4 .FASIL 6 - 2 Tevrat, İncil ve Diğer Kitaplarda Resûlüllahın Zikrinin GeçmesiTevrat, încil ve diğer semavî kitaplarda Resûlüllah Efendimiz'in güzelliğinin ve iyiliğinin anıldığı bilinmektedir. Nitekim Hak teâlâ hazretleri, Kur'an'da: "Onlar ki, kendi yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o Resûl'e, o ümmi Peygamber'e tâbi olurlar," (Arâf sûresi: 7/157) diye buyurmuştur. Âyet-i kerîmede gayet açıktır ki, kitap ehli, Fahr-i Âlem hazretlerinin vasıflarını Tevrat ve İncil'de yazılmış bulurlardı. Eğer bu gerçekten böyle olmasaydı âyet-i kerîme onlara son derece nefret verirdi: — Ne münasebet! Kitaplarımızda olmayanı söylemenin mânası nedir? diye hakkı kabul etmekten tamamen ve şiddetle yüz çevirirlerdi. Halbuki bazıları insafa gelip müslüman oldu. Bazıları inat üzre ısrar edip küfründe kaldı. Halin ve işin hakikatinin ne olduğunu bilmez değillerdi, ama hakikati gizlerlerdi. Nitekim Hak teâlâ hazretleri: "Kendilerine kitap verdiklerimiz, O'nu, kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Bununla beraber onlardan bir kısmı, gerçeği gizler," (Bakara sûresi: 2/146) buyurmuştur. Ayrıca kitaplarında Fahr-i Kâinat hazretlerinin vasıflarının beyan edildiğini görünce onu tebdil ve tağyir ederlerdi. Hak teâlâ Haretlerinin: "Yuharrifunel-kelime an mevâziihi — Kelimeleri kendi yerinden başka yere çekip mânasını değiştirirler," (Nisâ sûresi: 4/46) buyurması bu mânayı gösterir. İnkârın ne faydası vardır ki, Süryanî lügatinde o Hazret'in şerefli ismi, "Müşeffah"dır; "hamd" mânasına gelen "şüfhâ" kelimesinden alınmıştır. (Yâni: Hamd kelimesinden Muhammed denildiği gibi "şüfhâ" kelimesinden "Müşeffah" denilmiştir). "Elhamdülillah" demek isteseler, "Şüfhâ li-ehâ" derler. Onların ikrar ettikleri sıfatlar, yâni "Şu sıfatlar üzre bir peygamber gelecektir" diyerek geleceğini kabul ettikleri peygamberin sıfatları, âlemlerin hocası Resûlüllah hazretlerinin hallerine, vasıflarına, peygamberlik zamanına mutabık ve muvafık gelmiştir. Mademki dedikleri peygamber bu değildir, o halde bulsunlar: O kimdir ki, bu vasıflarla muttasıf olup ümmetler ona itaat ve inkiyad etmiş, dâvetine icabet etmiştir? Yine onların dedikleri üzre o Sahibü'l-Cemel (Deve Sahibi) kimdir ki, Babil vilâyeti ve orada olan putlar onun elinde harâb ve yebâb (yıkık dökük) olmuştur? O, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden başka kimdir? Onu göstersinler!.. Bizim onların kitaplarından naklettiğimiz bu kıssalar ve haberler daima kulaklarına dokunup bizim naklettiklerimizi işitirlerken inkâr etmeyip "Bizim kitaplarımızda bu dediğiniz haberler yoktur" dememeleri, itiraflarına delildir. Tutalım ki, biz bu haberleri onların kitaplarından nakletmemişiz, Kur'ân-ı azîm'de gelen deliller bize yetmez mi? Bu cümleden bir kısmı zikrolunan âyetlerdir. Bunlar haber vermiştir ki, Fahr-i Kâinat hazretlerinin halleri, sıfatları, Tevrat ve incil'de yazılıdır. İsâ aleyhisselâm'dan hikâye edilerek: "Meryem oğlu îsâ da: Ey İsrail oğulları! Ben, Allah'ın size gönderdiği elçiyim. Benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici olarak size gönderildim, dedi," (Mümtehine sûresi: 60/6) buyrulmuştur. Yine Yahudi ve Hıristiyanlara hitaben: "Ey kitap ehli! Niçin yalanı gerçeğe karıştırıyor ve bile bile gerçeği gizliyorsunuz?" (Âl-i imrân sûresi: 3/71) buyrulmuştur. Bir âyet-i kerîmede de: "Kendilerine kitap verdiklerimiz, O'nu, kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar," (Bakara sûresi: 2/146) buyrulmuştur. Hâsılı, kitaplarında zikrolunan vasıftaki peygamberden muradın peygamberlerin iftiharı Resûlüllah Efendimiz hazretleri olduğunu öyle bilirler ki, asla şüpheleri yoktur, demektir. İnatlarına sebep, ihtimal ki, kitaplarında zikredilen sıfatlarda mevsuf olan peygamberin Benî israil'den geleceğini zannetmiş olmalarıdır. Hak teâlâ hazretleri, Arap topluluğundan Ismâil neslinden gönderdiği zaman böyle olup kendilerinden gelmemesi nefslerine güç geldi. Cehalet belâsiyle inat ve muhalefeti seçip Peygamber Efendimiz hazretlerini tekzibe başladılar. Velhasıl kâinatın hocası Efendimiz hazretleri, kitap ehlini türlü sözler, hüccetler, delil ve tanıklarla kendi dinine dâvet edip onları Müslüman etmeğe çalışırdı. Kendinin hakikatine delâlet edip İslâm dinine hidâyet eylemede en kuvvetli olan delil hangisi ise onu beyan ederdi. O halde âyet-i kerîmede buyurulan hususlar gerçeğe uygun olmasa ürküntü ve nefretlerinin artınasına sebep olup maksadı meydana gelmezdi. İşte doğru ve gerçek olduğu içindi ki, Yahudi âlimlerinin büyüklerinden Abdullah bin Selâm, Temîmü'd-Dârî ve Kâ'bu'l-Ahbâr gibi nice kimseler, insaf edip İslâm'a geldiler. İbn-i Asâkir Tarih-i Dımışk'da Muhammed bin Hamza bin Abdullah yolundan, o da İbn-i Selâm'dan rivâyet etmiştir ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin Mekke'de zuhurunu işittiği zaman kendi diyarından yola çıktı da Mekke'ye gelip Resûlüllah ile buluştu. Fahr-i Kâinat hazretleri, İbn-i Selâm'ı nübüvvet nuru ile tanıyıp: — Sen Yesrib âlimi İbn-i Selâm mısın? diye sordu. O da: — Evet, dedi. Ondan sonra Peygamber Efendimiz, ona yemin verip: — Tevrat'ı inzal eden Hak hakkı için benim sıfatımı Allah'ın kitabında buluyor musun? diye sordu. İbn-i Selâm: — Ya Muhammed! Rabbinin vasıflarını anlat, işiteyim, dedi. Fahr-i Âlem hazretlerinin mübarek vücuduna titreme düşüp mustarip oldu. Hemen Cibril yetişip Ihlâs Sûresi'ni Resûlüllah hazretlerine telkin etti: "Kul hüvallahü ahadün, allahu's-samedu, lem-yelîd ve lem-yûled, velem-yekûn lehu küfüven ahadün. — De ki: O Allah birdir. Allah, Samed'dir (her şey kendisine muhtaçtır, fakat kendisi hiç bir şeye muhtaç değildir); doğmamış ve başkası tarafından doğurulmamıştır. Hiç bir şey O'nun dengi değildir." (Ihlâs sûresi ) Resûlüllah Efendimiz böyle der demez İbn-i Selâm: — "Eşhedü inneke resûlüllahi ve ennallahe muzahhirüke ve muzahhirü dinüke alâ'l-edyâni — Şehâdet ederim ki, sen, hiç şüphesiz Allah'ın resûlüsün. Hiç şüphesiz, seni düşmanlarının üzerine ve senin dinini de bütün dinler üzerine galip edicidir," dedi. Ondan sonra şöyle dedi: "Ey Peygamber! Elbette biz seni, şahit, müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdik. Sen benim kulum ve resûlümsün. Senin adını Mütevekkil koydum. Sen galiz (kaba, ağırlık ve sıkıntı veren kimse) değilsin. Pazarlarda ve sokaklarda sesini ellerin sesi ile karıştırıp edebe aykırı tavırlar göstermezsin. Sen, kötülüğe kötülükle karşılık vermezsin, ancak affeder, vazgeçer, görmezlikten gelir ve yüz çevirirsin. Kimsenin günahına nazar edici değilsin. Bâtıl din ehli olanlar seninle istikamet bulup halk 'Lâ ilâhe illallah — Allah'dan başka ilâh yoktur,' deyinceye kadar Allah seni kabzetmez. Allah, senin sebebinle, kör olmuş gözleri, sağır olmuş kulakları ve gaflet perdesinde kalan gönülleri fetheder (açar)" diye buyurmuştur. Bu rivâyet, pek az ayrılıkla Sahîh-i Buhârî'de de varid olmuştur. Onda şöyledir: Atâ bin Yesâr dedi ki, Abdullah bin Amr bin Âs (radıyallahü anh) hazretleriyle buluştuğum zaman ona: — Fahr-i Âlem hazretlerinin sıfatından bana haber ver, dedim. O da: — Peki, dedi. Vallahi Fahr-i Âlem hazretleri, Kur'ân'da bulunan sıfatlarının bir kısmı ile Tevrat'ta vasfolunmuştur. Onda şöyledir: "Yâ eyyühennebiyyü innâ erselnâke şâhiden ve mübeşşiren ve nezîren ve hirze'l-ümmiyyîne ente abdî ve resulî semmeytüke'lmütevekkile leyse bi-fazzin ve lâ galizin ve lâ sehhâbin fil-esvâki ve lâ yücziu bisseyyieti's-seyyiete velâkin ya'fu ve yesfahu ve len yakbizellahu hattâ yakime bihi'l-millete'l-avcâe bien yekulû lâ ilâhe illallahu ve yeftahe a'yunen umyen ve âz-ânen suman ve kuluben ğulfen." Bunun da mânası İbn-i Asâkir'in naklettiğinin hemen hemen aynıdır. "Leyse bi-fazzu ve lâ ğalîz — Sen kaba, halka ağırlık ve sıkıntı veren bir kimse değilsin," — Gerçekten ben senin sıfatını Allah'ın kitabında şöyle bulurum ki, Hak teâlâ hazretleri: "Fehimâ rahmetin minallahu linte lehüm ve lev künte fazzen galîze'l-kalbi lâ nefazzu min havlike — Allah'ın rahmeti sebebiyle sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, sert ve katı yürekli olsaydın çevrenden dağılır, giderlerdi," (Al-i îmrân sûresi: 3/159) sözüne uygun düşer. "Fazz" ve "ğalîz" kelimelerinin ikisi de aynı mânaya gelir. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinde asla gılzet kabalık, sertlik ve ağırlık, yoktu. Hak teâlâ hazretlerinin: "Vağluz aleyhim — Onlara sert davran," (Tevbe sûresi: 9/73) buyurması bu mânaya aykırı değildir. Zira onda gılzet yoktu dememiz şerefli tabiatı gılzet (kabalık, sertlik) üzere yaratılmış değildi, demektir. Burada "Onlara sert davran" buyrulması muâleceye (tedâviye, onların hastalıklarını bu tavırla iyileştirmeye) mahmuldur. Yâni şerefli tabiatı yaradılışı bakımından güzellik ve yumuşaklığın en son derecesi üzere idi. Ama Hak teâlâ hazretlerinin "Kâfirlere karşı sert davran" diye buyurması, mahsus onlara sertlik sûreti göster, demekti. "Millet-i avcâ" eğri millet, demektir. Murad, kâfirlerin ve müşriklerin bâtıl dinleridir. Yâni: "Hak teâlâ hazretleri, Peygamber Efendimiz hazretlerini kabzetmez, tâ ki, onun sebebiyle kâfirlerin eğri milletlerini (dinlerini) doğrultup dinlerini İslâm dinine tebdil edinceye kadar," demektir. İmâm Beyhakî de bu mânaları kapsayan sözlerle Kâ'b'dan bu hususu rivâyet etmiştir. İbn-i Abbâs hazretlerinden de rivâyet etmiştir ki: "Hıristiyan milletinden Cârud adlı bir kimse Fahr-i Âlem hazretlerine gelip iman getirdiği zaman yemin ederek: — Ya Resûlüllah! Senin vasfını İncil'de buldum. Vallahi Meryem oğlu İsâ seni müjdelemiştir, dedi." İbn-i Sa'd'ın rivâyetinde gelmiştir ki: Hazret-i ibrahim aleyhisselâm Hacer'i yola çıkarınağa emrolunduğu zaman buraka bindirdiler. Yolda giderken her ne zaman yeşillik ve gönül açıcı bir menzile uğrasalar: — Ya Cebrâil, burada inelim mi? diye danışırdı. Fakat Cebrâil aleyhisselâm izin vermezdi. Sonunda Mekke'ye geldiler. Orada Cebrâil aleyhisselâm: — Burada in, ya İbrahim, dedi. ibrahim aleyhisselâm: — Beni öyle bir yerde indiriyorsun ki, burada ne davar var, ne de ekin! Burası kupkuru bir yer, dedi. Cebrâil: — Evet, bu makam öyle bir makamdır ki, senin zürriyetinden senin sözünün kendisiyle tamamlanacağı peygamber buradan çıkar, diye buyurdu. Yahudi tâifesinin Tevrat'ı tebdil ve tağyir ettikten sonra ihtiyar ettikleri nüshada şöyle geçer: "Allah, Sinâdan tecelli etti, Şâir'den doğarak etrafı aydınlattı ve Fârân'dan gün gibi âşikâr meydana çıktı," buyurulmuştur. Sinâ, o dağdır ki, Hak teâlâ hazretleri Mûsa aleyhisselâm'a onda konuştu. Şâir, o balçıktır ki, İsa aleyhisselâm'a onda söyledi ve nübüvveti onda zuhur etti. Fârân, Hicaz diyarında Benî Hâşim dağıdır ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri o dağlardan birinde ibadet ederdi, ilk vahiy orada vâki olmuştu. Bunlar üç dağdır. Birine Ebû Kubeys, birine Kuaykaân derler ki, onun karşısındadır. Biri de daha şerefli sayılmıştır ki, ona Fârân derler. Bu dağın Kuaykaân'a karşı düşen yerine Şâ'b-ı Benî Hâşim (Benî Hâşim Deresi) derler. Bir kavilde Fahr-i Kâinat hazretlerinin doğumu o yerde vâki olmuştur. Tecelli (ışığı vurma), Işrak (parıldayarak doğma) ve istilân (açıkça meydana çıkma, alenîleşme) kelimelerinden murad, zuhur ve inkişaftır. Hâsılı, Hak teâlâ hazretleri bu dağlardan zuhur ve inkişaf etti, demektir. Bunlardan zuhurun mânası, İbn-i Kuteybe'nin dediği üzre, Sinâ'da Hazret-i Mûsa'ya Tevrat'ı inzal etmesi, Sâir'de Îsâ aleyhisselâm'a İncil'i inzal etmesi ve Fârân'da Fahr-i Âlem hazretlerine Kur'ân-ı azîm'i inzal etmesidir. Zuhuru, kitaplar inzal edip şeriatların hükümlerini beyan etmesidir. îsâ aleyhisselâm, zikrolunan Sâir'de, Halil'in memleketinde Nâsıra dedikleri köyde