7 - 2Buyurmuşlardır ki: "Muhabbetüllah (Allah sevgisi) iki kısımdır: 1 — Farz olan sevgi. 2 — Müstehap olan sevgi. 1 — Farz olan sevgi, Hak teâlâ hazretlerinin emrine uymaya, yasaklarından kaçinınaya ve kaderinden rıza üzre olmağa sebep olan sevgidir. O halde bir kimsenin haram olan bir işi işlemesi veya yapılması gerekli olan bir işi terk etmesi, bu mânada olan Allah sevgisinde kusuru ve eksiği olmasındandır. Zira nefsinin isteğini öne geçirmiş olur. 2 — Müstehap olan sevgi, nafilelere devam etmeyi ve şüphelilerden kaçinınayı gerekli kılan sevgidir. Sevginin bu kısmı ile vasıflanmış olan kimse çok az bulunur. Sahîh-i Buhârî'de Ebû Hüreyre'nin naklinde Resûlüllah Efendimiz hazretleri, yüce Rabbinden rivâyet ederek buyurmuştur ki: "Kulum, kendisine farz kıldığım şeyleri edâ etmekten daha sevimli bir amelle bana yaklaşamamıştır. Kulum, bana nafilelerle durmadan yaklaşır. Nihayet ben, onu severim. Bir kere de ben onu sevdim mi, artık kulumun işittiği kulağı, gördüğü gözü, şiddetle tutup kavradığı eli ve yürüyen ayağı ben olurum. Benimle işitir, benimle görür, benimle tutar ve benimle yürür. Eğer benden bir şey isterse onu veririm, bana sığınırsa onu himayeme alırım. Mümin kulumun nefsini kabzetmede tereddüt ettiğim kadar hiç bir şeyi işlemede tereddüt etmem. O ölümü kerih görür, ben de onun (benden başkasına, dünyaya) yapışmasını kerih görürüm." Hadîs-i şerifin neticesinden anlaşılan şudur ki, farzların edâsı Hak teâlâ hazretlerine en sevimli gelen iştir. Bu takdirde nafileler; Hak teâlâ hazretlerinin kuluna muhabbet etmesini ifade edici olup farzların bunu ifade edici olmadığı şeklinde müşkülat görenlere cevap vermişlerdir ki: — Nafilelerden murat, farzlarla beraber olan nafilelerdir ki, onlar farzları tekmil edicidir. Hakikatte yine muhabbet sebebi, farzlar olmuş olur. Nihayet farzlar, kemâli, nafilelerle bulurmuş. Bu mânayı Ebû Ümâme'nin rivâyetinde gelen hadîs-i kudsî teyid eder: "Ey Âdemoğlu! Gerçekten sen, başka bir şeyle değil, ancak senin üzerine farz ettiklerimin edâsı ile benim katımda olan üstünlük ve kerametlere vâsıl olursun," buyrulmuştur. Bundan açıkça anlaşılır ki, vusûle sebep farzların edâsı imiş. Yahut şöyle cevap verilir ki: Nafileleri işlemek sırf muhabbettendir. Burada terk etmek dolayısiyle cezaya uğramak korkusundan işlemek düşünülemez. Ama farzlar bunun aksinedir. Farzların terk sebebiyle cezaya uğramak korkusu ile işlenmesi mümkündür. Fâkihânî der ki: "Hadîs-i şerifin mânası, 'Bir kimse farzları edâ etse ve nafilelerden oruç, namaz ve diğer amellere devam etse bu kendisini muhabbetullah'a yetiştirir' demektir." — "Onun kulağı ve gözü olurum" buyurması ne demektir? denilirse bunu birkaç şekilde tefsir etmişlerdir. Biri şudur ki: Temsil yoliyle böyle geldi. Mânası, "Benim emrimi ihtiyarda ben onun kulağı, gözü ve eli gibi olurum. Tâatimi sever ve hizmetimi ihtiyar eder; o azalarını sevdiği gibi," demektir, dediler. Biri de şudur: "Tamamiyle benimle meşguldür. Kulağiyle beni hoşnut kılan şeylerden başka bir şey işitmez. Gözüyle ancak benim razı olduğum şeyleri görür. Eliyle ve ayağiyle ancak benim emrettiğim şeyleri işler," demektir, dediler. Bir açıklama şekli de şudur ki: "Ben ona yardım etmekte ve onu başarıya götürmekte kulağı, gözü, eli ve ayağı gibi olurum," demektir, dediler. Bazıları da muzafın hazfedilmesi şeklindedir. Mânası: "Küntü hâfızun sem'ahu ve hâfızun basarehu — Ben onun kulağinin koruyucusu ve gözünün koruyucusu olurum," demektir, dediler. Bu söz Fâkihânî'nindir. Yine dedi ki: "Burada ince bir mâna daha vardır. Sem', mesmû' (işitme ve kulak, işitilen şey) mânasınadır. Zira mastar, mef'ul mânasına gelir. Meselâ "Hâzâ darbu'l-emîr — Bu, emîrin dövmesidir," derler, fakat "Madrubehu — Onun dövdüğü kimsedir" mânasını kasdederler. Burada da sözün mânası, 'Ben kulumu sevdiğim zaman o, benim zikrimden başka bir şey işitmez, benim melekûtumun acayibinden başka bir şey görmez, benim rızam olan şeyden başkasına elini uzatmaz' demektir." Başkaları da şöyle dediler: "Sözlerine güvenilen âlimler ittifak ettiler ki, bu mecazdır. Allah'ın kuluna yardımından ve inayetini teyidden ibarettir. Hatta' kulunu sanki o âletler mertebesine indirmektir ki, onlardan yardım umulur. Onun için bir rivâyette: "Febî yesmau ve bî yubsiru ve bî yabtişu ve bî yemşî — Böylece o, benimle işitir, benimle görür, benimle tutar ve benimle yürür," diye varid olmuştur. Ittihadiye (Allah ile kulun