Geri

   

 

 

İleri

 

3  . Fasıl

7 - 5   Peygamberimizin Âline, Sahâbe-i kirâmına, Ehl'i Beytine ve Yüce Zürriyetlerine Muhabbet

Taberî der ki: "Hak teâlâ hazretleri, Resulullah Efendimiz hazretlerini bütün mâsivâ (Allah'dan başka şeyler) üzerine seçkin ve üstün kılıp açık fazilet ve kerametlerle kendisini yükselttiği vakit bütün yaratıklara O'nun akraba ve yakınlarının, ehli beyt ve zürriyetlerinin muhabbet ve sevgilerini lâzım ve vacip etti. Nitekim azîm Kur'anında: "Kul lâ es'elüküm aleyhi ecren ille'l-meveddete fi'l-kurbâ — De ki: Ben buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum, sadece bana yakın olanlara sevgi  istiyorum," (Şurâ sûresi: 42/23) buyurdu.

Bu âyet-i kerîme gereğince O'na kurb sahibi olanlara (akraba, dost, sırdaş ve yakınlarına) sevgi vaciptir.

Rivâyet ederler ki, âyet-i kerime indiği zaman:

— "Ya Resulallah, men karâbetike? — Ey Allah'ın Peygamberi, senin yakinin kimlerdir?" dediler.

— "Aliyyün ve Fatımatün ve ebnâhümâ — Ali'dir, Fatıma'dır ve onların iki oğludur," buyurdu.

Yine Ehl-i Beyt hakkında şu âyet-i kerîme nazil olmuştur ki, Hak teâlâ hazretleri buyurur:

"İnnemâ yüridullahu liyuzbibe aııkümü'r-ricse ehle'l-beyti ve yutahhireküm tathîren — Ey Ehl-i Beyt, Allah sizden kiri gidermek ve sizi her türlü pislikten tamamen temizlemek ister." (Ahzâb sûresi: 33/33)

Ehl-i Beyt'in kimler olduğunda ihtilaf olunmuştur. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet olunmuştur ki: "Âyet-i kerîme, Fahr-i Kâinat hazretlerinin temiz zevceleri hakkında nazil olmuştur," dedi.

Hadîs âlimlerinden İbn-i Kesîr der ki: "Peygamber Efendimizin temiz zevcelerinin (Allah onlardan razı olsun) âyet-i kerîmenin hükmüne girdikleri açıktır. Zira nüzul sebebi onlardır. Nüzula sebep olanın nâzil'in (inen şeyin) hükmüne dahil olduğu ise kesindir. Bunda ihtilaf yoktur. Hükmüne giriş kesin olduktan sonra iki ihtimal vardır: Ya yalnız olarak hükmüne girerler ya da başkalariyle beraber girerler. Doğrusu, başkalariyle beraber girdikleridir."

Bazıları, "Murat, yalnız Fahr-i Âlem hazretleridir," dediler. Ama bu hususta değişik görüşler vardır. Zira daha umumî olduğuna delâlet eden nice hadîs-i şerifler gelmiştir. Bu cümleden biri, İmâm-ı Ahmed'in Vâsile bin Eska'dan rivâyet ettiğidir ki, şöyle anlattı: "Bir gün kâinatın hocası Efendimiz hazretleri geldi. Yanında Hazret-i Ali, Hasan ve Hüseyin de vardı. Hasan ve Hüseyin'in ellerinden tutmuştu. Ondan sonra eve girdiler. Ali ile Fatıma'yı yanına dâvet etti. Gelip Fahr-i Âlem hazretlerinin önüne oturdular. Hasan ve Hüseyin'i mübarek dizlerine aldı. Ondan sonra kendi elbisesini bunların üzerine örtüp:

"İnnemâ yüridullahu liyuzhibe ankümü'r-ricse ehle'l-beyti ve yutahhireküm tathîren — Ey Ehl-i Beyt, Allah sizden kiri gidermek ve sizi her türlü pislikten tamamen temizlemek ister." (Ahzâb sûresi:33/33) âyet-i kerîmesini okudu.

Ondan sonra;

— "Allahümme hâulâi ehlü beyti ve ehlü beyti ehakku — Allahım, işte bunlar benim Ehl-i Beytimdir ve Ehl-i Beytim olmaya herkesten ziyade müstahaktır." diye buyurdu.

Bu takdirde Ehl-i Beyt'ten murat dördü olur. Ümmü Seleme de (radıyallahü anh) bunun benzerini rivâyet etmiştir. Ama Ebû Saîd'in rivâyetinde murat beş kişidir: "Biri benim, diğerleri Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'dir," demiştir. Allah onların hepsinden razı olsun.

Zeyd bin Erkam'dan rivâyet olunur ki, bir gün Fahr-i Âlem hazretleri kalkıp hutbe okudu. Hak teâlâ hazretlerine senâ etti ve:

Ben de sizin gibi insanım. Hak teâlâ hazretlerinin Peygamberi olan meleğin bana gelmesi ve beni dâvet etmesi yaklaştı. Ben onun dâvetine icabet edeceğim. (Yâni vefat edeceğim). O halde sizin aranızda iki nefis nesne bırakıp gideceğim. Birisi Allah'ın kitabıdır, biri de Ehl-i Beytimdir, diye vasiyet buyurdu.

Seçkin sahabe sual edip:

— Ya Zeyd! Ehl-i Beyti kimlerdir? Hatunları Ehl-i Beyt'ten değiller midir? dediler.

Zeyd:

Evet, hatunları Ehl-i Beyt'tendir, fakat asıl Ehl-i Beyt kendilerine sadaka haram olan tâifedir, dedi.

— Ya onlar kimlerdir? dediler.

— Onlar, Âl-i Ali, Âl-i Ca'fer, Âl-i Ukayl ve Âl-i Abbâs'dır, dedi.

Ya bunların her birine sadaka haram kılınmış mıdır? dediler.

— Evet, diye cevap verdi.

İmâm-ı Müslim böyle rivâyet etmiştir. Bu hadîs-i şerifle amel etmek evlâdır. "Gerçekte Ehl-i Beyt bunlardır, yalnız hatunları değildir," dediler.

Fahr-i Kâinat Efendimiz, kendi yakınlarına muhabbet hususunda:

— "Men ehabbehum febihubbî ehabbehum — Onları seven, beni sevdiği için onları sever," diye buyurdu.

Yâni: "Benim yakınlarımı seven, beni sevdiğinden dolayı onları sever. Onlara muhabbet etmesinin sebebi, bana muhabbet etmesidir," demek olur/

İbn-i Sa'dın rivâyetinde:   

— "Men sanaa ilâ ahadin min ehli beyti ma'rûfen feaceze en mükâfâtihi fî'ddünyâ feene'l-mükâfî lehu fî yevmü'l-kıyâmeti — Bir kimse benim Ehl-i Beytimden birine bir iyilik etse de o da dünyada onun karşılığını vermekten âciz olsa, kıyamet gününde ona karşılığını verecek olan benim," buyrulmuştur.

İmâm-ı Ahmed'in Menâkib'inde zikredilmiştir ki, Allah'ın Sevgilisi, Resûllerin ve Nebilerin Efendisi:

"Her kim Ehl-i Beytime buğzederse o münafıktır," buyurmuşlar.

Allah saklasın!.. Resulün Ehl-i Beytine buğzetmek elbette münafıklıktır. Çünkü Allah'ı seven, onun Resûlünü de sever. Onun Resûlünü seven, Resûlünün sevdiklerini de sever. Kişinin Allah'ı sevmesi, hakikatte onları sevmesi ile sâbit olur. Aksine Resûlün sevdiklerine buğzeden Resûle buğzetmiş, Resule buğzedense Allah'a buğzetmiş olur. Böyle bir kimsenin de münafık olacağında şüphe yoktur. Onun içindir ki, iman ve muhabbet ölçüsü olarak "Dostumuzun dostu dostumuzdur; dostumuzun düşmanı düşmanımızdır ve düşmanımızın dostu düşmanımızdır," sözü meşhur olmuştur.

Fahr-i Âlem hazretlerinin karabetinden murat, en yakın dedesine, yâni AbdülMuttalib'e mensup olanlardır. Gerek erkek olsun, gerekse dişi olsun. Gerek Fahr-i Âlem hazretleriyle sohbet etmiş olsun, gerekse sadece mübarek yüzünü görmüş olsun, dediler.

Sahîh-i Buhârî'de gelmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Ali bin Ebi Tâlib'e:

"Sen, Harûn'un Musâ'dan olması derecesinde, bendensin. Ancak benden sonra nebi yoktur," buyurdu.

Hâsılı, Hazret-i Ali'nin kendine ittisalini (yakınlık ve benzerliğini) Harûn'un Mûsâ'ya ittisaline benzetti. "Hazret-i Mûsâ'ya Harûn'un yakınlığı nasılsa senin bana yakınlığın da öyledir," demek olur. Bu yakınlığın ne cihetten olduğu müphemdi. Bunu, "Ancak benden sonra nebi yoktur" sözüyle beyan buyurdu. Bundan anlaşıldı ki, aralarında olan yakınlık, nübüvvet cihetinden değilmiş, belki ondan başka olan her cihettenmiş. Yâni hilafet cihetinden imiş. Bu söz, Hazret-i Harûn Hazret-i Musa'nın sağlık zamanında halifesi olduğu gibi Hazret-i Ali'nin de Resulullah Efendimiz hazretlerinin sağlık zamanında halifesi olmasına delâlet eder.

Tayyibî: "Hadis-i şerifin mânası budur," diye buyurdu. Ama bu hadîs-i şeriften, "Hilafet Ali'nin hakkıdır, başkasinin hakkı değildir," diye delil çıkaran tâife, abes itikada düşmüşlerdir. Sözleri bozuktur. Zira Hazret-i Harûn'un hilafeti, Hazret-i Musa'nın hayatında idi, vefatından sonra değildi. Harun ise üzerinde ittifak olduğu üzre Musâ'dan önce vefat etmiştir. Hazret-i Ali'nin hilafeti, Harûn'un hilafetine tesbih edilince, Fahr-i Âlem hazretlerinin hayatı zamanına mahsus olur, dediler*. Hitâbî bu mânaya işaret etmiştir.

İmâm Tirmizî ve Nesâî'nin rivâyetlerinde geldiği üzre Resulullah Efendimiz hazretleri:

"Men küntü mevlâhu fe-Aliyyün mevlâhu — Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır," buyurdular.

Mevlâ, velâyet sahibi, veli, "Sahip, Efendi" demektir. Bu hadîsin mânası, İmâmı Şafiî'nin buyurduğu üzre, Velâ-i İslâm (İslâm'ın veliliği, müslümanların sahipliği ve efendiliği) dir. "Nitekim, "Zâlike biennallahe mevlâ'llezîne âmenû ve enne'l-kâfirîne lâ mevlâ lehüm — Çünkü Allah, o iman eden kimselerin mevlâsıdır ve kâfirlere gelince onlar için mevlâ (sahip, efendi, dost, koruyucu) yoktur," (Muhammed sûresi: 47/11) âyet-i kerîmesinde murad odur," dedi.

İmâm-ı Ahmed'in naklinde-.

"Men ezâ Aliyyen fekad ezânî — Her kim Ali'yi incitirse o, gerçekten beni incitmiş olur," buyrulmuştur.

Bazılarının naklinde:

"Men ehabbe Aliyyen fekad ehabbenî — Her kim Ali'yi severse o, gerçekten beni sevmiş olur," buyrulmuştur.

Nakkaş: "O iman edip iyi ve güzel işler işleyenler için Rahman, gönüllerde bir sevgi yaratacak, onları herkese sevdirecektir," (Meryem sûresi: 19/96) âyet-i kerîmesi Hazret-i Ali hakkında nâzil oldu, diye zikretmiştir.

Muhammed bin El-Hanefiyye buyurmuştur ki:

"Lâ tecidu müminen illâ ve hüve yuhibbu Aliyyen ve ehle beytihi — Her mümin Ali'yi ve Ehl-i Beytini sever. Hiç bir mümin bulamazsın ki, böyle olmasın."

Yâni: "Ali'yi ve Ehl-i Beytini sevmeyen mümin olamaz," demek olur.

Tirmizî'nin naklinde Hazret-i Âişe'den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, "Fahr-i Kâinat hazretlerine insanların en sevgilisi, Fatıma ve kocası Ali idi," diye buyurmuştur.

Sahîh-i Buhârî'de rivâyet olunmuştur ki, Resulullah Efendimiz hazretleri:

— "İnne Fâtımeten bid'atün minnî femen ağdabehâ ağdabenî — Fâtıma benden bir et parçasıdır, onu incitip gazaba getiren beni gazaba getirmiştir," diye buyurmuşlar.

İmâm-ı Süheylî, bu hadîs-i şeriften, Hazret-i Fatıma'ya şovenin küfrüne delil çıkarmıştır.

Tirmizî'nin naklinde gelmiştir ki, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, Hasan ve Hüseyin Efendilerimiz (Allah onların ikisinden de razı olsun) hakkında:

"Allahım, ben onları severim, sen de sev ve onları sevenleri de sev," buyurmuşlardır.

Enes bin Mâlik'den rivâyet edilmiştir ki, Resulullah Efendimiz hazretleri, Hasan'ı ve Hüseyin'i koklar ve bağrına basıp:

— "Beni seven bir kimse, bunları sever, bunların babalarını ve analarını da sever. Bunları seven kişi kıyamet günü benimle aynı derecede bulunur," diye buyurdu.

Bir rivâyette, "Cennette benimle beraber olur," denilmiştir. Bu beraberlikten murat, makam bakımından değildir. Perdelerin kaldırılması bakımındandır, demişlerdir. Yâni Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleriyle bir makamda olmak değildir. Belki "Arada perde olmayarak beni müşahede ederler" demektir, dediler. Nitekim, "Feulâike maallezîne an'ame'llahu aleyküm... — İşte onlar (Allah'a ve resulune itaat edenler), kendilerine nimet verilen kimseler, peygamberler, sıddîkler... ve şehitlerle beraberdir," (Nisâ sûresi: 4/60) âyet-i kerîmesinin tefsirinde daha önce işaret olunmuştu.

Yine Hazret-i Hasan hakkında gelmiştir ki:

"Beni seven kimse, Hasan'ı sevsin. O halde bu sözü, hazır olanınız gâib olanınıza haber versin," buyrulmuştur.

Sahîh-i Buhârî'de rivâyet olunmuştur ki, Resulullah Efendimiz hazretleri, Hasan ve Hüseyin hakkında:

— "Hemâ reyhânetânî fî'd-dünyâ — Bunlar, benim dünyada iki reyhanımdır," diye buyurmuşlar.

İmâm-ı Ahmed'in naklinde "Fahr-i Âlem hazretleri, Hazret-i Hasan'ın dilini yahut dudağını emerdi," diye rivâyet olunmuştur.

Ukbe bin Hâris'den rivâyet edilmiştir ki, şöyle anlattı: "Ebû Bekir Sıddık (radıyallahü anh) Hasan'ı getirdi ve yemin ederek:

Fahr-i Kâinat hazretlerine benzer, Ali'ye benzemez, derdi.

Ali de (radıyallahü anh) bunu işitip gülerdi."

İmâm-ı Buhârî'nin naklinde Zührî Enes'den rivâyet etmiştir ki: "Resulullah Efendimiz hazretlerine Ali'nin oğlu Hasan'dan daha fazla benzeyen kimse yoktur," diye buyurmuş.

İmâm Muhammed bin Sîrîn'in naklinde Enes bin Mâlik'den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, Hazret-i Hüseyin için "Onların Resulullah Efendimiz hazretlerine en çok benzeyeni idi," diye buyurmuş. Bu rivâyet gereğince Hüseyin'in Hasan'dan daha çok benzemesi lâzım gelir. Fakat bazı âlimler, bunları bağdaştırıp: "Enes bin Mâlik hazretlerinin Zührî'nin rivâyetinde geçen sözü Hazret-i Hasan'ın sağlığındaydı. Zira o sağken ondan fazla benzeyen kimse yoktu. İbn-i Sîrîn'in rivâyetinde geçen sözü ise Hasan'dan sonra idi. Gerçekten de ondan sonra Hüseyin'den fazla benzeyen kimse yoktu," demek olur, dediler. Ancak bazı azalarında Hasan'ın daha fazla benzemesi ve bazı azalarında da Hüseyin'in daha fazla benzemesi muhtemeldir.

Tirmizî'nin naklinde Hazret-i Ali'den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: "Başından göğsüne kadar Hasan daha fazla benzerdi ve göğsünden aşağıda Hüseyin daha fazla benzerdi," demişler. Doğrusunu Allah bilir.

Bunlardan sonra Ali'nin kardeşi Cafer bin Ebi Tâlib, Resulullah hazretlerine çok benzerdi. Tirmizî'nin rivâyetinde Resulullah Efendimiz ona: "Eşbehtü hulkî ve halkî — Suret ve hulk cihetlerinden sen bana benzedin," buyurmuşlardır.

Benî Hâşim'den başkasından birkaç kişi daha vardı ki, Fahr-i Âlem hazretlerine birer cihetten benzerlik üzre idiler. Birisi Sâib bin Yezid Muttalib'dir ki, Şafiî'nin yüce ceddidir. Biri de Abdullah bin Âmir adlı bir kişi idi. Biri de Busra halkından Kâbis bin Rabia'dır ki, Muaviye onun Fahr-i Kâinat hazretlerine benzerliğinden ötürü iki kaşinin arasından öptü ve kendisine bir miktar arazi temlik etti, demişlerdir.

Peygamber Efendimizin büyük amcalarından Hazret-i Abbâs hakkında gelen hadîsi şeriflerden biri şudur ki:

"El-Abbâs bin Abdülmuttalib minnî ve ene minhu la tü'zûl'Abbâsa fetü'zûnî men sebbe'l-Abbâse fekad sebbenî — Abbâs bin Abdülmuttalib bendendir ve ben ondanım. Abbâs'ı incitmeyin, beni incitmiş olursunuz. Her kim Abbâs'a söverse gerçekten bana sövmüş olur," buyurmuşlardır.

Aynı zamanda Abbâsın evine gidip kendisini ve evladını bir örtü ile örterek:

— Ya Rab! Bu örtüyle benim örttüğüm gibi cehennem ateşinden bunları sen örtüp koru, diye Hazret-i Abbâs'a ve büyük evlâdına dualar ettiği daha önce zikredilmişti.

Rivâyet olunmuştur ki, Peygamber Efendimiz hazretleri, Akiyl bin Ebi Tâlib'e:

— Seni iki cihetten severim. Biri karabetinden ötürü, diğeri de amcam Abbâs seni sevdiğinden ötürü, demiştir.

Abdülmuttalib'in oğlunun oğlu olan Ebû Süfyân bin Hâris için de Fahr-i Kâinat hazretleri, Huneyn gazâsında: "Hayre ehlî — Yakınlarımın hayırlısı" yahut "Min hayre ehlî — Yakınlarımın hayırlılarından" dedi, demişlerdir.

Resul'ün Ehl-i Beytine muhabbet, mümin olana vaciptir. Hâkim'in naklinde Ebû Saîd'den rivâyet edilmiştir ki:

"Biz Ehl-i Beyt'e buğzeden kimseyi Allah cehenneme ithal eder," buyurmuşlardır.

Bu, sahih hadîstir. Allah saklasın; onlara buğzeden cehenneme gireceğine göre onun bütün iyi amelleri ibtal olur, demektir. Ehl-i Beyt'in sevgisi müminler için bu kadar büyük kıymet taşır, demek olur. Allah onların hepsinden razı olsqn.

Ya mücerret kalbinden buğzeden cehenneme girince o inatçı, merdut, murdarın müridi, alçak Yezid'in ve taraftarlarının kıyamet gününde hâli neye varsa gerektir? Düşünülsün... Bütün bu kabahatlerle beraber âlimler yine lânet edilmesin demişlerdir. Uluhiyet divanı öyle şaşılacak bir dergâhtır ki, sınırsız ve nihayetsiz rahmetinden İblis bile nimet bulmaya tamah edicidir.

Şöyle malum olsun ki, Fahr-i Kâinat hazretlerinin akrabası hususunda meşhur olan dört kelime vardır ki, onlarla tavsif edilir:

1 . Al (aile, soy). Âl-i Resul derler.

2   Ehl-i Beyt (ev halkı).

3 . Zevi'l-kurbâ (yakınlık sahipleri, akrabalar).

4 . Itret (evlâtlar, nesil, zürriyet).

1 . Bir topluluğun zahip oldukları üzre Âl, Ehl-i Beyt demektir. Bazıları, "Âl, kendilerine sadaka haram kılınıp beşte birden pay verilenlerdir," dediler. Bazıları da, "İslâm dinine girenlerin hepsi Âl'dir," dediler.

2 . Ehl-i Beyt, bazılarına göre, Peygamber Efendimizin en yakın ceddi Abdülmuttalib'e müntesip olanlardır. Bazılarının kavlince, O'nunla rahm'de içtima etmiş, (aynı anadan doğmuş) olanlardır. Ayrıca "Neseple yahut sebeple Fahr-i Kâinat hazretlerine muttasıl (ulaşmış) olanlardır," dediler.

3 . Zevi'l-Kurbâ: Bunların kimler olduğunu Resulullah Efendimiz hazretlerinden sorduklarında: "Fatıma, Ali ve onların iki oğullarıdır" diye cevap verdi.

4 . Itret: Bazıları, "Bunlar Resulullah Efendimizin aşiretidir," dediler. Bazıları da "Zürriyetidir" dediler. Aşiretten murad, akrabalar ehlidir, zürriyet ise kişinin neslidir. Kız evlâdı da zürriyettendir. Hazret-i Fatımatü'z-Zehrâ'nın (Allah ondan razı olsun) evlâdı, Resulullah Efendimiz hazretlerinin zürriyetidir.

Âl-i Abbâs ve Âl-i Ca'fer arasından yalnız Benî Fatıma'nın yeşil rengi taşımalarının sebebi şudur-. Benî Abbâs'dan halife Meınun, kendinden sonra hilafetin Benî Fatıma'ya intikal etmesini, artık bundan sonra halifelerin onlardan olmasını murad edinmişti. Bunun için Benî Fatıma'nın yeşiller giymesini, elbiselerinin yeşil olmasını emretti. Zira siyahlar giymek Âl-i Abbâs'ın şiarıdır. Ak giymek diğer müslümanların şiarıdır. Cuma günleri ve bayramlarda müslümanlar aklar giyerlerdi, dedi.

Hâsılı, yeşili münasip görüp cümlesine yeşiller giydirdi. Sonradan yine azminden rücu edip hilafetin Benî Abbâs'da kalmasını kararlaştırmca yeşil Benî Fatıma'nın alâmeti olarak kaldı. Nice zamanlar böyle devam ettiler. Gitgide yeşil elbiseyi terkedip başlarına bir parça yeşil sokmakla yetindiler. Sonunda onu da etmez oldular. Sekizinci asır sonlarında bu gelenek kesildi.

Peygamberimizin hicretinin yedi yüz yetmiş üçüncü yılında şerefli melik Şa'bân bin Hasan bin Muhammed bin Kalâvûn, saltanat zamanında yine emretti ki, "Benî Fatıma, diğer insanlardan seçilip ayrılmaları için sarıklarının üzerine bir miktar yeşil nesne sarsınlar". O günden sonra yine yeşili taşımaya başladılar. Mısır, Şam ve diğer İslâm beldelerinde bu gelenek yayıldı.

Peygamber Efendimizin Arkadaş ve Yoldaşlarını Sevmek:

Peygamberimizin seçkin ashâbı (Allah onların hepsinden razı olsun) hakkında büyültme, yüceltme ve muhabbet etmenin gerekliliğine delâlet eder ki, Fetih sûresinin sonunda:

"Muhammedün resulullahu vellezîne maahu eşiddâu ale'l-küffâri ruhemâu beynehum...

Muhammed Allah'ın Peygamberidir. Onunla beraber bulunanlar, kâfirlere karşı şiddetli, birbirine karşı merhametlidirler..." (Fetih sûresi: 48/29) âyet-i kerîmesinden sûrenin sonuna varıncaya kadar Allah, onları övmüştür.

Sahâbe-i kirâm hakkında başka âyet-i kerîmeler de inmiştir. Nitekim:

"Fesavfe ye'tillahi bi-kavmin yuhibbuhum ve yuhibbunehu ezilletin ale'lmüminîne eizzetin ale'l-kâfirine...

— Allah, yakında öyle bir topluluk getirecektir ki, onları sever, onlar da kendisini sever. Onlar, müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı çok yüksek gönüllüdürler..." (Mâide sûresi: 5/54) âyet-i kerîmesi de onlar hakkında inmişti.

Böylece Hak teâlâ hazretleri, onları, şiddet ve hiddet, İslâm ehli üzerine lutuf ve merhametle vasıflandırdı. Ondan sonra tam ihlasla amellerinin çokluğunu zikredip onları övdü.

İmâm Mâlik nakletmiştir ki, Hıristiyan topluluğu, Şam diyarını fetheden ashâbı gördükleri zaman:

— Vallahi bu topluluk, bizim işittiğimiz üzre Havariyyun'dan çok üstün kimselerdir. Bunlar ne güzel kişilerdir! dediler.

Gerçekten de doğru söylediler. Muhammed ümmetinin, hususiyle büyük ashâbm vasıfları, önceki kitaplarda zikredilegelmiştir. Nitekim Hak teâlâ hazretleri:

"Zâlike meseluhum fî't-tevrâti ve meseluhum fî'l-incîli kezer'in ahrece şat'ehu feâzerehu festağleze festevâ alâ sûkihi yu'cibu'z-zürrâe liyeğizi bihimu'lküffâre

— Onların Tevrat'taki vasıfları ve İncil'deki vasıfları şudur: Sanki onlar bir ekin gibidir ki, önce ince bir filiz çıkarır. Sonra bu filiz kuvvetlenir, kalınlaşır ve sapı üzerinde doğrulup dimdik durur. Çiftçiler bundan memnun olur, onların memnun olması ise kâfirleri kızdırır... Allah, onlardan iman edip güzel, iyi ve faydalı işler işleyenlere, günahlarım bağışlayacağını ve çok büyük mükâfat vereceğini vaad etti," (Fetih sûresi: 48/29) buyurmuştur.

Bu âyet-i kerîmede onların övgülerinin Tevrat ve İncil'de zikredilmiş olduğu beyan buyrulup tedricen kemâle ermeleri ve onlardan imanın nice fazilet, maarif ve semerelerinin zuhura gelmesi şu ekine temsil edilmiştir ki: O, bir tane iken yarılıp bir yaprak çıkarır. Ondan sonra o yaprağı kuvvetlendirip sert bir dal eder, ayak üzre durdurur. Gittikçe kuvveti artıp âlem halkinin hayretine sebep olur. Hak teâlâ Hazretleri, onlar hakkında bu temsili buyurdu ki, kâfirler onların bu gelişme, ilerleme ve kuvvetlenmelerinden huzursuz olup öfkelensinler.

İmâm Mâlik, büyük sahabeye buğzeden Rafiztleri tekfir etmeyi bu âyet-i kertmeden almıştır. Alimlerden bir topluluk da bu meselede İmâm Mâlik'e muvafakat etmişlerdir.

Sahâbe-i kirâmın faziletleri hakkında çok hadîs-i şerifler gelmiştir. Hak teâlâ hazretleri, onlara mağfiret ve çok büyük mükâfat buyurmuştur. O'nun vaadi gerçek ve muhakkaktır, vaadinden dönınesi ihtimali yoktur. Allah onlardan razı olsun.

Sahâbînin Tarifi

Sahâbînin tarifinde âlimler ihtilaf etmişlerdir. Sahâbe-i kirâmın yalnız birine "sahâbî" denir. Bir kişiye sahâbî denilmesi için "Müslüman olması, Fahr-i Kâinat hazretleriyle sohbet etmiş olması yahut mübarek yüzünü görmüş olması gerektir," dediler. İmâm-ı Buhârî ve onun şeyhi İbn-i Müdeynî buna zahip olmuşlardır. Buhârî'nin sözü şudur: Resulullah hazretleriyle Müslüman olarak sohbet eden veya gündüzün bir saatinde de olsa onu gören kimse onun ashâbından olur."

İslâm olmakla sınırlandırılması şunun içindir ki, bir kimse kâfir iken görmüş olsa, Fahr-i Âlem hazretlerinin vefatından sonra İslâm'a gelse sahâbeden olmaz. İttifakla böyledir. Ama tariften şu da hatıra gelir ki, bir kimse Müslüman iken görse, sonradan Allah saklasın mürtet olsa, tekrar İslâm'a gelmese sahâbî olmaz. Nitekim Abdullah bin Cahş mürtet olup küfür üzre gitmişti. Böyle olmuş olan bir iki kişi daha vardır. Bu gibi kimseler ittifakla sahâbeden değillerdir. Ama mürtet olduktan sonra tekrar İslâm'a gelmiş olsa, sonra Müslüman olduğu zamanda Resulullah hazretlerini görmese, yine sahabedendir. Eş'as bin Kays'ın ve onun gibi birkaç kişinin daha ashâbdan sayılmasında muhaddisler ittifak etmişlerdir. Bu gibi kimselerden hadîs de çıkarmışlardır.

Görmek hususuna gelince:

— Gören kimsenin gördüğünü teşhis ve temyiz etmesi (tanıması) şart mıdır? Yoksa sadece mücerret görmek yeterli olur mu? denilirse İbn-i Hacer: "Bu meselede değişik görüşler ve itiraz edilen noktalar vardır," demiştir.

Ama bu hususta kitap yazanların üslûbu delâlet eder ki, sadece görmek  kifayet eder. Meselâ bir Müslüman çocuğu küçük çocuk iken Fahr-i Âlem hazretlerini görmüş olsa, sahâbeden saydır. Zira Muhammed bin Ebû Bekir Sıddık (Allah ondan ve babasından razı olsun), Resulullah Efendimiz hazretlerinin vefatında üç aylık oğlancıktı. Böyle olduğu halde onu sahâbeden saydılar.

Bazı âlimlerin kavli şudur ki: "Resulullah Efendimizle sohbet etmeyen kimse sahâbeden sayılmaz. Sohbet'in mânası, âdet üzre bir yerde toplanıp bir miktar yakınlık ve arkadaşlık olmasıdır."

Saîd bin Müseyyeb'den rivâyet edilmiştir ki: "Ashâb arasında âdet şu idi: Bir kimsenin, Peygamber Efendimiz hazretleriyle bir miktar veya daha fazla beraber durması gerekti yahut onunla bir gazâya gitmesi gerekti ki, onu sahâbeden saysınlar," demiştir.

Ama bu sözle amel eden yoktur. Söz, evvelki sözdür. Bazıları da: "Peygamber Efendimizle bir araya gelme zamanında o kimsenin bâliğ olmuş bulunınası şarttır," dediler. Bu sözle de amel eden yoktur. Zira Hazret-i Hasan bin Ali (Allah ondan ve babasından razı olsun), Fahr-i Kâinat hazretlerinin vefatı zamanında henüz büluğa ermiş değildi. Onun emsali daha nice gençler vardı, hep onlar sahâbedendir. Allah onlardan razı olsun.

Görmekten murat, mâni olmadığı takdirde görmektir. Zira İbn-i Ümmü Mektûm'un (radıyallahü anh) sahâbe-i kirâmden olduğuna şüphe yoktur. O ise âmâ idi. "Tarifte görme yerine buluşup konuşma zikrolunsa daha güzel olurdu," demişlerdir.

Cin tâifesinden de sahâbe-i kirâmın olduğunda şüphe yoktur. Zira kâinatın hocası Resulullah Efendimiz hazretlerinin insanlara ve cinlere peygamber olarak gönderildiği kesindir. Cinnin de âsileri vardır. Onlann da Resulullah hazretlerini müşahede etmiş yahut sohbetinde hazır bulunınuş olanlarının sahâbeden oldukları kesindir. Her ne kadar İbn-i Esir bu kavle muhalefet edip buna kail olanlan ayıplamışsa da bir hüccete istinadı yoktur. Bu sebeple muhalefetine itibar olunınaz.

Ama meleklerde de Resul'ün ashâbı var mıdır, yok mudur? meselesine gelince bunun doğruluğu, meleklere peygamber olarak gönderilmesinin doğru olmasına bağlıdır. Bu meselede usûl âlimleri arasında ihtilaf vardır. Hatta bazıları, meleklere peygamber olarak gönderildiğine dair icmâ naklettiler. Bazıları da bunun aksine dair icmâ naklettiler. İşin hakikatini ancak Allah bilir.

Selef ve haleften âlimlerin çoğunluğunun kavli şudur ki, Resulullah Efendimizin ashâbı, peygamberler ve mukarreb meleklerden sonra bütün yaratıkların en üstünüdür. Zira İmâm-ı Buhârî'-nin rivâyetinde gelmiştir ki:

İnsanların hayırlısı, benim arkadaşlarımdır, sonra onları izleyenler, sonra onları izleyenlerdir," buyurmuşlardır.

