Geri

   

 

 

İleri

 

1 . Fasıl

7 - 1   Peygamberimize Muhabbet ve Sünnetine Riayet

Malum olsun ki, muhabbet dedikleri, hakikat güneşinin nuru ve hidâyet meş'alesinin aydınlığıdır. Vücutların ruhu ve ruhların rahatlığı dedikleri, muhabbettir. İman ve amellerin sırrı, davranışların, önem vererek çalışmanın, oluş ve görünüşlerin hakikati ondan ibaret olup sır ehlinin derunî sevinci, yanıp yakılma meclisinin ziyası onun parıltısından kinâyedir.

Muhabbetin ne olduğunda ihtilaf etmişlerdir. Her ne kadar bu hususta çok söz söylenmişse de çoğu onun semerelerine râcidir, hakikatine değildir, dediler. Bazı muhakkiklerin buyurdukları üzre marifet sahipleri katında muhabbet, haddi kabil olmayan bilgilerdendir. Yâni onun varlığı bilinir, ama sınırı ve çerçevesi idrâk edilemez. Zira o vicdanî bir iştir. Ondan söz etmek ve onu sözle ifade etmek mümkün değildir. Meselâ misk kokusunu ve şeker lezzetini bilmeyen kimseye bunu sözle anlatmak kabil omladığı gibi. Muhabbet ateşinden haberdar olmayan ölü gönüllere dil ve sözle onu tanıtmak mümkün değildir.

Medâricü's-Salikîn sahibinin ve başkalarının buyurdukları üzre muhabbetin kendisinden daha açık bir sınırla sınırlandırılması düşünülemez. Her ne zaman smırlandırılsa gizliliği daha fazla olur. O halde onun sınırı sadece kendi varlığıdır. Muhabbet, muhabbetten daha parlak bir vasıfla vasıflanınaz. Halkın bu hususta söyledikleri, onun sebeplerine, muciplerine, alâmetlerine, şahitlerine, semere ve hükümlerine göredir. Yapılan tarifler, çizilen sınır ve şekiller, bu zikredilenlere bakış açısındandır. Vâki olan söz ve ifadelerin çeşitliliği, imâ ve işaretlerin çokluğu, akılların, idrâklerin, makam ve hallerin birbirinden farklı derecelerde bulunınası bakımındandır. Hâl ve vicdan sahiplerinin, hakikat ve irfan erbabinin kutlu varlıklarını ve mutlu sözlerini dinlemek feyz ve fetihler bağışlayan şeylerden olduğu için eserleri ve şahitleri yönünden ifade buyrulan muhabbetin tarif şekillerinden bir miktarını burada teberrüken zikrettik.

Bu cümleden biri şudur ki:

"Muhabbet, sevgilinin huzurunda ve gıyabında ona uygun hareket etmektir," buyurmuşlardır.

Bu mâna, muhabbetin nefsi (kendisi) değildir, belki muhabbetin mucip ve mutezasmdan (muhabbeti gerektiren ve muhabbetin gerekli kıldığı şeylerden) ibarettir.

Biri de şudur ki:

"Sevenin sevilenin sıfatında mahvolması ve onun zâtiyle sâbit olması" demişlerdir.

Bu mâna, "Fenâ fî'l-muhabbet — Muhabbette yok olma" ahkâmındandır ki, sevenin sıfatinin sevilenin zat ve sıfatında fenâ bulmasıdır. Bu nükte, bundan daha tam ve daha mükemmel bir beyana muhtaçtır ki, onu ancak muhabbet gelişiyle onun varlığını yok edip kendini kendinden almış olan kimse idrâk eder, dediler.

Biri de şudur ki:

"Kendi yönünden olan çoğu az sayıp dost tarafından olan azı çok saymaktır," demişlerdir.

Bu da muhabbet ahkâminin gerekli kıldığı şeylerdendir. Kişi sevdiğine elinden gelen her şeyi yapsa az sayıp yaptığını gönlüne ve hele diline getirmekten hayâ etmek gerektir. Ondan kendisine azıcık bir nesne hâsıl olsa çok sayıp büyütmek gerektir. Çünkü az da görünse sevgilinin verdiği şeyde seveni anına ve sevgisine mukabele vardır ki, seven kimse için bundan daha büyük bir arınağan olamaz.