birleşikliği görüşünde olan kimseler) tâifesi, bu hadîsi hakikati üzre kabul ettiler. Yâni mânasinin, sözlerinin zahirî hakikati üzre olduğunu sandılar. Allah, onların söylediklerinden yücedir. Hitâbî der ki: "Bu sözle duanın kabulündeki sür'at anlatılmak istendi. Zira insanın bütün mesaisi ancak bu zikredilen azâlarla olur." Bir kısım kimseler de şuna hamletmişlerdir ki: "Kul her zaman zahirî ve batini ibadete girişse ve nefsi bulanıklıklardan temizlenmiş olsa onun ibadeti ancak o zaman gerçek ibadet olur. O kimse nefsinden kurtulur, nefsi tamamen yok olur. Hatta müşahede eder ki, Allahü teâlâ hazretleri kendi kendini zikreder ve kendi kendini sever. Kendinden başka zikreden ve zikredilen, seven ve sevilen yoktur. Zikreder ve sever görünenlerin kendilerine mahsus bir varlığı yoktur; hepsi fena bulmuşlardır. Bütün bu sebepler ve görünüşler yokluğa dönınüş olur. Velhasıl zikredilen açıklama şekillerinin hepsi üzre ittihadiyyenin hadîs-i şeriften kendi görüşlerini destekleyen delil çıkarınalarına imkân yoktur. Mutlak vahdete kail olanlar da bundan delil çıkaramazlar. Zira hadîsin geri kalan kısmında "Ve lein seeleni — Eğer benden bir şey isterse" sözü vâki olmuştur. Abdülvâhid'in rivâyetinde: "Ve lein seelenî abdî — Kulum benden bir şey istediği zaman" diye varid olmuştur. Bu sözler elbette ikiliği gerektirir." İbnü'l-Kayyum der ki: "Bu ilâhî (kudsî) hadîs-i şerifin anlaşılması, tabiatı galiz ve kalbi kesif olana haramdır. Bundan murat, muhabbetin sebebini iki nesneye hasretmektir. Birisi farzları edâ etmek, biri de nafilelerle Allah'a yaklaşmaktır. Muhib olan kimse, nafileleri çok ede ede Hak teâlâ hazretlerinin mahbubu olur. Hak teâlâ hazretlerinin muhabbeti ve zikri, onun kalbinin yularına mâlik ve ruh memleketini istilâ edici olur. Şüphe yoktur ki, böyle muhib olan bir kimse, işitse mahbubiyle işitir, görse mahbubiyle görür, yürüse mahbubiyle yürür. Mahbubu hiç kalbinden gitmez. Onunla enîs (dost), ona munis ve onun arkadaşı olur. "Bî yesmau ve bî yubsiru" da ve diğerlerinde olan "Bâ" harfleri, arkadaşlık etme, görüşme, konuşma, sohbet etme manasınadır. Bu öyle bir dostluktur ki, eşi ve benzeri yoktur. Onun için kıyas edilmesi mümkün değildir. Mücerret işitmekle idrâk olunamaz. Onu kendine hâl edinmeyen anlayamaz. Hâlle ilgili bir meseledir, sırf bilgiye ait bir mesele değildir. Kul tarafından Hak teâlâ hazretlerine muvafakat olunca O'nun tarafından da kula bütün dilek ve maksatlarında muvafakat olur. "Eğer benden bir şey isterse onu veririm, bana sığınırsa onu himayeme alırım," buyurması bu mânayı ifade eder. Hatta iki taraftan muvafakatin kuvveti Rabbin tereddüdünü gerektirir. O'nun şânı ne kadar yücedir!.. Zira kul ölümü kerih (çirkin) görür, Hak teâlâ hazretleri de onun kerih gördüğünü kerih görür. Bu cihetten onu öldürmemesi gerekir. Fakat hayır, onun öldürülmesindedir. Zira Hak teâlâ hazretlerinin öldürmesi, diriltmek içindir. Hastalık vermesi sıhhat vermek içindir. Fakir etmesi zengin etmek içindir. Men etmesi vermek içindir. Hazret-i Âdem aleyhisselâmın sulbünden cennette iken dışarı çıkarınası daha güzel durumda cennete iletmek içindir. Hakikatte seven, sevgili, dost O'dur, Mâsivâ'sı (O'ndan başkası) değildir." Hitâbî der ki: "Hak teâlâ hazretleri hakkında tereddüt edip sonradan bir fikir peyda olması mânası muhaldir. O halde hadîs-i şerifte zikredilmiş olan tereddüdün iki tevili vardır: 1 — Hak teâlâ, bir kuluna ömründe bir hastalık veya bir belâ musallat edip onu ölmek derecesine getirse, kul da dua edip Hak teâlâ hazretleri yine belâsını def edip şifa verse, Hak teâlâ hazretlerinin bu işi bir hususta önce tereddüt edip sonradan kendisinde bir rey zahir olan kimsenin işine benzer olur. Halbuki Hak teâlâ hazretleri tereddüt etmekten münezzehtir. Takdirine muvafık her nefsin eceli geldikçe yok olması kesindir. Kendi temiz ve kutlu zâtından başkasinin bekası yoktur. 