Yine İmran bin Husayn'dan rivâyet etmişlerdir ki:

"Hayrü ümmetî karnî sümme'llezîne yelûnehum sümme'llezîne yelûnehum — Ümmetimin hayırlısı, benim arkadaşlarım, sonra onları izleyenler, sonra onları izleyenlerdir," buyurmuşlardır.

Karn'dan murat, kendi şerefli zamanlarında olan İslâm ehlidir. Birinci rivâyetin mânası: "Bütün insanoğullarının en üstünü, benim zamanımda olan Müslümanlardır. Onlardan sonra yeğreği, onların ardınca gelenlerdir. Onlardan sonra yeğreği onların ardınca gelenlerdir," demektir. Sahâbenin ardınca gelenler Tabiîn'dir. Onların ardınca gelenler de Tebee Tabiîn'dir. Allah onların hepsinden razı olsun. İkinci rivâyette yalnız "İnsanoğullarının hayırlısı" yerine "ümmetimin hayırlısı" diye vâki olmuştur.

Kam, zamanın ehline denildiği gibi zamanın kendisine de denir. Ama "Ne miktar zaman gerektir ki, ona kam denilsin?" denirse bunun hakkında çok söz vardır. Kimi otuz yıldır, demiştir, kimi kırk yıl, kimi seksen yıl, kimi de yüz yıldır, demişlerdir. Ama doğrusu yüz yıl olmasıdır. Zira Resulullah Efendimiz hazretleri: "Bir karn ömür sür!" diye bir kişiye dua etti. O kişi yüz yıl ömür sürdü. Büyük ashâbdan en son vefat eden kimse, Ebû Tufeyl, Amir bin Vâsiletü'l-Leysî'dir. Allah ondan razı olsun. Hicretten yüz sene sonra vefat etmiştir.

Bu hususta sözlerin en doğrusu şudur: Zikrolunan hadîs-i şerifler, sahâbenin tabiîn'den daha üstün olduğuna delâlet eder. Fakat bu üstünlük topluma nisbetle midir, yoksa bireylere nisbetle midir? Bunun ayrıntıları Dördüncü Bölüm'de geçmiştir. Netice olarak topluma nisbetle olunca sonradan gelenlerden bazı ferdin sahâbenin bazı ferdinden daha üstün olması caiz olur. İbn-i Abdül'l-Berr, bu kavli hepsinden üstün tutmuştur. Daha önce zikredilmiş olanlardan başka şundan de delil getirmiştir ki, Resulullah Efendimiz hazretleri:

"Benim ümmetimin meseli, yağmur meselidir. Bilinmez ki, sonu mu daha iyidir, yoksa evveli mi?" buyurmuşlardır.

Buna yakın daha başka hadîsler de rivâyet edilmiştir. Hepsinin mânası ümmetin faziletine yöneliktir. Ama doğrusu şudur ki, Kâinatın Efendisi Resulullah hazretlerinin şerefli cemâlini müşahede etmek faziletine denk bir fazilet olmaz. Şunda da şek ve şüphe yoktur ki, O'nunla gazâlar edip yahut O'nun şerefli zamanında gazâlar edip Allah yolunda mallarını harcayanlar kendilerinden sonra gelenlerle beraber değillerdir. Zira Hak teâlâ hazretleri, büyük kitabında:

"Lâ yestevî minküm men enfake min kabli'l-fethi ve katele ulâike a'zamu dereceten mine'llezîne enfekû min ba'du ve katelû — Elbette içinizden Fetih'ten Önce infak edenler ve savaşanlar, diğerleriyle aynı seviyede olmazlar. Onların derecesi, onlardan sonra infak eden ve savaşanların derecesinden daha büyüktür," (Hadid sûresi: 57/10) buyurmuştur.

Bu âyet-i kerîmede açıkça anlaşılır ki, bilhassa Mekke'nin fethinden önce islâm dairesine girmiş sahâbe-i kirâm ile kimsenin beraber olmasına ihtimal yoktur.

Ashabın Sınıf ve Dereceleri

Malûm olsun ki, sahâbe-i kirâm (Allah onlardan razı olsun) üç sınıftır:

1 — Muhacirler.

2 — Ensar, onların hulefası ve mevâlisidir.

3 — Mekke'nin Fethi gününde islâm'a gelenlerdir.

İbn-i Esir, Cami'de zikretmiştir ki, Muhacirler Ensar'dan daha üstündür. Ama bu söz, icmal yoliyledir. Tafsil yoliyle şudur ki, Ensar'ın önce gelenleri Muhacirlerin sonra gelenlerinden daha üstündür. Ama Muhacirlerin önce gelenleri Ensar'ın önce gelenlerinden daha üstündür.