleri birbirine muhalifti, aralarındaki farkları kaldırıp bunları birleştirmek mümkün değildi. O halde bu da delâlet eder ki, murat, hepsinin ittifak ettikleri Tevhîd mânasında ittibâdır.

Eğer sual olunup:

Resulullah Efendimiz hazretleri, şirkin nefyini ve tevhidin isbâtını kesin delillere dayandırmıştır. Bu takdirde O'nun başkasına tâbi olması doğru ve uygun düşmez. Ve "enittebi'" sözünü de bu mânaya hamletmek doğru olmaz, denilirse İmâm Fahr-i Râzt buna cevap verip buyurmuştur ki:

— Muradın, dâvetin keyfiyetinde (nasıl olduğunda) ittibâ olması muhtemeldir. Yâni yumuşaklık, kolaylık ve tatlılıkla halkı Tevhîd ve tâate dâvette onlara ittibâ ve iktidâ eyle, yâni uy! Birbiri arkasından pek çok şekillerde deliller getirmede onların üslûbuna tâbi ol demek olabiler.

* * *

Peygamber Efendimizin hazretlerinin ibâdetlerinin beyanı yedi nevi üzerinde toplanmıştır: