Geri

   

 

 

İleri

 

7 - 6

Hadîs âlimleri, sahâbe-i kirâmın tabakalar halinde sıralarını zikretmişlerdir. Hâkim onlardandır ki, on iki tabaka beyan etmiştir.

1 . Tabaka: İlk bîatta Mekke'de iman getirmişlerdi. Hadice, Ali, Ebû Bekir, Zeyd bin Hârise ve aşerenin (on kişinin) geri kalanları gibi. Bunların hangisinin ilkönce iman getirdiğinin ayrıntıları Birinci Bölüm'de geçmişti.

2 . Tabaka: Dâru'n-Nedve* ashabıdır ki, Hazret Ömer (radıyallahü anh) İslâm'a geldikten sonra Fahr-i Âlem hazretlerini yanında olan Müslümanlarla beraber Dâru'n-Nedve'ye iletmişti. Bu sebeple Mekke halkından bir cemaat orada Müslüman olmuşlardı. İkinci tabaka bunlardır.

3 . Tabaka: Müşriklerin ezasından dinlerini kaçırıp Habeş ülkesine hicret edenlerdir.

4 . Tabaka: Birinci Akabe ashâbıdır ki, onlar Ensar'ın sabıklarıdır. Aynı zamanda ikinci Akabe ashâbıdır ki, sonraki yılda gelmişlerdi. Birinci Bölüm'de beyan olunmuştur.

5 . Tabaka: Üçüncü Akabe ashâbıdır ki, yetmiş kişi idiler.

6 . Tabaka: Fahr-i Kâinat hazretleri hicret edip daha Medine'ye girmeden Kuba nahiyesinde iken arkasından gelip yetişen muhacirlerdir.

7 . Tabaka: Büyük Bedir'de hazır olan gazilerdir.

8 . Tabaka: Bedir gazâsı ile Hudeybiye arasında hicret edenlerdir.

9 . Tabaka: Bîatü'r-Rıdvân ehlidir ki, Hudeybiye yılında o ağaç altında Fahr-i Âlem hazretleriyle bîatlaşan ve ahitleşen ashâbdır. Onlar hakkında: "Onlar cehenneme girmezler," diye buyrulmuştur. İmâm-ı Müslim'in rivâyetinde: "Lâ yedhulü'nnâre inşeallahu min ashâbi'ş-şecereti ehadün — Allah dilerse o ağaç (altında edilen biat) ashabından hiç kimse ateşe girmez," buyrulmuştur.

10 . Tabaka: Hudeybiye'den sonra ve Mekke'nin fethinden önce hicret edenlerdir. Hâlid bin Velîd ve Amr bin As bunlardandır.

11 . Tabaka: Mekke'nin fethi gününde İslâm'a gelmiş olanlardır. Bunlar pek çok kimsedir. Bunların bir kısmı kendi isteğiyle İslâm'a geldi. Bir kısmı da istemeye istemeye (kerhen) gelmişlerdi. Sonradan bunların bir kısmına islâm'ın güzelliği müyesser oldu. Onların kim olduğunu Allah bilir.

7 - 7

12 . Tabaka: Fahr-i Kâinat hazretlerine yetişip de Fetih gününde, Veda Haccında ve başka zamanlarda mübarek yüzlerini görmüş olan küçük çocuklardır. Bu cümleden biri Sâib bin Yezid'dir. Allah onlardan razı olsun.

Ashabın Sayısı

Ama sahâbe-i kirâmın sayısı ne kadardı? Hakikatini Allah'dan başka kimse bilmez. Ancak bazı gazâlarmda ne miktar ashâb toplandığını bazıları beyan etmişlerdir. Mekke'nin fethinde on bin savaşçı vardı, demişlerdir. Bazılarına göre bunların sayısı on iki bindir. Huneyn gazâsına on iki bin kişi ile gitmişlerdi. Tebük gazâsına yetmiş bin kişi ile varmışlardı. Veda Haccında doksan bin kişi vardı. Peygamber Efendimiz nimetler yurduna intikal ettikleri zaman yüz yirmi dört bin sahâbe mevcuttur. Bir rivâyette yüz on dört bin, demişlerdir. Allah onların hepsinden razı olsun.

Ashabın Birbirinden Üstünlüğü

Bundan sonra malûm olsun ki, sahâbe-i kirâmın en üstünü, sünnet ehli katında, ne cihetten olduğu belirtilmeksizin, Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh) hazretleridir.