2 — Mânası: "Meleklerimi, müminin ruhunu kabzetmede reddettiğim gibi hiç bir nesnede reddetmedim," demektir. Nitekim Musa aleyhisselâmın kıssasında rivâyet olunmuştur ki, Azrail aleyhisselâm, ruhunu kabzetmek için birkaç kere geldi. Musa aleyhisselâmın ölüme razı olmadığı her defasında Hak teâlâ hazretleri, ölüm meleğini tekrar Musa katından reddedip döndürürdü. Bir keresinde Musa aleyhisselâm, onun gözüne bir tokat da vurmuştu. Bundan murad, Musa aleyhisselâmın rızası olmadıkça ruhunu kabzetmemekti. Nihayet iki şekilde de mânanın hakikati, Hak teâlâ hazretlerinin kuluna lutûf, merhamet ve şefkat etmesidir." Kilâbâdî de: "Hadîs-i şerifte zikredilmiş olan tereddüt kelimesinden murat, terdîd (geri döndürme, geriletme) dir," deyip ona göre tevile girişmiştir. Sözün özü: "Kalb için Allah'ın ve resûlünün sevgisinden başka hayat yoktur ve yaşayış ancak sevenlerin yaşayışıdır," demişlerdir. Allah'ın resûlünü sevmenin birkaç alâmeti vardır. Alâmetlerin en büyüğü, yüce sünnetlerine uymak, yüce yoluna gitmek ve bağlanınak, şerefli şeriatında belirttiği sınırları aşmayıp şeriatinin edeplerine uygun hareket etmektir. Allahü teâlâ hazretleri, kutlu kitabında Resûlüllah Efendimize şöyle buyurdu: "Kul: in küntüm tuhibbûn'allahe ve fettebiûnî yuhbibkümüllahu— De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin." (Âl-i imrân sûresi: 3/31) Hâsılı Hak teâlâ hazretleri, resûlüne uymayı kendini sevmelerinin alâmeti kıldı. Resûlüne güzelce uymalarının karşılığını da kendisinin onlara muhabbet etmesi kıldı. Sanki Hak teâlâ hazretleri şöyle buyurdu ki: "Beni sevdiğiniz ondan bellidir ki, resûlüme uyar ve bağlanırsınız. Ona uyar ve bağlanırsanız ben de sizi severim. Bundan da maksat, bana muhabbet iddiasında bulunınanın gereği, resûlüme uymaktır. Onsuz bana muhabbet olmaz. Bana muhabbetiniz şartiyle gerçekleşmiş olunca ben de size muhabbet ederim." Nihayet Allah sevgisi, Peygamber Efendimiz hazretlerine uymanın şahididir. Şöyle ki, ona uygunluk bulunınaması küfür ve isyandır. Mahmudu'l-Verâk buyurur ki: Allah'a muhabbet gösterirken ya bu isyanın nedir? Senin bu tavrın, kıyasa uymaz acayip bir nesnedir. Eğer sevgin gerçek olsaydı ona ederdin itâat, Zira seven kimse sevdiğine muti olur elbet. Allah sevgisinin kaynağı, kulun, Hak teâlâ hazretlerinin kendine lütfettiği nimetleri, o zahir ve batın nimetlerden kendi üzerinde olan ihsanları düşünınesi ve bilmesidir. Hak teâlâ hazretlerinin kulu üzerindeki nimetlerin en büyüklerinden biri, kendinin muhabbet ve marifetine ve resûlünün itaatine ehil eylemesidir. Allah'ı Sevmenin AlametleriMuhâsibi (Allah sırrını mübarek eylesin) buyurmuştur ki: "Kulun Allah'ı sevmesinin alâmeti, onun rızasına bağlanınası ve Resûlüllah hazretlerinin sünnetine yapışmasıdır. Kul, imanın halâvetini her ne zaman zevketse ve tadını idrâk etse onun semeresi lisanında ve azalarında zuhur eder. Allah'ın zikri lisanına tatlı gelir. Allah'a ibadet etmek azâlarına hoş gelir. Buna göre şu çok sıcak günde susuzluktan yüreği yanmışlara soğuk su nasıl hayat bahşederse ve bu durumda suya iştiyak ve muhabbeti nasılsa yanında iman ve iman muhabbeti öyle olur. İbadetin yorgunluk, gevşeklik ve zorluğu kalmaz. Belki o, ruhun gıdası olur. Kalbi onunla safâ ve sürür, derunu onunla nur ve huzur bulur. Tâat ve ibadette cismanî lezzetlerden daha büyük ruhanî lezzetler idrâk eder." İmâm Tirmizî'nin naklinde Enes bin Mâlik'den merfuan rivâyet olunmuştur ki, Fahr-i Âlem "Benim sünnetimi ihya eden bir kimse, gerçekten beni sever. Ve beni seven bir kimse, cennette benimle beraber olur," diye buyurmuştur. Efendimiz hazretleri: İbn-i Atâ (Allah sırrını mübarek eylesin) buyurmuştur ki: "Bir kimse sünnetin edeplerini nefsine gerekli kılarsa Hak teâlâ hazretleri onun kalbini marifet (Allah'ı tanıma) nuru ile aydınlatır. Emirlerde, yasaklarda ve ahlâkta Allah'ın sevgisine uymaktan daha şerefli bir makam yoktur." Cüneyd-i Bağdadî'nin akranından olan Ebû Ishak Dakî de: "Allah'ı sevmenin alâmeti, onun tâatine can atmak ve resûlüne uygun hareket etmektir," demiştir. Bazı âlimler buyurmuşlardır ki: "iman nuru başka kimsenin üzerinde zuhur etmez, anak Fahr-i Kâinat Efendimizin sünnetine uyup bid'atten ırak olmakla zuhur eder. Ama ilmi risalet makamından almayıp, bana Ledün ilmi verilmiştir, diyen kimsenin Ledün İlmi şeytanî ve nefsanîdir. Ruhanî Ledün, Muhammedi şeriata muvafık olanıdır. Velhasıl Ledün İlmi iki türlüdür. Birisi Rahmani Ledün'dür, diğeri şeytanî Ledün'dür. Farkları ilâhî vahyin gelmesidir. Vahiy ise Fahr-i Kâinat hazretlerinden sonra kesilmiştir. Eğer sual olunup: — Ledün Ilmi'nin vahiyden müstağni olduğuna Hızır ve Musa aleyhisselâmların kıssası delâlet etmez mi? Musa aleyhisselâm, kendine vahiy gelen büyük bir peygamber iken bazı sırları bilmekte Hazret-i Hızır'a muhtaçtı. Hızır aleyhisselâm ise Ledün IImi'ne sahip olması sebebiyle ondan müstağni idi. Bunun açıklaması nedir? denirse cevap şudur: — Musa aleyhisselâm, Hızır'a peygamber olarak gönderilmiş değildi. Hızır aleyhisselâm Musa aleyhisselâm'a uymakla emredilmiş değildi. Eğer emredilmiş olsaydı muhaceret edip Hazret-i Musa'ya gelmek üzerine vacip olurdu. Onun içindir ki, buluştukları zaman: — Sen Benî israil'e peygamber olan Musa mısın? diye hitap etti. O da: — Evet, dedi. Nitekim hadîs-i şerifte beyanı daha önce geçmiştir. Ama Peygamber Efendimiz hazretleri bütün ins ve cinne peygamber olarak gönderilmiştir. Her asırda gelen tâifenin ona uyması vaciptir. Eğer büyük nebî ve resûllerden biri onun asrında mevcut olsa onun şeriatma uyması gerekli olurdu. Nitekim tafsilatı daha önce zikrolunmuştur. O halde Fahr-i Âlem hazretleri ile Musa ve Hızır aleyhisselâmların münasebetini iddia eden yahut böyle olmayı tecviz eden herhangi bir kimse kâfir olur. Onun küfründe şüphe yoktur. O kimse Allah'ın velilerinden değil, belki şeytanın velilerinden olur. Rahmani Ledün ilmi dedikleri, Hak teâlâ hazretlerine tâat ve ubudiyetin, Fahr-i Kâinat hazretlerine uymanın semeresidir. Kitap ve sünnetin anlaşılması onunla müyesser olur. Nitekim Hazret-i Ali'ye (kerremallahu veçhe) sual edip: — Hiç Fahr-i Âlem hazretleri size bir nesneyi mahsus kılmış mıdır? Yâni, bir hal var mıdır ki, diğer insanlar ondan nasipsiz olup sadece size verilmiş olsun? dediler. Hazret-i Ali: — "Hayır, ancak Allah'ın kitabında bulunan şeyler hakkında kuluna verdiği anlayış farklıdır," diye buyurdu. Bundan anlaşılır ki, bütün müminler şer'î hükümlerde beraberdir. Nihayet mertebede Hak teâlâ hazretleri bir kısmını ziyade anlayış ve idrâkle şereflendirmiştir. Tâ ki, Allah'ın kitabından muradın ne olduğunu anlamaya muvaffak olsunlar. Nitekim her asırda insanların tabakaları farklı derece üzre olur. Bazıları tefsir ve hadîs kitaplarını okur, onlardan hüküm çıkarırlar. Bazıları da onlardan işitip istifade ederler. Hak teâlâ hazretleri her birine bir makam müyesser etmiştir. Bununla beraber hepsi için şeriatın hükmü aynıdır." Resûlüllah'ı Sevmenin AlâmetleriResûlüllah Efendimiz hazretlerine muhabbetin bir alâmeti de şudur: Onu seven kimsenin onun şeriatma rızası öyle bir derecede olur ki, neye hükmederse can ve gönülden onu güzelce kabul ve ona edeple itaat eder. Nitekim Hak teâlâ hazretleri, azim Kur'anında buyurur ki: "Felâ ve rabbike lâ yüminûne hattâ yuhakkimûke fîmâ şecere beynehüm sümme lâ yecidû fî enfüsihim harecen mimmâ kadeyte ve yüsellimû teslimen — Hayır, Rabbin hakkı için, aralarındaki ihtilafta seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükmü nefslerine ağır bulmayarak tam teslimiyetle teslim ve razı olmadıkça onlar iman etmiş olmazlar." (Nisâ sûresi: 4/65) Gönlünde Fahr-i Âlem hazretlerinin verdiği hükümden dolayı ağırlık, ıstırap ve darlık olan, yâni onun hükmü kendi dileğine uygun olmadığı takdirde hatırı incinen kimseden Hak teâlâ hazretleri imanı gidermiştir. Bu türlü kimseler mümin olmazlar, diye buyurmuştur. Ariflerin şeyhi Taceddin ibn-i Atâullah Şazelî (Allah sırrını takdis etsin) der ki: "Bu âyette hakikî imanın ancak şu kimseye hasıl olacağına delil vardır ki, o kimse, Hak teâlâ hazretlerini ve resûlünü kendi üzerine hâkim kılar. Sözünde, işinde, alışında, terkedişinde, sevmesinde ve buğzetmesinde onların hükmüne itaat eder. Kendi nefsinin dileğince bir iş etmez, imanın bütün hakikati iki nesne ile hâsıl olur: 1 — Emrine uymak, 2 — Kahrına boyun eğmek. Allah, böyle etmeyenlerden imanı giderdi. Hem bunu yeminle kuvvetlendirerek: "Ve rabbike — Rabbin hakkı için," buyurdu. Fahr-i Kâinat hazretlerine riayete dikkati ve özenmeyi çekmek için sırf kendisine mahsus olan rububiyetine yemin etti. Zira "Felâ ve'rrabbi — Hayır, Rab hakkı için" demedi de "Felâ ve rabbike — Hayır, Rabbin hakkı için" buyurdu. Yâni "Öyle etmeyenler, yâ Muhammed, senin Rabbin hakkı için mümin olmazlar" dedi. O halde bu âyette bir te'kîdün bil-kasemi (yemin vasıtasiyle kuvvetlendirme) vardır ve bir te'kîdün fî'l-kasemi (yeminin kendi içinde kuvvetlendirme) vardır. Hak teâlâ hazretlerinin bu derece kuvvetle belirterek ifade buyurması, nefslerin zafer ve galebeye meyilli olduklarını bilici olmasındandır. Zira hak gerek kendi elinde olsun gerekse hasmının elinde bulunsun elbette nefsin kendisi galip olmak ister. O halde mümin o kimsedir ki, nefsinin havasını bırakır da Rabbinin rızası neyi gerektiriyorsa onu görür, nefse galip olur, mağlup olmaz. Âyet-i kerîmede Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine dikkat çekme