otururdu. Îsâ aleyhisselâm'a tâbi olanlara Nasârâ denmesinin sebebi budur, islâm ehli ile Kitap ehli arasında, Fârân'dan muradın Mekke diyarı olduğunda ihtilaf yoktur. Eğer başka yerdir derlerse Hak teâlâ hazretleri, Tevrat'ta: "Innallahe eskine Hâcere ve İsmaile Fârân — Allah, Hacer ve İsmail'i Fârân'da iskân etti," diye buyurmadı mı? Allah'ın Hâcer ve ismail'i Mekke'de iskân ettiği ise kesindir. O halde Tevrat'ta Fârân kelimesiyle geçince muradın Mekke olduğu sâbit olur, asla şüphe kalmaz. Eğer başka yerdir derlerse göstersinler, nasıl yerdir ki, adı Fârân olsun, Hak teâlâ hazretleri Mesih'den sonra onda kitap indirip şark ve garbı onun hükmüne musahhar etmiş olsun; hiç bir din biliyor musunuz ki, İslâm dini gibi zuhur edip bütün yeryüzüne yayılmış olsun? denilir. Açıktır ki, buna cevap vermekten âciz kalırlar. Kitaplarının hükmünce ve âlem halkinin ittifakınca Fârân'ın Mekke olduğu sâbit olup ondan zuhur eden seçkin dinin İslâm olduğu kesinleşir. İbn-i Zafer'in zikrettiği üzre Tevrat'ın tercümesinde: "Seukimû lehüm nebiyyen misleke min ihvatihim ve ec'alu kelâmı fî femihi feyekulû lehüm külle şey'in emertuhu ve eyyumâ recülün lem yuti' men tekelleme bismî feinnî entekımu minhu." Mânası, Mûsa aleyhisselâm'a hitap ederek: "Ben, senin kavmine kendi kardeşlerinden senin gibi bir peygamber göndereceğim. Kelâmımı O'nun ağzına ilka etsem gerektir. O, benim kendisine emrettiğim her şeyi onlara söyleyecektir. Her kim benim adımı zikredene itâat edici olmazsa elbette ben ondan onun intikamını alırım," buyrulmuştur. Bu sözde Fahr-i Âlem hazretlerinin nübüvvetine deliller vardır. Zira Hazret-i Musa'nın kavmi, Benî İshak idiler. Onların kardeşleri Benî İsmail'dir. Eğer bu vaad olunan peygamber Benî İshak'dan gelmiş olsaydı kendilerinden gelmiş olurdu, kardeşlerinden gelmiş olmazdı. Resûlüllah Efendimiz Benî ismail'den zuhur ettiğinden anlaşılır ki, murad kendileridir, Allah'ın yardım ve selâmlan O'nun üzerine olsun. Ayrıca "Nebiyyen misleke — Senin gibi bir peygamber" buyrulmuştur. Benzerlikten murad, Hazret-i Musa gibi şevketli, dâvet ve şeriat sahibi olmaktır ki, açık seçik mucizelerle gelip meydan okusun, eski şeriatlarını neshedip kendi şeriatinin hükümlerini icra etsin... Tevrat'ta yazılıdır ki: "Lâ yekumu fî Benî Israile ahadün mislü Musa — Benî israil'den Musa gibi bir peygamber çıkmaz," buyrulmuştur. Bir tercümede de: "Mislü Musa lâ yekumu fi Benî Israile ebeden — Musa gibi biri Benî israil'den asla çıkmaz," buyrulmuştur. İkisinin de mânası aynıdır. Yalnız ikincide "Ebeden — Asla" kaydı eklenmiştir. Bunların gereği, Benî İsrail'den Musa'nın benzerinin zuhur etmemesidir. Yehud tâifesi, muztar olduklarından, "O vaad olunan peygamber Nun oğlu Yuşa'dır," dediler. Ama bâtıl bir söz söylemiş oldular. Zira Yuşa aleyhisselâm, Hazret-i Musa'nın diriliği zamanında hizmetkârı idi. Ölümünden sonra onun şeriat ve dâvetini tekid üzere idi. Başka