Buharî'nin naklinde İbn-i Ömer'den rivâyet edilmiştir ki, "Resulullah Efendimiz hazretleri zamanında insanları bu hususta muhayyer bırakırdık. Yâni ashâbın birbirinden üstünlüğünü söylerdik. Herkesten Ebû Bekir'i seçkin tutardık. Ondan sonra Ömer'i, ondan sonra Osman'ı," demiştir.

Yine Buhârînin naklinde Abdullah bin Ömer'den ve Nâfi'den rivâyet edilmiştir ki: "Peygamber Efendimiz zamanında hiç kimseyi Ebû Bekir'le denk tutınazdık, ondan sonra Ömer'i, ondan sonra, Osman bin Affân'ı... Sonra Peygamberin ashabını birbirine üstün tutınayarak bırakırdık," demiştir. Hâsılı bu rivâyete göre de Ebû Bekir'e o zamanda hiç kimseyi eşit tutınazlardı. Ondan sonra diğerlerinden Ömer'i üstün tutar, ondan sonra Osman'ı üstün tutarlardı. Bunlardan geçtikten sonra ashâb arasında üstünlük beyanına kalkışmazlardı.

Ebû Davud'un naklinde de İbn-i Ömer'den şöyle rivâyet edilmiştir ki: "Biz Peygamber Efendimizin sağlığında da derdik ki: Fahr-i Âlem hazretlerinden sonra ümmetin en üstünü Ebû Bekir'dir. Ondan sonra Ömer, ondan sonra Osman'dır," demiştir.

Taberanî'nin naklinde İbn-i Ömer'den şu da gelmiştir ki: "Fahr-i Âlem hazretleri böyle dediğimizi işitirdi, red ve inkâr etmezdi." Bazı rivâyette de İbn-i Ömer'den şöyle rivâyet edilmiştir: "Peygamber Efendimiz zamanında Ebû Bekir, Ömer ve Osman gittikten sonra geri kalan halk beraber olur, kimse kimseden üstün olmaz, diye söylerdik. Peygamberimiz bu sözü işitip inkâr etmezdi," demiştir.

Ama Sünnet Ehli'nin ittifakı şunun üzerindedir ki: Osman'dan sonra Ali bin Ebi Tâlib, geri kalanların hepsinden üstündür.

Bazı Selefler şuna zahip olmuşlardır ki, Hazret-i Ali Hazret-i Osman'dan önceliklidir. Böyle diyenlerden biri Süfyân-ı Sevrî'dir.

Bir söz de, onların ikisinden herhangi birini diğerinin üzerine takdim etmemek gerektiği şeklindedir. Ne Osman Ali'den üstündür demeli ve ne de Ali Osman'dan üstündür demeli. Bu söz İmâm Mâlik'den rivâyet edilmiştir. Bir cemaat bu sözde Malik'e tâbi olmuşlardır.

Ebû Muin: "Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali'yi, yâni Hulefâ-i Raşidîn'i, bu sıra üzre zikreden ve Ali'nin öbürlerinden üstünlüğünü ve önceliğini bilen bir kimse sünnet sahibidir. Şüphe yoktur ki, bir kimse üstünlük sırasını Osman üzerinde bırakır, yâni Osman'dan sonra diğerlerinden daha üstün olan kimse yoktur derse ve Ali'nin fazilet ve üstünlüğünü bilmezse o kişi mezmûmdur (kötü ve çikin bir kanaate sahiptir)," demiştir.

İbn-i Abdü'l-Berrân hazretlerinin dâvası şudur ki: "Üstünlük sırasını Ebû Bekir, Ömer ve Osman'a hasretmek şeklinde bir kavi, sünnet ehlinin kavline aykırıdır. Zira sünnet ve cemaat ehlinin kavli şudur ki: Üçünden sonra insanların en üstünü Ali bin Ebi Tâlib'dir." demiştir.

Bazıları dediler ki: "Üçünü zikretmekten, üstünlüğü sadece onlara inhisar ettirip sünnet ehline muhalefet etmek lâzım gelmez. Hâsılı, sünnet ehli katında Ebû Bekir'in üstünlüğü, ondan sonra Ömer'in üstünlüğü kesindir. Bunda hiç tereddüt yoktur. Ama bu ikisinden sonra çoğunluğun kavli şudur ki, Osman, Ali'den daha üstündür. Ancak Mâlik'den rivâyet edilmiştir ki, burada duraklamalı. Yâni bu ikisi arasında üstünlük beyan olunınamak. Ne Osman Ali'den üstündür ve ne de Ali Osman'dan üstündür, demeli. Bu mesele içtihada ait bir meseledir. Dayanağı şudur ki, Hak teâlâ hazretleri, bunların dördünü beraberce Resulüne halife kılmayı ihtiyar etti ve Muhammed'in dinini ayakta tutmak hizmetinde bunları seçkin kıldı. O halde bunların mertebeleri, hilafetlerinin sırası itibariyledir."

Ebû Mansur Bağdadî der ki: "Bizim ashâbımız şunun üzerinde ittifak etmişlerdir ki, ümmetin en üstünü dört halifedir. Onlardan sonra aşerenin (on kişinin) geri kalanlarıdır ki, altı kişidir."

Bu altı kişiden murat: Talha, Zübeyr, Sa'd, Saîd, Abdurrahman bin Avf ve Ebû Ubeyde bin Cerrâh'dır. Allah onların hepsinden razı olsun.

İmâm Tirmizî'nin rivâyetinde Saîd bin Zeyd'den rivâyet edilmiştir ki, Fahr-i Âlem hazretleri buyurdu:

"On kişi cennettedir. Ebû Bekir cennettedir. Ömer cennettedir. Osman cennettedir ve Ali, Zübeyr, Talha, Abdurrahman bin Avf, Ubeyde bin Cerrah, Sa'd bin Ebi Vakkas cennettedir."

Bu dokuz kişiyi zikretti de onuncunun kim olduğunu zikretmeyip sustu. Sahâbe, and verip:

— Ya Resulallah! Onuncu kimdir? diye sordular.

— Saîd bin Zeyd cennettedir, diye cevap verdi.

Böylece onuncusunun hadîsi rivâyet eden Saîd olduğu ortaya çıktı. İşte Aşere-i Mübeşşere (cennetle müjdelenenen on kişi) denilenler bunlardır. Allah onların hepsinden razı olsun.

Eğer sual olunup:

— Bir kimse, bilinen sıra üzre dört halifenin üstünlüklerine itikat edici olsa, fakat bunların kimisini kimisinden daha fazla sevse günahkâr olur mu? denilirse, Şeyhülislâm Veliyyüddin ibn-i Irakî buna cevap olarak buyurmuştur ki:

Sevgi iki kısımdır. Biri din cihetinden, biri de dünya cihetindendir. Din cihetinden olan sevgi, daha üstün olana daha fazla lâzımdır. Yâni bu cihetten olan sevgisinin üstünlüklerinin sırasına uyması gerektir. Aksi halde o sıra üzerinde itikadı doğru olmamış olur..

İmâm Taberânî, RIyâd adlı kitabında Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) hazretlerinden merfuan rivâyet eder ki, Peygamber Efendimiz hazretleri:

"Hak teâlâ hazretleri, sizin üzerinize, Namazı, Zekâtı, Orucu ve Haccı farz ettiği gibi Ebû Bekir'e, Ömer'e, Osman'a ve Ali'ye muhabbeti de farz etti. O halde onların fazlını inkâr eden bir kimseden Namaz, Zekât, Oruç ve Hac kabul olunınaz," buyurmuştur.

Hâfız Selefi Mejîha'sında Enes bin Mâlik'ten merfuan rivâyet eder ki, Peygamber Efendimiz: "Ebû Bekir'in sevgisi ümmetim üzerine gerekli kılınmıştır," buyurmuşlar.

Bu hadîs-i şerif gereğince Muhammed ümmetine, Hazret-i Sıddık'a sıdk ve safâ ile muhabbet etmek gereklidir. Büyük sehâbeye (Allah onlardan razı olsun) muhabbet etmek, Fahr-i Kâinat hazretlerine muhabbet etmenin dallarmdandır. Sevginin kökü O'nda ve dallan O'nun bütün sevdiklerindedir. Böylece O, bütün sevgi ağacını, kökü ve dalları ile kendi temiz ve yüce zâtında toplamış olur. Hakikat de zaten böyledir. Gerçekten de onlara muhabbet O'na muhabbettir. Bunun içindir ki, kâinatın hocası Efendimiz hazretleri, kendine muhabbet sebebiyle ashâbına muhabbet eden müslümanları "Kardeşlerim" diye zikretmiştir.

Ensarî'nin naklinde Enes (radıyallahü anh), Resulullah Efendimiz hazretlerinden rivâyet etmiştir ki:

— "Yâ Ebâ Bekrin leyte innî lakîtü ihvânî — Ey Ebû Bekir, keşke ihvanımla (kardeşlerimle) buluşsaydım," diye buyurmuşlar.