vardır ki, onun hükmü Allah'ın hükmü ve kazâsı Allah'ın kazâsı kılınmıştır. Nitekim: "Innellezîne yubâyiûneke innemâ yubâyiûn'İlahe yedullahi fevka eydîhim — Elbette sana bîat edenler, gerçekte Allah'a bîat ettiler. Allah'ın eli, onların ellerinin üzerindedir," (Fetih sûresi: 10) âyeti kerîmesinde Fahr-i Âlem hazretleriyle bîatlaşma Hak teâlâ hazretleriyle bîatlaşma kılınmıştır. Zira ettiği her emir Allah'ın emri ve her yasaklaması da Allah'ın yasaklaması idi. Kendisi bizimle Allah arasında vasıta idi. Çaresiz ona tâbi olmak Allah'a tâbi olmak oldu." ^ehl bin Abdullah der ki: "Bir kimse, bütün hallerinde Resûlüllah Efendimiz hazretlerini kendine veli bilmeyip nefsini kendi elinde sansa, o kimse onun sünnetinin tadını tatmamıştır. Zira Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri: "Lâ yüminu ahadüküm hattâ ekûne ehabbe ileyhi min nefsihi — Sizden biriniz, ben ona kendi nefsinden daha sevgili olmadıkça iman etmiş (mümin) olmaz," buyurmuştur. Yâni Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, kişiye kendi nefsinden sevgili olmadıkça, onun iman iddiasında bulunınası caiz değildir." Yine Peygamber Efendimizin sevgisinin alâmetleri cümlesinden bir kısmı da şudur ki, O'nu gerçekten seven kimseler, sözle ve işle O'nun dinine yardım ederler, ahlâkı ile ahlâklanırlar, cömertlik, iyilik, yumuşak davranına, tevazu, sabır ve diğer ahlâkta O'na özenirler. Bir alâmeti de şudur ki, musibetlere sabredip o'nun muhabbeti ile teselli bulurlar. Zira seven kimse, sevginin lezzetiyle musibetin şiddetini unutur. O sevgiden mahrum olan donınuş gönüller gibi gerekli gereksiz her şeyden elem çekmez, sevginin sevinci ile elemleri savuşturur. Biri de şudur ki, seven kimse Peygamber Efendimizi çok zikreder. Zira seven kimse, sevdiği nesneyi çok yâd edici olur. "El muhabbetu devâmu'z-zikri — Sevgi, anınanın devâm etmesidir," demişlerdir. Bazıları da: "Zikrü'l-mahbubi alâ adedi'l-enfâsi — Nefeslerin sayısınca sevgiliyi anınadır," demişlerdir. Bazıları ise: "Lil-muhibbi selasü alâmâtin en yekûne kelâmuhu zikre'l-mahbubi ve samtuhu fikren fîhi ve ameluhu tâeten lehu — Seven kimsenin üç alâmeti olur: 1 . Sözü sevdiğinin zikri olur, konuştukça onu yâd eder. 2 . Sustuğu zaman onu düşünür. 3 . İşi gücü ona itâat etmek olur," demişlerdir. Hâris-i Muhasibi (Allah sırrını takdis etsin) şöyle der: "Seven kimsenin bir alâmeti şudur ki, devamlı olarak sevgilisini zikreder. Onun zikrinden hiç kesilmez, usanınaz ve yorulmaz." Hakimler de ittifak etmişlerdir ki: "Men ehabbe şey'en eksere zikrehu — Bir kimse bir nesneyi sevse onun zikrini çok eder." Rivâyet olunur ki, bir kere Rabia-i Adeviyye'nin meclisinde âbit ve zâhitlerden birkaç kişi toplanıp dünyayı kötülemeye başladılar. Rabia susup dinliyordu. Onlar konuşmalarını bitirdikten sonra: — "Kişi sevdiği nesnenin zikrini çok eder," dedi. Sevilenin zikri sevenlerin kalblerine galip olur. Asla ona bedel olacak bir şey bulamazlar ki, onunla eğlensinler. Öyle ki, onu anınazlarsa yaşama düzenleri bozulur, huzur ve rahatları kaçar. Onu anınakla kalbleri ancak tatmin olur, huzur ve sükûn bulur. Diğer lezzet ve şehvetleri tamamen terkedip kendi halleriyle meşgul olurlar. Bazen olur, şevk ve halleri galebe eder, inledikleri ve ağladıkları görülür. Gittikçe renkleri solar, bedenleri zayıflar. Bazen olur ki, naralar atarlar. Bazen de vecd ziyade olur, seveni helâk eder. Biri de âlemlerin hocası Efendimiz hazretlerinin zikri katında saygı, sevgi, alçak gönüllülük, boyun eğme ve benliğini kırma göstermektir. Nitekim sahâbe-i kirâmden rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden sonra kalanlar, Fahr-i Kâinat hazretlerini yâd ettikçe O'nun sevgi ve saygısiyle gönüllerini alçaltıp ağlarlardı. Tabiîn ve onlardan sonra gelen iyi halli kimseler de bu yolda gitmişlerdir. Allah onların hepsinden razı olsun. Bazı âlimlerden nakledilmiştir ki, O'nun zikri katında alçak gönüllülük, her mümine vaciptir. Eyyûb Sahtiyanı Fahr-i Âlem hazretlerini zikrettiği zaman o kadar ağlardı ki, halk ona acırdı. Muhammed bin Cafer çok zaman latife ve tebessüm etmek üzre idi. Ama yanında Fahr-i Kâinat hazretleri zikrolunduğu zaman benzi sararıp geçerdi. Abdullah bin Zübeyr, yanında zikrolunsa gözlerinden yaş dökülünceye kadar ağlardı. Zührî, güzel, hoş tabiatlı, halkla karışıp görüşen, onlarla kaynaşan bir kişi idi. Ama yanında Fahr-i Kâinat Efendimiz zikrolunsa kendine öyle bir hal gelirdi ki, sanki