bir şeriat getirmedi. O halde açıkça belirlendi ki, kasdedilen, Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem hazretleridir. Zira zikrolunan şartlarda Hazret-i Musa'nın benzeri idi. Başka din ve şeriat getirdi. Halkı dinine dâvet edip mucizeler gösterdi ve meydan okudu. Eski şeriatları neshedip kendi şeriatını yürürlüğe koydu. Ayrıca, "Kelâmımı O'nun ağzına ilka edeceğim," buyurmasından muradın, Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri olduğu açıktır. Zira mânası: "Ben kelâmımı ona vahyederim de o işittiği üzre halka söyler. O'na sayfalar ve levhalar indirmediğim şunun içindir ki, ümmî'dir (yâni bütün ilimlerin anası olan vahiy kaynağına bağlı olduğu için yazılmış kitaplara muhtaç değildir, bütün bilgileri doğrudan doğruya ana ilim kaynağından alır), okumaz," demektir. İncil'de Farklılık:İbn-i Tuğrul, Dürr-i Munazzam (Dizilmiş inci) adlı kitabında der ki: "Yuhanna, incil'de Mesih aleyhisselâm'dan şöyle nakleder: "Etlubu leküm mine'l-âbe en yu'tiyeküm farkılite âhere yusebbitu maaküm ilâ'l-eyuddu ruhu'l-hakkillezi len yutika'l-âlemu en yaktuluhu — Sizin için Baha'dan size Farkılıt'ı vermesini diledim. O sizinle beraber dağılmış olanları bir araya toplayacak ve Hakk'ın ruhunu kuvvetle izhar edecektir (yahut: Hakk'ın ruhu onu teyîd edecektir). Âlemde hiç kimse onunla çarpışmaya kudret yetiremeyecektir," diye buyurmuş. Ama İbn-i Zafer'in (Allah ona rahmet etsin) naklettiği söz şudur: "En ecebiumunî fahfezu vasiyyeti ve ene etlubu ilâ ebî feyu'tiyeküm farkılite âhere yekûnu maakümü'd-dehre küllehu — Vasiyyetimi kabul ediniz ve onu muhafaza ediniz: Ben, Babam'dan size Farkılıt'ı vermesini diledim ki, zaman sona erinceye kadar sizinle beraber olsun." İbn-i Zafer'in bu sözü, Hazret-i İsa tarafından açıklandığı gösterir ki, Hak teâlâ hazretleri, kendinden sonra o kavme bir peygamber daha gönderecektir. Kendi gibi o da Hak teâlâ hazretlerinin risaletini tebliğ edecek ve onun şeriatı, bâki, ebedî kalıcı ve teyid edilmiş olacaktır. O halde bu vasıflarla vasıflanmış olan kimse, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleridir. Ondan başka kimse değildir." Farkılıt'ın ne demek olduğunda Hıristiyanlar ihtilaf etmişlerdir. Bazıları, Hâmid (hamdedici, övücü) mânasındadır, bazıları da Muhallis (kurtarıcı) mânasınadır, dediler. Eğer Muhallis (kurtarıcı) mânasına muvafakat edersek, murad, Resûlüllah Efendimiz hazretleridir; âlemi küfürden kurtarmıştır. Peygamber ümmetini küfürden kurtarıcıdır. İncil'de Mesih aleyhisselâmın: "Innî ci'tü li-halâsi'l-âlem — Ben, âlemi kurtarınak için geldim," demesi bu mânaya şahittir. O halde buna göre sözün mânası: "Ben Allah'dan son bir peygamber göndermesini dilerim ki, o, âlemi küfürden kurtarsın," demek olur. Kelimenin Hâmid mânasına olduğunu kabul edersek Ahmed ve Muhammed kelimelerine Hâmid kelimesinden daha yakın olan ne vardır ki, ona hamlolunsun? Böylece muradın