6 .FASIL 6 - 3 Allah'ın Kur'ân'da Peygamberimizi Nur ve Sirâc'i Münir Diye VasıflandırmasıAllahü teâlâ buyurdu ki: "Kad câeküm min'allahi nûrun ve kitâbün mübînün — Gerçekten size bir nûr ve her şeyi açık seçik bildiren bir kitap geldi." (Mâide sûresi: 5/15) Bu âyet-i kerîmede Resûl-i Ekrem'ini Allah "Nûr" diye vasıflandırdı. Burada zikredilmiş olan Nûr'dan murat Peygamber Efendimizdir. Bazıları, Kur'an'dır, demişlerdir. Yine Allahü teâlâ buyurdu ki: "Innâ erselnâke şahiden ve mübeşşiren ve nezîren, ve dâiyen ilallahi biiznihi ve sirâcen münîren — Biz, seni şâhit, müjdeci, uyarıcı, izniyle Allah'a dâvet edici ve aydınlatıcı bir çıra olarak gönderdik." (Ahzâb sûresi: 33/45-46) Bu âyet-i kerimede Allah, Resûlünü sirac-ı münîr (aydınlatan lamba) diye vasıflandırmıştır. Murad, hidayet edip çıra gibi yolları aydınlatmasıdır. Hak yola hidayet ve irşad, O'nun şeriatinin nûru ile hâsıl olur. Güneşin nuru o yolları göstermez. O halde O'nun kudsî nefsinin nuraniyette (aydmlatıcılıkta) güneşten daha büyük olması lâzım gelir. Dünyanın güneşi cisimlerde başkalarına nur verdiği gibi kâinatın hocası Efendimiz hazretlerinin zâtı da diğer zâtlara ve beşerî nefslere aklî nurlar dağıtır. Onun için Hak teâlâ hazretleri, ikisini beraber sirâc (çıra) diye vasıflandırmıştır. "Ve ceale fîha sirâcen ve kameren münîren — Onda bir çıra ve aydınlatıcı bir ay var etti." (Furkan sûresi: 25/61) buyrulmuştur. Burada Sirâc (Çıra) dan murad güneştir. "Ve dâiyen ilallahi biiznihi ve sirâcen münîren — Ve aydınlatıcı bir çıra olarak gönderdik," (Ahzâb sûresi: 33/46) kavl-i şerifinde murad, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleridir. Hak teâlâ hazretleri, Resûl-i Ekrem'ini böyle vasfettiği gibi kendi kudsî nefsini de vasfetmiştir. Nitekim: "Allahü nuru's-semavâti ve'l-arzı meselü nûrihi ke-mişkâtin fîhâ misbâhun — Allah göklerin ve yerin nûrudur. Onun nûrunun misâli, içinde çıra bulunan bir çıralık gibidir," (Nûr sûresi: 24/35) buyurmuştur. Göklerde ve yerde onun nurundan başka nur yoktur. Onun kudsî nuru, varlık, hayat, güzellik ve kemâl sırrıdır ki, bütün cismânî ve ruhanî âlemleri aydınlatmış, varlıkları görüşe ve görünüşe getirmiştir. Ruhanî âlem meleklerdir. Onları aydınlattı ve onlann her biri aydınlık bir çıra oldu. Geri kalanları onlardan istimdat ederler. Ondan sonra insanî nefsler âlemine sirayet etti, beşerî nefsleri ecsâm (cisimler) safhaları üzre meydana çıkardı. O halde varlık âleminde Hakk'ın nurundan başka bir şey yoktur. Her şeye kabul ve istidadı miktarınca ondan sirayet etmiştir. Nûr, aslında öyle bir keyfiyettir ki, göz ilkin onu idrâk eder, ondan sonra onun vasıtasiyle görünen nesneleri idrâk eder. Güneş ve aydan feyz alan keyfiyetler gibi. Meselâ onlann nurları ilkin karşısında olan kesif cisimlere dokunur ve göz nuru görür. Ondan sonra o cisimleri görür. Eğer nur olmasaydı hiç bir şeyi göremezdi. Nitekim karanlık gecelerde ve ışık girmeyen yerlerde gözün görme işi kalmaz. Hâsılı nur'dan bu mâna anlaşılınca Hak teâlâ hazretleri hakkında kullanılması doğru olmaz. Ona bir muzâf takdiri (onu tamamlayan bir isim eklenmesi) gerektir. Nitekim "kerîm Zeyd" dediklerinde "kerem sahibi Zeyd" demeyi murad edinirler. Bunda da "nur sahibi" demek gerektir. Yahut "Münevvirü's-semâvât — Gökleri nurlandırıcı" demek gerektir. Zira yıldızlarla, onların ışıklariyle, melekler ve nebilerle felekleri nurlandırıp aydınlatmıştır. Bu mânayı, Hazret-i Ali ve Zeyd bin Ali'nin (Allah onlardan razı olsun) kıraetleri teyid eder. Zira onlar, "Nevvere's-semâvâti — Gökleri nurlandırdı" diye mâzi fiil olarak okumuşlardır. Aynı zamanda "Ve'l-arzi" diye değil, nasbla "Ve'l-arze" diye kıraet etmişlerdir. "Meselü nurihi — Nurunun misâli" buyurması, "Meselü hüdâhu — hidâyetinin misâli" demektir. Nuru göklere ve yere izafe etmesi, ya aydınlatmasinin genişliğine delâlet etmesi için olup "Gökleri ve yeri aydınlatır" demek murad olunur, yahut bundan gök ve yer ehli murad