Geri

   

 

 

İleri

 

8 - 2

2. Nevi: Tabiî ilâçlar

Peygamberimizin tabiî ilâçlarla ettiği tedaviler beyanındadır.

1. Baş Ağrısinin İlâcı:

Malum olsun ki, sudâ' (baş ağrısı), başın ya bir kısmında yahut tamamında olan bir acıdır. Eğer sadece bir yanında olursa ona şakika derler.

Baş ağrısinin sebebi, ya başa çıkan buharlar ya da ahlât-ı harre veya bâride'dir. Yâni insan vücudunda bulunan kan, salya, safra ve dalak ifrazatı gibi unsurların sıcak veya soğuk karışımlarıdır. Bu buhar veya karışımlar başa çıkar da menfez (delik, yarık) bulamayıp baş ağrısı peyda eder. Eğer bir tarafına meylederse şakika ihdas eder, yâni yarım baş ağrısı yapar. Eğer başın tamamını kaplarsa ona dâ-ı beyze (miğfer hastalığı) derler. Bu ağrıyı harp silâhlarından olup başa giyilen demir başlığa benzeterek böyle demişlerdir.

Bazen baş ağrısı, midede yahut damarlarda verem (şişlik) olmasından yahut midede ağır yel olmasından yahut dolgunluktan ve kan toplanınasından olur. Bazen de sert ve şiddetli hareketten olur. Meselâ cimâdan, kusmaktan, uyku uyumamaktan ve çok konuşmaktan ortaya çıkar. Bazen de nefsanî a'râzdan, meselâ üzüntü ve sıkıntıdan, açlıktan ve sıtınadan vâki olur. Öyle olur ki, haricî sebeplerden, meselâ başa darbe dokunınasından veya ağır bir şey götürmekten yahut çok sıcak ve soğuk havalardan ve sulardan olur. Netice olarak tam baş ağrısinin sebebi çoktur.

Yarım baş ağrısı demek olan şakika'ya gelince o, başta bulunan şiryanlarda (atardamarlarda) olur. Aynı zamanda başın gayet zayıf yerine mahsus olur. Şiryan diye hareketi olan damarlara derler.

İmâm-ı Ahmed'in rvayetinde Büreyde (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: "Fahr-i Âlem hazretlerine bazen şakika ârız olup bir gün iki gün durur, gitmezdi."

Sahih hadîste gelmiştir ki, Peygamber Efendimiz, ölüm hastalığında "Vâ re'sâhu — Vay başım!" diye buyurmuştur.

Şu da gelmiştir ki, çıkıp hutbe okuduğunda mübarek başı sarılmış halde idi.

Şakika'da ve suda'ın sair kısımlarında başı sıkıca sarınak faydalıdır.

Sahîh-i Buhârî'de İbn-i Abbâs hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, "Fahr-i Âlem hazretleri şakika için bir kere ihram bağlamış iken hacamat eyledi," demiştir. Bazı rivâyette İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: "Mübarek başinin ortasından hacamat eyledi," diye buyurmuş.

Buharî'nin Tarih'inde ve Ebû Davud'un Sünen'inde gelmiştir ki, âlemlerin hocası Peygamber Efendimiz hazretlerine her ne zaman birisi gelip başından şikâyet etse "Hacamat eyle," derdi. Ayağım ağrıyor dese, "Kına yak," diye buyururdu.

Tirmizî'nin rivâyetinde gelmiştir ki, Ali bin Abdullah hazretlerinin büyükannesi âlemlerin hocası Efendimiz hazretlerine hizmet ederdi. Ondan rivâyet etmiştir ki, "Fahr-i Âlem hazretlerinin bir yerinde yara olsa yahut bir hastalık bulunsa bana emrederdi, üzerine kına yakardım," demiştir.

2. Göz Ağrısinin İlâcı:

Rivâyet olunur ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, göz ağrısına, dinlenme ve istirahat etmekle ve bir yerde huzur içinde oturup hareket etmeyerek rahat olmakla ilâç ederlermiş.

Sünen-i İbn-i Mâce'de Suheyb'den rivâyet edilmiştir ki: "Bir kere Resulullah Efendimiz hazretlerinin şerefli huzurlarına vardım. Önünde ekmekle hurma vardı.

— Yaklaş, sen de ye, diye buyurdu.

Ben de hurmadan alıp yedim. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri:

Sende göz ağrısı olduğu halde hurma mı yiyorsun? dedi.

Ben:

Yâ Resûlallah! Öbür tarafımla çiğniyorum, dedim.

Fahr-i Âlem hazretleri, bunun üzerine tebessüm etti," demiştir.

Hurmada göz ağrısına bir çeşit zarar varken yemesine izin buyurmalarının hikmeti, kendisiyle beraber yemenin bereketlerinden o zararın def edilmiş olacağinin kendilerince bilinmiş olmasıydı.

Rivâyet olunur ki, Hazret-i Ali'nin gözü ağrırken yaş hurma yemekten perhiz buyurmuşlardır.

Sahîh-i Buhârî'de Saîd bin Zeyd'den rivâyet edilmiştir ki: "Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin şöyle buyurduğunu işittim," demiştir:

"El-kemeetü mine'l-menni ve mâuhâ şifâün lil-ayni — Mantar, menn (kudret helvası) kısmındandır ve onun suyu göz için şifadır."

"Minel-menni — Kudret helvası kısmındandır," buyrulması hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları: "Hak teâlâ hazretlerinin Benî İsrail'e indirdiği men'den (kudret helvasından) dır, demektir," dediler. O ise öyle bir şeydi ki, ağaç yapraklarına düşerdi ve bal gibi toplayıp yerlerdi.

Hitabî der ki: "Murat, kudret helvasinin mantar nevinden olması değildir. Belki murad şudur ki, ikisi de tohum ekmeden ve sulamadan zahmetsiz vücuda gelir. Bu cihetten ona menn (kudret helvası) denilmiştir. Mantarın göz ağrısına faydası şu cihettendir ki, sırf helâldir, ele geçirilmesinde şüphe yoktur. Bundan anlaşılır ki, sırf helâl olan şeylerin kullanılması göze cila verirmiş."

Mantarın suyunun göze şifa vermesinde iki söz vardır. Bunlardan birine göre hakikaten kendi suyu faydalıdır. Ama böyle diyenler, suyunun safî olarak kullanılmamasmda ittifak etmiş, ancak nasıl kullanılması gerektiğinde ihtilaf etmişlerdir. Kimisi, "Göze çekilen ilâçlarla beraber kullanılır," dediler. Kimisi de, "Şak edilip kor üstüne konur, kaynar, suyu çıkar. Ondan sonra suyu mil ile sıcak olarak alınır ve göze çekilir. Soğuk iken almamalı, faydası olmaz," dediler. Bazıları da dediler ki: "Mantarı yeni bir çömlek içine koymalı, üstüne su koymalı, ama tuz koymamalı. Temiz bir kapakla ağzını kapatmalı. Kapaktan akan Buhârî alıp göze çekmeli."

İbn-i Vâkidî der ki: "Mantarı sıkıp suyunu alsalar da ismid (sürmetaşı) denilen ilâcı onunla terbiye etseler göze faydalı olan şeylerin en iyisi olur. Göze çekilse kapaklarını kuvvetlendirir, görüşün özüne kuvvet ve şiddet verir, nezlelerin inmesini önler."