Ebû Bekir (radıyallahü anh):

Yâ Resûlallah! Biz senin ihvanın (kardeşlerin) değil miyiz? demiş.

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri:

— "Lâ. Entüm ashâbî. İhvâni'llezîne lem yerevnî ve saddakunî ve ehabbûnî hattâ innî le-ahabbu ilâ ehadihim min veledihi ve vâlidihi — Hayır, Siz benim kardeşlerim değil, arkadaşlarımsınız. Kardeşlerim, o kimselerdir ki, beni görmediler  bana iman getirdiler ve beni sevdiler. O kadar ki, ben onlardan birine kendi evlâdından ve babasından daha sevgiliyim," diye buyurmuşlar.

Yine ashâb:

— "Innâ nahnu ihvânüke — Gerçekten biz senin kardeşleriniz," dediler.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz hazretleri:

— "Lâ. Entüm ashâbî. Elâ tuhibbu yâ ebâ bekr kavmen ehabbûke bihubbî iyyâke — Yok, siz kardeşlerim değil, ashâbımsınız. Yâ Ebâ Bekir! Sen, bir kavmin, bana muhabbetleri sebebiyle seni sevmelerini sevmez misin?" dedi.

Ondan sonra Ebû Bekir'e emredip:

— "Feehibbehum mâ ehabbûke bihubbî iyyâke — Bana muhabbetleri sebebiyle seni seven o kimseleri sen de sev!" diye buyurdu.

Velhasıl Resulullah Efendimiz hazretlerinin sevdiklerini sevmek O'nun muhabbetine delildir. Nitekim O'nun muhabbeti Allah'ın muhabbetine delildir. Yâni Resululah'ı sevmek Allah'ı sevmenin alâmetidir. Onlara buğzetmekAllah saklasınResul'e buğzetmektir. Resul'e buğzetmek isehâşâAllah'a buğzetmektir! Bir kimse bir kimseyi sevince onun sevdiğini sever ve sevmediğini sevmez.

Hak teâlâ hazretleri, kadîm kelâmında:

"Lâ tecidu kavmen yuıninûne billahi ve'l-yevmi'l-âhiri yuveddûne men haddallahe ve resûlehu — Allah'a ve âhiret gününe iman eden bir topluluğun, Allah'a ve Resulüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin," (Mücâdele sûresi: 58/22) buyurmuştur.

Peygamber Efendimiz hazretlerinin âline ve seçkin ashâbına (Allah onlardan razı olsun) muhabbet eserlerinden bir kısmı şunlardır:

Onları en üstün saygı ve yüceltme üzere yad etmek.

Onların yoluna gitmek.

Onların edepleri ve ahlâkları üzre olmak.

Sözleriyle amel etmek.

Anıldıkları zaman en güzel vasıflarla anınak.

Zira onlar, öyle bir topluluktur ki, Hak teâlâ hazretleri, yüce kitabında onları övmüştür. O kimseler ki, Hak teâlâ hazretleri kendi kitabında onları övmüştür, bizim onları övmemiz ve onlar için istiğfar etmemiz elbette üzerimize gerekli bir borç olur.

Hazret-i Âişe'den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki:

"Ümirû en yestağfirû li-ashâbi resulillahi fesebbuhum — Halk, Resulullah'ın ashâbı için istiğfarla emredildiler, halbuki onlar onlara sövdüler," diye buyurmuşlar.

Hazret-i Âişe'nin bu şerefli sözü, ashâba söven o dalâlet ehli hakkındadır. Zikri geçen bu nakilden murat, sahâbe için istiğfara emir geldiğini beyandır. O halde bize lâzım gelen:

"Allahümme eğfirlehum — Allah'ım onları bağışla," diye Hak teâlâ hazretlerinden onlar için mağfiret taleb etmektir.

Buyurmuşlardır ki: "Onlar için istiğfar etmenin faydası, yine istiğfar edenin kendisine aittir."

Sehl bin Abdullah Tüsterî'den nakledilmiştir ki: "Bir kimse, Resulullah'ın ashâbına hürmet ve tazim etmese ve o Hazret'in emirlerini yerine getirmese, Resulullah Efendimiz hazretlerine iman getirmemiş demektir," diye buyurmuştur.