olunur. Onlann Hakk'ın nuru ile aydınlandıktan kasdedilir. Mukatil'den rivâyet edilmiştir ki: "Meselü'l-imâni fî kalbi Muhammedin kemişkâti fîhâ misbâhun — Muhammed'in kalbindeki imanın misali, içinde çıra bulunan çıralık gibidir," demektir, diye buyurmuştur. "Mişkât (çıralık), Abdullah'ın sadrı karşılığı, zücâce (cam), Muhammed aleyhisselâmın şerefli cismi karşılığıdır. Misbâh (çıra) da, şerefli kalbinde iman ve nübüvvet karşılığıdır" demiştir. Bazıları: "Mişkât Hazret-i ibrahim aleyhisselâm karşılığıdır, zücâce İsmail aleyhisselâm karşılığıdır, misbâh da Muhammed Mustafa hazretlerinin cismi karşılığıdır" demişlerdir. Ebû Saîdi'l-Hazzâz'dan rivâyet edilmiştir ki: "Mişkât Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin derunudur. Zücâce, şerefli kalbidir. Misbâh da Hak teâlâ hazretlerinin O'nun şerefli kalbine koymuş olduğu nurdur," dedi. Kâb bin Cübeyr'den rivâyet edilmiştir ki: "Burada ikinci nur, insanlığın efendisi ve mahşer gününün şefaatçisi Efendimiz hazretleridir," diye buyurmuş. Bunlardan başka bazı sözler daha rivâyet olunmuştur, fakat bu âyet-i kerîmede seçkin tutulan tefsir birincisidir. Zira bundan önce zikrolunan "Ve lekad enzelnâ ileyke âyâtin beyyinâtin — Andolsun, biz sana apaçık ayetler indirdik," (Bakara: 2/99) âyetinin ifâdesine uygun düşer. 7 .FASIL Peygamberimize İtaatin ve Sünnetine UymanınGerekliliğine işaret Eden Ayetler Allâhu teâlâ buyurdu ki: "Yâ eyyühe'l-lezîne âmenû atiullahe ve resûlehu — Ey iman edenler, Allah'a ve onun Peygamberine itaat edin." (Enfâl sûresi: 8/20) Yine buyurdu ki: "Ve atiullahe ve'r-resûle lealleküm turhemûne — Allah'a ve Peygamberine itaat edin ki, size merhamet olunsun." (Al-i İmran sûresi: 3/132) Yine buyurdu ki: "Kul atiullahe ve'r-resûle fein tevellev feinn'allahe lâ yuhibbu'l-kâfirîne — De ki; 'Allah'a ve Elçiye itaat edin.' Eğer bundan yüz çevirirlerse hiç şüphesiz ki, Allah kâfirleri sevmez." (Al-i İmran: 3/32) Yine Allahü teâlâ buyurdu ki: "Men yutii'r-resûle fekad ataallahe — Elçiye itaat eden Allah'a itaaî etmiş olur." (Nisâ sûresi: 4/80) Yâni: "Hak teâlâ hazretlerinin hükümlerini tebliğ edici olduğu için Elçiye itaat eden, hakikatte Hak teâlâ hazretlerine itaat etmiş olur," demektir. Bu âyet-i kerîme, Fahr-i Kâinat hazretlerinin bütün hareket ve sözlerinde masum olduğunun en kuvvetli delilidir. Zira eğer bir nesnede hata etseydi O'na itaat Hak teâlâ hazretlerine itaat olmazdı. Bunların hepsinde masum olması gerektir. Zira Hak teâlâ hazretleri, "Ve't-tebiûhu — O'na tâbi olun," (Araf sûresi: 7/158) âyetiyle tâbi olmayı (yâni emrine ve ahlâkına uygun hareket etmeyi) halka emretmiştir. Tâbi olmak, O'nun işlediği fiilin mislini işlemekten ibarettir. O halde sâbit oldu ki, hususi delil olduktan başka, bütün hareket ve sözlerinde Fahr-i Âlem hazretlerine inkıyat, Hak teâlâ hazretlerinin hükmüne inkıyattır. Yine Allahü teâlâ buyurdu ki: "Ve men yutiillahe ve'r-resûle feulâike maallezîne en'amallahu aleyhim mine'n-nebiyyîne ve's-sıddıkîne ve'ş-şühedâi ve's-sâlihîne ve hasüne ulâike refikan — Her kim Allah'a ve Elçiye itaat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine nimet verdiği kimseler, peygamberler, sıddîkler, şehitler ve salihlerle beraber olurlar. Onlar ne güzel arkadaştır." (Nisâ sûresi: 4/69) Bu mâna, bütün itaat edenlere, sahâbe-i kirâmden sonra gelen müslümanlara da şâmildir. Âyet-i kerîmenin iniş sebebi şu idi: Fahr-i Âlem hazretlerinin azatlısı olan Sevbân (radıyallahü anh), Fahr-i Kâinat hazretlerini son derece severdi, onsuz duramazdı. Bir gün Resûlüllah. Efendimizin şerefli huzuruna öyle bir halde geldi ki, rengi değişmiş, yüzü sararmıştı. Mahzunluğu görünüşünden anlaşılıyordu. Resûlüllah hazretleri, Sevbân'ı bu şekilde görünce halini sordu. O da: — Ya Resûlallah! Bende bir hastalık yoktur. Sadece sana şiddetli iştiyakımdan bana büyük bir gâm arız oldu. Nihayet geldim, seni gördüm. Çünkü âhirette seni göremeyeceğimi düşündüm. Zira eğer cennete