1 . Fasıl 8 - 1 Peygamberimizin TıbbıEvvelâ malûm olsun ki, Peygamber Efendimiz, ashabından bir kimse hasta olsa onu görmeye giderdi. Hattâ kâfirlerin hastasını dahi ziyaret ederdi. İmâm-ı Buhârî ve Ebû Davud'un nakillerinde Enes bin Mâlik hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: "Yahudi tâifesinden bir oğlan vardı. Fahr-i Âlem hazretlerine hizmet ederdi. Bir gün hasta oldu. Fahr-i Kâinat hazretleri onu görmeğe gitti. Başına yakın yerde oturdu, oğlana islâm'ı teklif etti. Oğlan, babasinin yüzüne baktı. Babası: — "Ati* ebâ'l-kasımi — Ebû'l-Kasım'a itaat et!" dedi. Bunun üzerine oğlan İslâm'a geldi. Fahr-i Âlem hazretleri: — "El-hamdü lillahillezî enkazehu mine'n-nâri — Hamd o Hak teâlâ hazretlerine ki, onu cehennem ateşinden kurtardı," diyerek dışarı çıktı." Kendi amcası müşriklerden iken onu da hastalandığında ziyarete gitmiş ve İslâm'a dâvet etmiştir. Fakat ona hidayet müyesser olmamıştır. Güzel âdetleri şu idi, hastaya yakın gelir, başı ucunda oturur, halini ve hatırını sorup "Kendini nasıl buluyorsun?" diye buyururdu. Buharî, Müslim ve diğerlerinin naklinde Câbir (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: "Bir zaman hasta olmuştum. Resulullah Efendimiz hazretleri, Ebû Bekir Sıddıkla beraber beni görmeğe geldiler. Beni, aklım başımdan gitmiş bir halde buldular. Bunun üzerine Resulullah Efendimiz abdest aldı. Ondan sonra abdestinin suyunu üzerime saçtı; kendime geldim. Bakınca, birden Resulullah hazretlerinin karşımda durduğunu gördüm." Bir rivâyette: "Yüzüme üfürdü, bunun üzerine iyileştim," diye buyurmuştur. Buharî'nin naklinde Ebû Musa'dan rivâyet olunmuştur ki, Fahr-i Âlem hazretleri: "Aç olan kimseye yemek verin, hastayı ziyaret edin ve esiri kurtarın," diye buyurmuşlardır. Yine Buhârî katında Berâ' hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, "Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, bize yedi nesne buyurdu," demiş ve hastayı ziyaret etmeyi onlar arasında saymıştır. İmâm Müslim katında da şöyledir ki, "Müslümanın müslüman üzerinde beş hakkı vardır," denilmiş ve hastalandığı zaman ziyaretine gitmek o cümleden zikredilmiştir. Âlimler: "Udû'l-marîzu — Hastayı ziyaret ediniz" kavl-i şerifinin umumiliğinden her hastalıkta ziyarete gitmenin meşruiyetini istidlal etmişlerdir. Yâni hangi hastalık olursa olsun ziyarete gitmek şeriat ahkâmından kılınmıştır, demişlerdir. Fakat bazıları, gözü ağrıyanı istisna etmişlerdir. Bu söz reddolunmuştur. Zira Zeyd bir Erkam (radıyallahü anh): — "Âdenî resulullahi min vecein kâne bi-aynî — Resulullah Efendimiz, gözümün ağrımasından ötürü beni ziyarete geldi," diye buyurmuştur. Bununla sâbit oldu ki, onun için de ziyaret etmek meşru (şeriat ahkâmından) imiş. Bu hususu Ebû Dâvud rivâyet etmiş ve Hâkim "Sahihtir" diye buyurmuştur. Aslı bu zikrolunandır. Ama bazı mevkuf hadîste, "Göz ağrısı, çıban ve diş ağrısı hastaları ziyaret olunınaz," denilmiştir. "Udû'l-marîzu — Hastayı ziyaret ediniz," hadîsinin kayıtsız zikredilmesinden çıkarılır ki, hasta ziyareti, hastalığın başlangıcından bir miktar zaman geçmekle sınırlı değildir, sadece ne vakit olursa gidilir. Âlimlerin çoğunluğunun mezhebi budur. Ama İmâm-i Gazalî İhyau Ulûmu'nda hasta ziyaretinin üç geceden sonra olmasına hükmetmiştir. İmâm-ı Gazalî bu sözünde İbn-i Mâce'nin Enes bin Mâlik'den rivâyet ettiği hadise istinat etmiştir. Enes bin Mâlik'den rivâyet olunmuştur ki: "Resulullah Efendimiz bir hastayı üç günden sonra ziyaret ederdi," diye buyurmuş. Bunun gereği olarak üç günden sonra ziyaret olunınalıdır. Ama bu hadîs zayıftır. Mesleme bin Ali'den başka kimse rivâyet etmemiştir, o ise metrûktür, rivâyetine itibar yoktur, demişlerdir. Hatta Ebû Hâtem, "Hadis bâtıldır," demiştir. Hasta Ziyaretinin Fazileti:Hasta ziyaret etmenin fazileti hakkında gelen hadislerden biri şudur ki, Ebû Hüreyre hazretlerinden rivâyet edilmiştir: "Bir kimse bir hastayı görmeğe gitse gökten bir münâdi nida edip ona der ki: Sen ne güzelsin, bu yürüyüşün ne güzel! Sen cennette kendine bir menzil edindin!" Hadîsi bu kelimelerle İbn-i Mâce rivâyet etmiştir. "Ne güzelsin" demekten murat, Allah bilir ki, "Sen günahlarından temizlendin," demektir. Yürümesinin güzel olmasından murat, her adımı başına ecir ve hasenat ihsan buyrulmasıdır. Hasta ziyaret etmenin fazileti çoktur. Sünen-i Ebi Dâvud'da Enes bin Mâlik'den merfuan rivâyet olunmuştur ki: "Bir kimse abdest alsa ve abdestini güzel eylese, sonra Allah'dan ecir ve sevap umarak hasta olan müslüman kardeşini ziyarete gitse, o kimse cehennemden yetmiş yıllık yol uzak kılınır," buyurmuşlar. İbn-i Hibbân, Sahih'inde Ebû Saîd (radıyallahü anh) hazretlerinden merfuan rivâyet etmiştir ki: "Beş haslet vardır ki, bir kimse bir günde onları işlese Hak teâlâ hazretleri onu cennet ehlinden yazar: Hasta ziyaretine gitse, cenazede hazır olsa, bir gün oruçlu olsa, mescide gitse ve bir esir azâd etse," diye buyrulmuştur. Hadîs-i şerifin zahirinden anlaşılan şudur ki, bu beş amel bir günde bir kişiden sâdır olsa, Hak teâlâ hazretlerinin lutfunun kemâline binâen o kişi elbette cennet ehlinden olur. İmâm-ı Ahmed katında Kâ'b'dan merfuan rivâyet olunmuştur ki, Peygamber Efendimiz hazretleri: "Bir kimse bir hastanın ziyaretine gitse o kimse suya girer gibi Hakk'ın rahmetine girer. Eğer o hastanın yanında otursa rahmet içine girip oturur," diye buyurmuşlardır. Peygamber Efendimizin güzel âdetleri şu idi ki, hasta ziyaretine gitmek için bir günü veya bir vakti tahsis etmezlerdi. Günlerden ne gün ve vakitlerden ne vakit olursa hasta ziyaretine giderlerdi. Cumartesi hasta ziyaretine gitmeyi terketmek sünnete aykırıdır. Bir Yahudi hekimin bid'atidir. Aslı şudur: Bir zamanlar meliklerden biri hasta oldu da bir Yahudi tabibi gitti, Cumartesi günü kendisine iş görmek gerektiğini gördü. Hemen hile edip padişaha: — Cumartesi günü hastaların üzerine dışarıdan kimsenin gelmesi doğru değildir, dedi. Padişah da itimat edip o günlerde kimsenin gelmesini men etti. Sonradan halk içinde yayıldı. Çok kimse böyle eder oldular. Bozuk ve asılsız bir şeydir. O melunun uydurmasıdır. Onun için "Lâyık olan, Yahudi tabibin istihdam edilmemesidir," demişlerdir. Zira İslâm ehline en şiddetli düşmanlıkla düşmandırlar. Fırsat bulunca asla kaçırmazlar. Zira dinlerinde şöyledir: Onlardan biri bir Müslümana hayır dilese dininden çıkar. Müslümanların kanının onlar indinde mubah olduğunda şüphe yoktur. Zira cumartesi günü iş görmeyi helâl tutanların kanını dökmek onlar nazarında helâldir. Hâsılı, gaflet yeri değildir. İbn-i Salâh Ferâvî'den nakleder ki: "Kış mevsiminde hastayı geceleyin ziyaret etmek müstehaptır. Yaz mevsiminde gündüz ziyaret etmek müstehaptır," diye buyurmuşlar. Galiba hikmeti şudur ki, geceleri hastalara ağır olur. Kış geceleri de gayet uzun olduğu için gece ziyaret edince hastanın gönlü eğlenir, biraz rahat bulur. Yaz günleri sıcak ve ağır olur. Yazın hasta gündüzleri çok daralır. Onun için yaz mevsiminde gündüz ziyareti müstehap olur. Doğrusunu Allah bilir. "Bir hasta yanına girdiğiniz zaman ona eceli hakkında nefes veriniz. Çünkü bu, onun gönlünü hoş eder," buyurmuşlar. Hasta ziyareti hususunda hastaların hatırını hoş edip kalblerine kuvvet vermek, Resulullah Efendimiz hazretlerinin sünnetindendir. Ebû Saîd, Hudrî'nin (radıyallahü anh) rivâyetinde gelmiştir' ki: Bundan murat, hatırını hoş edecek sözler söyleyip "Sende ölüm nişanı yoktur" demek mânalarını anlatmaktır, demişler. Aynı zamanda "Hastalık günahların kefareti, ecir ve faziletlerin sebebidir," demek gerek. Müminler, bu türlü sözlerden haz ederler. Hâsılı hadîs-i şerifte ilâçların en şereflisine irşat vardır. Çünkü bir hastanın hatırını hoş edip kalbini kuvvetlendirmek gibi hiç bir ilaç faydalı olamaz. Çünkü bununla vücut harareti meydana gelip hastalığın savuşturulmasına yardımcı olur, hemen bir hafiflik hasıl olur. Hûda'da zikredilmiştir ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, hastalara "Neden inciniyorsun, halin nicedir, gönlün ne arzu ediyor?" diye sorardı. Eğer bir nesne arzu ederse ve zararı yoksa emrederdi, getirirlerdi. Mübarek elini hastanın alnına koyardı. Bazen de memesinin üstüne koyardı. Ondan sonra dua eder ve hastalığından kurtulması için faydalı olan şeyleri kendisine anlatıp tarif ederdi. Bazen de abdest alıp suyundan hastanın üstüne saçardı. Kâh olur, "Lâ be'se aleyke tahurun inşeallahu — Merak etme, Allah'ın dilemesiyle hakkında temizlenme olur," derdi. Kâh "Keffâretün ve tahurun — Hakkında kefaret ve temizlenmedir," derdi. Ebû Ya'lâ'nın naklinde Hazret-i Âişe'den rivâyet edilmiştir ki, "Fahr-i Kâinat hazretleri hasta görmeğe gitse, mübarek elini ağrıyan yerine koyardı da "Bismillah" derdi," demiştir. Bazı rivâyette gelmiştir ki, "Hasta ziyareti, elini hastanın alnına koyup hatırını sormaktır," diye buyrulmuş. Bu zikredilenler bilindikten sonra malum olsun ki, hastalık iki türlüdür: 1 . Kalb hastalığı. 2 . Beden hastalığı. Birinci nevi hastalığın ilâcı Resulullah Efendimiz hazretlerine mahsustur. Allah tarafindan gelmesiyle kalblerin tabibi o Hazret'tir. Zira kalblerin ilacı kalbin hallerini ve durumunu bildikten sonra olur. Onu bilen ise Hak teâlâ hazretleridir, O'nun bildirmesiyle de Resulullah hazretleridir. İkinci nevi hastalığın ilacı o Hazret'ten bir miktar naklolunmuştur. Tabibler bu hususta nice cilt kitaplar yazmışlardır. Peygamber Efendimiz hazretlerinin bedenlerin tedavisi ve beden hastalıklarının ilaçları ile pek çok iştigal buyurmalarının sebebi şudur ki, onun asıl peygamber olarak gönderilmesinden murat, halkı Hakk'a dâvet etmek, Hak teâlâ hazretlerinin emirlerini ve yasaklarını bildirip şerefli şeriatını beyan etmekti. Bu sebeple zaruri olarak himmetinin en çoğu o tarafa yönelikti. Ama tâat ve ibadetin ayakta durması bedenin sıhhati ile hasıl olduğu için, bu cihetten ihtiyacın gerektirdiği kadar bedenlerin tıbbına da girdiler. Asıl himmetin kalbin ıslahı yönünde olması gerektir. Zira o bozuk olunca bedenin sıhhatinin faydası yoktut. O sıhhatli olunca beden hastalığinin çok zararı yoktur, zail olup gider ve nice daimî faydalar ecir olarak verilir. Buyurmuşlardır ki: Zehirler bedene nasıl zarar verirse, isyan ve kötülükler de kalbe öyle zarar verir. Kalb hususunda isyan ve günahların pek çok zararlarını beyan etmişlerdir. Bu cümleden biri şudur ki, ilimden mahrum eder, demişlerdir. İlim (bilgi) bir nurdur. Hak teâlâ hazretleri, onu kulunun kalbine ilka eder. Günah ve kötülükler o nuru söndürür. İsyan ve kötülük ehlinin hafızası olmaz, gördüğü ve işittiği hatırında kalmaz. Şu beyitler İmâm-ı Şafiî hazretlerinindir: "Şekevtü ilâ Vekîin sûe hıfzî Feerşedenî ilâ terki'l-meâsî Ve kalelem bienne'l-ilme nûrun Ve nurullahi lâ yü'ta li-âsî." Vekî', bu ümmetin büyüklerinden bir kimsedir. Allah ona rahmet etsin. Beyitlerin mânası şudur: "Hafızamın yaramazlığından Veki'a şikâyet ettim, O da beni isyanları terke irşat eyledi Ve dedi: Bilmiş ol ki, ilim bir nurdur. Allah'ın nuru âsiye verilmez, doğrusu budur." İlimden mahrum olduğu gibi rızıkdan da mahrum olur. Nitekim Müsned'de gelmiştir ki: "Hiç şüphesiz kul, işlediği günah sebebiyle rızıkdan mahrum olur," buyrulmuştur. Biri de şudur ki, âsi, Hak teâlâ hazretleriyle kendi arasında üns (dostluk ve yakınlık) bulmaz, daima vahşet üzre olur. Cenâb-ı Hakla münasebeti olmaz, o yönden asla lezzet almaz. Biri de şudur ki, işleri güç gelir, neye girişse işi bağlanır. Biri de şudur ki, kalbi karanlıklarla dolar, hayreti ziyade olur. Gittikçe bid'at ve dalâlete düşer. Karanlığı şiddetlendikçe yüzünde de zâhir olur. Her kişi müşahede etmeğe başlar. Onun içindir ki, Rafızî'lerin ve bid'at ehlinin yüzünde asla nur yoktur, gören onlardan istikrah eder. Bütün mülhitlerin, zındıkların ve fücur ehlinin suretleri çirkindir, iyi ve temiz kişilerin şekline benzemez. Kalblerinin fesadıdır ki, suretlerinde zâhir olur. Biri de şudur ki, isyan ehli, zayıf kalbli olurlar. Allah'a tâat etmekten mahrumdurlar. Amelleri az ve kısa ömürlü olur, bereketleri zail olur. Sebebi şudur ki, Hak teâlâ hazretlerinden yüz döndürüp isyan ve kötülüklerle meşgul olunca hayatinin günleri zâyi olur, bereketi bulunınaz. Biri de şudur ki, masiyet ehli eller içinde hakir ve zelil olur. Aklı fasit olur, Masiyet akıl nurunu söndürür. Biri de şudur ki, kişinin devlet, saadet ve nimetini giderir. "Mâesâbeküm min musibetin febimâ kesebet eydîküm — Başınıza gelen herhangi bir musibet, sizin kendi ellerinizle kazanınanızın sonucudur," (Şurâ sûresi: 42/30) emri gereğince kişiye her belâ ve musibet, kendi çalışıp kazanınasiyle yetişir. Kişi devlet ve saadet içinde iken bunun kadrini bilip günah ve kötülüklerden kaçınarak şükrünü edip bekasinin faydasını talep etmesi gerekir. Sözün kısası bir kimse, Hak teâlâ hazretlerinin emrine uyarak kuvvetini korur, yasakladığı şeylerden kaçınarak perhizkâr olur, gerçek tevbe ile aşırılık ve azgınlıktan vazgeçerse o kimse bütün hayırları talep etmiş, bütün şer ve fesattan kaçmış olur. Enes bin Mâlik'in rivâyetinde: "Allah hastalıklarınız üzerine devâlarımzı galip kılmıştır. Ancak sizin en önemli hastalığınız günah ve devanız da istiğfardır," buyrulmuştur. Bu hadîs-i şerif açıkça delâlet eder ki, Müslümanların hastalığı günahlar ve isyan mânasını ifade eden bütün kötü işlerdir; bu hastalığın ilacı ise istiğfardır. Hâsılı açıkça anlaşılmış oldu ki, kalblerin tıbbini (ıslahını), derunî hastalıkların tedavi ve ilaçlarını bilmeğe yol yoktur. Ancak Allah'ın vahyi vasıtasiyle Resulullah hazretleri tarafından bilinir. Cesetlerin tıbbına gelince, bu, galip olanı tecrübeyle bulmaya yöneliktir. Bu da iki nevidir: 1 . İnceleme ve araştırmaya muhtaç değildir. Hak teâlâ hazretleri onun bilgisini hayvanlarda yaratmıştır. Meselâ onların her biri, açlık, susuzluk, soğuk ve yorgunluk gibi hallerin savuşturulmasına hidayet olunur, bunların çaresini kendi içlerinde hasıl olan bir bilgiyle bulurlar. Bu mânalarda başkasına muhtaç olmazlar. 2 . İnceleme ve araştırmaya muhtaçtır. Meselâ bedende meydana gelen hastalıklar, sebebini ve alâmetini teşhis, tedavisi için gerekli işlerin yapılması bakımlarından inceleme ve araştırmaya bağlıdır. Hâsılı cesetlerin ıslahinin mümkün olması üç şeye dayanır: 1 — Sıhhatin korunınası. 2 — Eza ve zarar veren şeylerden perhiz. 3 — Bozucu maddeleri savmak ve onlardan vazgeçmektir. Bu zikrolunan üç nesneye Kur'an-ı azîm'de işaret buyrulmuştur. Birincisine: "Femen kâne mülküm marîzen ev alâ seferin feiddetün min eyyâmin uhara — Sizden bir kimse hasta veya yolculukta olursa tutamadığı günler sayısınca başka zaman tutar," (Bakara sûresi: 2/184) kavl-i şerifiyle işaret olunmuştur. Zira âyet-i kerimede buyrulduğu üzre bir kimse hasta' olsa yahut yolcu bulunsa orucunu yemesi uygundur, tekrar başka günlerde kazâ eder. Hâsılı yolcu olan kimseye ruhsat verilmesi şunun içindir ki, yolculuk mihnet ve meşakkat yeridir. Eğer oruçlu olursa o meşakkat arasında orucun da zayıflığı tamamen arttırıp vücudun mukavemetini kırması, mizacın bozulup sıhhatin kalmaması, hastalığın üstün gelip mizacı kaplaması mümkündür. Bu sebeple Hak teâlâ hazretleri, sıhhatin korunınası için yolcuya ruhsat buyurdu. İkincisine: "Ve lâ tektulû enfuseküm — Nefislerinizi katletmeyin," (Nisâ sûresi: 4/29) âyet-i kerimesiyle işaret buyrulmuştur. Çok soğuk su kullanılmasından korkulduğu zaman teyemmümün caiz olması bu âyet-i kerîmeden alınmıştır. Bir âyet-i kerîmede de: "Ve in küntüm merzâ ev alâ seferin ev câe ehadün minküm mine'l-ğâiti ve lâmestümü'n-nisâe felem tecidu mâen feteyemmemû saîden tayyiben — Eğer hasta yahut yolculukta iseniz veya tuvaletten gelmişseniz yahut da kadınlara dokunınuşsanız, su bulamadığınız takdirde temiz toprağa teyemmüm edin," (Nisâ sûresi: 4/43) buyrulmuştur. Burada da açıkça zikredilmiştir ki, hasta olan kimsenin su kullanınayıp temiz toprakla teyemmüm etmesi mubahtır. Su kullanınanın zarar vermesi ihtimali olduğu vakit su kullanınayı terkedip teyemmüm etmek gerek. Bundan da anlaşılır ki, hastalığı olan kimseler zararlı nesnelerden perhiz etmelidirler. Üçüncüsüne: "Femen kâne minküm marîzen ev bihi ezan min re'sihi fefidyetün — İçinizden hasta olan veya başından bir rahatsızlığı bulunan kimse (bundan ötürü tıraş olmak zorunda kalırsa) fidye verir," (Bakara sûresi: 2/196) âyet-i kerimesiyle işaret olunmuştur. İhram bağlanan kimsenin şer'an başını tıraş etmesi caiz değildir. Ama bu âyet-i kerîme hükmünce, tıraş etmemekten zarar gelecek olursa, o zaman tıraş etmesi caiz olur. Zira saç kazinınakla cildin mesamatı açılır, hapsolmuş buhar çıkıp gider, tabiattan zarar def edilmiş olur. Her zararı def etmek buna kıyas olunmuştur. Hak teâlâ hazretlerinin azîm Kur'anında tıbbın üç usûlüne irşat buyurduğu böylece anlaşılmış oldu. Nihayet her gerektiği zaman tıbbın (sıhhati düzeltme çarelerinin) kullanılmasinin cevazına Kur'an ve hadîste deliller gelmiştir. Sahîh-i Buhârî ve Müslim'de Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, Resulullah Efendimiz hazretleri: "Mâ enzelallahu dâen illâ enzele lehu şifâen — Allah, hiç bir hastalık indirmemiştir ki, şifasını indirmemiş olsun," buyurmuştur. Hâsılı, "Allah, yaratmış olduğu her hastalığın devâsını da yaratmıştır," demektir. "Gerçekten Hak teâlâ hazretleri, her hastalık için bir devâ yaratmıştır. O halde deva kullanın, hastalıklarınızı tedavi edin. Ancak haram nesne ile tedavi etmeyin," buyurmuşlardır. Yine İmâm-ı Ahmed'in naklinde Enes'den rviayet edilmiştir ki: "Elbette Allah, hastalık yarattığı yerde devâ da yaratmıştır. O halde devâ kullanın, hastalıkları tedavi edin," buyrulmuştur. Bir rivâyette de Usâme bin Şüreyk'ten rivâyet edilmiştir ki: "Ey Allah'ın kulları! Devâ kullanın, hastalıklarınızı tedavi edin! Çünkü Allah, gerçekten, gayet ihtiyarlıktan yahut ölümden başka meydana getirdiği her hastalık için muhakkak bir şifa meydana getirmiştir," diye gelmiştir. Bir sözde "İllâ es-sâm — Sersemlik (ahmaklık) hastalığından başka," diye vâki olmuştur. Ebû Davud'un naklinde Ebû Derdâ (radıyallahü anh) hazretlerinden Fahr-i Kâinat hazretlerine merfuan rivâyet edilmiştir ki: "Gerçekten Allah, haram kıldığı şeylerde sizin için şifa yaratmamıştır," diye gelmiştir. Sahîh-i Buhârî'de de: Hâsılı, bu hadîs-i şerifler gereğince haram kılınan şeylerle tedavi olunınak caiz değildir. İmâm-ı Müslim'in naklinde de Câbir'den merfuan rivâyet olunmuştur ki: "Her hastalık için bir deva vardır. Devâ o hastalığa yetiştirildiği vakit Allah'ın izniyle ondan kurtuluş hâsıl olur," buyrulmuş. Her hastalığın gelmesi ve gitmesi, hakikatte Allah'ın izniyle ve emriyledir. Allah, var olan bütün devâları sebep yaratmıştır. O halde sebebe yapışmak tevekküle aykırı değildir. Nitekim açlık ve susuzluğun savuşturulması için yemek ve su içmek de tevekküle aykırı değildir. Elbette sebepsiz bir şey olmaz. Hâsılı, bir kişi hastalığa tutulsa, deva kullanınayı tevekküle aykırı sanıp terketmesi "Ben Allah'a tevekkül ettim, deva kullanınam," demesi caiz değildir. Bu, abes bir şeydir. Hâris bin Esedi'l-Muhâsibî'ye sorup: — Yâ Hâris! Tevekkül ehli devâ kullanır mı? dediler. — Evet, dedi. — Nereden böyle söylüyorsun? Bunun delili nedir? dediler. — Mütevekkillerin efendisi Muhammed Mustafa hazretleridir ki, tevekkülde ona kimseler ne yetişti ne de yetişmesi ihtimali vardır. Böyleyken O, deva kullanmıştır. Delil budur, dedi. Hâsılı, her deva şeriattaki şekli üzre kullanılsa ve asıl şifa Hak teâlâ hazretlerinden umulup devânın sadece sebep olduğuna itikat olunsa tevekküle asla zarar gelmez, tevekkül yine yerindedir. Bu hususta delil, Fahr-i Kâinat Efendimizin işi ve sözüdür. İbnü'l-Kayyum hikâye eder ki, İbrahim aleyhisselâm: — Ya Rab, hastalık kimdendir? dedi. Hak teâlâ hazretleri: — Bendendir, buyurdu. ibrahim: — Ya deva kimdendir? dedi. Bârî teâlâ hazretleri: — Bendendir, buyurdu. ibrahim aleyhisselâm: — Mademki hastalık sendendir, deva da sendendir, ya tabibin arade işi nedir? dedi. Hak teâlâ hazretleri: — Tabib, benim devayı kendi eliyle gönderdiğim kimsedir, (yani, tabib de bendendir) buyurdu. Resulullah Efendimiz hazretlerinin "Li-külli dâu devâun — Her hastalığın devası vardır," buyurmasında hastanın ve tabibin kendisine kuvvet verme vardır. Bundan murat, deva talebine onları kandırmaktır. Mademki Resulullah Efendimiz "Her hastalığın devası vardır" diye buyurdu, o halde belki devayı buluruz diye her ikisi de çalışırlar. Bundan kalbleri kuvvet bulur, ümidi kesmezler. Peygamber Efendimizin kullandığı ilâclarBundan sonra malûm olsun ki, Peygamber Efendimiz hazretlerinin ilacı üç nevi üzre idi: 1 . İlahî devalar. 2 . Tabiî devalar. 3 . Her ikisinden mürekkep olan devalar. Yâni ilk iki devanın her ikisini de kullanırlardı. 