İbn-i Kayyum der ki: "Mantar suyunun göze cila verdiğini büyük tabibler itiraf etmişlerdir. Bunlar cümlesinden biri Mesihî, biri de İbn-i Sinâ'dır."

Mantar, aslında zarardan sâlim yaratılmıştır. Ama kimisine bir âfet yetişir de zararlı olur. Zararı, bazı zararlı nesnelere yakınlık sebebiyledir. Hakkında hadîs gelen her nesneyi doğru ve halis niyetle kullanınak zararını def eder, demişlerdir. Doğrusunu ancak Allah bilir.

3.  Peygamberimizin Boğaz Ağrısını Tedavisi:

Ödağacı (Ud-i Hindi) hoş kokulu bir şeydir, buhur ederler. Bu, boğaz ağrısına faydalıdır. Döğüp ezerek bir miktarını üzerine değdirmek gerektir.

Sahih-i Buhârî'de Ummü Kays binti Muhsin'in hadîsinde gelmiştir ki: "Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, çocukların üzerine allak asınaktan ve boğazını bastırmaktan nehyedip:

— Ödağacı kullanın. Zira onda yedi türlü derde şifa vardır. Bunlardan biri zâtülcenb'dir, diye buyurmuştur."

Allak, çocukların boynuna astıkları bir nesnedir.

Câbir bin Abdullah'dan rivâyet edilmiştir ki, Fahr-i Âle m hazretleri Dır gtin Hazret-i Âişe'nin yanına girdi. Burnundan kan akan bir çocuk gördü:

— Bu nedir? diye sordu.

Ya Resulallah! Boğazı ağrıyor, yahut başında ağrısı var, diye cevap verdiler.

Evlâdınızı katletmeyin! (Yâni abes ilâçlarla helâk etmeyin). Herhangi bir kadinin çocuğuna boğaz ağrısı yahut baş ağrısı ârız olsa o kust-ı Hindî'yi (topalak denilen otu) alsın da su ile ezip burnuna damzırsın, diye buyurdu.

Âişe (radıyallahü anh), Fahr-i Âlem hazretlerinden işittiği üzre emretti, O çocuğa öyle ettiler, şifa buldu.

Bazıları boğaz ağrısına kust'un iyi gelmesini anlayamayıp bunda zorluk görerek: "O, sıcak bir ilâçtır. Boğaz ağrısı çocuklara sıcak zamanda ârız olur. Onların mizaçları da sıcaktır. Hususiyle Hicaz bölgesinde olanların... O halde bu nasıl uygun gelir ve doğru olur?" dediler. Buna cevap verip demişlerdir ki: "Bu hastalığın maddesi kandır ki, ona balgam galebe eder. Kust'ta ise kurutına hassası vardır, rutubeti kurutarak ortadan kaldırır. Bu hastalığa iyi gelmesinin bu hassasından dolayı olması mümkündür."

Ama bu hastalığın meydana gelmesini sıcak zamana tahsis etmenin mânası yoktur. Belki soğuklarda daha ziyade olur. Buyurduklarının soğuktan olana mahsus bulunınası da mümkündür. Edviye-i hârre (sıcak ilâçlar), sıcak hastalıklara iyi gelen ilâçlardır. Belirtilerini önlediği gibi hastalığın kendisine de fayda ettiği görülür.

İbn-i Sinâ "Dilciği tedavi etmenin ilâcında Yemen şapı ile kust faydalıdır," diye zikretmiştir.

Eğer bu ileri sürülen şeylerden hiç biri bulunınazsa "Mucize tıb kaidelerinin dışındadır," demek cevap olur.

4.  Peygamberimizin ishale Karşı İlâcı:

Sahihayn'da gelmiştir ki, bir kimse Resulullah Efendimiz hazretlerine gelip:

— Kardeşimin ishali var, diye bildirdi.

Fahr-i Âlem hazretleri de:

— Ona bal şerbeti içir, diye buyurdu.

O kişi:

İçirdim, daha beter etti, dedi.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz hazretleri:

Sadakallahu ve kezzebe batni ahîke — Allah doğru söylüyor, senin kardeşinin karnı yalan söylüyor!" dedi.

Yâni: "Hak teâlâ hazretleri, bal için "Fiili şifâün linnâsı — Onda insanlar için şifa vardır," (Nahl sûresi: 16/69) demiştir. Elbette Allah gerçek söyledi, ama kardeşinin karnı yalan söyledi, demektir.

İmâm Müslim'in rivâyetinde üç kere bal şerbeti içirmeyi emir buyurdu. Ondan sonra dördüncü kere geldiğinde yine: "Ona bal şerbeti içir," dedi. O da: "içirdim, fakat ishâli daha fazla oldu," dedi, demişlerdir. Hâsılı, üç defa içirdi, faydası görülmedi. Dördüncü gelişinde yine onu emredince o da: "İçirdim, ishâlini arttırmaktan başka bir şey yapmadı," dedi.

Ama İmâm-ı Ahmed'in naklinde Yezid bin Hârun'dan rivâyet edilmiştir ki: "Dördüncü defa buyurduğunda içirdi ve şifa buldu. Bu durumda Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri: "Allah doğru söyledi, fakat senin kardeşinin karnı yalan söyledi," buyurdu. Yâni: "Fayda göreceği kesindi. Birkaç kere faydasinin görülmemesi senin kardeşinin şifayı kabul istidadı olmamasmdandı," demektir.

Hitâbî der ki: "Hicaz ehli, hatâ kelimesi yerine kizb (yalan) kelimesini kullanırlar. Meselâ bir kimse söylenen sözü idrâk etmese ona "Kulağın yalan söyledi" mânasmda "Kezzebe sem'uke" derler. Burada da karnı yalan söyledi demek, şifanın kabulüne elverişli olmadı, hatâ etti, demektir.

İmâm Fahr-i Râzî (Allah ona rahmet etsin) der ki: "Fahr-i Kâinat hazretlerinin o balın faydasinin sonradan meydana çıkacağını vahiy nuru ile bilmiş olduğu sanılır. Kendi bu mânayı bilirken o kişinin karnının hakikatte faydalanınamasını yalan mecrasına döküp o kelimeyi kullandı."

Bazı dinsizler itiraz edip:

Bal nefsinde müshildir. Ishâli olana onu salık vermek nasıl caiz olur? demişlerdir.

Buna cevap verip dediler ki:

— Bu itiraz cahil sözüdür. Zira hekimler ittifak etmişlerdir ki, aynı hastalığın ilâcı, yaşın, âdetin, zamanın ve başka şeylerin değişmesi bakımından değişik olur. Şu da kesindir ki, ishâl çok çeşitlidir. Bu cümleden biri "heyza — şiddetli kusma" dedikleridir ki, tuhme'den (mide dolgunluğundan) hasıl olur. Onun ilâcı, tabiatı hâli üzre bırakmaktır. Eğer müshile muhtaç ise hastada kuvvet olunca müshil verilir. O halde Peygamber Efendimiz hazretlerinin bal buyurmasinin bu kısım için olması mümkündür. Zira bu kısım için bal şu cihetten faydalıdır ki, mide nahiyelerinde toplanmış olan lüzucetli (yapışkan) karışımları def edip midede gıdanın istikrar bulmasına yardımcı olur.