yine Muhammed Mustafa olduğu açıkça ortaya çıkar. İbni Zafer'in buyurduğu üzre İncil'in tercümesinde Farkılıt'ın resûl mânasında olduğuna delâlet vardır. Zira şöyle denilmiştir: "İnne hâze'l-kelâmellezi tesmeunehu leyse hüvelî beli'l-âbillezi erseleni bihâze'l-kelâmi leküm ve emmâ'l-bâraklitu ruhu'l-kuddusullezi yursiluhu ebî bismî fehüve yuallimuküm külle şey'in ve hüve yüzekkiruküm kemâ kultuhu leküm. — Allah, beni bu kelâmla size peygamber göndermiştir. Ama ruhu'l-kuddüs olan Bârkılıt'ı Hak teâlâ hazretleri gönderecektir. O, beni ismimle zikredip risaletimi tasdik edecektir. Ben size her ne söyledimse o da gelip size hatırlatacaktır." Bundan daha açık söz olmaz ki, Bârkılıt, Hak teâlâ hazretlerinin peygamber olarak gönderdiği resûldür. Gelip Hazret-i Mesih'i tasdik edip onun Allah tarafından gönderilmiş gerçek resûl olduğunu beyan edecektir. Her şeyi halka öğretecek ve hatırlatacaktır. Allah'ı tevhid etmeyi buyuracaktır. Nitekim İsa aleyhisselâm böyle etmişti, demek olur. Mezkûr nakilde geçen Eb (Baba) kelimesi, tebdil ve tahrif olunan kelimelerdir. Yahudi ve Hıristiyanlar, kendi aralarında bu kelime ile Hak teâlâ hazretlerini murad edinirler. Onların âdetinde bu mânada kullanılması kötü ve çirkin bir şey değildir. Zira onların âdet ve göreneklerinde bu bir büyütme, saygı gösterme kelimesidir. Öğrenciler, kendilerinden ilim öğrendikleri üstatlarına Eb (Baba) kelimesi ile hitap ederler. Meşhur ve tanınmış bir şeydir ki, Hıristiyanlar, kendi din büyüklerine Ruhanî Babalar diye hitap ederlerdi. Yahudi ve Hıristiyan yığınları, daima "Biz Allah'ın oğullarıyız" demeği âdet edinmişlerdir. Hak teâlâ hazretleri hakkında bu gibi sözleri kullanınaları kötü anlayış ve kötü edeplerindendir. Cenâb-ı İzzetine lâyık olmadığını idrâk edemeyip bu gibi kelimeleri onun hakkında kullanırlar. "Yürsiluhu ebî bismî — Babam o elçiyi benim ismimle gönderecektir," sözünden murad, Hazret-i isa'nın risaletinin gerçekliğine Fahr-i Kâinat hazretlerinin şehadetidir; Kur'ân-ı azîm'de onun methi ve kendisine iftira edilen şeylerden tenzihidir, dediler. İncil'den başka bir tercümede şöyle vâki olmuştur: "Elfarkılitu izâ câe vebbahe'l-âlime ale'l-hatieti ve lâ yekulu min tilkai nefsihi mâ yesmeu yükellimuhum bihî ve yesûsuhum bilhakki ve yuhbiruhum bil-havadisi. — Farkılıt (Kâinatın Efendisi Resûlüllah hazretleri) geldiğinde kitap ehlinin âlimlerine: 'Niçin gerçeği gizliyorsunuz? Niçin Allah'ın kitabında olan kelimeleri yerli yerinden tahrif ve tağyir ediyorsunuz? Niçin dini dünyaya satıyorsunuz? diye serzeniş edecektir. Ne söylerse kendinden söylemeyip vahiy meleğinden işittiğini söyleyecektir. Halka Hakkı tavsiye edecek; Âlemde olan hâdiselerin hakikatinden haber verecektir." İşte bu zikrolunan vasıflar, Fahr-i Kâinat Efendimizden başka kimden zuhura geldi ki, gerçek resûl o olsun?.. Halka müjdeleyen, kötülüklerin sonunu söyleyerek korkutan, iyiliklerin