1. Nevi: İlâhî devalarİlâhî devalarla olan tıbbinin beyanındadır. Şöyle malûm olsun ki, Hak teâlâ hazretleri, hastalıkların giderilmesinde Kur'ân'dan daha umumî ve daha faydalı bir devâ inzal etmemiştir. Kur'ân, hastalıklara şifa ve kalblerin aynasına ciladır. Nitekim Hak teâlâ hazretleri: "Ve nünezzilu mine'l-kur'âni mâ hüve şifâün ve rahmetün lilmüminîne — Biz, Kur'an'dan müminlere şifa ve rahmet olan şeyler indiriyoruz," (İsrâ sûresi: 17/82) buyurmuştur. Ayet-i kerîmedeki "min" kelimesi, Kur'ân"dan" mânasını ifade eden kelime, İmâm-ı Fahr-i Râzî'nin buyurduğu üzre teb'iz (bir kısmını ayırmak) için değildir, cins içindir. Mânası: "Biz Kur'ân'ı öyle bir şifa cinsi olarak indirdik ki, o, hem ruhanî hastalıklar için şifadır ve hem de cismanî hastalıklar için şifadır," demek olur. Hâsılı Kur'ân mutlak olarak hastalıklara şifadır, ister ruhanî olsun, ister cismanî olsun. ikisini de def eder. Ruhanî hastalıkları giderdiği açıktır. Zira ruhanî hastalıklar iki kısımdır: Bir kısmı, batıl itikatlardır ki, ulûhiyet ve nübüvvete, mebde ve meâd (işlerin başlangıcı ve sonucu), kazâ ve kader hallerine ilişkindir. Kur'ân hak mezhebin delillerini kapsayıcıdır. Bu türlü bozuk itikatları ve batıl mezhepleri iptal etmiştir. Onu bilen kimse, bu türlü bozuk ve batıl inançlardan kurtulur. Bir kısmı da kötü ahlâk ve huylardır. Kur'ân, bunun ayrıntılarını, tarifini, şer ve fesadını beyan edip güzel ahlâk ve huylara irşat etmiştir. Hâsılı ruhanî hastalıkların her iki kısmına da şifa olduğu açıktır. Kur'ânın cismânî hastalıklara deva olmasına gelince, uğur ve hayır umarak okunınasiyle pek çok hastalıklara faydalıdır. Peygamber Efendimiz hazretleri: "Kur'an'la şifa taleb etmeyen kimseye Allah şifa vermedi," diye buyurmuştur . Hadîsin zahiri böyledir. Bunun da mevzuu hakkında dua olması muhtemeldir. Yâni "Bununla taleb etmeyene Allah şifa vermesin," demektir. Şeyh Ebû'l-Kasım Kuşeyrî'den nakledilmiştir ki, bir zaman çocuğu çok hasta oldu. Ölüm derecesine geldi. Kendi de bundan son derece mustaripti. Şeyh der ki: "O gece Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerini rüyada gördüm: — Ya Resûlallah! Oğlum çok düşkün hastadır. Bu cihetten gayet mustarip bir haldeyim, diye şikâyet ettim. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: — Şifa âyetlerinden niçin gafilsin? diye buyurdu. Uyandım, düşünceye vardım. Hatırıma geldi ki, şifa âyetleri Allah'ın kitabinin altı yerinde vâki olmuştur. Bunlar, şu zikrolunanlardır: 1 — "Ve yeşfi sudûre kavmin müminîne — Ve müminler topluluğunun göğüslerine (gönüllerine) şifa versin, onları ferahlandırsın," (Tevbe sûresi9/14).) 2 — ' Ve şifâün limâ fî'sudûri — Ve göğüslerde (gönüllerde) olan şeylere bir şifa gelmiştir." (Yunûs sûresi: 10/57). 3 — "Yahricu min butûnihâ şarâbun muhteliftin elvânuhu fîhi şifâun linnâsi — Onun (arının) butunundan renkleri çeşitli bir içki çıkar ki, onda insanlar için şifa vardır," (Nahl sûresi: 16/69). 4 — "Ve nünezzilu mine'l-kur'âni mâ hüve şifâün ve rahrnetün lilmüminîne — Biz, Kur'an'dan müminlere şifa ve rahmet olan şeyler indiriyoruz," (İsrâ sûresi: 17/82). 5 — "Ve izâ mariztü fehüve yeşfîni — Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur," (Şuarâ sûresi: 26/80). 6 — "Kul hüvellezîne âmenû hüden ve şifâün — De ki: O, iman edenler için doğru yola ileten bir kılavuz ve bir şifadır," (Fussilet sûresi: 41/44). Hemen bu âyetleri yazdım da su ile ezip çocuğuma içirdim . Hak teâlâ hazretleri şifa verdi. Bentten boşanır gibi kurtuldu," diye buyurdu. İbn-i Mâce'nin naklinde Hazret-i Ali'den merfuan rivâyet olunmuştur ki: "Hayrü'd-devâu'l-kur'ânu — Devânın en iyisi Kur'an'dır," buyrulmuştur. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır. Ondan gafil olmak doğru değildir. Şüphe yoktur ki, âyetlerin, zikirlerin ye duaların her biri, kendi nefsinde faydalı ve şifalıdır. Fakat şartlarına uygun olarak kullanılmazsa faydası görülmez. Nitekim maddî devâlar da böyledir. Bir kimse daima sağlığa aykırı gıdalardan perhiz etmese, kendini sıcaktan ve soğuktan sakmmasa ve diğer gerekli olan şeylere riayet etmese, ne kadar faydalı şerbet ve macun verseler, elbette faydasını görmez, hepsi boşa gider, ilahî devâların da şartları vardır. Bu cümleden bazıları şunlardır: 1 . Kişinin itikadinin doğru ve temiz olması gerektir. 2 . Haramdan ve zulümden kaçınıp dua sırasında kalbinin gaflet üzere olmaması gerektir. 3 . Tam yönelişle yönelip niyaz ve tazarru üzre olması gerektir. Yoksa ağzı okumakta ve dua etmekte olup kalbi yabanlarda olursa asla faydasını görmez. Boş yere çalışır. Nitekim Hâkim'in rivâyetinde gelen hadîs-i şerifte: "Biliniz ki, Allah, gafil ve boş şeylerle meşgûl olan kalbden dua kabul etmez," buyrulmuştur. Buyurmuşlardır ki: Devâların en faydalısı duadır. Dua, belânın düşmanıdır, onu sürer giderir. Dua, belânın inmesini önler, inmiş olanı hafifletir. Dua, müminin silâhıdır. Ancak kalbin huzuru ve hatırın cem'iyyeti (kalbin Allahla beraber bulunduğunu duyması ve zihnin bu noktada odaklanınası) ile olmalıdır. Duanın, kabul edilmesinin umulduğu vakitlerde edilmesi gerektir. Meselâ gecenin son üçte birinde olmalıdır. Kıbleye karşı, huzû' ve inkisarla, tazarru' ve niyazla, temizlikle, Hak teâlâ hazretlerine hamd ve senâ, Resûlüne salât ve selâm ile etmelidir. Ayrıca daha önceden tevbe ve istiğfar edip bir miktar sadaka vermiş olmak gerekir. Çünkü sadaka verilmesi, duaların kabul edilmesinin en kuvvetli sebeplerindendir. Bu, aynı zamanda başkalarına sadaka ile hizmet ederek ve faydalı olarak Allah'dan bir şey dilemek demektir ki, kişinin nefsanîlikten uzak olmasını gerek tirici olduğu gibi sadaka verilen kimsenin duasinin da ona iştirakini temin eder, denilmiştir. Duada ısrar etmek ve direnmek gerekir. "Yâ Rab, dilerim ki, beni mahrum etmeyip duamı kabul buyurasın." demelidir. Dua sırasında Hak teâlâ hazretlerinin şerefli isimlerinden bazılarını zikretmelidir. Meselâ: "Yâ Kerîm, yâ Zül-Celâli ve'l-ikrâm! Sen kabul eyle," demelidir. Bu türlü bir dua Allah'ın inayetiyle reddolunınaz. Hususiyle Habib-i Ekrem ve Nebiy-yi Muhterem Efendimiz hazretlerinden rivâyet edilmiş olan dualardan olursa, kabul edilmesi kuvvetle umulur. Hele "Ism-i A'zâm'ı içine alıcıdır," diye haber vermiş olduğu dualardan olursa... Bu türlü dualar, Allah'ın inayetiyle hemen kabul bulur. İsm-i A'zâm hususunda pek çok sözler söylenmiştir. Bazıları Bilinmiyor" demişlerdir. Bazıları, "Biliniyor; Allah kelimesi Ism-i A'zâm'dır," demişlerdir. Bazıları, "ElHayyu'l-Kayyûm — Diri, Hayat Sahibi, Kendi Kendine Ayakta Duran ve Her Şeyi Kendi Varlığiyle Ayakta Tutan," Ism-i A'zâm'dır, dediler. Bazıları, "Zül-Celâli ve'l-İkrâm — Önce Kahredip Sonra İkram ve İltifat Eden" ismi, Ism-i A'zâm'dır, dediler. İşin hakikatini Allah bilir. Malûm olsun ki, Muavvezât (Sığininalar demektir ki, Kur'an-ı kerîmin Allah'a sığinınayı ifade eden son iki sûresinin ismidir) ile ve Allah'ın isimlerinden bazıları ile rukî (afsunlamalar), ruhanî tıb'dır (mânevî hastalıkları iyileştirici bir yoldur). Her ne zaman bunlar, salihlerin ve ebrârın (günahlardan kaçan, iyi ve temiz yaradılışlı, kâmil insanların) diliyle okunsa Allah'ın izniyle şifa hâsıl olur demişlerdir. Rukî, Rukye'nin çoğuludur ve Rukye afsun demektir. Afsun Farsçadır. Ancak Türk dilinde sihirbazların ve cadıların söyledikleri boş ve mânâsız sözlere afsun derler. Bu sebeple faydalanınak için okunan âyet-i kerîmeler ve Allah'ın isimleri hakkında afsun kelimesinin kullanılması doğru değildir. Ama Arap dilinde "Rukye" derler. Sahîh-i Buhârî'de Hazret-i Âişe'den rivâyet edilmiştir ki: "Ölümüyle sonuçlanan hastalığında kendi üzerine muavvezât okuyarak üfledi," demiştir. Muavvezât'tan murad, tağlib (bir kelimeyi aradaki ilişkiden dolayı başka mânayı da içine alacak şekilde kullanına) yoluyle Ihlâs sûresi, Felak sûresi ve Nâs sûresi'dir, dediler. Yahut sadece Felak sûresi ile Nâs süresidir, dediler. Kur'an-ı azîm'de kötülüklerden Allah'a sığinina mânasını ifade eden her âyet böyle fayda ve şifa vericidir. Meselâ: "Ve kul rabbi eûzu bike min hemezâti'ş-şeyâtîni — Ve de ki: Rabbim, şeytanların vesvese ve kuruntusundan sana sığınırım," (Müminûn sûresi: 23/97) gibi. Âlimler icmâ etmişlerdir ki, üç şartın birleşmesi halinde rukye caiz olur: 1 — Kur'ân'la yahut Allah'ın isimlerinden ve sıfatlarından bazısı ile olursa. 2 — Arapça yahut mânası bilinen lisanlardan biriyle olursa. Tâ ki, içinde şeriata aykırı bir şey olmadığı açıkça anlaşılsın . 3 — Rukye bizzat müessir değildir, belki Hak teâlâ hazretlerinin takdiriyle tesir eder, diye itikat edilirse. Sahih-i Müslim'de Avf bin Mâlik'den rivâyet edilmiştir ki: "Biz, cahiliyet âleminde rukye okurduk. Sonra bir gün Resûlüllah Efendimiz hazretlerine sorup: — Ya Resûlallah! Rukye hususunda ne buyurursun? dedik. Resûlüllah Efendimiz hazretleri: — "A'rizû aleyye rukaküm lâ be'se bi'r-ruka izâ lem yekûn fîhâ şirkün — Rukyelerinizi bana söyleyin. Eğer içinde şirk yoksa rukyenin bir zararı, yoktur," buyurdular. Yine Câbir'den rivâyet edilmiştir ki, Fahr-i Âlem hazretleri rukyelerden nehyetti. Ondan sonra Âl-i Amr bin Hazm, Fahr-i Kâinat hazretlerine gelip: — Ya Resûlallah! Bizim katımızda bir rukye vardı, onu akrebin şerrini def etmek için okurduk, dediler ve rukyelerini okuyup Peygamber Efendimize arzettiler. Resûlüllah Efendimiz: — "Ben beis (zarar) görmüyorum. Her kimin kardeşine faydalı olmağa gücü yeterse ona faydalı olsun," buyurdu. Hâsılı rukyelerini caiz gördü. Bir topluluk, bu rivâyete yapışarak: "Faydası tecrübe edilmiş olan her rukyenin, gerek mânası bilinsin gerekse bilinmesin, okunınası caizdir," dediler. Fakat Avfın hadisi açıkça delâlet eder ki, mânası bilinmeyince caiz olmaz. Zira içinde şirk kelimesinin bulunınası ihtimali vardır. İmâm Kurtubî, buyurmuştur ki, rukye üç kısımdır: 1 . Cahiliyet zamanında kullandıkları rukyeler ki, mânası bilinmezdi. 2 . Kur'anla ve Allah'ın isimleriyle olan rukyeler. Bu kısım, Fahr-i Kâinat Efendimizden nakledilmiş olursa okuması müstehaptır. 3 . Meleklerin yahut evliyaullahın isimleriyle olan yahut büyük yaratıklardan bir nesnenin zikri geçen rukyeler. Meselâ Arş, Kürsi ve Levh'in zikredilmesi gibi. Bunlar kaçininayı gerektirici olan şeylerden değildir. Ancak bunların isimleriyle uğur ve bereket umma da, şer'an muteber ve memduh bir nesne demek değildir*. Meğer ki, Allah'a iltica etmeyi tazammum eden meşru şeylerden olsun. Hâsılı, rukye etmek caizdir, ama terki daha iyidir, demişlerdir. Yâni terki evlâ olan bir caizdir, demektir. Meğerki rukyede zikredilmiş olan şeyin bizzat tazimi murad olsun. Bu takdirde kaçınılması gerekli olur. Allah'ın isminden başkasına yemin etmek kısmından olur, demişlerdir. Rabi' der ki: "İmâm Şafiî'ye rukye'den sual ettim. — Allah'ın kitabı ve Allah'ın isimleriyle rukyede beis yoktur, dedi. Ben: — Kitap ehlinin, yâni Yahudi ve Hıristiyanların müslümanlara rukye etmesi caiz olur mu? dedim. — Evet, Allah'ın kitabından ve Allah'ın zikrinden maruf olanla etmek caiz olur, dedi." Mutâ'da zikredilmiştir ki, Ebû Bekir Sıddık, Hazret-i Âişe'ye rukye etmek için gelmiş olan bir Yahudi karısına: — Ona Allah'ın kitabiyle rukye eyle, diye buyurdu. İmâm Nevevî, Kâdî Iyâd'dan nakletmiştir ki, kitap ehlinin Müslümana rukye etmesinin cevazında İmâm Mâlik'in kavli değişiktir. Ama İmâm Şafiî cevazına kail olmuştur, diye buyurmuş . İbn-i Vehb: "İmâm-ı Mâlik katında demirle, tuzla, iplik düğümlemekle ve Süleyman'ın mührüyle rukye eyleme kerihtir," diye rivâyet etmiştir. "Zira sahâbe ve tabiin zamanında bu türlü şeyler yoktu," diye buyurmuş. En iyisini Allah bilir. 