İbn-i Cevzî (Allah ona rahmet etsin) Peygamber Efendimiz hazretlerinin ishale bal şerbeti içsin diye buyurması hususunda dört vecih zikretmiştir:

1 . Âyet-i kerîmede geçen şifâyı umumîlik üzerine hamletmesi mümkündür. "Sadakallahu — Allah doğru söyledi" demesi bu mânaya işarettir. Yâni: "Onda (balda) insanlar için şifa vardır," (Nahl sûresi: 16/69) âyet-i kerimesi her hastalığa şifadır demek olur.

2 . Balla tedaviyi mutadı olan kimseye buyurmuş olabilir.

3 . Zikrolunduğu üzre heyza illetine tutulmuş olana buyurmuş olabilir.

4 . Balı önce kaynatıp ondan sonra içmeyi buyurmuş olabilir. Zira böyle olunca balgamı bağlar.

Birinci görüşü hadîs-i şerif teyid edicidir. Zira İbn-i Mes'ud'un rivâyetinde:

"Aleykümü bi'ş-şifâi mine'l-aseli ve'l-kur'âni — Sizin için balda ve Kur'ân'da şifa vardır," diye gelmiştir.

Hazret-i Ali Efendimizin sözü de teyid edicidir ki:

"Sizden birinize bir hastalık ârız olsa karısına:

Bana mehrinden bir miktar şey bağışla, desin ve ondan aldığı şeyle bal satın alsın, gök suyu (yağmur) ile ezip içsin. Faydalı ve mübarek olur," diye buyurmuştur.

Yine İmâm-ı Ali'den bir rivâyette şöyle gelmiştir:

"Sizden biriniz şifa dilediği zaman temiz bir çanağın içine Allah'ın kitabından bir âyet yazsın, ondan sonra gök suyu (yağmur) ile çanağı yıkasın. Karısından gönül hoşluğu ile biraz para alıp onunla bal satın alsın. O su ile balı karıştırıp içsin. Allah'ın izniyle şifa hasıl olur."

İbn-i Kesîr, zikrolunan hadîs-i şerifle Hazret-i Ali'nin sözlerini zikrettikten sonra açıklanan şekil üzre ilâç edince şifa bulmanın sebebine işaret ederek şöyle buyurmuş:

"Kur'an âyetinde şifa olduğunun delili şudur ki, Hak teâlâ hazretleri:

"Ve nünezzile mine'l-kur'âni mâ hüve şifâün ve rahmetün lil-müminîne — Biz, Kur'an'dan, müminler için şifa ve rahmet olan şeyler indiriyoruz," (İsrâ sûresi: 17/82) buyurmuştur.

Yağmur suyunda şifa olduğunun delili şudur ki:

"Ve nezzelnâ mine's-semâi mâen mübâreken — Ve gökten bereketli bir su indirdik," (Kaf sûresi: 50/9) buyurmuştur.

Kişinin hatununun malında şifa olduğuna:

"Fein tıbne leküm an şey'in minhu nefsen fekûlûhu hanîen merîen — Eğer kendi istekleriyle o mehirden size bir şey bağışlarlarsa onu âfiyetle yeyin." (Nisâ sûresi: 4/4) âyet-i kerîmesi delâlet eder.

Balda fayda ve şifa bulunduğuna işe:

"Fîhi şifâün li'n-nâsi — Onda (balda) insanlar için şifa vardır," (Nahl sûresi: 16/69) âyet-i kerîmesi delâlet eder," demiştir.

Bu suretle Hazret-i Ali (kerremallahu veçhe) hazretlerinin bütün bunları bir araya getirerek "Böyle edince şifa hâsıl olur," demesinin sırrı açığa çıktı, anlaşılmış oldu.

5 . Tabiat Kuruluğuna (Kabızlığa) Karşı Peygamberimizin İlâcı:

Tirmizi ve İbn-i Mâce'nin rivâyetleri üzre Esmâ binti Umeys (radıyallahü anh) o Hazretten rivâyet etmiştir ki:

"Bir gün Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri:

— Ya Esmâ! Ne türlü müshil içersin? dedi.

O da:

— Şebrem  içerim, dedi.

Fahr-i Âlem hazretleri:

— "Hamın hârrun — Çok sıcak, çok sıcak!" dedi.

Yâni: "Şebrem çok sıcak bir ilâçtır," diye buyurdu. Ondan sonra Esmâ:

— Senâ*  içtim, dedi.

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri:

"Eğer ölüm için kendisinde şifa bulunan bir şey olsaydı, o, senâ olurdu," diye buyurdu.

İmâm Buhârî de Tarih-i Kebir' inde Esmâ'dan Tirmizî gibi rivâyet etmiştir. Ebû Muhammed El-Hamîdî kendi Tıb Kitabı'nda zikretmiştir ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri:

"Şebrem'den sakinin, zira çok sıcaktır. Senâ kullanın. Eğer ölümü def edici bir şey olsaydı senâ onu def ederdi," buyurmuşlar.

Bazı rivâyette "Resulullah Efendimiz hazretleri senâyı temr ile içti" diye gelmiştir. Yâni "Bal ve şeker yerine hurma suyunu katıp içti," demektir.

İbn-i Mâce'nin Sünen'inde gelmiştir ki, İbn-i İbrâhim bin Ayle, Abdullah bin Harâm'dan nakledip dedi ki: "Resulullah Efendimiz hazretlerinden işittim:

"Tedavi gerekli olunca senâ ve senût kullanın. Zira her ikisinde de sâm'dan başka her derde devâ vardır," buyurdu.

— Ya Resulallah! Sâm nedir? dediler.

— Ölümdür, diye cevap verdi."

Malum olsun ki, şebrem dedikleri bir ağaç kökünün kabuğudur. Tabiatı sıcaktır ve dördüncü derecede kurudur. Tehlikeli olup çok ziyade ishâl verici olduğu için hekimler kullanınaktan men etmişlerdir.

Senâ, Türkçe sinâmeki dedikleri nesnedir. Mersin yaprağına benzer yeşil yaprakları vardır. Hicaz bölgesinde hasıl olur. En iyisi Mekke'de bitenidir. Mübarek bir devadır. Zararı yoktur. İtidale yakındır. Tabiatı birinci derecede sıcak ve kurudur. Safrayı, sevdâyı ve balgamı ishâl eder (kolaylaştırır) ve kalbin cirmine kuvvet verir. Faydaları çoktur. Bu cümleden olarak sevdâ vesveselerine faydalıdır. İmâm Râzî: "Senâ ile şahtere, ahlât-ı muhterika'yı (yanıcı karışımları) ishâl ederler, uyuza ve kaşıntıya faydalıdırlar. Her birinin şerbet miktarı dört dirhemden yedi dirheme kadardır," demiştir.

Ama senût'un ne olduğu hususunda birkaç söz vardır. Bazıları, "Baldır" dediler. Bazıları, "Kimyon'a benzer bir tohumdur," dediler. Bazıları da, "Kimyon-u Kirmânî'dir" dediler. Kimisi, "Rezene'dir" dedi. Kimisi de "Şebs'dir (dereotudur), dedi. Ama bazıları, "Sade yağla karıştırılmış olan baldır," dediler. Bazı tabibler bu sözü tercih edip "Doğruya en yakın olan budur," dediler. Zira bal sade yağla beraber olunca senâ'yı ıslah eder ve ishâle yardımcı olurlar. Yalnız kullanılmasından böyle kullanılması daha uygun ve iyidir. Doğrusunu Allah bilir.