Onların haklarına riayet hususunda bize gerekli olan şeyler cümlesinden biri de, onların birbiri arasında geçen ihtilaflara karşı saldırgan olmamaktır. Bu hususta çok kaçinınak gerekir. Onlara sataşmak hususunda cahil rivâyetçilerin ve tarihçilerin sözüne, Şia vesair bid'at ehlinin görüşlerine aslâ iltifat etmemelidir.

Peygamber Efendimiz hazretlerine:

"İzâ zikri ashâbî femsekû — Ashâbım anıldığı zaman dilinizi tutun," buyurmuştur.

Bu hadis-i şerif gereğince sahâbe-i kirâm zikrolunduğunda kişinin, yakışıksız sözlerden sakınıp dilini tutınası gerektir. Aralarında geçen ihtilaf, çekişme, anlaşmazlık, muharebe ve fitneler zikredilecek olsa en güzel şekilde tevil etmek gerektir. Onlardan sâdır olan her nesne, içtihat yoliyle olmuştur. Nihayet mertebe, içtihadında kimi sevap üzre ve kimi de hatâ üzre olmuştur. Hatâ üzre olanlara sövmek ve dil uzatmak bizim vazifemiz değildir. Zira onlara sövmek ve dil uzatmak, eğer kesin delillere aykırı ise küfürdür. Hazret-i Âişe'ye Allah saklasın sövmek gibi... Eğer kesin delillere aykırı değilse bid'at ve fısktır.

Kâinatın hocası Resululah Efendimiz hazretleri buyurmuştur ki:

"Ey insanlar! Benim sevdiklerim, evlenme yoliyle akrabalarım, arkadaşlarım, dostlarım hususunda haklarıma riayet ediniz. Onlardan birine edilen haksızlığı Hak teâlâ hazretlerinin sizden sormamasına ihtimal yoktur. Sakın onlara ta'n dilini uzatarak kendilerini incitmeyin. Zira bu, bağışlanır kısmından değildir."

Yine buyurmuştur ki:

"Ashâbım hususunda Allah'dan sakinina üzre olun, Allah'dan sakinina üzre olun! Benden sonra onları yakışık söz oklarına hedef etmeyin. Her kim onları severse gerçekten beni sever, her kim onlara buğzederse gerçekten bana buğzeder. Onları inciten gerçekte beni incitir, beni inciten de gerçekte Allah'ı incitmiş olur. Her kim Allah'ı incitirse O'nun kahır ve azabinin o kimseyi yakalaması yakındır."

Hak teâlâ hazretlerinin incitilmesi, O'na eza edilmesi düşünülemez. Bunun benzeri mânalardan Allah münezzehtir. Murat, "Beni inciten Hak teâlâ hazretlerinin gazabına mazhar olur," demektir.

Hadîs-i şerifte işaret vardır ki, onlara muhabbet etmek imandandır. Buğz olunca da bunun küfür olduğunda ihtilaf ve niza yoktur. Zira daha önce zikredilmiş olan hadîs-i şerifte:

"Len yuınine ehadiküm hattâ ekûne ehabbe ileyhi min nefsini — Sizden biriniz, ben ona kendi nefsinden daha sevgili olmadıkça mümin olmaz," buyrulmuştur.

Büyük ashâbm Fahr-i Kâinat hazretlerine yakınlıklarının en üstün derecede olduğunun delilidir ki, onları kendi nefsi derecesine indirip "Onlara muhabbet eden bana muhabbet eder ve onlara buğzeden bana buğzeder," buyurmuştur. O halde mümine lâzım olan, bu mânaları düşünüp ona göre hareket etmektir.

Temmâm Fevâid'inde çıkarmıştır ki, Peygamber Efendimiz hazretleri: "Men sebbe eshâbî ficlidûhu — Ashâbıma söven kimseye değnek çalın," buyurmuştur.

Kâdî Iyâdın zikrettiğine göre İmâm Mâlik ve başkalarından nakledilmiştir ki:

"Resulün ashâbına buğzeden kimsenin müslümanların feyyinde hakkı yoktur," demişler. Müslümanların feyyi diye, kâfirlerden İslâm ehline ait mallara derler. Gerek haraç gibi sulh yoluyla alınsın, gerekse ganimet gibi cenk yoliyle alınsın. Bir kimsenin müslümanların feyyinden hakkinin kesilmiş olduğuna din İmâmları hükmederse onun müslümanlığınınallah saklasınne derece eksik olduğunu düşünmek gerekir.

O halde saadet sahibi olan o kimsedir ki, onların muhabbetinde, hürmetinde, yüceltilmelerinde açık seçik ciddiyet gösterir. Allah onların hepsinden razı olsun.