Biri de:

"Kusur ve kabahatinden az olanı çok görmek, iyilik ve ibadetinden çok olanı az görmektir," demişlerdir.

Bu da öncekinin mânasına yakındır. Yâni kişi, kendinin az cürmünü çok sayıp çok tâatini az saymalı demektir.

Biri de:

"İtaatle kucaklaşmak ve muhalefetten uzaklaşmaktır," demişler. Hâsılı, tâatle meşgul olup onunla bir ve bitişik yaşamak, ona aykırı hareketten ırak olmaktır. Bu söz, Sehl bin Abdullah'ındır. Allah sırrını mübarek eylesin. Bu da muhabbetin gerekli kıldığı şeylerdendir.

Biri de şudur:

"Bütün varlığını sevdiğin kimseye hibe edip senden sana hiç bir şey kalmamasıdır," demişlerdir.

Bu söz Ebû Abdullah El-Kurşî'nindir. Allah sırrını mübarek eylesin. Murat, "Senin kendi iradeni, azmini, vakitlerini, fiillerini, nefsini ve malını sevdiğin kimsenin mülkü edip O'nun rızasına bağlamandır. O'nun verdiğinden başka kendine bir şey almamaktır. Onu da alman, O'nun için olmak gerektir," dediler.

"Sevgiliden başka her ne varsa onu kalbden mahvedip gidermektir," demişlerdir.

Biri de şudur ki:

"Sevgilini senin gibi bir kimsenin sevmesinden kıskanasın," demişlerdir.

Kasdedilen, kendini hor ve küçük addedip senin gibi bir kimseyi onu sevmeğe lâyık görmeyesin, demektir.

Bunların her biri evliyaullah'dan bir azizin sözüdür. Onlann makamlarına ve mertebelerine varınayan, sözlerinin hakikatini anlayamaz.

Biri de şudur ki:

"Seven kimsenin sevgilisinden başkasına gayreten (kıskançlığından ötürü) bakmaması ve sevgilisine heybeten nazar edememesidir," demişlerdir.

Hâsılı, başkasına bakmaktan senin gayretin mâni olup sevgiliye bakmaktan onun heybeti mâni olmaktır. Kâmil muhabbetin nişanı şudur ki, şevk ve iştiyak kemâl derecede mevcutken aşk sultanının kalb memleketini istilası öyle bir şekilde olmalı ki, heybetinden o tarafa nazar edemeyesin.

"Bir nesneye bütün varlığınla meyletmendir. Ondan sonra onu kendi nefsin, eşin ve malın üstüne tercih etmendir. Ondan sonra gizlide ve aşikârda ona muvafakat etmendir. Ondan sonra, onun muhabbetinde kendi kusur ve eksikliklerini bilmendir," demişlerdir.

Bu sözü Cüneyd-i Bağdadî, Hâris-i Muhasibî'den işittim diye nakletmiştir. İkisi de evliyaullahın büyüklerindendir. Allah her ikisinin de sırrını mübarek eylesin.

Biri de:

"Muhabbet öyle bir sarhoşluktur ki, onun sahibi sevgilisini görmedikçe ayılmaz," demişlerdir. O sarhoşluk ki, müşahede anında hâsıl olur, onun anlatılması kabil değildir, dediler.

Birisi de şudur ki:

"Sevgiliyi istemede kalbin sefer etmesi ve dilin onu devamlı olarak zikretmeye hırslı olmasıdır," demişlerdir. Yâni: "Men ahabbe şey'ün ekserü min zikrihi — Kişi bir şeyi severse onu çok çok anar," hasebince kişinin sevdiğini sürekli zikretmesi gerekir, demektir.

Biri de:

"El-meylu ilâ mâ yuvafiku'l-insâne — İnsana muvafık olan şeye meyletmektir," demişlerdir.

Meselâ güzel yüzlere, güzel seslere ve diğer lezzetlerden selim tabiatın meylettiği ne varsa onlar gibi şeylere, velhasıl insan tabiatı bu türlü şeylerin kendine muvafakati olduğu için yahut duygularla idrâkinden lezzet aldığı için onlara meyletmekte ihtiyar üzere değildir. Yâni bunlar tabiatine uygun olduğu için onlara meyletmemek elinden gelmez. Nihayet her cihetle nefse bir yerden menfaat ve lezzet hâsıl olsa onun muhabbetinde mecbur olur.

İnsanın bu geçici âlemin lezzet ve menfaatleri için meyil ve muhabbet etmesi caiz olunca niçin o azim ahlâk güzelliklerinin kaynağı, umumî faziletler, cömertlik ve iyilikler madeni olan yüce peygambere iştiyak ve muhabbet etmesin ki, onun cihanı aydınlatan cemâl güneşinin ziyasiyle âlem sapıklık ve azgınlık karanlıklarından kurtulup altı cihet, dört erkân sarayı, gök köşklerinin çardak ve çatıları nur ve sevinçle dolmuştur. O, bütün mü’minlere hayat sebebi idi. Sonu ve sınırı olmayan, bitip tükenmeyen nimetlerin vesilesi o Hazret'tir. Bütün İslâm ehli üzerine onun nimetinin şükrüne kıyam vaciptir ki, dünya ve âhiret saadetine, bâtın ve zâhir nimetine onun vesilesiyle nail ve feyz bulucu olmuşlardır. O halde müminlere, onun muhabbetini mülk ve mal alâkasından, evlât, nesep, akraba ve çoluk çocuk ilintisinden ileri tutmak vaciptir.

Nitekim Sahîh-i Buhârî'de Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinden rivâyet edilmiştir, ki:

"Sizden biriniz, ben ona babasından ve evlâdından daha sevgili olmadıkça mümin olmaz," buyurmuşlardır.

Hadîs-i şerifte babanın önce zikredilmesi onun çokluğundan dolayıdır. Zira herkesin babası olması muhakkaktır. Ama evladı olması muhakkak değildir. Neseî'nin rivâyetinde evlât önce zikredilmiştir. Sebebi, şefkati arttırıcı olduğu içindir. Abdülaziz bin Suheyb'in rivâyetinde Enes bin Mâlik'den, "Ve'n-nâsi ecınaîn — Ve bütün insanlardan" fazlalığıyle gelmiştir. İbn-i Huzeyme'nin sahihinde de "Min vâlidihi ve veledihi — Babasından ve evlâdından" yerine "Min ehlihi ve mâlihi — Çoluk çocuğundan ve malından" diye vâki olmuştur. "Babasından ve evlâdından" zikri, mâna bakımından daha beliğdir. Zira akıllı kimseler katında bunlar, çoluk çocuk ve maldan daha yüce ve daha büyüktür. Baba ve evlattan sonra nâs diye zikrolunınak umumî olanı hususî olana atfetmek kabilindendir.

Hitâbî: "Hadîs-i şerifte geçen muhabbetten murat, ihtiyarî sevgidir, tabiî sevgi değildir," demiştir.

İmâm Nevevî der ki: "Burada emmâre nefs ile mutınainne nefs hususuna işaret vardır. Mutınainne yolunu tercih eden kimse, kâinatın hocası Efendimiz hazretlerine muhabbet eder. Emmâre yolunu tercih eden de bunun aksine gider."

İmâm-ı Buhârî'nin rivâyetinde bir gün Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine yemin ederek:

— "Yâ Resûlallah! Sen bana nefsimden başka her şeyden daha sevgilisin," dedi.

Bunun üzerine âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri:

— "Len yümine ahadüküm hattâ ekûne ahabbe ileyhi min nefsihi — Sizden biriniz, ben ona nefsinden daha sevgili olmadıkça mümin olmaz," diye buyurdu.

Bundan sonra Ömer (radıyallahü anh) yemin ederek:

— "Senin üzerine kitap indirmiş olan o Allah hakkı için sen bana kendi nefsimden daha sevgilisin," dedi.

Âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri de:

— "El-âne yâ Ömer — Şimdi oldu, yâ Ömer!" diye buyurdu.