6 . Peygamberimizin Kalb Hastasına İlâcı:

Ebû Dâvud'un naklinde geldiğine göre Sa'd (radıyallahü anh) hasta oldu da Resulullah Efendimiz hazretleri onu ziyarete geldi:

Sen mef'ud (kalb hastası)sm, diye buyurdu.

Ve Medine'nin balçık hurmasından yedi tane hurma yemesini buyurdu:

Hurma her kişiye faydalı değildir. Fahr-i Kâinat hazretlerinin sözü Medine halkına ve etrafında olan tâifeye göredir. Zira onların mizacına nisbetle hurma, başkalarına nisbetle buğday gibidir, dediler. Yeldi tane olmasındaki hususiyet ise vahiy ile bilinir.

Sahihayn'da geldiğine göre Resulullah Efendimiz hazretleri:

"Bir kimse sabah vaktinde Âliye hurmasından yedi tane balçık hurma yese o gün ona zehir ve sihir zarar vermez," buyurmuşlar.

Âliye, Medine'nin yüksek tarafıdır. Balçık hurması da saklanınak üzere selle, sepet, zembil gibi çeşitli kaplara basılmış olan hurma demektir.

7 . Peygamberimizin Zâtülcenb Hastalığına İlâcı:

Sahîh-i Buhârî'de merfuan gelmiştir ki, Resulullah Efendimiz:

"Bu ûd-i Hindî'de (ödağacında) sizin için yedi şifa vardır. Onlardan biri zâtülcenb'dir," buyurmuşlardır.

Bu hadîs-i şerif gereğince zâtülcenb hastalığına karşı ödağacı kullanınak gerekir. Çünkü onun şifa olduğu yedi hastalıktan biri zâtülcenb'dir.

Tirmizî'nin naklinde Zeyd bin Erkam'dan, o da Fahr-i Âlem Efendimizden rivâyet etmiştir ki:

"Zâtülcenbi, kust-ı bahrî* ve zeytinyağı ile tedavi ediniz," diye buyurmuşlar.

Kust: Türkçe'de "Topalak" diye anılan ve hünnapgillerden olup yapraklarından yeşil boya çıkarılan bir bitkidir. İlmî adı: "Rhamnus cholorophorus globosus"dur. Birkaç nevi vardır. Siyah, hafif ve tatlı olanına Hindi, beyaz, hoş kokulu, fakat tadı acı olanına Bahrî denir. 

Malûm olsun ki, zâtülcenb, sıcak bir verem (şişlik) dir. îyeğilerin altındaki perdede olur. Bazı tabibler, "Sıcak şişliktir, göğüs içinde ve göğse yakın yerlerde olur," diye tabir etmişlerdir. Hakikî zâtülcenb budur. Bunun sebep olmasiyle beş hastalık peyda olur: Ateş yükselmesi, öksürük, sancı, nefes darlığı. Bazen olur ki, böğür ağrısına da zâtülcenb derler. Bunun sebebi, böğür nahiyelerinde ağır yellerin sıkışmış olmasıdır. Ondan ağrı peyda olur. Elem verici bir hastalıktır. Âlemlerin hocası Efendimiz hazretlerinin ûd-i Hindi ve kust-ı bahrî (ödağacı ve topalak) kullanılmasını buyurduğu bu hastalıktır. Zira ödağacı ve topalak, ağır yelleri tahlil (analiz) eder, böylece giderirler.

İmâm İbn-i Kayyum Mesihî'den hikâye etmiştir ki: "Ödağacınm tabiatı sıcak ve kurudur. İshâli tutar. Karın azâlarına kuvvet verir. Yelleri sürer. Vücuttaki yolları ve tutuklukları açar. Dışarı anlamadığı için biriken rutubeti giderir. Zâtülcenb'e faydalıdır. Dimağa kuvvet verir. Hakikî zâtülcenbe de faydalı olması mümkündür. Bilhassa balgam maddesinden meydana gelmiş olduğu zaman... Bu durumda hastalığın eksilmesi zamanında kullanılır."

8 . Peygamberimizin Istiska (Su Toplama) Hastalığına İlâcı:

Enes bin Mâlik'in (radıyallahü anh) rivâyetinde Ureyne ve Akl kabilelerinden bazı şahıslar Peygamber Efendimiz hazretlerine gelmişlerdi. Medine havası bunlara hoş gelmeyip hasta oldular ve Fahr-i Kâinat hazretlerine hallerinden şikâyet ettiler. Şehrin dışında sağılır sadaka develeri vardı; Peygamber Efendimiz bunları oraya gönderdi:

Gidin, onların sütünden ve bevlinden (idrarından) için! diye buyurdu.

O bedbahtlar gittiler. Bir zaman orada durup sıhhat buldular. Sonra orada çobanları öldürdü, develeri sürüp götürdüler. Fahr-i Âlem hazretleri arkalarından adamlar saldı. Onlara yetiştiler, tutup getirdiler. Çok şiddetli azâbla onları öldürdüler.

Şöyle bilinsin ki, istiska üç kısımdır:

1 — Lahmî: En zorlu ve çetin olanı budur. Bu o kısımdır ki, bunda bütün bedenin eti balgam maddesi sebebiyle artar, kan maddesiyle bütün bedene yayılır.

2 — Zıkkî: Bu o kısımdır ki, karnın altında geri dönen sıvılar toplanıp hareket ettikçe tulum içinden işitildiği gibi karından su sesi işitilir. Tabiblerin çoğunluğu katında en kötü olan nevi budur.

3 — Tabiî: Bunda yel maddesiyle karın şişer. Parınakla vursalar davul gibi ses verir.

Fahr-i Kâinat hazretlerinin o tâifeye süt ve bevl içmeyi buyurmalarının sebebi şu idi ki, deve sütü, açıcı, yumuşatıcı, söktürücüdür. Kapıları ve yolları açar. Hele kırlarda, çöllerde, yavşanotu ve civanperçemi denilen otları, papatya, gelincik ve bunlar gibi istiskaya faydalı olan bitki ve çiçekleri çok yemiş olursa gayet faydalı olur. Hususiyle sağıldığı gibi sıcakken içilirse. Deve yavrusunun bevli ile içilmeli ve o da sıcak sıcak olmalı. Bevl, sütün tuzluluğunu arttırır. Fazla damlatılmasın, ishalini ziyade eder.

Bazı hastalıkların devâsını, azizlerden bazı kimseler, Peygamber Efendimiz hazretlerinden rüyada almışlardır. Bunlardan biri mide zayıflığı için vâki olmuştur. 1bnü'l-Hâc Medhal'de zikretmiştir ki: "Bir kişinin midesi bozulmuştu. Bir gece büyük şeyh Ebû Muhammed El-Mercanî (Allah sırrını mübarek eylesin) rüyasında Fahr-i Âlem hazretlerini gördü. Şu devâyı işaret buyurdu: Gül murAbbâsını (reçelini) sakızla karıştırıp yedi tane çörekötunu da koyup kullansın; yedi gün böyle etsin. O kişi böyle etti, şifa buldu," demiştir.

Bazı kimseler de mide üşütmesi sebebiyle hasta olmuşlardı. Şeyh (Allah sırrını mübarek eylesin) rüyasında Peygamber Efendimiz hazretlerini gördü. Şu devâya işaret buyurdu: On iki dirhem bal, iki dirhem çöreğotu, iki dirhem anason, altı dirhem yeşil nâne, bir dirhem karanfil, bir miktar limon kabuğu, bir miktar sirke. Bu devaları ezip o bal ile ateş üzerinde koyulaştıran ve kullansınlar. O kişi işaret buyrulduğu üzre edip kullandı, sıhhat buldu.