ne sen onu bilirsin, ne de o seni bilir. Safvân bin Süleym ki, çok ibadet eden ve gece namazına kalkan kimselerdendi, yanında Resûlüllah Efendimiz zikredildiğinde o kadar ağlardı ki, meclis ehli kalkıp giderlerdi, onun ağlaması daha dinmezdi. Katâde (radıyallahü anh), bir hadîs işittiği zaman feryat ederek ağlardı. Kendini yenemezdi. Kâdî Iyâd, bu zikrolunanlara işaret etmiştir. Biri de Fahr-i Âlem hazretlerine kavuşmaya, O'nunla buluşmaya iştiyak çokluğudur. Zira her seven, sevdiği ile buluşmaya müştak olur. Bazıları, "Sevgi; sevgiliye karşı duyulan şevktir," demişlerdir. Abde binti Hâlid bin Ma'dân buyurmuştur ki: "Babam Hâlid, her ne zaman yatağı üzerine gelse Peygamber Efendimiz hazretlerini, sahâbeden muhâcirin ve ensâri şevkinden zikredip; — Ya Rab! Benim ruhumu kabzetmekte acele eyle, derdi. Tâ uyku galebe edinceye kadar böyle söylerdi." Bilâl-i Habeşî (radıyallahü anh) vefat etmek üzere olduğu zaman hanımı üzüntüsünden feryat ediyordu. O ise sevinerek: — Yarın dostlarla, Muhammed ve arkadaşlariyle buluşuruz, diyordu. Rivâyet ederler ki, nefsini israf eden günahkâr bir kadın vardı. Vefat ettikten sonra onu rüyada gördüler. — Hak teâlâ hazretleri sana neyledi? dediler. — Mağfiret eyledi, dedi. — Ne sebeple mağfiret etti? dediler. — Resûlüllah Efendimiz hazretlerine muhabbetim ve O'nu görmeğe iştiyakım sebebiyle mağfiret etti. Bir nida işittim ki: "Bizim sevgilimizi görmeyi arzu edene itap etmekten biz hayâ ederiz. Belki onu sevdiği ile cem ederiz," diye buyruldu, dedi. Muhabbetin alâmetlerinden biri de O'nun getirdiği büyük Kur'ân'ı sevmektir. Bir kişide Allah muhabbeti var mıdır yok mudur bilmek isteseler Kur'ân'a muhabbetine bakarlar. Osman bin Affân (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: "Eğer bizim kalbimiz temiz olsaydı asla Kur'an okumaktan doymazdı. Seven kimse sevdiğinin kelâmından nasıl doyar ki, onun en çok istediği odur." Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, İbn-i Mes'ud hazretlerine — Ya Abdullah, Kur'an oku, dinleyelim! dedi. İbn Mes'ud (radıyallahü anh): — Kur'an sana indi, onu sana ben mi okuyayım? dedi. Yani: "Sen Kur'ân'ı herkesten daha iyi bilirsin, bizden işitmeye ne ihtiyacın var?" demek istedi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri: — Ben başkasından işitmeyi severim, buyurdu. Bunun üzerine İbn-i Mes'ud, Nisâ sûresinin başından başladı: "Fe keyfe izâ ci'nâ min külli ümmetin bişehîdin ve ci'nâ bike ala hâulâi şehîden — Her ümmetten bir şahit, seni de bunlara şahit getirdiğimiz zaman halleri nice olur?" (Nisâ sûresi: 4/41) buyurduğu yere gelinceye kadar okudu. Buraya gelince, Peygamber Efendimiz: — Yeter, ya Abdullah! dedi. İbn-i Mes'ud, başını kaldırıp baktı, Fahr-i Kâinat hazretlerinin mübarek gözlerinden durmadan yaş aktığını gördü. İmâm-ı Buhârî hazretleri böylece rivâyet etmiştir. Bir kimse büyük Kur'ân'ı can kulağiyle dinlese elbette ona tesir edip gözünden yaş gelir. Nitekim Hak teâlâ hazretleri: "Ve izâ semiu mâ unzile ilâ'r-resûli terâ a'yunehum tefîzu mine'd-dam'i mimmâ arefû mine'l-hakki — Resûl'e indirileni dinledikleri zaman, hakkı tanıdıklarından dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün," (Mâide sûresi: 5/83) buyurmuştur. Bu âyet-i kerîme Hıristiyan âlimleri hakkında inmiştir. Kadı: "Bunda delil vardır ki, tevazu, ilim ve amele değer vermek, şehvetlerden yüz çevirmek, kâfirde olduğu takdirde bile güzel ve makbuldür," demiştir. Rivâyet olunur ki, Abdullah bin Ömer (radıyallahü anh) gâh olur Kur'an okurken bazı âyeti kerîmeye rast gelirdi ki, kendini tutamaz, ağlamaktan bayılıp düşerdi. Bir iki gün evinden çıkmazdı. Onu hasta sanıp gelir, ziyaret ederlerdi. Sahâbe-i kirâm bir yere toplanıp da aralarında Ebû Musa bulunsa: — Ya Eba Musa! Bize Rabbimizi andır, derlerdi. O da başlayıp Kur'ân'ı okurdu. Ashâb dinlerlerdi. Allah onların hepsinden razı olsun. Bir alâmet de o Hazret'in sünnetine muhabbet edip hadîs-i şerifini dinlemekten haz ve safâ bulmaktır. Zira kişi, sevdiği kimsenin sözünü işitmekten sürurlar tahsil eder. Hadîs-i şerif dinlemek Fahr-i Kâinat hazretleriyle bir nevi sohbet etmektir. Kur'an dinlemek de böyledir; Hak teâlâ hazretleriyle bir nevi sohbet ve muameledir. Cennet ehlinin rüyet ve Allah'ın hitabını dinlemek ile olan haz ve safâları, başka şeylerden duydukları zevke benzemez. Cehennem ehlinin de niyetten ve hitabı dinlemekten mahrum kaldıklarına üzülmeleri, cismanî azâblarından