Yâni: "Şimdi muhabbetimiz makamında konuştun," demek olur. En iyisini Allah bilir.

Bir rivâyette Hazret-i Ömer'in ilk sözüne karşılık Peygamber Efendimizin sözü:

— "Lâ vellezi nefsî biyedihi hattâ ekûne ahabbe ileyke min nefsike — Hayır, nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, sana kendi nefsinden daha sevgili olmadıkça olmaz," ibaresiyle gelmiştir.

Bazı zâhitler sözün mânasını şöyle açıklamışlardır: Benim hoşnutluğumu kendi heves ve isteklerinden üstün tutınadıkça benim muhabbetimde sâdık değilsin. Eğer senin helâkin onda olsa bile..." demektir. Hazret-i Ömer'in birinci mertebede kendi nefsini istisna etmesi şundan ötürüdür ki, insanın kendi nefsini sevmesi tabiatinin gereğidir. Başkasını sevmek böyle değildir. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli muradı, ihtiyarî sevgi idi. Tabiî sevgiye karşı durmak mümkün değildir. İnsan, tabiatını değiştirme gücüne mâlik değildir. Bu sebeple birinci mertebede tabiat yönünden cevap verdi. Sonra düşünüp deliller getirerek bildi ki, âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri kendisine iki cihanda kurtuluş sebebi, saadet sermayesi ve yüksek dereceler vesilesidir. Bunun üzerine ikinci cevabı verdi. Ve Resûlüllah Efendimiz hazretleri: "El-âne yâ Ömer!" diye buyurdu. Yâni: "Şimdi bildin ve lâzım olanı şimdi söyledin!" dedi.

Muhammed Mustafa Efendimiz hazretlerinin muhabbetinin böyle olması gerekince Allah'a muhabbet ne mertebede gerekli olur ve masivâya muhabbet üzerine önceliği ne denli vacip olur, düşünülsün... Onun muhabbetinin başkasına muhabbet üzerine kuvvette, sıfatta, teklikte ve ihtirasta velhasıl her yönden galip ve üstün olması gerekir. Zât-ı Bâri (sübhâne ve teâlâ) hazretleri, kişiye, kendi nefsinden, malından, evlâdından, babasından, işitmesinden, görmesinden ve aziz canından daha sevgili olmak gerektir. Her yönden ortağı olmayan biricik Allah'dan başka sevgili yoktur. Ulûhiyet ancak onun hakkıdır ki, zâtına yok olma yoktur. Muhabbet ona vaciptir ki, vacibü'l-vücud (varlığı kendiliğinden gerekli), iyilik ve cömertliğin kaynağı odur. Kalbinde resûlün muhabbetinden eser olan herkes o Allah muhabbetinden nasipsiz olmaz. O sevgi elbette onu muhabbete götürür. Allah muhabbetinin lezzetinden haberdar olan herkes, onun büyük sevgilisine saygı, sevgi, iştiyak ve muhabbetin ne mertebede lâzım olduğunu bilir. Onlann muhabbetleri birbirini gerektiricidir. Belki hakikatte bir ve aynı şeye dönüktür. Birbirinden başkalığı itibarların değişikliğinden dolayıdır.

Resûlüllah Efendimiz hazretlerine muhabbetin alâmetleri cümlesinden biri şudur ki, insan kendi kendine şöyle teklif etmeli: Kendinin isteklerinden büyük bir dileğinin meydana gelmesi ile Fahr-i Âlem hazretlerini görmemek arasında muhayyer kılınsa; meselâ Resûlüllah Efendimizi görmesinin mümkün olduğu farz olunsa da bir kimseye:

Eğer dilersen, sana yüz bin altın verelim, Fahr-i Âlem hazretlerini görmekten mahrum ol. Eğer dilersen, O'nu sana gösterelim altından mahrum ol, deseler; eğer Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin görmeyi tercih ederse o kimse muhabbet iddiasında sâdık demektir. Aksi halde iddiasında yalancıdır.

Zikrolunan misal, orta halli insanlara göredir. Melikler, sultanlar ve vezirler de kendi şanlanna göre birer dilek takdir edip kendi kendilerini imtihan etmek gerektir.