1 . Göz Değen Kimseye Okunacak Rukye: Önce malûm olsun ki, göz değmesi gerçek olan bir şeydir. Bazı kimsenin gözünde öyle bir halet olur ki, dokunduğu nesneye zarar yetişir. İmâm Müslim'in naklinde İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri: "Göz değmesi, sabit ve mevcut olan bir şeydir. Yâni varlığı sabit olan şeyler cümlesindendir. Eğer kaderin önüne geçen bir şey olsaydı göz değmesi onun önüne geçerdi," buyurmuşlar. Bazı bid'at ehli, göz değmesini inkâr etmişlerdir. Ama abes söylemişlerdir. Zira bir şey ki, nefsinde muhal değildir, kalb hakikatini anlayamaz ve ifsadinin delili mevcut olmaz, akıl indinde caiz olur. Vukuunu şeriat sahibi haber verdiği zaman da inkâra mecâl kalmaz. Bunu inkâr etmekle diğer haber verdiklerini inkâr etmek arasında fark olmaz. Göz değmesi dedikleri eşyanın hassaları kabilindendir. Bir eserdir, görünür, fakat sırrinin ve sebebinin ne olduğu Hak teâlâ hazretlerinden başkasına malûm olmaz. Görmez misin ki, mıknatıs demiri kendine çeker, fakat sebebinin ne olduğunu kimse bilmez. Bir çanak içinde süt olsa ve hayız gören bir kadın elini o sütün içine soksa süt bozulur. Eğer temiz bir kadın elini soksa bir şey olmaz. Diğer hassalar da buna kıyas olunsun. Gözü değen kimselerin kimisinden nakledilmiştir ki: "Ne zaman bir şey görsem ve beğensem, hemen gözlerimden bir hararet çıkar," diye hikâye etmişlerdir. Böyle kimsenin gözünden hararet çıktığı gibi hararetten gözü çıksa da makul olurdu. Sözün kısası bu husus vâkidir. Hakkında hadîs-i şerif gelmiştir. Bunun ilacı, Fahr-i Âlem hazretlerinden naklolunduğu üzre Muavvezeteyn (Kur'an-ı kerîmin son iki sûresini) okumaktır. Ayrıca Fatiha sûresi ve Ayete'l-Kürsi okumaktır. Bir de Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden rivâyet edilmiş olan teavvuzât'ı (sığinına dualarını) okumaktır. Bunlar, şu zikrolunan güzel sözlerdir: Okunuşu: "Eûzü bikelimâtillahi't-tâmmeti min külli şeytanin ve hâmmetin ve min aynin lâmetin. Eûzü bikelimâtillahi't-tâmmâtilleti lâ yücâvüzhünne birrün ve lâ fâcirün min şerri mâ haleka ve zeree ve beree ve min şerri mâ yenzilu mine's-semâi ve mâ ya'ricu fîhâ ve min şerri mâ zeree fî'l-arzı ve min şerri mâ yahrucu minhâ ve min şerri fiteni'l-leyli ve'n-nehâri ve min şerri tavârıkı'l-leyli ve'n-nehâri illâ târıkan yetruku bi-hayrin yâ Rahmânu" Mânası: "Bütün şeytandan, zararlı hayvandan ve kem gözden Allah'ın tam olan kelimelerine sığınırım. Allah'ın yarattığı, var ettiği, vücuda getirdiği bütün şeylerin şerrinden, gökten indirdiğinin ve göğe çıkardıklarının şerrinden, yerde bitirdiklerinin ve yerden çıkardıklarının şerrinden, gecenin ve gündüzün şerrinden, iyilik için kapı çalandan başka gece ve gündüz her kapı çalanın şerrinden, Allah'ın tam olan kelimelerine sığınırım ki, onlar, iyiliğe izin verir ve kötülüğe asla vermez, ey Rahmân." Bir kimse, kendi gözünün başkasına zarar vermesinden korkarsa, nazar ettiği zaman: "Allahümme bârik aleyhi — Allahım, ona kutlu olsun," desin. Ayrıca göz değmenin şerrini def edenlerden biri de: "Mâşâallah lâ kuvvete illâ billahi — Allah ne güzel yapmış; Allah'dan başka kuvvet sahibi yoktur," demektir. Biri de Cebrâil aleyhisselâmın rukyesidir ki, Peygamber Efendimizin üzerine okurdu. İmâm Müslim'in rivâyet ettiği üzre rukye şudur: "Bismillâhi erkıke min şerri külli şey'in yü'zîke ve min şerri külli nefsin ev aynin hâsidin Allahu yeşfike bismillâhi erkıke — Allah'ın ismiyle sana rukye ederim; sana acı veren her şeyin şerrinden, her nefsin veya haset edenin kem gözünün şerrinden Allah sana şifa versin. Allah'ın ismiyle sana rukye olsun." Yine Müslim'in naklinde Hazret-i Âişe'den rivâyet edilmiştir ki, "Resûlüllah Efendimizin bir arızası olduğu zaman Cebrâil gelip şöyle rukye ederdi," demiştir: "Bismillâhi erkıke ve min külli dâin yeşfîke ve min şerri hâsidin izâ hasede ve min şerri külli zî aynin — Allah'ın ismiyle sana rukye olsun: Allah bütün hastalıklardan sana şifa versin, haset ettiği zaman hasıt adamın şerrinden ve bütün kem gözlülerin şerrinden seni korusun." Bazı büyüklerden nakledilmiştir ki, gözden sakininanın şartı, iyilikleri, güzellikleri ve ziynetleri örtmektir. Yâni kişinin, kendini veya evlâdını süsleyip ellere göstermesi uygun değildir. İmâm Beğavî Şerhü'l-Sünne'de zikretmiştir ki, Hazret-i Osman bin Affân (radıyallahü anh) güzel bir çocuk gördü de sahiplerine: — Göz değmemesi için yanağinin çukuruna kara sürün! diye buyurdu. Abdullah Eş-Sâci'den (Allah ona rahmet etsin) nakledilmiştir ki, şöyle anlattı: "Bir zamanlar gayet yüğrek bir devem vardı. Ona binip sefere gitmiştim. Sefer yoldaşlarımda bir âin, yâni gözü değer bir kimse vardı. Bana: — Filan kimsenin gözünden deveni sakın, dediler. — O, benim deveme zarar veremez, dedim." Bundan sonrasını, görenler şöyle anlatmaya devam ettiler: Bu sözü o gözü değen kişiye söylediler. O da Abdullah'ı gözetti, menzilinden kalkıp gittiği gibi varıp deveye nazar etti. Deve hemen mustarip olup yıkıldı. Bu esnada Abdullah da çıkageldi. Deveyi bu halde gördü. Olup biteni haber verip: — Sen gittiğin gibi geldi, deveye nazar etti, dediler. — O şahsı bana gösterin, dedi. Gösterdiler. Abdullah, herifin karşısına durup şu rukyeyi okudu: "Allah'ın adiyle hapsedenin hapsinden, kuru taşın şerrinden, yakıcı kıvılcımın şerrinden Allah'a sığınırım. Gözü değenin gözü, kendine ve en sevdiği kişinin üzerine dönsün. Gözünü çevirip de bak, bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözünü iki kez çevir de yine bak, göz, hor, hakir, bitkin ve ümidini kesmiş olarak tekrar sana döner' (Mülk sûresi: 67/3-4)." Abdullah, bunu okuyup tamamladığı gibi herifin gözü çıktı, deve yerinden kalkıp sıhhat buldu. Bazı âlimlerden nakledilmiştir ki: "Bu gibi kimseleri halkın arasına karışmaktan sultanın men etmesi gerekir. Zira bunun zararı, cüzzamlinin zararından daha az değildir. Çünkü cüzzam hastalığına müptela olanı halkın içine karışmaktan Hazret-i Ömer men etmiştir." İmâm Nevevî: "Bu kavi, doğru, kesin ve açıkça belirlenmiştir. Alimlerden herhangi bir kimsenin aksini doğru gördüğü ve bunu açıkladığı malûm değildir," demiştir. 1. Peygamber Efendimizin Rukyeleri:Abdül-Aziz'den rivâyet edilmiştir ki, şöyle anlattı: Bir gün Sâbit ile Enes bin Mâlik'in yanına gittik. Sâbit: — Yâ Ebâ Hamza! Hiç hoşluğum yok, dedi. Enes (radıyallahü anh): — Senin üstüne Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin rukyesini okuyayım mı? di ye sordu. Sâbit de: — Ne olur, yâ Enes, oku! dedi. Başladı Enes, şu rukyeyi okudu: "Ezhibi'l-be'se rabbe'n-nâsi veşfî ente'ş-şâfi. Lâ şâfiye illâ ente şifâen la yuğâdiru sekamen — Ey insanların Rabbi! Zarar ve fitneyi gider, şifa ihsan et. Şifa verici sensin, senden başka şifâ verecek yoktur. Öyle bir şifa ver ki, hastalıktan eser bırakmasın." İmâm Buhârî böylece rivâyet etmiştir. Bir rivâyette de Hazret-i Âişe'den nakledip "Fahr-i Âlem hazretleri bazı ehlini mübarek sağ eliyle sığayıp şöyle sığinına duası okurdu," diye buyurmuştur: "Allahümme rabbe'n-nâsi ezhibi'l-be'se veşfîhi ve ente'ş-şâfi lâ şifâen illâ şifâüke şifâen la yuğâdiru sekamen — Allahım, ey insanların Rabbi! Zarar ve fitneyi gider, şifa ihsan et. Şifa verici sensin, senin şifandan başka şifa yoktur. Öyle bir şifa. ver ki, hastalıktan eser bırakmasın." "Mübarek eliyle sığardı demesi", ağrıyan yeri sığardı, demektir, dediler. Yine Buhârî'nin naklinde Hazret-i Âişe'den rivâyet edilmiştir ki, Fahr-i Kâinat hazretleri şöyle rukye ederdi: "İmsehi'l-be'se rabbe'n-nâsi bi-yedike'ş-şifâu lâ kâşife lehu illâ ente — Ey insanların Rabbi! Şifa elinle zarar ve fitneyi silip gider. Senden başka ona yol açıcı yoktur." Sahih-i Müslim'de Osman ibn-i Ebi'l-As'dan rivâyet edilmiştir ki, Fahr-i Kâinat hazretlerine hastalıktan şikâyet edip: — Ya Resûlallah! İslâm'a geleliden beri vücudumda ağrılar buluyorum, dedi. Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri: "Euzü bi-izzetillahi ve kudretihi min şerri mâ ecidu ve uhâziru — Korku ve acı veren şeylerin şerrinden Allah'ın yüceliğine ve kudretine sığınırım," diye oku buyurdu. "Tesirinin ziyade olması için tekrarlanınasını buyurdu," demişlerdir. Zikrolunan bu rukyelerden gaflet olunınasın. Hadîs kitaplarından çıkarılmış rukyelerdir. Hepsi sahihtir. Her biri, kâinatın hocası Peygamber Efendimiz hazretlerinden sahih nakille naklolunmuştur. Doğru ve tam itikatla olunca faydasinin uygun düşmemesi ihtimali yoktur. Allah daha iyi bilir. 2. Geceleyin Korkmanın ve Uyuyamamanın İlâcı:Tirmizî'nin naklinde Büreyde'den rivâyet edilmiştir ki, Hâlid (radıyallahü anh) Fahr-i Âlem hazretlerine şikâyet edip: — Ya Resûlallah! Geceleri gözüme uyku girmez oldu, dedi. Fahr-i Kâinat hazretleri: — Döşeğine yattığın zaman şunu oku, diye buyurdu: "Allahümme rabbe's-semavâti's-seb'i ve mâ ezallet ve rabbe'larazine ve ma ekallet ve rabbe'ş-şeyâtîni ve mâ adallet kün lî çâren min şerri halkike küllihim cemian en yefruta aleyye ahadün minhum ev yebğâ aleyye azze cârike ve celle senâüke ve lâ ilâhe ğayrüke — Allahım, ey yedi kat göğün ve onların gölgesindekilerin Rabbi, ey yedi kat yerin ve onda yükselenlerin Rabbi, ey şeytanların ve onların azdırdıklarının Rabbi! Bütün yaratıklarının şerrinden beni koruyucu ol. Onlardan hiç biri bana saldırmasın, yolumu kesmesin ve bana zarar vermesin. Senin koruman çok yüce, senân çok büyüktür ve senden başka ilâh yoktur." 3. Musibet Erişmesinin İlâcı:Müsned'de Fahr-i Kâinat hazretlerinden merfuan rivâyet olunmuştur ki, kendisine bir musibet erişen kimse: — Elini ağrıyan yerin üstüne koy da üç kere "Bismillâhi" de ve yedi kere: "İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn. Allahümme ecirnî fi musibeti v'ahliflî hayren minhâ — Biz Allah'a âitiz ve yine O'na dönücüleriz. Allahım, bu musibetimi giderip beni ondan daha hayırlısı ile mükâfatlandır," dese elbette Hak teâlâ hazretleri, o kişiye o musibette ondan daha hayırlı bir halef müyesser eyler, diye buyurmuşlar. 