girersem, seni göremem. Sen peygamberlerle beraber yüksek derecelerde olsan gerek. Cennete girmezsem zaten göremem. Benim halim nice olur? dedi. Bunun üzerine âyet-i kerîme indi, dediler. Bundan başka bazı sebepler daha zikretmişlerdir. Yedinci Bölüm'de inşallah zikredilecektir. Muhakkikler dediler ki: "Bu âyet-i kerîmenin iniş sebebi hakkında zikredilmiş olan açıklama şekillerinin doğruluğunda inkâr yoktur. Fakat bunun sebebinin onlardan daha büyük bir şey olması gerekir. Yâni bunun sebebi, Resûlüllah Efendimizin itaat ve inkıyadına terğib olmak gerekir. Zira sebebin hususiliği sözün umumiliğine zarar vermez. Bu âyet, bütün mükellefler hakkında umumidir. Hâsılı, her kim Hak teâlâ hazretlerine ve Resûlüne itaat ederse o, Hak teâlâ hazretleri katında yüksek derecelere erişir." Bundan sonra malûm olsun ki: "Ve men yutiillahe ve'r-resûle — Her kim Allah'a ve resûle (elçiye) itaat ederse," (Nisâ sûresi: 4/69) âyetinin zahiri şudur: Bir kere itaat etmekle yetinmek caizdir. Zira bir sıfata delâlet eden sözün sâbit olması için müsemmanın bir kere hâsıl olması yeter. Hâsılı zahirinden anlaşılan şudur: Allah'a ve Resûlüne bir kere itaat kifayet eder. Ama sözü zahirine hamletmek caiz değildir. Belki itaattan murad, Hak teâlâ hazretlerinin emrettiklerini işleyip nehyettiklerinin hepsini terketmek ve bu hal üzre mukim olmaktır. Zira eğer itaati bir kerelik itaata hamledersek kâfirlerin ve fâsıkların da dahil olması lâzım gelir. Çünkü onlardan da bir kere itaat etmek vâki olur. İmâm Râzî der ki: "Usûl ilminde sâbit olmuştur ki, bir sıfatın akabinde zikredilmiş olan hüküm bu hükmün bu vasıfla muallel olduğunu gösterir. Bu asıl sâbit olunca biz deriz ki: "Men yutiillahe — Her kim Allah'a itaat ederse" demek, "Onu ilâh olarak tanırsa" demektir. Hak teâlâ hazretlerinin ilâh olmasında tâat O'nu bilip büyüklük, yücelik ve samadâniyetini (kendisinin hiç bir şeye muhtaç olmayıp her şeyin kendisine muhtaç olduğunu) ikrar etmektir. O halde bu âyet-i kerîme, gayeye ait hallerden iki büyük şeye tenbih olmuştur: 1 . Kıyamet gününde bütün saadetlere kaynak olan marifetullah nurları ile ruhun aydınlanınasıdır. Her kimin kalbinde marifetullah nuru daha çoksa o kimse saadete daha yakın ve kurtuluşa daha çok ulaşmış olur. 2 . Hak teâlâ hazretleri, bundan önceki âyette tâat ehline büyük ecir ve bol sevap vaad etmiştir. Ondan sonra bu âyet-i kerîmede peygamberlerle beraber olmayı vaad buyurmuştur. Bunun mânası, tâat ehlinin peygamberlerle aynı derecede bulunınası demek değildir. Zira bu takdirde üstün olanın, kendisine üstün tutulanla aynı derecede olması lâzım gelir. Bu ise mümkün değildir. Belki murad tâat ehli ile peygamberlerin bir itibarla beraber olmalarıdır ki, mekânları ne kadar uzak olursa olsun yine birbirini görürler, diledikleri zaman sohbet ve mülakata kadir olurlar, aralarında engelleyici ve perdeleyici bir şey bulunınaz, demektir. Beraberlikten murad bu mânadır. Sahih hadîste: "El-mer'ü maa men ehabbe — Kişi, sevdiği kimse ile beraberdir" buyrulmuştur. Yâni, ondan ayrı değildir ve her yerde onunla beraber olur, demektir. Yine sahih hadiste varid olmuştur ki, bazı seferlerinde büyük sahabeye: "Gerçekten Medine şehrinde nice kavimler vardır ki, siz onlarla beraber olmaksızın hiç bir mesireye gitmediniz ve hiç bir menzile konınadınız. Onlara özür mâni oldu, onun için kaldılar," buyurmuştur. O halde anlaşıldı ki, hakikî beraberlik ve yakınlık, ruh ve sır ile olan yakınlıkmış. Mücerret bedenle olan yakınlık değilmiş; belki kalble olan yakınlıkmış, kalıpla olan değilmiş. Bunun içindi ki, Necaşî, Habeş ülkesinde ve Hıristiyanlar arasında iken yine de Fahr-i Âlem hazretlerine insanların en yakını idi. Abdullah bin Übey denilen münafık ise Mescid'in içinde kendileriyle beraberken ondan daha uzak bir kimse yoktu. Iradet ve muhabbet (dilemek ve sevmek) ruh ve kalb halleri olup irtibat (bağlılık) bunlar sebebiyle olunca kişi sevdiği ve dilediği kimseden ayrı