İmâm Kurtubî der ki: "Resûlüllah Efendimiz hazretlerine gerçek imanla inanmış olan kimsenin kalbinde o muhabbetten bir nesnenin bulunınası muhakkaktır. En son dereceye kadar bütün insanlar bu hususta birbirinden farklılık üzeredir. Bir kısmına bundan pek bol haz ve tam nasip ihsan kılınmıştır. Bir kısmı da şehvetlere dalarak gaflet perdesiyle ekseri hallerde örtülü kalmışlardır. Onlar da tamamiyle haz ve nasipten hâlî değillerdir, imanın gereği muhakkak surette muhabbettir.

Bu muhabbet fırkasından bazı kimseler vardır ki, Rasûlüllah Efendimiz hazretleri anıldığı zaman onu görmeye öyle iştiyak duyarlar ki, onu bütün ehline, malına, evlâdına ve ailesine tercih ederler. Efendimizin muhabbetinden kalbine bir şey düştüğü zaman o Hazret'in münevver Ravzasını (kabrini) ziyaret etmek ve eserlerini görmek hevesiyle bu zikrolunanlara bakmayıp onu hepsine tercih etmiştir. Fakat bu halleri, gaflet ehlinden oldukları için şehvetlere meyilden hâli olmadığından çabuk geçer."

Velhasıl imanın gereği olarak her müminin kalbinde muhabbetullah ve muhabbet-i resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem mevcut olup bu mânada insanların mertebelerinin birbirinden farklı derecelerde bulunduğu kesin olunca şek ve şüphe yoktur ki, bu hususta seçkin sahâbe (Allah onların hepsinden razı olsun) diğer insanlardan daha tam ve daha mükemmel nasiple sivrilmişlerdir. Zira muhabbet, marifetin (tanımanın) semeresidir. Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin bütün hallerini onlar daha iyi bilicidirler. Bu sebeple herkese galip olmalan lâzım gelir. Hatta bu hususta hatunlardan da nice merdâne hareketler, yiğitçe davranış ve haller rivâyet olunmuştur.

Sahibü'l'Lübâbın naklinde zikredilmiştir ki: Uhud gazâsında Resûlüllah Efendimiz hazretleri cenkte düştü, diye Medine'nin içinde yalan haberler yayıldı. Halk arasına bir gulgule düştü ki, feryat ve figanları göğe çıktı. Hemen ensâr kadınlarından biri şehirden çıkıp muharebe yerine vardı. Gördü ki, kardeşi, oğlu, kocası ve babası dördü beraber şehit olmuş, yatıyorlar. Onlarla ilgilenmeyip:

Resûlüllah hazretleri nice oldu, nerededir? dedi.

— İlerdedir, dediler.

Gitti, Fahr-i Âlem hazretlerinin tâ yanına vardı; mübarek eteğini eline alıp:

Ya Resûlallah! Hepsi yoluna feda olsun. Çok şükür seni sağ ve esen gördüm. Şimdi geri kalan musibetten keder etmem, dedi. Allah ondan razı olsun-

Rivâyet olunur ki, büyük ashâbtan Zeyd bin Desine hazretlerini Mekke müşrikleri tutup öldürmek için Harem'den dışarı çıkardıkları zaman hazır bulunanlardan ve o zaman kâfirlerden olan Ebû Süfyân, kendisine and vererek:

Allah'ını seversen doğru söyle: Şimdi senin yerinde Muhammed olsaydı da onu öldürseydik, sen de evinde çoluk ocuğunun arasında yaşayıp kalsaydm daha hoş olmaz mıydı? dedi.

Hazret-i Zeyd cevap olarak:

— Vallahi ben, Muhammed aleyhisselâmın şu anda bulunduğu yerde kendisine acı verecek bir dikenin dokunınasındansa kendi ölümüme razı olurum, dedi.

Bunun üzerine Ebû Süfyân:

— Ben, Muhammed'in arkadaşlarının Muhammed'e olan sevgisi gibi kimsenin kimseyi sevdiğini görmedim, dedi.