9 . Yel Tutamama için

Yel Tutamama için de Şeyh Mercanî'den nakledilmiştir ki: Çöreğotu üç dirhem, şebboy çiçeği iki buçuk dirhem, ak kimyon üç dirhem, şa'ter-i Şamî (kekik) üç dirhem, fulya üç dirhem, palamut bir dirhem, okunınuş zeytinyağı on iki dirhem, bunları tutacak kadar bal, sabah vaktinde iki dirhem ve yatacak vakit bir buçuk dirhem kullansınlar. Kâinatın hocası Peygamber Efendimiz hazretleri rüyada bu devâyı salık verdikten sonra "Daha nice hastalığa fayda vericidir," diye buyurmuştur. Bu cümleden bazıları: Yel, yel tutamama, mide yeli, yürek sancısı, hayz acısı, nifas acısı ve bağlanmış olan bütün yeller. "Bütün bunlara faydalıdır" demiştir.

Okunınuş zeytinyağından murat şudur: Bir miktar zeytinyağı temiz bir çanağa konur. Bir ağaç parçası ile hareket ettirilip üzerine Muavvezeteyn (Felâk ve Nâs sûreleri), Ihlas sûreleri, ayrıca "Lekad câeküm resûlün min enfüsiküm — Andolsun size kendinizden bir peygamber geldi, (Tevbe sûresi: 128) âyetinden sûrenin sonuna değin okunur, yine "Ve nünezzilu mine'l-kur'âni mâ hüve şifâün ve rahmetün lil-müminîne — Biz, Kur'an'dan müminler için şifa ve rahmet olan şeyler indiriyoruz," (isrâ sûresi: 82) âyeti okunur, sonra "Lev enzelnâ hâze'l-kur'âne alâ cebelin — Biz eğer bu Kur'ân'ı bir dağın üstüne indirseydik," (Haşr sûresi: 21) âyetinden sûrenin sonuna varıncaya kadar okunur. Bu üslûp üzre hareket edilir. Allah'ın izniyle faydası görülür.

10 . Kulunç için

  Kulunç için üç dirhem bal, bir buçuk dirhem aynı şekilde okunınuş zeytinyağı, yirmi bir tane çöreğotu alınır, bunların hepsi karıştırılır, sabah ve akşam kullanılır. Gıdası tavuk veya koyun eti haşlaması olur.

11 . Sırt Ağrısı için

 Sırt Ağrısı için bal, çöreğotu, kuyruk yağı, okunınuş zeytinyağı ve beyaz rakik alınır, hepsi karıştırılıp o yerin üstüne sürülür. Ayrıca üstüne mercimek unu ve üzerlik otu ekerler, şifa hasıl olur. Gerçi bu söylenenlere rüyada işaret olunmuştur, fakat tecrübe ile faydası ortaya çıkıp sıhhat derecesine ulaşmıştır.

12 . Araku'n-nesâ (siyatik) Hastalığına Peygamberimizin İlâcı:

Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) Fahr-i Kâinat hazretlerinden rivâyet eder ki:

"Araku'n-nesâ hastalığinin devâsı, Arap koyununun kuyruğudur. Eritip üç bölük etsinler de yemek yemeden her gün bir bölüğünü içsinler," diye buyurmuşlar.

Ama bu ilâç, Arap taifesine, Hicaz ehline ve onların civarında olan kavme mahsustur. Bunlar için son derece faydalıdır. Zira bu hastalık kuruluktan olur. Bazen ağır lüzûcetli maddeden olur. İlâcı ishâldir. Kuyruk yağında iki hassa vardır. Biri maddeyi pişirmek, biri de yumuşatmak ve ishâl vermektir. Mezkûr hastalığın ilâcı bu iki mânaya muhtaçtır. Arap koyununun tayin buyrulmasinin sebebi fazlalıkları azdır ve çölde, kırlarda hassalı otları yediği için eti ve yağı o sıcak tabiatli otların hassa ve menfaatlerini alır.

13 . Cerahat ve Şişliklere Peygamberimizin İlâcı:

Hazret-i Ali'den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: "Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleriyle beraber bir hastayı görmeğe gitmiştim. Hastanın arkasında şiş vardı. Bazı kimseler:

— Ya Resulallah! Bunda irin vardır, dediler.

Emretti, o şişi yardılar. Kendisi orada hazır bulunuyordu," diye buyurmuştur.

14 . Peygamberimizin Damar Kesmek ve Dağlamak İlâcı:

Şeyhaynın rivâyetlerinde Câbir (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: "Fahr-i Kâinat hazretleri, Ubey bin Kâ'b'a tabib gönderdi. O da gitti, bir damarını kesip üzerini dağladı."

İmâm Müslim, Câbir'den çıkarmıştır ki: "Sa'd bin Muâz'ın okla atardamarına vurdukları zaman Peygamber Efendimiz hazretleri dağladı," demiştir. Tahâvî'nin naklinde Enes bin Mâlik hazretleri, "Fahr-i Kâinat hazretleri zamanında Ebû Talha bana dağ vurdu," demiştir.

Tirmizî'nin naklinde: "Gerçekten Peygamber Efendimiz hazretleri, Es'ad bin Zürâre'yi diken batmasından dolayı dağladı," diye gelmiştir.

Bu rivâyet sahih olduğu takdirde Peygamber Efendimiz hazretlerinin bazı ashâbına dağlamakla ilâç ettiği sâbit olur.

Ama Sahîh-i Buhârî'de İbn-i Abbâs hazretlerinin rivâyetiyle Fahr-i Âlem hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki:

"Şifa üç şeydedir: 1. Hacamet etmekte, 2. Bal şerbetinde, 3. Ateşle dağlamakta. Ben ümmetimi dağ etmekten men ederim," buyurmuşlardır.

Bu hadîsi şerif gereğince dağın faydası kesindir, fakat Fahr-i Âlem hazretleri onu yasaklamıştır. O halde onu yapmak caiz değildir.

Ama Müslim'in naklinde İmrân bin Husayn (radıyallahü anh) buyurmuştur ki:

"Önceleri melekler bana selâm verirlerdi. Ben dağ vuruncaya kadar bu böyle devam etti. Ondan sonra beni terk ettiler, selâm vermez oldular. Bunun üzerine ben de dağ vurmayı terk ettim. O hal yine geri döndü."

Yâni dağ vurdurmak suretiyle tedaviyi terkettim, melekler yine bana selâm verir oldular, demektir.

İmâm-ı Ahmed ve diğerlerinin naklinde İmrân'dan rivâyet edilmiştir ki: "Peygamber Efendimiz hazretleri dağdan nehiy buyurdu. Biz yine dağ vurunduk. Fakat ondan necat ve felâh bulmadık. Yâni faydasını görmedik," dedi.

Bütün hadîslerin toplamından çıkan sonuç şudur ki, dağ vurmaktan yasaklama, kerahete yahut terkedilmesinin evlâ olmasına hamledilmiştir. Yahut yasaklama, sırf Imranın şahsına mahsustur. Zira o, basura müptela idi. Tehlikeli yerde olduğu için onu dağdan nehyetmişlerdi. Hastalığı şiddetlenince kendisi fayda görmek ümidiyle dağ vurundu, ama bir faydası olmadı, dediler.