ziyade olsa gerektir. Şerefli sözünü dinlemekten haz olunduğu gibi kendi şerefli adını zikirden de haz olunınak gerektir. Gâh olur ki, bazı şevk ve hâl ehli, onun şerefli adını işitmekten mest olurlar. Bu mestliğin sebebi bir lezzettir ki, akla galip olur. Bu lezzetin sebebi, Habib-i Ekrem hazretlerinin şerefli şânını idrâk etmektir. Bazıları mestliği tarif edip: "Es-sekru sukutu't-temâlüki fî't-tarab — Mestlik, sevinç coşkunluğu ile kendine hakimiyetin elden gitmesidir," demişlerdir. Temâlik, ihtiyar dizgini elde olup kişinin kendini zabtetmesidir. Burada "Tarab"dan murat, sevincin şiddetinden kalbe arız olan hafifliktir. O halde mânası, bu sevincin şiddetinden kalbe ârız olan hafiflik ve ferahlık sebebiyle ihtiyar dizgininin elden düşmesi, yâni kişinin kendini kaybetmesi, demek olur. Hâsılı, "Mestlik, sevinç içinde kendini zabtetmenin sâkıt olmasıdır," dediler. Bu şevk ve mestlik hallerinin en kuvvetli sebeplerinden biri, hoş sesli ve güzel nefesli okuyucuların sesiyle Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli nâ'tını dinlemektir. Bu mânayı, kalbi harekete getiren şeylerin en kuvvetlilerinden saymışlardır. Kalb aynasına bununla tam cilâ verilmiş olur. Nefsi tamamen o yöne döndürür. Zira güzel sesleri dinlemek haddizatında nefse öyle büyük bir lezzet verir ki, onda akıl yok olur. Böyle bir anda Sevgili'nin zikri can kulağına ulaşınca elbette o yöne tahrik edilmiş olup şevk ve muhabbetin çok artınasını gerektirici olması kesindir. Bu hareket ve şevkin hepsinden ruha öyle keyfiyet ârız olur ki, ne şarap keyfiyetine benzer, ne de başkasına... İmâm-ı Ahmed ve diğerlerinin rivâyetlerinde gelmiştir ki, âhiret günü Hak teâlâ hazretleri, Dâvud aleyhisselâm'a emredip: — Yâ Dâvud! Dünyada beni o güzel sesinle temcîd ettiğin (Allah'ın büyüklüğünü öven ve ekseri sabah ezanından önce okunan ilâhiyi okuduğun) gibi şimdi de beni temcîd eyle, diye buyurur. Hazret-i Dâvud: — Yâ Rab, nasıl edeyim ki, o sesi sen benden giderdin der. Hak teâlâ hazretleri: — Yâ Dâvud, sesini ben sana geri verdim, buyurur. Bunun üzerine Dâvud aleyhisselâm, Arş'ın ayağı katında durup temcîd okur. Cennet ehli, Hazret-i Dâvud'un sesini işittikleri gibi öyle bir hâl ve sevinç kazanırlar ki, cennet nimetlerinden vazgeçip onu dinlemeğe koyulurlar. Onlara bundan daha büyük olan safâ ve lezzet, ancak Hak teâlâ hazretlerinin hitabını işittiklerinde hâsıl olur. Bu hâle Allah'ın görülmesi eklenip Hakkın cemâlini müşahede ettikleri zaman ise bu öyle bir şeydir ki, onu anlatmaya ne söz yeter ne de işaret onu ihata eder. En iyisini Allah bilir. Malum olsun ki, zikrolunan muhabbet alâmetleriyle vasıflanmış olan kimse kâmil muhabbet sahibidir. Bir kısmına muhalefet eden, eksik muhabbet sahibidir. Mezkûr alâmetlerin bir kısmını elden kaçırmakla eksik muhabbet sahibi olur, fakat muhib (seven) ismini almaktan tamamen hariç olmaz. Zira islâm ehlinden bazılarının şarap içtiği görülüp kendilerine had vurulduğu zaman bazıları onlara lânet ettiler. Âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri: — "Lâ tul'inûhu feinnehu yuhibbu'l-lâhe ve yuhibbu resûlehu — Ona lânet etmeyin. Çünkü o, Allah'ı sever ve resûlünü de sever," buyurdu. Hâsılı, lânetten nehyedip "Hak teâlâ hazretlerini ve resûlünü seven kimseye lânet etmeyin," diye buyurdu. Bundan anlaşıldı ki, masiyeti irtikâp etmek muhabbeti tamamen gidermezmiş. Ama masiyetten kaçınıp Peygamber Efendimizin sünnetine riayeti kemâl derecesinde olsa kâmil muhabbet sahibi olacağından şüphe yoktur. Bu hadîs-i şerifte "Büyük günahları işleyen kâfir olur," diyenlerin mezhebinin reddi vardır. Aynı zamanda masiyet irtikâbı ile muhabbetin sübutu arasında zıtlık olmadığına delâlet vardır, dediler. Dostluk ve MuhabbetÂlimler: "Muhabbet derecesi ile hillet (halillik, dostluk) derecesinden hangisi yüksektir?" diye ihtilaf etmişlerdir. Kadı Iyaz'ın naklettiği üzre bazıları: "Muhabbet ve hilletin ikisi bir nesnedir. Elbette habîb olan halîl olur ve halîl olan habîb olur," dediler. Bazıları, hillet derecesini yüksek tutup Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri: "Lev küntü müttehizen halîlen gayre rabbî — Rabbimden başkasını halîl (dost) edinseydim (ey Eba Bekir, seni dost edinirdim)..." buyurdu. Ama Fâtıma, Hasan, Hüseyin ve Üsâme (Allah onların hepsinden razı olsun) hazretlerini sevdiğini muhabbet kelimesini kullanarak söylediler. Fakat Mirac kıssasında İmâm Beyhakî'nin nakli üzre Resûlüllah