Sevbân'ın (radıyallahü anh) kıssası biraz yukarıda geçmiştir ki, bir gün yüzü değişmiş ve perişan bir halde Resûlüllah hazretlerinin huzuruna gelip Resûlüllah hazretleri onu bu halde görünce:

Ya Sevbân, ne oldun? Ne oldu? dediğinde:

— Ya Resûlallah! Ona gam çekerim ki, âhirette sen peygamberlerle yüksek mertebelerde olacaksın. Ben seni göremezsem halim nice olur? demişti.

Ondan sonra Hak teâlâ hazretleri:

"Ve men yutiillahe ve'r-resûle feulâike maallezîne en'amallahu aleyhim — Her kim Allah'a ve Peygamberine itaat ederse, işte onlar kendilerine nimet verilenlerle beraberdirler," (Nisâ sûresi: 4/69) âyet-i kerimesini göndermişti.

Bazıları, "Bu husus Zeyd bin Abdirabbe hazretlerinden sâdır olmuştur. Ayetin iniş sebebi onun kıssasıdır," dediler. Mezkûr Zeyd, Fahr-i Cihan hazretlerini öyle severdi ki, bir gün bahçesinde çalışıp işlerken oğlu geldi:

Resûlüllah hazretleri vefat etti! diye haber verdi.

Zeyd, hemen dua edip:

— "Allahümme ezhib basarî hattâ lâ erâ ba'de habibî Muhammedin ahaden — Ey Rabbim, gözümün nurunu sen gider ki, sevgilim Muhammed'den sonra kimseyi görmeyeyim," dedi.

Hak teâlâ hazretleri hemen duasını kabul etti, gözleri görmez oldu.

Hakikatte Fahr-i Âlem hazretlerinin muhabbetinin muhabbetullah'dan olduğuna delâlet eder ki, İmâm Kuşeyrî Ebû Saîdi'l-Harraz'dan hikâye ederek şöyle dedi: "Bir gece rüyada Fahr-i Kâinat hazretlerini gördüm:

Ya Resûlallah! Beni mazur gör. Allah'ın muhabbeti beni senin muhabbetinden meşgul kıldı, dedim.

Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— "Yâ mübâreku, men ehabballahe fekad ehabbenî — Ey mübarek, gerçekten Allah'ı seven beni sever," dedi.

İmanın Tadı

Sahihayn'da Enes bin Mâlik'in (radıyallahü anh) rivâyetinde Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki:

"Kişinin imanın tadını bulması üç nesneye bağlıdır:

1 — Allah ve resûlü kişiye bütün gayri şeylerden sevgili olur.

2 — Sevdiği dostunu mücerret Allah rızası için sever.

3 — Onun yanında küfre avdet etmek yakıcı ateşe atılmak gibi kötü olur," diye buyurmuşlar.

İmanın tadı ne demektir? İmâm Nevevî dedi ki: "İbadetlerin lezzetini alıp din yolunda meşakkatlere tahammül etmek ve bunları dünya garazları üzerine tercih etmektir. Kula Allah'ın muhabbeti ibadetlerini işlemek ve muhalefetlerini terketmekle hâsıl olur. Resûlüllah Efendimiz hazretleri tarafı da böyledir."

Bazıları dedi ki: "Mânası, imanını kemâle erdiren bir kimseye malum olur ki, kendi üzerinde Hak teâlâ hazretlerinin ve resûlünün hakkı, babasinin, evlâdinin ve bütün insanların haklarından daha fazladır. Zira dalâletten hidayeti bulması ve ateşten kurtulması, ancak Hak teâlâ hazretlerinin resûlünün lisanı üzre beyaniyle hâsıl olur. Hadîs-i şerifte hasta hükmüyle sıhhatliye işaret vardır. Hasta olup safrası galebe eden kimseye tatlı nesneler acı gelir ve mizacı sıhhatli olan kimse tadını olduğu gibi idrâk eder. Bunda da müslümanlığı zayıf olanlar, Allah'a ibadet ve resûlüne uygun hareket etmenin lezzetini bulamaz. Müslümanlığı kuvvetli ve itikadı sıhhatli olanlar ise onların lezzetini lâyık olduğu gibi idrâk ederler. Onların muhabbeti, İslâm'ın sıhhatinin ve imanın kuvvetinin alâmetidir. Her kişi kendini tecrübe etsin, ne halde olduğunu görsün."