olmaz. Arada ne kadar zaman ve mekân uzaklığı olursa olsun yine de müminlerin ruhları Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri ve ashâb-ı kirâm ile beraberdir. Allah onların hepsinden razı olsun. Allahü teâlâ buyurdu ki: "Kul in küntüm tuhibbûnellâhe fettebiûnî yuhbibkümüllahu ve yağfirleküm ve zünûbeküm — De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın." (Al-i İmran sûresi: 2/31) Bu âyet-i kerîmeye "Muhabbet âyeti" derler. Selefden bazı kimselerden rivâyet edilmiştir ki, bir kavim Muhabbetullah (Allah'ı sevme) iddiasında bulunup onun üzerine bu âyet-i kerîme indi. Yine Allahü teâlâ hazretleri buyurdu ki: "Feâminu billahi ve resûlihi'n-nebiyyi'l-ümmiyi'l-lezî yüminu billahi ve kelimâtihi ve't-tabiûhu lealleküm tehtedûne — Gelin, Allah'a ve Onun ümmî peygamber olan Peygamberine iman edin ki, o da Allah'a ve O'nun sözlerine imân eder. Ve O'na tâbi olun ki, doğru yola gidenlerden olasınız." (Araf sûresi: 7/158) Hak teâlâ hazretleri, bu âyet-i kerîmede, doğru yolu bulma dileğini Fahr-i Âlem hazretlerine iman ile ona tâbi olmaya nişan kıldı. Buna tenbih içindir ki, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerini bir kimse tasdik etse, ama şeriatını benimseyerek ona tâbi olmasa o kimse dalâlettedir. Yine Allahü teâlâ buyurdu ki: "Feâminû billahi ve resûlihi ve'n-nûri'llezî enzelnâ — Artık Allah'a, O'nun resûlüne ve indirdiğimiz nura iman edin." (Teğabün sûresi: 64/8) Burada Nûr'dan murad Kur'ân-ı azîm'dir. Hâsılı Allah'ın sevgilisi Peygamber Efendimiz hazretlerine, Kur'ân'a iman ve tasdik gereklidir. Müslümanlığın bunlarsız sahih olmadığı kesindir. Nitekim: "Ve men lem yümin billahi ve resûlihi feinnâ atednâ lil-kâfirîne saîren — Kim Allah'a ve resûlüne inanınazsa bilsin ki, biz kâfirler için alevli bir ateş hazırlamışızdır," (Fetih sûresi: 48/13) âyeti kerîmesinden de murad budur. Zira Resûlüllah Efendimiz hazretlerini tasdik, Kur'ân'ı tasdik etmeyi gerektiricidir. Yine Allahü teâlâ buyurdu ki: "Felâ ve rabbike lâ yüminûne hattâ yuhakkimûke fimâ şecere beynehüm — Hayır, iş onların sandığı gibi değil. Rabbin hakkı için onların arasında çıkan ihtilaflı işlerde seni hakem tayin edip verdiğin hükme gönül hoşluğu ile uymadıkça inanmış olmazlar." (Nisâ sûresi: 4/65) Burada "Lâ" kelimesi zâidedir, yeminin mânasını tekit için gelmiştir. Mânası, "Rabbine andolsun ki, Rabbin hakkı için" demektir. "Lâ yüminûne — İman etmiş olmazlar," yeminin cevabıdır. Hak teâlâ hazretleri, bu âyet-i kerîmede, kendi mukaddes nefsine yemin etmiştir ki, bir kimse bütün işlerinde Fahr-i Kâinat hazretlerini hakem edip O'nun bütün hükümlerine zahiren ve batman rıza ve inkiyat üzre olmadıkça mümin olmaz. Gerek Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin hükmü onların istek ve heveslerine uygun olsun, gerekse aykırı olsun. Nitekim hadîs-i şerifte gelmiştir ki: "Sizden biriniz, dâvet edildiği şeylerde nefsinin isteklerine uydukça iman etmiş olmaz." Bu hadîs-i şerif delâlet eder ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin hükmüne razı olmayan kimse mümin olmaz. O'nun şerefli hükmüne kalbden rıza lâzımdır. Bu mânanın husulü, O Hazret'in hükmünün gerçek ve doğru olduğuna kalbde kesin bilgi ve inanç olmakla olur. Bunun daha fazla açıklaması inşallah ileride gelecektir. Âyet-i kerîmenin zahirî kıyas ile nassın hususileştirilmesinin caiz olmadığına delâlet eder. Zira delâleti, şerefli sözüne ve hükmüne uymanın gerekli olmasınadır. Bundan başkasına çevirmek caiz değildir. Nitekim aynı âyet-i kerîmenin devamında: "Sümme lâ yecidû fî enfüsihim harecen mimmâ kadeyte ve yüsellimû teslimâ — Sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir sıkıntı duymadan tam anlamiyle teslim olmadıkça... iman etmiş olmazlar," (Nisâ sûresi: 4/65) buyrulması bu mânayı bildiricidir. Zira kalbde vicdan, nassm delâlet ettiği darlığın aksini gerektirir. Zira kıyas hatıra geldiği takdirde nefste darlık, sıkıntı hasıl olur. Böylece Hak teâlâ hazretleri beyan etti ki, kişinin imanı kâmil olmaz, ancak sıkıntıya iltifat etmedikten sonra ve nassa tam mânasiyle teslim olduktan sonra olur. İmâm Fahr-i Râzî buna zahib olmuştur. Ama başkaları, kıyasla kitap ve sünnete tahsis edilmesini caiz görmüşlerdir. Taceddin ibn-i Sübkî Cem'ül'Cevâmi'inde tasrih etmiş, başkaları da zikretmişlerdir. En iyisini Allah bilir. 