İbn-i Kuteybe'den nakeldilmiştir ki, dağ iki türlüdür:

1 . Bünyeleri sağlıklı olan kimseler hasta olmayalım diye ederler. Meselâ haydutlar ve seyyahlar nezle inmesin ve bazı maddeler hareket etmesin diye dağ yakarlar.

2 .Bazı yaralar, şişler ve ağrılar uzun sürüp dağlamaya muhtaç olunca hastalar, dağ yakarlar. Böyle olunca yakmak şer'îdir. Ama evvelki düşünce ile yakmak doğru değildir, bunun terki daha iyidir. Zira muhakkak olmayan bir şey için kendini ateşle azaba sokmaya acele etmektir, demiştir.

Hâsılı bütün hadîslerin birleştirilmesinin sonucu şu olur ki, fiilin işlenmesi cevazına delâlet eder, işlenmesinin yokluğu ise men'e delâlet etmez. Belki terkedilmesinin işlenmesinden evlâ olduğuna delâlet eder. Onun için bunu terkeden kimse övülmüştür. Ama açık nehiy, ya tenzih içindir yahut tedavi yolu ona münhasır olmayıp başka yolla da tedavinin mümkün olması zamanına göredir.

Fethü'l-Bârî'de denir ki: "Sahih eserlerde Peygamber Efendimiz hazretlerinin kendini dağlatmış olduğunu görmedim."

Ama Kurtubî Taberî'nin Adâbu'n-Nüfûs adlı kitabında nisbet ederek: "İnne'nnebiyyü sallallahu aleyhi ve sellem iktevâ — Peygamber Efendimiz hazretleri dağ yaptı," demiştir. Halimî de: "Ruviye innehu iktevâ lil-cerhillezî esâbehu bi-uhudin — Peygamber Efendimizin Uhud'da kendisine isabet eden bir yara için dağ yaptırdığı rivâyet olunmuştur," sözleriyle zikretmiştir. Bunlardan, kendilerinin de dağ yaptırmış oldukları anlaşılır.

İbn-i Hacer der ki: "Sahih'de sâbit olan şudur: Uhud gazvesinde Hazret-i Fâtıma (radıyallahü anh) hasır yaktı da Hazret'in yarasını onunla doldurdu. Bu ise sözü edilen dağ değildir." En iyisini Allah bilir.

15 . Peygamberimizin Tâûna Karşı İlâcı:

Halîl bin Ahmed: "Et-tâunu'l-vebâu — Tâûn vebâ'dır," demiştir. Yâni ikisini bir tutmuştur. İbn-i Esir, ikisini birbirinden ayırarak: "Tâûn umumî olan bir hastalıktır. Yâni halk içinde çok yaygın ve salgın olarak görülen bir hastalıktır. Veba ise öyle bir şeydir ki, havayı fâsid eyler ve o fâsid hava sebebiyle mizaçlar ve bedenler de fâsid olur," demiştir. Tabibler de tâûnun tarifi hususunda her biri bir söz söylemişlerdir. Velhasıl tâûn'un hakikati bir verem (şişlik) dir ki, kanın hareketinden ileri gelir. Bir uzva hareket eder de onu ifsâd eder. Bundan başka havanın ifsâdından ileri gelen umumî hastalıklara tâûn denilmesi mecaz yoliyledir.

Tâûn'un vebâ'dan başka bir şey olduğunun delili şudur ki, tâûn, Medine-i münevvere'ye girmez, ama veba girer. Zira Hazret-i Âişe (radıyallahü anha) "Allah'ın veba ülkesi olan Medine'ye girdik," demiştir. Bilâl de (radıyallahü anh) "Bizi veba ülkesine sürdüler," demiştir. Bunlardan açıkça vebâ'nın başka bir şey olduğu anlaşılır.

Tâûn, ta'n-ı cindendir (cinnin darbesindendir). Yâni habis ruhlar, insanın bazı yerlerine sancırlar (batırır, vurur, sokarlar). Onun yarasından peyda olur. İtikadın aslı budur. Hakikatte selim akla uygun gelen söz de budur. Bu hususta tabiblerin sözüne asla itimat yoktur. Ne sebebini tayinde, ne hakikatinde ve ne de ilâcında sahih bir sözleri yoktur. Bu hususta âciz ve şaşkındırlar.

"Tâûn, Benî İsrail'den bir tâifeye ve sizden önce gelenlere gönderilmiş bir azâbdır. O halde siz onun bir yerde olduğunu işitirseniz onun üzerine o yere gitmeyin ve siz de bir yerde iken o orada vâki olsa siz oradan kaçıp o yerden çıkmayınız," diye buyurdu," demiştir .

Cinnin sataşma ve darbesinden olduğuna dair hadîs-i şerifler gelmiştir. Bu cümleden biri İmâm-ı Ahmed ve İmâm Taberanî'nin rivâyetlerinde Ebû Bekir bin Ebû Musa'l-Eş'ârî'den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: "Fahr-i Âlem Efendimizi hazretlerine tâûn'dan sual ettim.

"O, cinlerden sizin düşmanlarınızın sokmasıdır ve o sizin için şehâdet sebebidir," diye buyurdu," demiştir.

Sahihayn'da Üsâme bin Zeyd'den rivâyet edilmiştir ki: "Fahr-i Âlem hazretlerinin şöyle buyurduğunu işittim:

Âlimler, dışarı çıkmaktan nehyetmenin hikmeti hususunda bazı açıklama şekilleri zikretmişlerdir. Bu cümleden bazıları şunlardır:

1 — Tâûn, bulunduğu şehirde galip olarak yaygın ve çok olur. Bu yüzden bir şehirde ortaya çıksa açık olan şudur ki, orada oturan şahısların hepsine sebebin müdahalesi vâki olur. Yâni onun sebebi her ne ise orada oturanların hepsine bir yönden ilişmiş olur. O halde kaçmak faydalı olmaz, abes bir şey olur. Akıllı olan bir kimseye ise abes olan bir işi işlemek yakışmaz.

2 — Eğer halk öyle bir zamanda şehirden çıkmağa başlarlarsa tâûndan ve başka hastalıklardan hasta olan Müslümanların ölüsüne ve dirisine bakacak kimse kalmazdı. Onların işlerinin yüz üstü kalması gerekirdi. Ayrıca çıkmak meşru olsa zenginler çıkarlardı, fakirler ve zayıflar kalırlardı. Bu bakımdan fakirlerin kalbleri kırılırdı. Harp meydanından ve savaşa gitmekten kaçanların günahkâr olmalarının ve onlar hakkında şiddetli azâblarla tehdit eden âyetler gelmesinin hikmeti şudur ki, kaçmayıp kalan kimselerin kalbleri kırılır, gönülleri incinir ve yüreklerine korku düşer, demişlerdir.

3 — Bazı tabibler demişlerdir ki: Tâûnlu yerin halkı o yerin havasına alışırlar. Başkalarına nisbetle oranın havası kendilerine sağlıklı bir hava gibi olur. Sağlıklı yerlere vardıkları zaman ise oranın havası mizaçlarına uygun olmaz. Belki az da olsa olur ki, o yerin havasını içlerine çektikleri zaman tâûnlu yerin havasından tahsil ettikleri kötü ve zararlı buharları çekip kalbe iletir. Ondan sonra kalbi ifsad edip helâk eder.