Muhabbetin eserleri ve yönelmenin kemâli cümlesinden biri de o sahâbenin fiilidir ki, namazda iken bir gece hırsız geldi. Gözünün önünde atını çözüp aldı, gitti. Fakat namazını bozmadı. Kendisine:

— Niçin böyle ettin? dediler.

— Başlamış olduğum iş, bana ondan daha faydalı idi, diye cevap verdi.

Biri de şudur ki, sahâbe-i kirâmden iki kişiyi Resûlüllah Efendimiz, gazâlarmdan birinde düşman yönünü muhafaza için ileri koymuştu. Bir gece birisi yatıp uyur, biri namaz kılardı. Düşman bunları görünce namaz kılanı okla vurdu, fakat namazını bozmadı. Bir daha vurdu, yine bozmadı. Bir daha vurunca üçüncü mertebede yoldaşını uyardı ve:

— Hiç namazımı bozmasam olurdu, ama islâm ehline zarar yetişir diye korktum. Onun için seni uyardım, dedi.

İmâm-ı Buhârî bu hususu sahihinde getirmiştir, insandan bu mertebe tahammül, vicdanın gereği ve imanın lezzeti neticesidir. Sahih hadîste gelmiştir ki:

"Rab olarak Allah'dan, din olarak İslâm'dan ve peygamber olarak Muhammed'den razı olan kimse, iman yemeğinin lezzetini tattı," buyurmuşlardır.

Medâric'de denir ki: "Gerçekten imanın lezzeti vardır. Kalb onu tadar, ağız yeme ve içme lezzetini tattığı gibi... Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, imanın hakikatini idrâkten, onun kalbe husulünden bazen "zevk" diye bahsetti, bazen "vicdan" diye tabir buyurdu. Ashabını visal orucundan nehyettiği zaman:

— Ya Resûlallah! Ya sen neden visal orucu tutuyorsun, dediler.

Cevap olarak Resûlüllah Efendimiz:

Ben sizler gibi değilim. Ben yedirilir ve içirilirim, diye buyurdu."

Peygamber Efendimizin bu şerefli sözü, iman lezzetini tatmaya göre idi. Zahiri üzre bu hissi yeme ve içmeye hamledenler gaflet hicabında kalmışlardır. Daha fazla açıklaması ibadetler bölümünde inşallah gelecektir.

Büyük ârif Taceddin ibn-i Attar şöyle der: "Hadîs-i şerifte şuna delâlet vardır ki, nefsler leziz yemeklerden hoşlandıkları gibi kalbler de leziz mânalardan hoşlanırlar. Hak teâlâ hazretlerinin rububiyetine razı olan kimse iman yemeğini zevkeder demesinin mânası şudur ki: Kendini Hakk'a teslim edip onun her emrine boyun eğme üzre olunca yaşama lezzetini ve güvenme rahatlığını idrâk eder. Onda "Allah'dan razı olma" gerçekleşince onun için "Allah'ın razı olması" da gerçekleşir. Bu mertebeye vasıl olduğunda Hak teâlâ hazretleri ona verdiği nimeti idrâk etmesi için onun tat alma duygusunda bir halâvet (tatlılık) yaratır. Nefsanî hastalıklardan âfiyet müyesser edip onu selim idrâkli eyler. O selâmetle iman halâvetini zevkeder."

Malum olsun ki, zikredilmiş olan üç rıza, birbirini gerektiricidir. Zira Allahü teâlâ hazretlerinin rububiyetine razı olan kimse, elbette Resûlüllah hazretlerinin nübüvvetine ve İslâm dinine razı olur. Muhammed aleyhisselâmın nübüvvetine razı olan kimse de, Hak teâlâ hazretlerinin rububiyetine ve İslâm dinine razı olur. İslâm dinine razı olan, Hak teâlâ hazretlerinin rububiyetine ve Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin nübüvvetine razı olur. Bunların birinin öbürsüz bulunınası mümkün değildir.