4. Peygamberimizin Üzüntü ve Sıkıntıya İlâcı:İmâm Buhârî ve Müslim'in rivâyetlerinde İbn-i Abbâs hazretlerinden rivâyet olunmuştur ki, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, üzüntü ve sıkıntı ârız olduğunda şunu okurdu: "Lâ ilâhe illallahu'l-azîmu'l-halîmu, lâ ilâhe illallahu rabbü'larşi'l-azîmi, lâ ilâhe illallahu rabbü's-semâvâti ve rabbü'l-ardı rabbül-arşi'l-kerîmi — Büyüklük ve hilm (yumuşaklık) sahibi olan Allah'dan başka ilâh yoktur. Büyük Arş'ın sahibi olan Allah'dan başka ilâh yoktur. Göklerin Rabbi, yeryüzünün Rabbi, Arş'ın Rabbi, kerem sahibi Allah'dan başka ilâh yoktur." "Evlâ olanı, bunları demekle beraber dua okumaktır," demişlerdir. Senâ duadan önce olunca dua kabul olunur. Dua senâdan önce olunca kabul edilmesi umut üzredir, demişler. Ebû Bekir Râzî'den şöyle rivâyet edilmiştir: "Isfahan diyarında, Ebû Nuaymın katmdaydım. Bir kişi gelip onlara: — Ebû Bekir bin Ali'yi padişaha gammazlamışlar. Bugün gazab edip hapsetti, dedi. O gece rüyada Fahr-i Kâinat hazretlerini gördüm. Sağ yanında Cebrâil aleyhisselâm duruyordu. Devamlı dudaklarını kıpırdatıp tesbih ediyordu. Ondan sonra Peygamber Efendimiz bana: — Ebû Bekir bin Ali'ye söyle, Sahîh-i Buhârî'de olan sıkıntı duasını okuyup dua etsin. Tâ ki, Hak teâlâ hazretleri ondan sıkıntı ve üzüntüyü gidersin, diye buyurdu. Sabah olunca gittim, haber verdim. O da bu duayı okumakla meşgûl oldu. Çok zaman geçmedi, Hak teâlâ hazretleri ona kurtuluş müyesser etti," dedi. İmâm Nesâî'nin naklinde Hazret-i Ali'den rivâyet edilmiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz, bana şu duayı telkin etti. 'Sıkıntı ve üzüntü ârız olduğunda okuyasın,' diye emretti," demiştir: "Lâ ilâhe illallahu'l-kerîmü'l-azîmu sübhânallahi tebârekallahu rabbu'l-arşı'lazîmi ve'l-hamdü lillâhi rabbi'l-âlemîne — Çok cömert ve çok büyük olan Allah'dan başka ilâh yoktur. Allâh'ı o noksan sıfatlardan tenzih ve kemâl sıfatlariyle tavsif ederek tesbih ederim. Bütün kutluluk ve güzellikler Allah'ındır. Çok büyük olan Arş'ın Rabbidir. Övgü ve sevgi Âlemlerin Rabbı'na mahsustur." Bir rivâyette birincisi, "El-halîmü'l-kerîmu" diye vâki olmuştur. Bir rivâyette de sözleri: "Lâ ilâhe illallahu vahdehu lâ şerike lehu'l-alîmü'l-aliyyü'l-azîmu. Lâ ilâhe illallahu vahdehu lâ şerike lehu'l-halimü'l-kerîmu — Allah'dan başka ilâh yoktur. O, biriciktir, ortağı yoktur, ziyade ilim sahibidir, her şeyi hakkiyle bilicidir, çok yüce ve çok büyüktür. Allah'dan başka ilâh yoktur. O, biriciktir, ortağı yoktur, çok yumuşaklık ve çok cömertlik sahibidir," diye gelmiştir. Yine bir rivâyette de şu sözlerle vâki olmuştur: "Lâ ilâhe illallahu'l-halîmü'l-kerîmu sübhânehu tebâreke ve teâlâ rabbu'l-arşi'l-azîmi elhamdü lillahi rabbi'l-âlemîne — Çok yumuşak ve çok cömert olan Allah'dan başka ilâh yoktur. O, büyük Arş'ın Rabbini yüceliği ve güzelliği ile noksan sıfatlardan münezzeh ve kemâl sıfatlariyle mukaddes bilerek tesbih ederim. Övgü ve sevgi Âlemlerin Rabbi'ne mahsustur." Bunların hepsini İmâm Nesâî rivâyet etmiştir. Hangisi okunsa güzeldir. Tirmizî'nin naklinde Ebû Hüreyre'den rivâyet edilmiştir ki, kâinatın hocası Efendimiz hazretlerinin mühim bir işi olsa mübarek gözlerini göğe dikip "Sübhanallahu'l-azîmu" derdi. Her ne zaman duada cehd etse "Yâ Hayyu yâ Kayyum" derdi, diye rivâyet etmiştir. Yine Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: "Müşkül bir işi olsa yahut bir hususta şiddet vâki olsa, "Yâ Hayyu yâ Kayyum, birahmetike esteğîsu — Senin rahmetinle yardım dilerim, ey Hayat Sahibi, ey her şeyi kendi kudretiyle ayakta tutucu olan Allah'ım," derdi." Bu türlü işlerde bu sözlerin tesiri hakkında bazı âlimler çeşitli açıklamalar yapmışlardır. Hakikatte sırrını Hak teâlâ hazretleri bilir. Sadece kesin ve kuvvetli itikatla meşgul olmak gerektir. Allah'ın fazlıyle faydalarının zuhura geleceği kesindir. Şu da sıkıntı dualarındandır. Yâni gam ve gussaların def'i için okunacak dualardandır: Ebû Dâvud'un naklinde Ebû Bekir Sıddık (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri, sıkıntı, gam ve keder duası olarak: "Allahümme rahme'teke ercû felâ tekilnî ilâ nefsi tarfete aynin ve aslîh şe'nî küllehu lâ ilâhe illâ ente — Allahım, senin rahmetinden umar ve dilerim. Beni gözaçıp kapayıncaya kadar da olsa kendi nefsime bırakmaktan sakla, benim bütün işlerimi ve hâllerimi ıslah et. Senden başka ilâh yoktur," diye buyurmuşlar. Yine İbn-i Dâvud katında Esmâ binti Umeys'den merfuan şöyle rivâyet olunmuştur ki: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri, üzücü bir duruma düştüğü yahut bir keder ve sıkıntıya kapıldığı zaman: "Allahu rabbî lâ üşrikü bihî şey'en — Benim Rabbim Allah'dır. O'na hiç bir şeyi ortak koşmam," derdi." İmâm-ı Ahmed'in naklinde Abdullah bin Mes'ud (radıyallahü anh), Peygamber Efendimiz hazretlerinden rivâyet etmiştir ki: "Bir kimse mahzun ve kederli olduğu zaman şu duayı okusun. Elbette Hak teâlâ hazretleri onun hüznünü ferahlığa tebdil eder," diye buyurmuşlar. Dua şudur: "Allahümme innî abdüke ve'bnü abdike ve'bnü emetike, nâsîyeti biyedike, mâzin fiyye hükmüke, adlün fiyye kazâüke es'elüke bikülli ismin hüve leke semmeyte bihi nefseke ev enzeltehu fî kitâbike ev allemtehu ehaden min halkika evi'ste'serte bihi fi ilmi'l-ğaybi indeke, en tec'ale'l-kur'âne'l-azîme rebîa kalbi ve nûre sadrî ve cilâe hüznî ve zehâbe hemmî — Allah'ım, ben senin kulunum. Kulunun ve cariyenin oğluyum. Boynum elindedir, hükmün bana geçerlidir. Hakkımda verdiğin hüküm adaletin kendisidir. Kendi zâtını isimlendirdiğin veya Kur'an'ında indirdiğin yahut kullarmdan birine öğrettiğin veya kendi katındaki gayb ilminde tesirini halkettiğin bütün isimlerinle senden dilerim ki, Kur'ân'ı, gönlümün baharı, göğsümün nuru, kederimin cilası ve üzüntümün gidericisi eyle." Sünen-i Ebi Dâvud'da Ebû Saîdi'l-Hudrî'den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, bir gün Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Mescid-i şerife girdi, Ensar topluluğundan Ebû Umâme diye tanınan bir şahsa rast geldi: — Yâ Ebâ Ümâme! Namaz vakti değil, Mescid'de oturmanın sebebi nedir? diye sordu. Ebû Umâme: — Ya Resûlallah! Borçlarım boynuma çöktü, üzüntü ve sıkıntıma sebep oldu, diye cevap verdi. Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri: — Sana bir söz öğreteyim mi ki, Hak teâlâ hazretleri sıkıntını savsın ve borcunu ödesin? diye buyurdu. Oda — Evet, ya Resûlüllah! dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz hazretleri: — Sabah ve akşama yetiştiğin zaman şunu oku, diye buyurdu: "Allahümme innî eûzübike mine'l-hemmi ve'l-hazeni ve eûzübike mine'l-aczi ve'l-keseli ve eûzübike mine'l-buhli ve'l-cübni ve eûzübike min galebeti'd-deyni ve kahri'r-ricâli — Allah'ım, keder ve üzüntüden sana sığınırım. Acizlikten, tembellikten ve bezginlikten sana sığınırım. Borcun galebesinden ve yerde yürüyenlerin kahrından sana sığınırım." Ebû Umâme'den rivâyet edilmiştir ki: "Fahr-i Âlem hazretlerinin buyurduğu gibi ettim. Allah, kederimi savdı ve borçlarımı ödedi," dedi. Ebû Dâvud'un Sünen'inde İbn-i Abbâs hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: "Bir kimse istiğfara devam etse, Hak teâlâ hazretleri onun her gamını def eder, ona her darlıktan kurtuluş müyesser eder ve kendisine sezmediği yerden rızık nasip eder," diye buyurmuşlar. Bunun sebebi ve açıklaması hususunda da zikretmişlerdir ki: "Bütün milletlerin halkı ve bütün akıllı kişiler, fesat ve masiyetin kişiye gam ve gussa getirdiğinde, gönül darlığı eriştirdiğinde ittifak ederler: Günahların kalbde bu denli tesiri olunca onu mahvedecek ve ondan doğan eseri de bırakmayacak bir ilâç gereklidir. O halde bunun için tevbe ve istiğfar gibi ilaç olmaz. Onun için tevbe ve istiğfar, kişide üzüntü ve iç sıkıntısı bırakmaz." Yine İbn-i Abbâs hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: "Bir kimsenin gam ve gussası çok olsa, "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh — Allah'dan başka halleri değiştiren ve kuvvet sahibi olan kimse yoktur," kelimesini çok söylesin," diye buyurmuştur. Sahihayrı'da buyrulduğuna göre mezkûr kelime, cennet hazinelerinden bir hazinedir. Bazı eserlerde vâki olmuştur ki: "Gökten hiç bir melek inmez ve hiç bir melek çıkmaz ki, "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh" demesin," diye buyrulmuştur. İmâm Taberanî'nin rivâyetinde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden rivâyet etmiştir ki: "Hiç bir şey, beni, Cebrâil aleyhisselâmın temessül edip şöyle demesi kadar kederlendirmedi," diye buyurmuştur: "Yâ Muhammedi Kul: Tevekkeltü ale'l-hayyillezî lâ yemûtu* ve'l-hamdü lillahillezi lem yettehiz veleden ve lem yekûn lehu şerîkün fî'l-mülki ve lem yekûn lehu veliyyün mine'z-zülli ve kebbirhu tekbîren** — Yâ Muhammed, söyle; Ben, ölümsüz hayat sahibi olana tevekkül ettim (güvenip dayandım). Bütün övgü ve sevgi o Allah'a mahsustur ki, hiç kimseyi çocuk edinmemiştir, O'na mülkünde ortak olan kimse yoktur ve zilletten kurtulmak için dosta muhtaç değildir. O halde pek büyükleyerek O'nun büyüklüğünü an!" Yâni: "Her ne zaman bir keder ve sıkıntı ârız olsa hemen Cebrâil aleyhisselâm yetişip, 'Bu sözleri oku' diye bana öğretirdi," demektir. İbn-i Sünnî'nin kitabında Ebû Katâde, Resulullah Efendimiz hazretlerinden rivâyet etmiştir ki: Furkan sûresi: 25/58. isrâ sûresi: 17/111. "Gam ve gussa arız olduğu zaman bir kimse, Âyetel-Kürsî'yi ve Bakara sûresinin sonlarını okusa Allah o kimsenin feryadına yetişir," buyurmuşlar. Yine Sünnî katında Sa'd bin Ebi Vakkas (radıyallahü anh) Fahr-i Âlem hazretlerinden rivâyet etmiştir ki: "Üzüntü ve sıkıntı içinde bulunup da Allah'ın kendisini ferahlığa çıkarınasını isteyenlerin söylediği sözler içinde kardeşim Yunus'un karanlıklar içinde söylediği şu sözden daha iyisini gerçekten bilmiyorum: 'Fenâdâ fî'z-zulumâtı en lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü mine'z-zalimîne — Nihayet karanlıklar içinde: Senden başka ilâh yoktur. Seni eksiklerden münezzeh ve mükemmelliklerle mukaddes bilerek anarım. Gerçekten zâlimlerden olan benim! diye haykırdı,'" buyurmuşlar. Hâsılı, "Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü mine'z-zalimîne — Senden başka ilâh yoktur. Seni eksiklerden münezzeh ve mükemmelliklerle mukaddes bilerek anarım. Gerçekten zâlimlerden olan benim," Yunus aleyhisselâmın duasıdır. Fahr-i Kâinat hazretleri buyurur ki: Her üzüntülü ve kederli olan kimse, bu duayı okusa, Hak teâlâ hazretleri onun üzüntüsünü def eder. Tirmizî'nin rivâyetinde de şöyledir: Her müslüman kimse, bir nesne için bu duayı okusa ve Hak teâlâ hazretlerinden muradını dilese, elbette kabul edilir," diye buyrulmuştur. Deylemî, Mesnedü'l-Firdevs adlı kitabında yazmıştır ki: "Ca'fer-i Sâdık (Allah ona rahmet etsin) babasından, o da dedesinden rivâyet eder ki: — Her ne zaman bir iş Peygamber Efendimiz hazretlerine zorlaşsa ve onun neticesini elde etmek için çalışsa şu duayı okurdu," demişler: "Allahümme'hrisnî bi-aynike'lletî lâ tenâmu ve'kifnî bi-kenefike'llezî lâ yerâmu ve'rhamnî bi-kudretike aleyye felâ ehillüke ve ente recâî fekem min niınetin en'amte bihâ aleyye kaile leke bihâ şükrî ve kem min beliyyetin ibteleytenî bihâ kaile leke bihâ sabrî feyâ men kaile inde niınetihi şükrî felem yahrumnî veyâ men reânî ale'l-hatâyâ felem yafzahnî yâ ze'l-ma'rufi'llezî lâ yenkazî ebeden veyâ ze'n-naınailletî lâ tuhsâ adeden. Es'elüke en tusalliye alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin ve bike edreû fi nuhuri'la'dâi ve'l-cebbârîn. Allahümme einnî alâ dinî bi'd-dünyâ ve alâ âhiretî bi'ttakvâ v'ahfaznî fîmâ gibtü anhü ve lâ tekilin ilâ nefsi fîmâ hatarathu aleyye yâ men lâ tadurruhu'z-zünûbü ve lâ yankisuhu'l-afvü heblî mâ lâ yankusuke v'ağfirlî mâ lâ yedurruke inneke ente'lvehhâb. Es'elüke ferecen karîben ve sabren cemilen ve rızkan vâsian ve'l-âfiyete mine'l-belâyâ ve şükre'l-âfiyete." Enbiyâ sûresi: 21/87. Türkçesi: "Allahım! Uyumayan gözünle beni gözet, girilmeyen sığmağında beni koru ve kudretinle bana merhamet eyle! Allahım, senden korkmuyorum, çünkü ümidim ancak sensin. Bana verdiğin nice nimetler var ki, onlara şükrüm az, beni müptela kıldığın nice belalar var ki, onlara sabrım azdır. Ey nimetinin çokluğuna karşılık şükrüm az olduğu halde beni mahrum bırakmayan! Ey belâlarına karşı sabrım az olduğu halde beni rüsvay etmeyen! Ey beni hatâlar üzerinde gördüğü halde utandırmayan! Ey, hiç tükenmeyen iyiliğin sahibi! Ey, sayıya gelmeyen nimetlerin sahibi! Senden, Muhammed'e ve Muhammed'in âline salât eylemeni dilerim. Düşmanların ve zalimlerin boynunu senin korkunla bükerim. Allahım, dinime dünyayla, âhiretime takvayla yardım et ve onda karışıklığa düşüren şeylerden beni koru. Beni, nefsimin hatıra getirdiği şeylerde nefsime bırakma. Ey günahlar kendisine zarar vermeyen ve af kendinden bir şey eksiltmeyen! Senden bir şey eksiltmeyeni bana hibe et! Sana zarar vermeyeni bana bağışla! Şüphesiz sen, çok bağış sahibisin! Senden, yakın kurtuluş, güzel sabır, bol rızık, belâlardan afiyet ve âfiyete şükür dilerim." Bir rivâyette şöyle vâki olmuştur: "Es'elüke tamâme'l-âfiyeti ve es'elüke devâme'l-âfiyeti ve es'elüke şükre ale'l-âfiyeti ve es'elüke'l-ğınâ ani'n-nâsi ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahi'l-aliyyi'l-azimi — Senden afiyetin tamâmını diliyorum. Senden âfiyetin devâmını diliyorum. Senden âfiyete şükür diliyorum. Senden insanlara muhtaç olmamayı diliyorum. Yücelik ve büyüklük sahibi Allah'dan başka kuvvet sahibi ve halden hale değiştirici yoktur." 5. Peygamberimizin Fakirlik Hastalığına İlâcı:Abdullah bin Ömer'den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, bir kişi Fahr-i Âlem hazretlerine gelip fakirlikten şikâyet etti: — Ya Resûlüllah! Dünya benden yüz çevirdi, dedi. Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri de: — Fecrin doğuşu sırasında yüz kere şu duayı oku, diye buyurdu: "Sübhânallahi ve bi-hamdihi sübhânallahi'l-azîmi estağfirullahe — Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ve kemâl sıfatlariyle takdis ederek tesbih ederim ve O'nu överim. Allah, noksan sıfatlardan münezzeh, kemâl sıfatlariyle mukaddes ve büyüklük sahibidir. Allah'dan bağışlanına dilerim." O kişi dönüp gitti. Bir zaman geçtikten sonra yine geldi: — Ya Resûlüllah! Dünya bana öyle yüzünü döndü ki, malı nereye koyacağımı bilemiyorum, dedi. 6. Peygamberimizin Yangın İlâcı:Amr bin Şuayb, babasından, o da dedesinden rivâyet eder ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri: "Yangın gördüğünüz zaman tekbir getirin. Zira tekbir, gerçekten yangını söndürür," buyurmuşlar. Tekbir'de bu hassanın olduğunun açıklanınasında Zâdu'l-Maâd sahibi zikretmiştir ki: "Yanginin sebebi ateştir. Ateş ise şeytanın maddesidir. Çünkü ateşten yaratılmıştır. Âleme fesat vermede şeytanla münasebeti vardır. Bu sebeple şeytan ona yardım eder. Ateşin tabiatı yücelik ve fesat gerektirir. Nitekim şeytanın yolu da budur; kendine uyanları bu yola çeker. O halde şeytan ve ateşten her biri, yücelik ve fesat gerektirirler. Elbette Hak teâlâ hazretlerinin kibriyâsı (büyüklüğünün anılması) şeytanı ve onun tabiatında olan şer ve fesat ehlini koparır, alçaltır ve kabreder. Bu husus nice kere tecrübe edilip gerçekliği açıkça ortaya çıkmış ve sâbit olmuştur. 886 senesinse Medine-i münevvere yandığı zaman halk, bazı kuşlar müşahede ettiler, açıkça tekbir ediyorlardı. Bu kıssa, yaygın ve meşhur olan bir şeydir. 7. Sihir Hastalığına Peygamberimizin İlâcı:İmâm Nevevî, der ki: "Sihir, icmâ üzre büyük günahlardandır. Eğer küfür sözlerinden bir şey karışsa veya küfrü gerektiren bir fiille olsa küfür olur; onu işleyen kimsenin kâfir olduğunda şüphe kalmaz. Eğer onda küfrü gerektiren bir söz ve fiil olmazsa küfür olmaz, haram olur. Büyük günahlardan olduğu kesindir." Sihir hususunda âlimler ihtilaf etmişlerdir. Bazılarına göre sırf hayâl mahsulüdür, hakikati yoktur. Hanefî âlimlerinden Ebû Bekir Râzî, Şafiîlerden Ebû Cafer Esterabâdî ve bir cemaat bu kavli üstün görmüşlerdir. Ama İmâm Nevevî der ki: "Doğrusu, hakikati vardır. Alimlerin çoğu bu mânayı kesin tutmuşlardır. Âlimlerin büyük çoğunluğunun mezhebi budur. Kitap, sünnet ve meşhur gerçekler de buna delâlet eder." Şeyhülislâm İbn-i Hacer der ki: "Sihir ile gözün inkılâbı (görüşün değişmesi) vâki olur mu, olmaz mı? İhtilaf bundadır. Sırf hayâl mahsulü olduğunu söyleyenler bunu reddetmişlerdir. Hakikatine kail olanlar da iki kısım üzredir. Bir kısmı derler ki: Sihrin tesiri mizacı tağyir edecek denlidir. Bu tesir, hastalıklardan bir nevi olur. Bir kısmı da: îhâleye müntehi olur, derler. Yâni cansız bir nesneyi hayvan eyler, bir hayvanı bir taş, bir ağaç eyler, derler. Cumhurun ittifak ettiği, birinci kavildir. Yâni bunlar, sihrin mizacı tağyir edecek kadar tesiri vardır, derler. Meselâ sihir yapanlar, sağlam bir kimseyi sihirle hasta ederler. Daha fazla bir şey yapmaya kadir değillerdir, derler." İmâmu'l-Haremeyn: "Sihir, fâsıktan başka kimsenin elinde tutınaz. Fâsıktan da kerâmet zuhur etmez," diye icmâ nakletmiştir.. Şöyle itikat etmek gerektir ki: Elinde harikuladelik zuhur eden kimsenin halleri ve sözleri şerefli şeriata uygun olup bid'at ve dalâletten uzak ise zuhur eden keramettir. Aksi halde sihirdir. Ebû Bekir Râzî, Ahkâm'da der ki: "Hak teâlâ hazretleri haber vermiştir ki, Hazret-i Musa, Fir'avn'ın sihircilerinin iplerini ve asâlarını, seğirden yılanlar sandı. Ama onlarda o halet yoktu. Sadece öyle tahayyül etti. Aslı şu idi: Onların asalarının içi boş olup içlerine cıva doldurmuşlardı. İpleri de öyleydi. Derilerden dikmişlerdi. İçleri bağırsak gibi boştu ve cıva doldurulmuştu. Bunları bıraktıkları yerin altını kazıp oraya ateş yerleştirmişlerdi. Üstünü öyle bir şekilde düzeltmişlerdi ki, ateşten hiç bir eser görülmezdi. İşte içleri boş olup cıva ile doldurulmuş bulunan ipleri ve asâları bu yere attılar da biraz durup cıva kızdığı gibi harekete başladılar. Bunu gören kimse onların yürüdüğünü sanırdı. Ama hakikatte yürümeleri yoktu." İmâm Kurtubî: "Doğrusu şudur ki, sihirden bazısinin kalblere tesiri vardır. Sevgi ve düşmanlık peyda etmek, hayır ve şer ilka etmek gibi. Bedenler üzerinde de tesiri vardır. Elem vermek, hasta etmek gibi. Bunlar kesindir. Sadece inkâr olunan, hayvanın cansız eşyaya ve cansız eşyanın hayvana inkılâp ettirilmesidir," diye buyurmuştur. Sahîh-i Buhârî'de geçen Âişe'nin hadîsinde sâbit olmuştur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine sihir yapıldı ve kendileri sinirlendi. Hatta Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri öyle oldu ki, bir işi işlememişken işlediğini sanırdı. Tâ bir geceye dek bu hal devam etti. O gece Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Hazret-i Âişe'nin yanındaydı. Duâ etti, ondan sonra Hazret-i Âişe'ye dedi ki: — "Duydun mu, yâ Âişe? Allahü teâlâ hazretlerinden fetva istedim, o kimsenin şahsında bana fetva verdi. Yâni sorduğum müşkülü halletti. Bana iki kişi geldi. Biri başım ucunda, öbürü ayağım ucunda oturdular. Birisi öbürüne: — Bu kişinin hâli nedir? diye sordu. Öbürü de: — Sihirlenmiştir, diye cevap verdi. — Kim sihirledi? — Lebîd bin A'sam sihirledi. — Nasıl bir şeyle sihir etti? — Bir tarak, taraktan düşmüş bir miktar kıl ve erkek hurma tal'inin cüffü ile sihir etti. Tal', hurma çiçek açtığı zaman görülen sarı renkteki üreme tozları kitlesine denir. Cüff de, onun üzerinde olan kılıfıdır. Hâsılı, bu şeylerle sihir etti, dedi. Tekrar öbürü sorup: — Bunları nereye koydu? dedi. — Bi'r-i Zervân'a (Zervân Kuyusu'na) koydu." (Medine'de bir kuyudur.) Bunun üzerine kâinatın hocası Efendimiz hazretleri, sahabeden bir toplulukla beraber gidip o kuyuya vardı. Emretti, ağzına kadar taş ve toprakla doldurdular, görünınez oldu. Hazret-i Âişe'ye geldiği zaman: — Ya Âişe! O kuyunun suyu kına suyuna benzer, hurmasinin başları şeytanların başlarına benzer, diye buyurdu. Hazret-i Âişe (radıyallahü anh): — Ya Resûlüllah! O sihri çıkarınadın mı? dedi. Fahr-i Âlem hazretleri: — Müslümanlara bir şerri dokunur diye çıkarınayı kerih gördüm, buyurdular. Buharî'nin bir rivâyetinde: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri kuyunun üstüne geldi. Hatta sihri çıkardı," diye gelmiştir. Beyhaki'nin naklinde zayıf senetle İbn-i Abbâs hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: "Gittiler, bir kiriş (işkembe veya bağırsaktan ince bir şekilde kesilip kurutularak yapılmış ip) buldular. On bir düğüm düğümlenmişti. Ondan sonra Muavvezeteyn (Kur'an'ın en sonundaki iki sûre ki, her ikisi de çeşitli şerlerden Allah'a sığininayı ifade eder ve âyetlerinin sayısı toplamı ll'dir) sûresi indi. Peygamberimiz okumağa başladı. Her âyeti okudukça bir düğümü çözülüyordu," diye buyurmuşlar. İbn-i Hacer'in Fethü'l-Bârîde zikrettiği rivâyet şöyledir: "Kuyunun üstüne vardılar. Bir kişi aşağı indi. Resûlüllah hazretlerinin şeklinde mumdan düzülmüş bir suret buldu. İğneler saplanmıştı. Bir de kiriş buldu, on bir düğüm çalmışlardı. Bunları dışarı çıkardı. Ondan sonra Cebrâil aleyhisselâm inip Muavvezeteyn'i getirdi. Her âyet okundukça bir düğümü çözülüyordu. O suretten bir iğne çıkardıklarının her defasında onun acısını duyuyordu, sonra rahatlıyordu," demişlerdir. İmâm Vakıdî'nin zikrettiği üzre Fahr-i Âlem hazretlerine sihri yedinci yılın Muharrem'inde etmişlerdi. Hudeybiye gazâsından döndüğü ay, Zilhicce ayı idi. Muharrem ayı girdiği gibi Yahudi reisleri toplanıp Lebîd bin A'sam dedikleri mel'una vardılar. O, bir sihirci idi. Ona: — Sen hepimizden sihirde daha mahirsin. Biz o kadar sihir ettik, hiç eseri görülmedi. Sana biraz bir şeyler verelim, Muhammed'e sihir et, dediler. Böylece üç altın verip ona sihir ettirdiler, diye rivâyet olunmuştur. Ettiği sihir bir rivâyette kırk gece, bir rivâyette altı ay durmuştur. İmâm-ı Süheylî'nin zikrettiği üzre Zührî'den rivâyet edilmiştir ki: "Bir yıl eğlendi," demiştir. İbn-i Hacer de: "İtimat bu kavledir," demiştir. Ebû Ubeyde (Allah ona rahmet etsin), Abdurrahman bin Ebi Leylâ'nın mürselinden çıkarmıştır ki: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri sihirlendiği zaman önce mübarek başından hacamat etti. Ondan sonra dualarla meşgûl oldu," demişlerdir. İbn-i Kayyum: "Bu hususta en faydalı ilâç, dua, zikir ve kıraettir. Kalbin, Hak teâlâ hazretlerinin zikriyle dolu olması, habis ruhların tesirinden olan sihrin zararını def etmede her şeyden daha kuvvetlidir," diye buyurmuştur. "Sihrin çoklukla tesiri zayıf kalbleredir. Onun için daha çok kadın tâifesine ve küçük çocuklara tesir eder. Zira onlarda kabule istidat daha fazladır," demiştir. "Az olur ki, kâmile de tesir eder. O Hazret'e tesir etmesi, bu gibi şeylerin tesirinin ona da caiz olduğunu beyan içindi," demişlerdir. İbn-'i Battâl'ın zikrettiği üzre Vehb bin Münebbeh'in kitaplarında görülen sihir ilâçlarından biri şudur: "Sedir ağacinin yaprağından yedi tane alsınlar, iki taş arasında döğüp ezdikten sonra su ile karıştırsınlar. Üzerine Ayetel-Kürsî, Ihlas ve Muavvezeteyn okusunlar. Sonra sihirlenmiş olan kimse ondan üç yudum içsin ve geri kalanı ile yıkansın. Allah'ın izniyle kurtuluş müyesser olur. Eğer bağlı olan bir kimse dahi bunu yapsa çözülür," diye buyurmuşlar. Şeyh Ebû Muhammed El-Mercânî'den nakledilmiştir ki, Fahr-i Kâinat hazretlerini rüyasında görmüş, şu âyetleri kendisine öğretmiştir: 1 — "Lekad câeküm resûlun min enfüsikum azîzün aleyhi mâ anittüm harîsun aîeyküm bil-müminîne raûfun rahîmün. Fein tevellev fekul hasbiy'allahu lâ ilâhe illâ hüve aleyhi tevekkeltü ve hüve rabbü'l-arşil-azimi — Ahdolsun, size öyle bir peygamber geldi ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkündür; müminlere karşı çok şefkatli ve çok merhametlidir. Eğer sana inanınaktan yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter! O'ndan başka ilâh yoktur. O'na güvenir ve dayanırım. O, büyük Arş'ın sahibidir." (Tevbe sûresi: 9/128-ı29) 2 — "Lev enzelnâ hâze'l-kur'âne alâ cebelin lereeytehu hâşian mütesaddian min haşyetillahi — Eğer biz, bu Kur'ân'ı bir dağa indirmiş olsaydık, o dağın, Allah'ın korkusundan tevazuyla alçaldığını ve yarıldığını görürdün." (Haşr sûresi: 59/21) 3 — Bu âyetten sonra sûrenin sonuna varıncaya kadar diğer (22, 23 ve 24 üncü) âyetleri, ayrıca Ihlâs ve Muavvezeteyn sûrelerini, daha sonra şu duâyı yazmasını söylemiştir: "Allahümme ente'l-Muhyî ve ente'l-Mümitü ve ente'l-Hâlıku ve ente'l-Bâriu ve ente'l-Müblî ve ente'l-Muâfi ve ente'ş Şâfi halaktenâ min mâin mehînin ve cealtenâ fî karârin mekînin ilâ kaderin ma'lûmîn. Allahümme es'elüke bi-esmaike'l-hüsnâ ve sıfatike'l-ulyâ yâ men bi-yedihi'l-ibtilâu ve'ş-şifâu ve'd-devâu es'elüke bi-mu'cizâti nebiyyike Muhammedin — Allah'ım, yaşatan sensin, öldüren sensin, yaratan sensin, iyilik eden sensin, belâya uğratan sensin, âfiyet veren sensin, şifa veren sensin! Bizi hor ve hakir bir sudan yarattın, sonra bilinen bir zamana kadar mekân sahibi olarak bizi yerleştirdin. Allahım, bütün güzel isimlerin ve yüce sıfatlarınla senden dilerim: Ey imtihanlar, belâlar, şifalar ve devalar elinde olan! Peygamber'in Muhammed'in mucizeleri, Halil'in (Dost'un) ibrahim'in bereketleri ve sözcün Mûsa'nın hürmeti için, Allahım, ona şifa ver." "İşte bunları yazıp getirsinler, şifa bulur," diye buyurmuşlar. 8. Bütün Şikâyetler için Faydalı Olan Rukye:"Rabbünallahu'llezî fî's-semâi tekaddes'es-müke emrüke fî's-semâi ve'l-arzi kemâ rahmetüke fî's-semâi fec'al rahmeteke fi'l-arzı veğfirlenâ hûbenâ ve hatâyânâ ente rabbü'l-mütetabbibîne inzil rahmeten min indike ve şifâen min şifâike alâ hâze'l-vecai. — Ey hükmünü göklerde icra eden Rabbimiz! İsmin pek mukaddestir. Rahmetin göklerde olduğu gibi emrin göklerde ve yerlerde hâkimdir. Rahmetini yeryüzüne indir. Günahlarımızı ve kusurlarımızı bağışla. Sensin hekim arayanların Rabbi. Bu hastaya, katından rahmet, şifandan şifa indir." "Böyle desin, Hak teâlâ hazretleri onu o hastalıktan kurtarır," diye buyurmuşlar. Ebû Dâvud Sünen' inde böylece rivâyet etmiştir. 9. Peygamberimizin Baş ve Diş Ağrısı İçin Rukyesi:Peygamber Efendimiz hazretlerinin baş ağrısı için okudukları rukye şudur: "Bismillahi'r-rahmâni'r-rahîmi Bismillahi'l-kebîri ve eûzü billahi'l-azîmi min şerri külli ırkin ne'ârin ve min şerri harri'n-nâri — Rahman ve Rahim olan Allah'ın adiyle. Pek büyük olan Allah'ın adiyle. Kanı şiddetle coşup hareket eden her damarın şerrinden ve ateşin hararetinin şerrinden büyük Allah'a sığınırım." İbn-i Nuınân ve Beyhakî'nin rivâyetlerinde: "Esmâ binti Ebû Bekir (radıyallahü anh) hazretlerinin başı şişti. Fahr-i Kâinat hazretleri geldi, mübarek elini bezlerin üstünden o şiş üzerine koydu da üç kere: "Bismillâhi ezhib anha sûehu ve fuhşehu bidâ'veti nebiyyike't-tayyibi'l-mübâreki'l-mekîni indeke bismillâhi — Allah'ın adiyle... Güzel, mübarek ve senin katında mekân sahibi olan peygamberinin duası hürmetine ondan kötülüğü, her acı ve zararlı hali gider. Allah'ın adiyle..." buyurdu. Ona da böyle demesini emretti. O da üç gün böyle dedi. Allah'ın yardımiyle o şiş gitti," diye zikretmiştir. İmâm Beyhakî'nin rivâyetinde geldiğine göre Abdullah bin Revâha (radıyallahü anh) Fahri Âlem hazretlerine diş ağrısından şikâyet etti. Resûlüllah Efendimiz de mübarek elini Abdullah'ın ağrıyan yanağinin üzerine koydu ve yedi kere: "Allahümme ezhib anhu sûe mâ yecidu ve fuhşehu bi-dâveti nebiyyihe'l-mekînil-mübâreki indeke — Allahım, senin katında kutluluk ve mekân sahibi olan peygamberinin duâsiyle onun her kötülüğünü, acı ve zararlı halini, hiç eser kalmayacak şekilde gider," buyurdu. Hak teâlâ hazretleri de, daha o gitmeden şifa ihsan etti, sıhhat buldu. Hamîdî'nin rivâyetinde gelmiştir ki: "Hazret-i Fatıma bir gün Fahr-i Âlem hazretlerine gelip dişinin ağrısından şikâyet etti. Fahr-i Âlem hazretleri, mübarek sağ elinin şehadet parınağını o dişin üzerine koydu da: "Bismillahi ve billahi es'elüke bir izzike ve celâlike ve kudretike alâ külli şey'in feinne Meryeme lem telid ğayre İsâ mih ruhike bi-kelimetike en ten keşife mâ telka Fâtimetün bintü Hadîcete mine'd-darri küllihi — Allah'ın adiyle... Ey Allahım! Senden, senin yüceliğinden, büyüklüğünden ve her şey üzerinde hükmü geçen kudretinden dilerim: Meryem senin ruhun olan İsâ'yı nasıl doğurduysa Hadice'nin kızı Fâtıma'ya da ilka ettiğin kelimenle onun yolundan bütün zarar verici şeyleri gider," dedi. Hemen ağrısı dindi ve hastalığı geçti." Şu da tecrübe edilmiş olanlar cümlesindendir ki, diş ağrıyan yaiıûa yanağın üstüne şu âyet-i kerîmeyi yazarlar: "Bismillahi'r-rahmâni'r-rahîmi. Kul hüvellezî enşaeküm ve ceale lekümü'ssem'a ve'l-ebsâre ve'l-ef'idete, kalîlen mâ teşkûrûne — Rahman ve Rahim olan Allah'ın adiyle. Sizi yaratan, size kulak, gözler ve gönüller veren O'dur. Ne kadar da az şükrediyorsunuz!" (Mülk sûresi: 67/23) Yahut şu âyeti yazarlar: "Ve lehu mâ sekene fi'l-leyli ve'n-nehâri ve hüve's-semîu'l-alîmu — Gece ve gündüzün içinde bulunan her şey O'nundur. O, işitici ve bilicidir." (En'âm sûresi: 6/13) 10. Sidik Tutulmasinin Rukyesi:İmâm Nesâi'nin naklinde gelmiştir ki: "Bir kişi, Ebû Derdâ (radıyallahü anh) hazretlerine gelip 'Babam sidik tutulmasına müpteladır' diye zikretti. Ebû Derdâ da Peygamber Efendimiz hazretlerinden işittiği rukyeyi ona öğretti. Bu, daha önce Ebû Dâvud'un Ebû Derdâ'dan rivâyetinde yazılmış olan şu rukyedir: "Rabbünallahu'l-llezî fî's-semâi tekaddes'esmüke emrüke fi'ssemâi ve'l-arzi kemâ rahmetüke fî's-semâi fec'al rahmeteke fi'l-arzi v'eğfirlenâ zünûbenâ ve hatâyânâ ente rabbü'l-mütetabbibîne fenzel şifâen min şifâike ve rahmeten rahmetike alâ hâze'l-vecai — Ey hükmünü göklerde icra eden Rabbimiz! İsmin pek mukaddestir. Rahmetin göklerde olduğu gibi emrin göklerde ve yerlerde hakimdir. Rahmetini yerlere de indir. Günahlarımızı ve hatalarımızı bağışla. Sensin doktor arayanların Rabbi! Şu ağrıyan yere şifandan şifa, rahmetinden rahmet indir." Bu rukyeyi ona öğrettikten sonra üzerine okumasını söyledi. O kişi de buyurduğu üzre etti. Şifa müyesser oldu." 11. Sıtına Rukyesi:Enes bin Mâlik'den rivâyet edilmiştir ki, bir gün Fahr-i Âlem hazretleri, Hazreti Âişe'nin üzerine geldi. Hazret-i Âişe'yi sıtına tutmuştu, sıtınaya sövüyordu. Âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri: — Yâ Âişe! Sıtınaya sövme, çünkü o memurdur. Eğer dilersen sana birkaç kelime öğreteyim, onları söylediğin zaman Hak teâlâ hazretleri senden sıtınayı gidersin, dedi. O da: — O halde öğret, dedi. Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz hazretleri, şöyle demesini emretti: "Allahümme'rham cildi'r-rakike ve azmi'd-dakika mîn şiddeti'l-hariki yâ ümmü meldem in künti âmenti billahi'l-azîmi felâ tetai'r-re'se velâ tenteni'l-feme velâ te'külillahme velâ teşrebi'd-deme ve tehavvülî annî ilâ meni't-tehaze maallahi ilâhen âhere — Allahım! Bu ateşin şiddetine karşı bu narin vücuduma zayıf kemiğime merhamet eyle. Ey ümmü meldem (ey sıtına)! Eğer yüce Allah'a inanıyorsan başımı ağrıtına, ağzımı kokutına, etimi yeme, kanımı içme, beni bırak, Allah'dan başkasını Hak edinenlerin başlarına tebelleş ol!" Hazret-i Âişe'den rivâyet edilmiştir ki: "Bu kelimeleri söylediğim gibi sıtına beni terketti," diye buyurmuştur. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin telkin buyurduğu dua ve rukyelerin tesir ettiğinde şek ve şüphe yoktur. Sadece itibar, okuyanların niyetinin doğruluğuna ve itikadinin halisliğinedir. Bunun içindir ki, Peygamber Efendimizin büyük ashâbı ve temiz zevceleri okudukları zaman uygunsuzluk görülmeyip menfaatlerini müşahede ederlerdi. Şimdi de bir mümin, "Muhakkak faydalı olur" diye temiz bir itikatla okusa, Allah'ın fazliyle, faydasını görmemesi mümkün değildir. Bu türlü azâim (afet ve hastalıklara şifa için okunan duâlar) okumayı, kılıç kullanınağa benzetmişlerdir. Hint kılıcı, yiğit ve kahraman bir kişinin eline geçse türlü hüner zuhura gelir. Ama kadın tabiatlı bir korkağın eline düşse ya kendine çarpar, ya atma çarpar ya da elinden düşürür, asla faydası görülmez. Sıtına için şu da faydalıdır: Uç parça temiz kâğıt üzerine, "Bismillâhi ferret, Bismillâhi merret, Bismillâhi kallet — Allah'ın adiyle kaçsın, Allah'ın adiyle geçsin, Allah'ın adiyle yok olsun," yazarlar da üç gün her günde birini su ile yutarlar. Seleften bir cemaat, Kur'ân'ın bazı âyetlerini yazıp şifa için: içmeğe izin vermişlerdir. İbnü'l-Hac kitabında: "Şeyh Ebû Muhammed El-Mercânî (Allah sırrını mübarek eylesin) sıtına ve başka şeyler için bazı nüshalar yazıp zaviyesinde bırakırdı. Bir kimsenin elemi ve ıstırabı olsa bir tanesini alıp gider, kullanırdı. Faydasını da görürdü. Yazdığı nüshalar şu idi" diye yazmıştır: "Ezeliyyün lem-yazel ve lâ yezâlü yüzîlü'z-zevâle ve hüve lâ yüzâlü ve lâ havle ve la kuvvete illâ billahi'l-aliyyi'İ-azimi ve nünezzilü mine'l-Kur'âni mâ hüve şifâün ve rahmetün