3 — Ârif bin Ebi Cemre'nin buyurduğu üzre: "Hak teâlâ hazretleri bir yere bela gönderdiği zaman murad, o yerin kendisi değildir, belki orada oturan şahıslardır. O halde Hak teâlâ hazretlerinin kendilerine belâ yetişmesini dilediği herhangi bir kimse, o belanın kendisine yetişmemesi için nereye kaçabilir?.. Her nereye gitse bela kendisiyle beraber gider. Onun içindir ki, nice kimseler, şehirden kaçıp havası hoş köylere ve kentlere giderler, orada hastalığa yakalanıp helâk olurlar. Netice olarak bu hususta Hak teâlâ hazretlerine tevekkül ve güvenmeden başka bir şeye mecâl yoktur. Bu sebeple şeriat sahibi Peygamber Efendimiz hazretleri, bize zahmet çekmeyip tevekkül ederek oturmağa irşat buyurmuştur.

İbn-i Kayyum'un buyurduğu üzre, kâinatın hocası Peygamber Efendimiz hazretleri, bu hususta buyurduğu hadîste tâûndan sakinınayı ve korunınayı en üstün şekilde toplamıştır. Zira olduğu yere girmek, kişinin kendini belâya karşı vermesidir. Bu ise şerefli şeriata aykırıdır. Olduğu yerden çıkmayı yasaklaması da iki mâna içindir.

1 . Nefsleri, Hak teâlâ hazretlerine tevekkül ve itimada, kazâsına rızaya yöneltmektir.

2 . Tabiblerin sözünce böyle zamanlarda şiddetli, sert hareketlerden ve ağır işlerden kaçinınak gerektir. O halde bu gibi vakitlerde kişinin kendi diyarından çıkıp yolculuk etmesi şiddetli hareketleri gerektirir. Bu ise büyük zarardır.

Hâsılı hadîs-i şeriften Peygamber Efendimizin bu hastalığa karşı buyurduğu çarenin ne olduğu anlaşılmış oldu. Bazı büyük meşayihten naklolunmuştur ki:

"Es-sadakatü terüddü'l-belâe ve tezîdü fî'l-ömri — Sadaka, belayı savar ve ömrü uzatır," hasebince bu hususta sadakadan daha faydalı hiç bir şey yoktur. Esasen sadaka, bütün hastalıkların ve dertlerin en keskin ilâcıdır. Vebâ zamanlarında sadakadan boş kalmayan kimselerden, Hak teâlâ hazretlerinin belâyı reddedip tâûnun şerrinden emin olacakları umulur.

16 . Peygamberimizin Sıtınaya Karşı İlâcı:

İmâm-ı Buhârî'nin rivâyetinde İbn-i Ömer (radıyallahü anh) hazretleri, Fahr-i Kâinat hazretlerinden rivâyet etmiştir ki:

"Humma (sıtına) cehennem ısısındandır; onu su ile söndürün," buyurmuşlar.

Sıtınanın cehenneme nisbet edilmesinde ihtilaf edip bazıları: "Sıtınalinin cisminde meydana gelen hararet (ateş) cehennem ateşinden bir parçadır," diyerek mânayı sözün hakikatine hamlettiler. "Hak teâlâ hazretleri, o cehennem ateşinin meydana çıkmasını bazı sebepler ve gerekler yönünden takdir etti. Tâ ki kullar ibret alıcı olsunlar. Nitekim ferahlık ve sevinç cennetin nimetlerindendir. Hak teâlâ hazretleri, bunları dünya evinde ibret ve işaret olması için izhar etmiştir," dediler.

Bazıları tesbih yoluyla böyle buyrulduğunu ileri sürerek mânası: "Sıtınanın harareti cehennemin harareti gibidir, ondan bir numûnedir," demek olur, dediler.

Taberanî'nin rivâyetinde:

"El-hummâ hazzu'l-müminu mine'n-nâri — Sıtına, müminin ateşten (cehennemden) nasibidir," diye gelmiştir.

Yâni, "Sıtına, müminin cehennem ateşinden nasibidir," demek olur. Bu hadîs-i şerif gereğince umulur ki, sıtına çeken müminler, nasiplerini almış olup artık cehennem ateşiyle azâb görücü olmazlar.

Şeyhaynın rivâyetlerinde Nâfi, Abdullah bin Ömer'den rivâyet eder ki, Fahr-i Âlem hazretleri:

"Sıtına, yahut şiddetli sıtına, cehennem ateşindendir; onu su ile soğutunuz," buyurmuşlar.

İbn-i Mâce'nin rivâyetinde "Bil-mâi'l-bâridi — Soğuk su ile" diye vâki olmuştur. Hâsılı, sıtına tutan kimsenin soğuk su kullanınası faydalıdır, demek olur.

İmâm Buhârî katında Ebû Cemre'nin rivâyetinde gelmiştir ki: "İbn-i Abbâs hazretleriyle Mekke'de oturuyordum. Beni humma (sıtına) tuttu. Birkaç gün hapsoldum, bir yere çıkamadım. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretleri:

— Kendini hapis mi ettin? diyerek neden dışarı çıkmadığımı sordu.

Ben de:

Beni sıtına tuttu, dedim.

Bunun üzerine:

— "Onu su ile soğut. Çünkü Resulullah Efendimiz buyurdu ki: Humma cehennem ateşindendir; onu su ile veya Zemzem suyu ile soğutunuz," dedi," diye rivâyet etti.

"Yahut Zemzem suyu ile" ifadesi rivâyet edenin şüphe etmesindendir.

İbn-i Kayyum der ki: "Su ile" buyurması hakkında iki söz vardır:

1 . Mutlak olarak su ile buyurmuş olması,

2 . Zemzem suyu ile buyurmuş olması.

Ama birinci söz sahihtir, demiştir.

Su kullanınanın tarzı hakkında zikrolunan sözlerin en uygun olanı, Ebû Bekir'in kızı Esmâ'dan rivâyet olunandır ki, sıtınalinin göğsüne ve elbisesine bir miktar su saçardı. Böyle etmek güzeldir. Esma bu hususta başkalarından daha bilgilidir. Zira Hazret-i Âişe'nin hemşiresidir, nübüvvet hanedanına hizmet edegelmiştir. Bu türlü hareket ve davranışlardan haberi vardır.

Ebû Nuaym ve diğerlerinden merfuan rivâyet olunmuştur ki:

"Sizin biriniz sıtınaya tutulsa üç gece seher zamanında üzerine soğuk su saçsın," buyrulmuş.

İbn-i Kayyum der ki: "Bu hadîs-i şeriflerde Fahr-i Cihân hazretlerinin hitabı Hicaz ehline ve o civarlarda olan kabilelere mahsustur. Zira onlara arız olan sıtınanın en çoğu ârızî günlük sıtınadır ki, hararetinin şiddeti güneşten meydana gelir. Bu türlü sıtınaya soğuk su içmek ve soğuk suya girmek faydalıdır. Sıtınanın çeşitleri çoktur.

Fakat soğuk suyun bu çeşidine faydalı olduğu açıktır. Peygamberimizin şerefli maksatları bu olsa gerektir."

Daha önce işaret olunduğu üzre bir nesne hakkında hadîs-i şerif gelse, ona güzelce itikat etmekle itikat eden kimse faydasından mahrum olmaz. Kâinatın hocası Efendimiz hazretlerinin mübarek nefeslerinin bereketlerinde elbette faydası zâhir olur. Bu gibi hususlarda tabiblerin sözlerine itibar olunınaz. Resulullah Efendimiz hazretlerinin hastalıklarında soğuk su kullandıkları tekerrürle gelmiştir. Nitekim bir hadîs-i şerifte:

"Bağları çözülmedik dopdolu yedi kırbadan üzerime su dökün," buyurmuştur.