8 . Fasıl Resûlüllah'ın Huzurunda Lâzım Olan EdeplerBu fasılda insanlığın efendisi ve mahşer gününün şefaatçisi Efendimiz hazretlerinin şerefli huzurlarında lâzım olan edeplerin neler olduğu beyan edilecektir. Allahü teâlâ hazretleri buyurdu ki: "Yâ eyyühellezîne âmenû lâ tukaddimû beyne yedeyi'llahi ve resûlihi — Ey iman edenler, Allah'ın ve resulünün huzurunda öne geçmeyin." (Hucurat sûresi: 40/1) O halde bu âyet-i kerîmenin hükmü gereğince o Hazret'in sağlığında hiç bir emirle, nehiyle, izinle veya tasarrufla önüne geçmek caiz değildi. Yâni o herhangi bir hususta bir şey buyurmadan, bir şeyi yasaklamadan veya bir şeye izin vermeden önce başkasinin emretmesi, yasaklaması, izin vermesi ve tasarruf etmesi caiz değildi. Sadece bekleyip Fahr-i Âlem hazretlerinden ne sâdır olduysa cevaz olan derecede ona ittibâ etmek gerekti. Şimdi de bu hüküm bâkidir. Kıyamete değin böyle gerekir. Zira vefatından sonra sünnetinin önüne geçmek, hayatında kendinin önüne geçmek gibidir. Bunun selim aklı olanlar katında hiç farkı yoktur. Bunun böyle olduğu açıktır. Mücâhid (radıyallahü anh), "Mânası, Allah hakkında herhangi bir hususta kendi reyinizle bir şeyi ileri sürmeyin ve resûlünün sözünü kesmeyin, demektir," demiş. Esas'da der ki: "Herhangi bir hususta kendi reyiyle hükmetmek, o hususta öne geçmek ve müşavere etmemek demektir." Bu takdirde "Lâ tukaddimû beyne yedeyyi'llahe ve resûlihi — Allanın ve Resûlünün önüne geçmeyin" demek, Hak teâlâ hazretleri bir nesneyi resûlünün diliyle haber vermeden siz kendi reyinizle onun önüne geçmeyin, demek olur. Dahhâk (radıyallahü anh): "Fahr-i Âlem hazretleri katında herhangi bir şey hakkında hüküm vermeyin, demektir," demiş. Bazıları da: "Siz, O buyurmadıkça bir şeyi emretmeyin ve yasaklamayın, demektir," demiştir. Netice olarak Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden öne geçmek mânası bulunan her husustan kemaliyle kaçinınak vacipti. Hazret-i Ebû Bekir Sıddık'ın edebini gör ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin hastalığında bir sabah halka İmâmlık ederken birden Fahr-i Kâinat hazretlerini gördüğü gibi geri çekilmeğe başladı. — Yerinde dur! diye Fahr-i Âlem hazretlerinden işaret buyruluncaya kadar yerinde karar edemedi. Nitekim tafsilatı inşallah gelecektir. Onun huzurunda gösterilmesi gereken edepler cümlesinden biri de şu idi, sesini, O'nun sesinden yukarı çıkarınak caiz değildi. Nitekim Hak teâlâ hazretlerinin buyurduğu şu âyet-i kerîme bunu ifade eder: "Ey iman edenler, seslerinizi, Peygamberin sesinin üstüne çıkarınayın. Birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi onunla da öyle yüksek sesle konuşmayın. Yoksa siz farkında olmadan amelleriniz boşa gider." (Hucurat sûresi: 40/2) İmâm Râzî der ki: "Âyet-i kerîmeden anlaşıldığına göre mümin olan kimsenin, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin yanında, kulun efendisi yanında konuştuğu kadar dahi konuşması caiz değildir. "Birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi" sözüne kul dahildir. Müminin o Hazret'e karşı yüksek sesle konuşması kulun efendisine karşı yüksek sesle konuşması kadar olmaması gerektir. Aksi halde "Birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi" mertebesinde yüksek sesle konuşma bulunınuş olur. Bu mânayı şu âyet-i kerîme de teyid edicidir ki, Hak teâlâ hazretleri; "En-nebiyyü evlâ bil-müminîne min enfüsihim — Peygamber, müminlere canlarından ileridir," (Ahzâb sûresi: 33/6) buyurmuştur. Efendi, kulu katında kulunun kendi canından ileri değildir. Hatta eğer açlık ve kıtlık zamanında kul bir miktar