Efendimiz hazretleri münâcât edip: — Yâ Rab! ibrahim'i halîl ittihaz ettin ve Musa ile konuştun, dediği zaman Hak teâlâ hazretlerinin: — Yâ Muhammed! Sana ondan daha hayırlı olanı vermedim mi? deyip "Vettehaztüke habîhen — Seni sevgili ittihaz ettim," dediğine gelince böyle buyurması, muhabbet derecesinin daha yüksek olduğuna delâlet eder, dediler. Muhabbet makaminin üstünlüğüne kail olanlar birçok yönden fark beyan ettiler. Kâdî Iyâd'ın Şifâ'da İmâm Ebû Bekir bin Fevrek'den nakil yoliyle zikrettiğine göre bu cümleden biri şudur: Halîl bilvasıta vusül bulur, habîb ise bizzat vâsıl olur. Nitekim İbrahim aleyhisselâm hakkında: "Ve kezâlike nurâ ibrâhime melekûte's-semâvâti ve'l-arzı — Böylece biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösterdik," (En'am sûresi: 6/75) buyruldu ve Peygamber Efendimiz hazretleri hakkında: "Fekâne kabe kavseyni ev ednâ — Onunla arası iki yay kadar, hatta daha az kaldı," (Necın sûresi: 53/9) buyruldu. Biri de şudur ki, Halil aleyhisselâm: "Lâ tuhzinî — Beni utandırma," (Şuarâ sûresi: 26/87) diye dua etti. Fahr-i Kâinat Efendimiz hakkında ise kendisi: "Yevme lâ yulîzillahu'n-nebiyye — O gün Allah, peygamberi utandırmaz," (Tahrim sûresi: 66/8) buyurdu. Biri de şudur ki, Halil aleyhisselâm, mihnet ve belâ içinde kendisi: "Hasbiyallahu — Allah bana yeter," (Tevbe sûresi: 9/129) dedi ve Kâinatın Efendisi için Hak teâlâ hazretleri: "Hasbik'allahu — Allah sana yeter," (Enfâl sûresi: 8/62 ve 64) buyurdu. Biri de şudur ki, Hazret-i Halil'in bağışlanınası umut derecesinde idi. Nitekim: "Vellezi atmau en yağfirlî hatîetî yevme'd-dîni — Din günü onun hatamı bağışlayacağını umarım," (Şuarâ sûresi: 26/82) dedi. Halbuki Habîb'in bağışlanınası yakın derecesinde idi. Nitekim, O'nun hakkında: "Liyağfire lekellahu mâ tekaddeme min zenbike ve mâ teahhere — Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışladı," (Fetih sûresi: 48/2) buyrulmuştur, dediler. Fakat bütün bu zikredilen açıklama şekillerinde tartışılacak yerler vardır. Gerçekten şunda şüphe yoktur ki, hillet ve muhabbet vasfinin her ikisi de beraberce İbrahim aleyhisselâm hakkında sâbittir. Aynı şekilde Peygamber Efendimiz hakkında da sâbittir. Ne Hazret-i İbrahim'den muhabbet vasfı giderilebilir, ne de Fahr-i Kâinat Efendimiz hillet vasfı giderilebilir. Hususiyle Ebû Hüreyre'nin hadîsinde Hak teâlâ hazretleri, Fahr-i Âlem hazretlerine: "İnnî ettaheztüke halîlen — Gerçekten ben seni halîl (dost) ittihaz ettim," buyurduğu sâbit olmuştur. Şunun hakkında da icmâ kaim olmuştur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri, bütün peygamberlerden üstündür. Belki mutlak olarak Allah'ın bütün yaratıklarından üstündür. Doğrusu şudur ki, hillet muhabbetten daha üstün, daha yüksek ve daha mükemmeldir. İbn-i Kayyum buyurmuştur ki: "Bazı galat ehlinin muhabbetin hilletten daha mükemmel ve daha üstün olduğunu zannetmeleri bilgisizliklerindendir. Zira muhabbet umumî, hillet ise hususîdir. Hillet, muhabbetin nihayetidir. Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri ise: "İnnallahe ittehaznî halîlen — Gerçekten Allah beni halîl ittihaz etti," diye buyurmuştur. Bununla beraber Âişe'ye, Ebû Bekir'e ve Ömer'e (Allah onlardan razı olsun) muhabbeti olduğunu haber vermiştir. Ayrıca Hak teâlâ hazretleri, büyük Kur'an'ında: "İnnallahe yuhibbu'ttevvabîne — Allah tevbe edenleri sever" (Bakara sûresi: 2/222) ve "Ve yuhibbu'l-mütetahhirîne — Ve temizlenenleri sever" (Bakara sûresi: 2/222) ve "Yuhibbu's-sabirîne — Sabredenleri sever" (Âl-i İmrân sûresi: 3/146) ve "Yuhibbü'l-muhsinîne — İyilik edenleri sever" (Bakara sûresi: 2/195 — Âl-i İmrân sûresi: 3/134, 148 Mâide sûresi: 5/13) ve "Yuhibbu'l-müttakîne — Sakınanları sever" (Âl-i İmrân sûresi: 3/76 Tevbe sûresi: 9/4,7) buyurdu. Ama hilletini insanların efendisi ve mahşer gününün şefaatçisi Efendimiz hazretleri ile ibrahim aleyhisselâm'a mahsus kıldı." Şeyh Bedreddin Zerküşî de dedi ki: "Bazıları, muhabbet hilletten üstündür; zira Muhammed habibullah ve İbrahim halilullah'dır, derler. Ama bu söz zayıftır. Zira hillet hususîdir, mânası sevenin tevhididir. Muhabbet ise umumîdir. Hak teâlâ hazretleri: "İnnallahe yuhibbu't-tevvabîne — Gerçekten Allah tevbe edenleri sever," (Bakara sûresi: 2/222) buyurmuştur. Sahih hadîste gelmiştir ki: "Gerçekten Allah, İbrâhim'i halîl ittihaz ettiği gibi beni halîl ittihaz etti." diye buyurmuştur." En iyisini ve en doğrusunu Allah bilir. |