Müsned'de ve başkalarında hasen hadîs olarak gelmiştir ki, Semüre (radıyallahü anh), Fahr-i Âlem hazretlerinden merfuan rivâyet edip:

"Sıtına, ateşten bir parçadır, onu soğuk su ile soğutunuz," diye zikretmiştir.

Ayrıca: "Resulullah Efendimiz hazretleri sıtınalı olduğu zaman bir kırba suyu getirtip mübarek başına döker, yıkanırdı," demiştir.

Velhasıl sıtınanın ilâcından soğuk suyun faydalı olduğu hakkında çok hadîs-i şerif gelmiştir. Kimi saçininak ve kimi de yıkanınak yoliyle kullanıldığına delâlet eder. Her kişi tahammülüne göre ihtiyar edip hadîs-i şerifin gereğince amel etse Allah'ın izniyle faydasını görür.

17 . Peygamberimizin Kaşıntıya Karşı İlâcı:

Bedende gıcık (kaşıntı) olmasinin sebebi, sıcaklık, kuruluk ve sertliktir, demişler. Peygamber Efendimiz hazretleri, Zübeyr bin Avvâm ile Abdurrahman bin Avf'ın her ikisinin de kaşıntısı olduğu için onlann ipekli giymelerine ruhsat vermiştir. Nitekim Sahîh-i Buhârî'de Katâde'den rivâyet edilmiştir ki, Enes (radıyallahü anh), Fahr-i Kâinat hazretlerinin Zübeyr ile Abdurrahman'a kaşıntıları olduğu için ipek gömlek giymek hususunda ruhsat buyurduğunu ashâba haber vermiştir. Bir rivâyette şöyledir ki: "Abdurrahman ile Zübeyr, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine bitten şikâyet ettiler. O da ipekli giymelerine izin verdi. Bir gazâda gördüm, arkalarında ipek vardı," denmiştir. Bir rivâyette de "Sadece Resulullah Efendimiz hazretleri onların ikisinin ipek giymesine izin vermişti," denmiştir. Bir rivâyette ise "Kaşıntıları olduğu için izin verdi," demiştir. Sözün kısası bit düşmenin ve kaşıntı ârız olmuş olmanın ikisinin de vâki olması muhtemeldir. Kaşıntinin sebebinin bit düşmesi olması da mümkündür. Onun için illetini göstermede bazen sebep ve bazen de müsebbeb (o sebebin sonucu) zikredilmiş olabilir.

İmâm Nevevî der ki: "Kaşıntısı olan, biti olan ve bunun benzeri hastalığı olan kimseler için ipek giymek Şafiî mezhebinde caizdir. Bu hadîs-i şerif de ona delâlet etmek hususunda açıktır," demiştir.

İmâm Mâlik, "Caiz değildir," demiştir. Hanefî mezhebinde de ruhsat yoktur. İbni Kayyum "İpek elbise mutedil hararettedir. Bedeni sıcakca tutar, bazı olur ki, semirtir, hem de soğutur," demiştir.

Râzî: "İpek, ketenden daha sıcaktır ve pamuktan soğuktur. Bedeni semirtir. Sert olan her elbise bedeni zayıflatır ve cildi sertleştirir. Deve yününden ve koyun yününden olan elbiseler, keten ve ipekten olan elbiselerden daha sıcaktır, bedeni kızdırır. Keten elbiseler soğuk ve kurudur. Koyun yünü sıcak ve kurudur. Pamuk mutedil sıcaklıktadır. ipek pamuktan yumuşaktır, harareti de ondan azdır. Çünkü ipek elbiselerde başkaları gibi kuruluk ve sertlik yoktur. Kaşıntıya bu cihetten faydalıdır. Peygamber Efendimiz bu sebeple onların giymesine izin buyurmuştu. İpeği caiz görmeyen âlimlerin mezhebinde ruhsat, Zübeyr ile Abdurrahman'a mahsustur. En iyisini Allah bilir.

18 . Peygamberimizin Hayber'de Zehirlenmesine Karşı İlâcı:

Hayber gazâsında bir Yahudi karısinin Resulullah Efendimize zehirlenmiş bir koyunu hediye getirdiği kitabın başlarında bir miktar zikrolunmuştu. İmâm Abdürrezzak Muammer'den, o da Zührî'den, o da Abdurrahman bin Kâ'b bin Mâlik'den rivâyet etmişlerdir ki, Hayber'de bir Yahudi karısı, Resulullah Efendimize büryan (kebab) olmuş bir koyun getirdi. Fahr-i Kâinat hazretleri:

— Bu nedir? diye buyurdu.

Karı:

— Hediyedir, dedi.

Daha önce kadına: "Sakın sadakadır demeyesin, yoksa yemez," diye tembih etmişlerdi. O da böyle dedi. Ondan sonra âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri, bazı ashâbı ile beraber büryandan bir miktar yediler. Sonra ashâbına:

— Durun! diye buyurdu.

Yâni onları yemekten nehyetti. Ve karıya hitap edip:

— Bu koyunu zehirledin mi? buyurdu.

Karı:

— Sana kim haber verdi? dedi.

Peygamber Efendimiz hazretlerinin mübarek elinde bir kemik vardı:

İşte bu haber verdi, diye buyurdu.

Karı:

— Evet, zehirledim, dedi.

Kâinatın hocası Peygamber Efendimiz:

— Niçin böyle ettin? diye buyurdu.

Karı dedi ki:

Muradım şu idi: Eğer yalancı isen senden biz ve diğer insanlar kurtulup rahat olalım. Eğer gerçek peygamber isen sana zarar etmez.

Bunun üzerine Resulullah Efendimiz hazretleri üç defa mübarek yağırından hacamet eyledi. Zikretmişlerdir ki: Zehirin ilâcı kusmalarla olur. Ayrıca zehirleme işine zıt olan devâlarla olur. Böylece zehrin fiilini ibtal ederler; ya keyfiyetlerle ya da hâssiyetlerle... Deva bulmayan bir kimse hacamat etmeye girişsin. Hususiyle sıcak memleketlerde ve sıcak zamanda olursa. Zira zehirin kuvveti kana sirayet eder ve ona tâbi olarak damarlardan ve mecralardan kalbe vâsıl olur. Ama önceden hacamatla kan çıkarılınca, eğer tam kusma hâsıl olmuşsa zehir zarar etmez. Yâ zehir tamamen çıkıp gider, ya da çok zayıflar ve tabiat ona galip gelir, zehrin tesiri olmaz. Yahut çok zayıflık üzre olur. Resulullah Efendimiz hazretleri mübarek yağırından kalbe yakın olduğu için hacamat eylediği zaman zehrin maddesi kanla beraber çıkıp gitti. Ama tamamen çıkmadı. Hak teâlâ hazretlerinin iradesi bakımından bir miktar eseri kalmıştı. Şunun için ki, Hak teâlâ hazretleri bütün fazilet ve üstünlük derecelerini o Hazret için şehitlik mertebesiyle kemâle erdirse gerekti. Allahü teâlâ O'nun fazilet ve kerametlerini ve O'na sevgimiz sebebiyle bizlere o fazilet ve kerametlerden ihsanlarını ziyade etsin...