yiyecek bulsa onu yemediği takdirde ölmesi kesin olacak denli olsa, efendisine vermeyip kendinin yemesi caizdir. Ama onu Resûlüllah hazretlerine bezletmek vaciptir. Bir yerde, kendisinin ölmesiyle efendisinin kurtulacağinin muhakkak olduğunu bilse, efendisinin kurtulması için kulun kendisini tehlikeye atması vacip değildir. Ama bu, Peygamber Efendimiz için vaciptir. Nitekim baş azaları (vücudun en önemli organlarını) korumak vaciptir. Kalbe zarar yetiştikten sonra elde ve ayakta istikamet kalmaz. Eğer insan kendi nefsini koruyup Peygamberi terkederse kendisinin de helâk olması kesindir. Ama kul ile efendi arasındaki ilişki böyle değildir." Malûm olsun ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli huzurunda yüksek sesle konuşmada küçümseme bulunduğu kesindir. Eğer Allah saklasın bunda ihanet ve aldırmama kasdma yakınlık bulunursa o kimsenin kâfir olup amellerinin bâtıl olması muhakkaktır. Rivâyet ederler ki, bu âyet-i kerîme indiği zaman Ebû Bekir (radıyallahü anh) dedi ki: — Ya Resûlallah! Vallahi şimden sonra ben ancak fısıltı ile sana bir şey söylerim, diye yemin etti. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), Fahr-i Kâinat hazretlerine bir şey söylediği zaman fısıltı ile söyler gibi konuşurdu. Hatta Peygamber Efendimiz hazretleri: — Ne diyorsun, ya Ömer? diye sorardı. Rivâyet ederler ki, müminlerin emîri Ebû Cafer, bir gün Resûlüllahın mescidinde İmâm-ı Mâlik ile münazara ediyorlardı. İmâm-ı Mâlik: — Ey Müminlerin Emîri! Bu mescitte sesini yükseltme. Zira Hak teâlâ hazretleri: "Seslerinizi Peygamber'in sesinin üstüne çıkarınayın," (Hucurat süresi: 40/2) diye bir topluluğu tedip etmiştir. Bir topluluğu da: "Resûlüllahın yanında seslerini kısanlar, öyle kimselerdir ki," (Hucurat sûresi: 40/3) diye övmüştür. Bir topluluğu da: "Odaların arkasından seni çağıranların çoğu, aklı ermez kişilerdir," (Hucurat sûresi: 40/4) diye zemmetmiştir. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin sağlığında hürmeti nasılsa ölümünden sonra da hürmeti öyledir, dedi. Bunun üzerine Ebû Cafer hemen tevazu etmeye başladı. Bu hususta edepler cümlesinden biri de, onun çağırmasını halkın birbirinin çağırması gibi etmemeleridir. Nitekim Allahü teâlâ buyurdu ki: "Lâ tec'alû duâe'r-resûli beyneküm ke-duâi ba'zıküm ba'zen — Peygamberin çağırmasını, aranızdan birinin diğerini çağırması gibi tutınayın." (Nûr sûresi: 24/63) Bu âyet-i kerime üzerinde müfessirlerin iki kavli vardır: 1 . Mânası: "Peygamber Efendimiz hazretlerini, birbirinizi çağırdığınız gibi ismiyle çağırmayın," demektir. Yâni, "Ya Muhammed!" diye söylemeyin. Belki tazim ve tevazu ile "Ya Resûlüllah, ya Nebiyallah" deyin, demektir. Bu takdirde mastar mef'ulüne muzaf olmuş olur. Buna göre söz, "Duâekümü'r-resûli — Sizin Peygamberi çağırmanız," demek olur. 2 . Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin sizi çağırmasını, sizin birbirinizi çağırmanız gibi tutınayın ki, siz birbirinizi çağırdığınız zaman dilerseniz gider, dilemezseniz gitmezsinz. Resûlüllah çağırdığı zaman böyle etmeyin, O'nun dâvetine sür'atle icabet etmek gerektir. Gitmekte izni gereklidir, izinsiz gitmek haramdır, demektir. Bu takdirde mastar fâilinc izafe edilmiş olur. Buna göre söz, "Duâeküm iyyâküm — Onun sizi çağırması," demek olur. Bu edepler cümlesinden biri de şudur ki, büyük sahabe herhangi bir işi görüşmek hususunda bir araya geldikleri zaman O'nun iznini almadan meclisi terkedip gitmek caiz değildi. Meselâ bir danışık meclisinde yahut hutbede vwa cihatta yahut bunların benzeri bir dernekte (toplantıda) olsalar kimsenin izinsiz işine gitmesi caiz değildi, haramdı. Nitekim Hak teâlâ hazretleri buyurmuştur: "Înneme'l-müminûne'llezîne âmenû billahi ve resûlihi ve izâ kânu maahu alâ emrin camiin lem yezhebû hattâ yeste'zinûhu — Müminler o kimselerdir ki, Allah'a ve Peygamberine inanmışlardır; bir işi görüşmek üzere onunla toplantı halinde olsalar, ondan izin almadan gitmezler." (Nûr