lil-müminine — O, zevâli olmayan bir ezelîdir, zevâli izâle eden bir zevalsizdir ve kesinlikle başkası tarafından zevâle uğratılamaz. Yüce ve büyük olan Allah'dan başka tahvil edici ve kudret sahibi yoktur. Kişinin kötülüklerden yüz çevirip iyiliklere yönelmesi ancak O'nun güç ve kudret vermesiyle mümkündür. O, müminler için Kur'ân'dan şifa ve rahmet indirendir." Mervezî'den rivâyet olunmuştur ki: "Ben sıtınaya tutulmuştum. Bazı kimseler Şeyh Ebâ Abdullah hazretlerine haber vermişler. Şeyh (Allah sırrını mübarek eylesin), şu nüshayı yazıp bana gönderdi," demiştir: "Bismillahi'r-rahmâni'r-rahîmi. Bismillahi ve billahi ve Muhammedin resûlillahi ya nâru kûni berden ve selâmen ala İbrâhîme ve erâdu bihi keyden fecealnâhümü'l-ahsenine. Allahümme rabbe Cibrile ve Mikâîle ve Isrâfîle işfi sâhibe hâze'l-kitabi bi havlike ve kuvvetike ve ceberutike ilâhe'l-hakki emînün — Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla. Allah'ın ismiyle. Allah'ın yardımıyla. Allah'ın peygamberi Muhammedin delaletiyle! Ey ateş! ibrahim'e serin ve selâmet ol. Ona tuzak kurmak istediler. Fakat biz kendilerini daha ziyade hüsrana düşenlerden kıldık. İlâhî! Ey Cebrâîl'in, Mikâil'in ve İsrafil'in Rabbi! Ey Hak ilâh! Güç ve kuvvetinle şu yazinin sahibine şifa ver. Amin." Bu sıtına nüshaları eşsizdir, gaflet olunınasın. Bazı sivilceler ve çıbanlar için üzerlerine şöyle yazılması fayda vericidir, diye buyurmuşlar: "Ve yes'elûneke ani'l-cibâli fekul yensifuhâ rabbî nesfen feyezeruha kaen safsafen lâ terâ fîhâ ivacen ve lâ emten — Sana dağlardan sual ediyorlar. Deki: Rabbim onları kül gibi ufalayıp savuracak! Yerlerini boş ve dümdüz bırakacak. Orada ne bir eğrilik göreceksin, ne de bir tümsek." (Tâhâ sûresi: 20/105-ı07) Ama belden aşağı münasebetsin vere yazmamalıdır. 12. Doğum Güçlüğü İçin:Yâni kadınlar çocuk doğururken sarplansa (doğum tabiî seyrinden çıkıp güç ve ters bir duruma girse) şunları yazmalıdır: "Lâ ilâhe illallahu'l-halîmu'l-kerîmu subhanallahi rabbil-arşi'lazîmî. Elhamdü lillahi rabbi'l-âlemîne keennehum yevme yeravne mâ yûadûne lem yelbesu illâ saaten min ııehâri keennehum yevme yeravneha lem yelbesû illâ aşiyyeten ev duhâha — Çok yumuşaklık ve cömertlik sahibi Allah'dan başka ilâh yoktur. Büyük Arş'ın Rabbi Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ve kemâl sıfatlariyle takdis ederek anarım. Övgü ve sevgi âlemlerin rabbına mahsustur. Tehdit edildikleri azâbı gördükleri gün, sanki gündüzün sadece bir saati kadar (dünyada) kalmış gibi olurlar (Ahkaf sûresi: 46/35). Onlar onu gördükleri zaman sanki (dünyada) bir akşam vaktinden veya kuşluk vaktinden fazla kalmamış gibi olurlar (Nâziat sûresi: 79/46)." Bu duâ, İbn-i Abbâsın hadîsinden çıkarılmıştır. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel hazretlerinin oğlu Abdullah rivâyet etmiştir ki: "Bir kadın doğurmada zahmet çekse, babam bunu ak bir kâse içine yahut pâk bir nesneye yazardı," demiştir. Söylenmek istenen, yazıp suyunu içirmektir. Ebû Bekir Mervezî de: "Şeyh Ebû Abdullah'ın huzuruna bir kimse geldi: — Ya Şeyh! Bir hanım iki gündür doğum üzerinde zahmet çekiyor. Himmet eyle, dedi. Şeyh büyük bir kâse ve bir miktar safran istedi. Ondan sonra zikrolunan duayı yazdı. Gördüm, her kişiye bunu yazıyordu," diye buyurmuştur. İbnü'l-Hâc Medhal adlı kitabında yazmıştır ki: "Kadınlara böyle bir hal vâki olsa kullanılmadık bir çanak içine şunu yazıp su ile ezsinler, bir miktar içirip bir miktarını yüzüne serpsinler," demiştir: "Ey Çocuk! O daracık karından bu geniş dünyaya çık! Seni belli bir zamana kadar mekân tutucu olarak yerleştiren Allah'ın kudretiyle çık! Biz bu Kur'ân'ı eğer bir dağa indirseydik... (Haşr sûresi: 59/21'den sûrenin sonuna kadar) Biz, Kur'ân'dan müminlere şifa ve rahmet olan şeyler indiriyoruz (Isrâ sûresi: 17/82)." Şeyh Mercânî: "Bu nüshayı bazı ululardan almıştım. Her kime yazdımsa kurtuldu," diye buyurmuştur. İbn-i Abbâs hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: "Hazret-i İsa bir kadına rast geldi. Doğum halinde çocuğu aykırı gelmişti. Kadın yalvarıp: — Ey Allah'ın peygamberi! Dua eyle, Hak teâlâ hazretleri beni bu beladan kurtarsın, dedi. Hazret-i İsa da şöyle dedi: "Yâ hâlika'n-nefsi mine'n-nefsi ve yâ muhlise'n-nefsi mine'nnefsi veya muhrice'n-nefsi mine'n-nefsi hallishüma — Ey nefesten can yaratan, ey nefs elinden nefsi (ruhu) kurtaran ve ey nefsten nefs çıkaran! Bu kadını kurtar!" Hemen kadın çocuğu doğurup.kurtuldu. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretleri: "Doğum güçlüğü halinde mezkûr duâyı yazsınlar," diye buyurmuştur. Şu da tecrübe edilmiştir ki, temiz bir çanak içine: "Izâ's-semâu'nşakkat ve ezinet li'rabbihâ ve hukkat ve izâ'l-arzu müddet ve elkat mâ fîhâ ve tehallet ve ezinet li-rabbihâ ve hukkat — Gök yarıldığı ve kendine yaraştığı üzere Rabbine kulak verip boyun eğdiği zaman yer dümdüz uzatıldığı ve içinde olanları atıp boşaldığı zaman ve kendisine yaraştığı üzre Rabbine kulak verip boyun eğdiği zaman," (İnşikak sûresi: 84/1-5) yazarlar da suyunu içirir, bir miktar da karnına saçarlar. 13. Burnu kanayan kimseBurnu kanayan kimsenin alnına şunu yazarlar: "Ve kıyle yâ arzu'bleî mâeki ve yâ semâu aklî ve ğıyze'l-mâu ve kudiye'l-emru — Denildi: 'Ey arz, suyunu yut ve ey gök tut!' Su azaldı ve çekildi, iş bitirildi." (Hûd sûresi: 11/44) Bazı cahiller kanla yazarlar. Bu, hatadır; Allah saklasın. 14. Arak-ı NesâArak-ı Nesâ (büyük kalça sinirinin duyurduğu acı ve sızı) için şunu yazarlar: "Bismillahi'r-rahmani'r-rahimi. Allahümme rabbe külli şey'in ve aleyke külli şey'in ve hâlika külli şey'in ente halekteni ve halekte'n-nesâ fiyye felâ tusellithu aleyye ye'zî ve lâ tusellitnî aleyhi bî kat'in veşfini şifâen lâ yuğadiru sakamen lâ şafiye illâ ente — Rahman ve Rahim olan Allahın adıyla. Ey Allah'ım! Ey her şeyin Rabbi! Her varlık sana muhtaç. Ey bütün varlıkları yaratan! Beni de sen yarattın. Nesa hastalığını da bende sen yarattın. Onu bana eziyet veren kılma. Bana öyle bir şifa ver ki hastalıktan iz bırakmasın! Senden başka şifa veren yoktur!" 15. Her Belâdan Emin Olmak İçinHer Belâdan Emin Olmak İçin, sabahlan ve akşamlan üç kere: "Bismillahillezî lâ yedurru maasmihi şey'ün fi'l-ardı ve lâ fî'ssemâi ve hüve'ssemîu'l-alîmu — İsmiyle beraberken yerde ve gökte hiç bir şeyin zarar vermediği, kendisi işitici ve bilici olan Allah'ın adiyle," demeli. Bunu edeni Hak teâlâ hazretleri emîn eder. Hazret-i Osman (radıyallahü anh), Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinden şöylece rivâyet etmiştir ki: "Bir kimse üç kere sabah vaktinde dese, ona akşama değin ansızın gelen belâ yetişmez. Eğer akşam zamanında dese, sabaha değin ansızın gelen belâ yetişmez," diye buyurmuşlar. Enes bin Mâlik hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: "Bir kimse: "Bismillâhi'r-rahmâni'r-rahîmi. Ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahi'l-aliyyi'lazîmi — Umumî olarak bütün yaratıklarına ve hususî olarak iman edenlere, yakınlarına ve sevdiklerine rahmet eden Allah'ın adiyle... Yüce ve büyük Allah'dan başka kuvvet ve kudret sahibi, halden hale değiştirici ve dönüştürücü hiç kimse yoktur," dese bütün günahlarından temizlenir ve dünyâ belâlarından yetmiş belâdan kendisine afiyet müyesser olur. Delilik, cüzzam, baras ve yel, bu belâlar cümlesindendir," diye buyurmuşlar. Mekhul'den rivâyet edilmiştir ki: "Bir kimse: "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahi ve lâ melcee minallahi illâ ileyhi — Allah'dan başka kuvvet ve kudret sahibi, halleri değiştirici, halden hale dönüştürücü kimse yoktur ve Allah'dan başka sığınacak bir yer de yoktur," dese, Hak teâlâ hazretleri yetmiş belâsını onun üzerinden savar ki, bunların en aşağısı fakirliktir," diye buyurmuştur. İmâm-ı Taberanî'nin naklinde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh), Fahr-i Kâinat hazretlerinden rivâyet eder ki: "Bir kimse "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahi," dese doksan dokuz derdine devâ olur. Bunların en hafifi üzüntü ve sıkıntıdır," diye buyrulmuş. Bu güzel sözün hassalarına ve faydalarına son ve sınır yoktur. Onun için Peygamber Efendimiz hazretleri, Ebû Hüreyre hazretlerine: — "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahi'l-aliyyi'l-azîmi" sözünü çok söyle. Çünkü o, cennet hazinelerindendir, buyurmuştur." Ebû Musâ'dan rivâyet edilmiştir ki, kâinatın hocası Peygamber Efendimiz hazretleri: "Bir kimse, günde yüz kere "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahi" dese aslâ o kişiye fakirlik yetişmez," diye buyurmuşlar. Hazret-i Ali (Allah varlığını mübarek eylesin) merfuan rivâyet etmiştir ki: "Bir kimse her gün: "Lâ ilâhe illallahu'l-Melikü'l-Hakku'l-Mübinu — Her şeyin gerçek sahibi olan ve gerçeği açık seçik belirten Allah'dan başka ilâh yoktur," dese, bu, ona fakirlikten emân (kurtuluş belgesi) olur ve kabir vahşetinden (yalnızlığından) kurtulup dostluk bulur, onunla zenginlik kapısını açtığı gibi cennet kapısını da açar," diye buyurmuşlar. Bazı hadîs rivâyetçileri, "Eğer bu hadîs için Çin memleketine gitseler, çok değildir," diye. buyurmuşlar. Yâni bu hadîsin ifade ettiği mâna o kadar büyük ve mühimdir ki, insanlar bu hadîsi öğrenmek için Çin'e gitmek zorunda kalsalardı, bu kadar yol gitmelerine değerdi. Çünkü elde ettikleri şeyin kıymeti, katlandıkları zahmetten daha büyüktür, demektir. 16. Yemeğin Zararını Savmak İçin :Yemeğin Zararını Savmak İçin şunu okumalı: "Bismillahi. Hayru'l-esmâi Bismillahi. Fî'l-ardı ve fî's-semâi la yedurru maasmihi dâun ic'al fîhi rahmeten ve şifâen —Allah'ın adiyle. Adların en hayırlısı Allah'ın adıyle'dir. O'nun adiyle beraberken yerde ve gökte hiç bir hastalık zarar vermez. Onu rahmet ve şifa kıl." İmâm-ı Buhârî, Tarih'inde, İbn-i Mes'ud hazretlerinden rivâyet eder ki: "Yemek konduğu zaman bir kimse böyle dese o yemekte olan şey ona zarar etmez," demişler. 17. Devâsı:İbn-i Sünnî'nin rivâyetinde Hazret-i Ali (radıyallahü anh), Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinden rivâyet etmiştir ki: "Her doğan çocuğun sağ kulağına ezan ve sol kulağına ezan okursanız ona ümmü's-sıbyân zarar etmez," diye buyurmuşlar. Hemen doğup kundağına sarıldığı gibi bunu etmek gerek. Dünyaya ayak bastığı gibi o Hak teâlâ hazretlerinin azamet ve kibriyasını ifade edip vahdaniyetine şehadet eden güzel kelimeler kulağına dokunınakla ona İslâm şiarı telkin olunmuş gibi olur. Nitekim dünyadan çıktığı zaman da tevhid kelimesi telkin edilir. Bir faydası da şudur: Şeytan, onun doğduğu saat yanına varıp kendisini azdırmak için gözler, dururken daha ona ilişmeden ezanı işittiği gibi nefret edip kaçar. Şeytana bu halden zayıflık hâsıl olup çocuktan münasebetini keser. |