sûresi: 24/62) 9 . Fasıl Allah'ın Peygamberimizin Düşmanlarının İddialarını Bizzat Çürütmeye Giriştiğini Gösteren ÂyetlerAllahü teâlâ buyurdu ki: "Nûn ve'l-kalemi ve mâ-yesturûne, mâ ente bi-niıneti rabbike bimecnûnin — Hokkaya, kaleme ve yazdıklarına and olsun ki, sen, Rabbinin nimetiyle mecnûn değilsin." (Kalem sûresi: 68/1-3) Müşrikler, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine: "Yâ eyyühellezî nüzzile aleyhi'zzikru inneke le-mecnûnun — Ey kendisine zikir indirilen, sen elbette mecnunsun," (Hicr sûresi: 15/6) deyip cünun isnat etmişlerdi. Hak teâlâ hazretleri, mukaddes nefsiyle cevaba girişip onların sözlerini reddetti. Mânası ayrıntılariyle geçmiştir. Âs bin Vâil, Fahr-i Âlem hazretleri ile Mescid'in kapısı yanında buluşup konuştukları zaman Kureyş ulularından birkaç kâfir Mescid-i Haram'da oturuyorlardı. Âs'a: — Konuştuğun kimdi? diye sordular. O dahâşâ-: — Ebterdi! diye cevap verdi. O zaman Fahr-i Kâinat hazretlerinin Hadice'den doğan bir erkek çocuğu vefat etmişti. Ebter demekten murad, sonunda kimse kalmaz, nesli kesiktir demekti. Hak teâlâ hazretleri, o mel'unun sözünü bizzat reddetmeye girişip: "İnne şânieke hüve'l-ebter — Elbette nesli kesik olan, sana buğz eden kimsedir," (Kevser sûresi: 108/3) diye buyurdu. Yâni: "Ebter olan sen değilsin, ya Muhammed! Senin evlâdın, neseplerin ve güzel zikrin kıyamete dek hâkidir ve asıl senin düşmanın bunlardan mahrumdur," demektir. Yine mel'unlar, Fahr-i Âlem hazretlerine yalan ve iftira isnat edip: "Efterâ alallahi keziben — Allah'a, yalan söyleyerek iftira etti," dediler. Hak teâlâ hazretleri cevap verip: "Belillezine lâ yüminûne bil-âhireti fi'l-azâbi ve'd-dalâli'l-baîdi — Hayır, âhirete inanınayanlar, azâb ve uzak bir sapıklık içindedirler," (Sebe sûresi: 34/8) diye buyurdu. O Hazret'in sözüne itimat etmeyip âhirete iman getirmeyenlerin açık ve büyük bir sapıklık içinde bulunup azâblarının kesin ve muhakkak olduğundan haber verdi. Yine onlar, "Kur'ân'ı kendi söyler, şâirdir" diye isnatta bulunduklarında Hak teâlâ hazretleri, sözlerini reddedip: "Ve mâ allemnâhu'ş-şi're ve mâ yenbeği lehu in hüve illâ zikrun ve kur'ânun mübînun — Biz ona şiir öğretmedik. Bu, ona yakışmaz da. O, bir zikir ve her şeyi açık seçik bildiren bir Kur'ân'dır," (Yâsin sûresi: 36/69) diye buyurdu. Kadı der ki: "Yâni, 'Biz ona Kur'ân'ı öğretmekle şiir öğretmedik. Zira Kur'an vezinli ve kafiyeli değildir. Mânası da şairlerin söyledikleri hayali şeyler kısmından değildir. Ona şiir söylemek lâyık değildir. Eğer şiir söylemek istese söyleyemez. Nitekim kırk yıldan beri siz onu bilirsiniz, tabiatını imtihan etmişsinizdir,' demektir." "İn hâzâ illâ ifkün ifterâhu ve eânehu aleyhi kavmün âherûne — Bu yalandan başka bir şey değildir. O, onu uydurdu. Başka bir topluluk da kendisine yardım etti," (Furkan sûresi: 25/4) demişlerdi kâfirler. Yâni: "Kur'an,hâşâTanrı kelâmı değildir, yalandır. Kendi iftira etmiştir ve bir kısım kimseler de kendisine onu düzmede yardım etmiştir" dediler. Hak teâlâ hazretleri, onları yalanlayıp: "Fekad câu zulmen ve zûren — Muhakkak ki, böylece bir zulüm ve iftirada bulundular," (Furkan sûresi: 25/4) diye buyurdu. Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretlerine: "Kul enzele lehu'llezî ya'lemu's-sırre fî's-semavâti ve'l-arzı — De ki: Onu göklerdeki ve yerdeki sırrı bilen, indirdi," (Furkan sûresi: 25/6) diye emretti. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, geçmiş ümmetlerin haberlerini bildiren âyetleri kâfirlere okuduğu zaman Nadr bin Hâris dedikleri kâfir: "Lev neşâü lekulnâ misle hâzâ in hâzâ esâtirü'l-evvelîne — Eğer istesek biz de bunun bir benzerini söylerdik. Bu, eskilerin efsanelerinden başka bir şey değildir," (Enfâl sûresi: 8/31) dedi. Hak teâlâ hazretlerini bunu yalanlayıp: "Kul leini'ctemaati'l-insü ve'l-cinnü alâ en ye'tû bimisli hâzâ'l-kur'âni lâ ye'tûne bimislihi — De ki: Andolsun, eğer insan ve cin şu Kur'an'ın bir benzerini meydana getirmek için toplansalar, yine onun benzerini getiremezler," (Isrâ sûresi: 17/88) diye buyurdu. Velid bin Muğîre: "İn hâzâ illâ sihrün, yu'seru, in hâzâ illâ kavlül-beşeri — Bu, başkalarından naklen öğrenilen bir sihirden başka bir şey değildir. Bu, ancak bir insan sözüdür," (Müddessir sûresi: 74/24-25) dediği zaman Hak teâlâ hazretleri, Fahr-i Kâinat hazretlerini teselli için: "Mâ âtellezine min kablihim min resûlin illâ kalu sâhirun ev mecnûnun — Onlardan öncekilere de hiç bir peygamber gelmedi ki, ona ya sihirbaz ya da mecnun demesinler!" (Zariyat sûresi: 51/52) diye buyurdu. Hâsılı halkın hali budur ki, resûllere olmayan şeyleri isnat edegelmişlerdir. Sen, bunların sözünden üzülme, ya Muhammed, demek olur. Yine kâfirler Resûlüllah Efendimiz hazretlerine dil uzatıp: "Bu nasıl resûldür ki, yemek yiyor ve pazarlarda gezip dolaşıyor!" demişlerdi. Hak teâlâ hazretleri, bunlara cevap olarak: "Ve mâ erselnâ kableke mine'l-mürselîne innehum le-ye'kûlûne't-taâme ve yemşûne fî'l-esvâkı — Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de yemek yerler ve çarşıda gezerlerdi," (Furkan sûresi: 25/20) diye buyurdu. Hâsılı, "Senden önce gönderdiğimiz her resûl yemek yer ve pazarlarda gezerdi. Bu mânalar bütün resûllerde vardır. Bunlar risalete aykırı değildir," diye buyurdu. Yine Yahudi tâifesi Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin hatunlarının ve nikâhinin çokluğunu hasırlayarak bu yönden dil uzattıkları zaman Hak teâlâ hazretleri: "Em yahsudûne'n-nâse alâ mâ âtâhümüllahu min fedlihi fekedateynâ âle ibrâhime'l-kitâbe ve'l-hikmete ve ateynâhum mülken azımen — Yoksa onlar, Allah'ın karşılıksız olarak insanlara verdiği şeylerden dolayı o insanları hasıtlıyorlar mı? Oysa biz, İbrahim âilesine de kitap ve hikmet vermiştik, onlara ayrıca büyük bir devlet de verilmişti," (Nisâ sûresi: 4/54) diye buyurdu. Yâni: "Hak teâlâ hazretlerinin, resûlüne ve O'nun ashâbına verdiği üstünlük ve ihsana haset mi ediyorlar? Gerçekten biz, ibrahim ailesine —ki, Muhammed aleyhisselâm onların islâm'ı ve amca oğullarıdır— kitap ve hikmet, yâni nübüvvet verdik. Kendisine azîm bir mülk bağışladık. O halde Hak teâlâ hazretlerinin, onlara verdiğinin bir eşini buna da vermesi olmayacak bir şey değildir," demek olur. Vakta ki, "Eb'asallahü beşeren resûlen — Allah, bir insanı peygamber mi gönderdi?" (Isrâ sûresi: 17/94) deyip Hak teâlâ hazretlerinin resûlünün beşer tâifesinden gelmesini olmayacak bir şey gördüklerini ifade ettiler. Cehillerinden şunu bilmediler ki, kendi cinslerinden olunca üns hâsıl olur; başka cinsten olunca üns ve ülfet olmayıp birbirinden ayrılmayı ve uzaklaşmayı gerektirir. Hak teâlâ hazretleri bu mânaya işaret edip buyurdu ki: "Kul lev kâne fi'l-arzı melâiketün yemşûne mutınainnîne lenezzelnâ aleyhim mine's-semâi meleken resûlen — De ki: Eğer onlar yeryüzünde yürüyen melekler olsalardı biz de onlara peygamber olarak gökten bir melek gönderirdik." (İsrâ sûresi: 17/95) Hâsılı, "Eğer arz ehli melâike olsalardı onlara meleklerden resûl göndermek vacip olurdu. Fakat beşerden oldular, resûllerinin de beşerden olması vacip oldu," demektir, dediler. Diğer peygamberlere düşmanları dil uzattığı zaman kendileri cevap verip üzerlerinden savarlardı. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin yakınlığını gör ki, düşmanlarının sözlerini Hak teâlâ hazretleri bizzat reddedip ettikleri dahi ve taarruzları üzerinden savardı. Nuh aleyhisselâm'ı dalalete nisbet ettikleri zaman: "Yâ kavmi leyse bî dalâletün — Ey kavmim, bende bir dalâlet (sapıklık) yok," (Arâf sûresi: 7/61) diye kendisi def etti. Hud aleyhisselâm da: "Yâ kavmi leyse bî sefâhetün — Ey kavmim, bende akılsızlık yok" (Arâf sûresi: 7/67) diye düşmanlarının sözünü kendi reddetti. Ama daha önce geçen âyet-i kerîmelerde beyan olunduğu üzre Resûlüllah Efendimizin düşmanlarının dil uzatma ve sataşmalarına Hak teâlâ hazretleri mukaddes nefsiyle cevaplar verdi. Doğrusunu Allah bilir. |