mükâfatını bildirerek sevindiren, hâdiselerden ve gayba ait hususlardan haber veren, Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem hazretleridir. Farkılıtki, Allah'ın Peygamberi'diro Hazret'tir. O'ndan başka kimse olması düşünülemez. Şerefli sıfatlarının övgüsü Dâvud aleyhisselâm'a inen Zebûr'da da şöyle geçmiştir: "Fâdati'n-niınetu min şefeteyke min ecli hâzâ bârekekellahu ilel-ebedi tekalled seyfeke eyyuhâ'l-cebbâru feinne şerâyiake ve süneneke makrunetu biheybetin yemîneke ve sihâmeke mesnunetün ve cemiu ümemin yehuzzune tahteke. — Senin dudaklarından nimet parlayacak, bu sebeple Allah seni ebediyyen mübarek kılacaktır. Kılıcın cebbarlar gibi boynuna çapraz asılmış olacaktır. Elbette senin şeriatlerin ve sünnetlerin birbirine bağlı büyük bir çift olacak. Sana inanınak ve sana yakın olmak, âdet hükmünde tutulan yol olacak ve bütün ümmetler senin bayrağinin altında toplanacaktır." "Senin dudaklarından nimet parlayacak" buyrulmasmdan murad, Fahr-i Âlem Efendimizin dilinden Allah kelâminin, hadîs-i şeriflerin akmasıdır. "Kılıcın cebbarlar gibi boynuna çapraz asılmış olacak" sözünde, o Hazret'in Arap'tan geleceğine delâlet vardır. Zira bu, "Kılıcını boynuna hamaylı gibi tak," demektir. Kılıcı bu şekilde takinınak Arap tâifesine mahsus bir âdettir. "Cebbar" dediği, halkı cebren, kılıçla küfürden döndürüp İslâm'a getirici demektir. Zikredilen bu hasletler, Fahr-i Kâinat hazretlerinden zuhura gelmiştir. O halde Zebûr'da zikredilmiş olan büyük peygamberden muradın Fahr-i Kâinat Efendimiz olduğunda şüphe yoktur. Vehb bin Münebbih hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, şöyle dedi: "Bazı eski kitaplarda okudum. Hak teâlâ hazretleri şöyle buyurmuştur-. — Yüceliğim ve büyüklüğüm hakkı için Arap dağları üstüne bir nur indireyim ki, Maşrık ve Mağrib arasını doldursun, ismail evlâdından bir ümmî Arabî nebi çıkarayım ki, ona göklerdeki yıldızlar ve yerlerdeki bitkiler sayısınca kimseler iman getirsinler. Onun ümmetinin hepsi, benim rububiyetime ve onun risaletine iman etmiş olup babalarının dinini inkâr ederek ondan kaçsınlar. Musa aleyhisselâm da şöyle buyurmuştur: "Allah'ım, seni noksan sıfatlardan tenzih, kemal sıfatlariyle tavsif eder ve isimlerini takdis ederim. Sen bu nebiyi çok büyük ve şerefli kıldın!" Yâni Resûlüllah Efendimiz hazretleri hakkında Hak teâlâ hazretlerinden zikrolunan kelâm sâdır olunca Musa aleyhisselâm, Cenâb-ı Hakk'ı tesbih ve takdis edip: "Ya Rab, o peygamberi çok övdün ve yücelttin," diye buyurdu. Bunun üzerine Hak teâlâ hazretleri: — Ya Musa! Ben o peygamberin düşmanlarından dünyada ve âhirette intikam alırım. O'nun dâvetini her dâvet üzerine galip ederim. O'nun şeriatma muhalefet edeni hor ve zelil ederim. Ben O'nu adaletle terbiye ettim, adalet için O'nu meydana çıkardım, izzetim hakkı için ben, O'nun yüzü suyuna nice ümmetleri cehennem ateşinden kurtarırım. Dünyayı Ibrahimle fethettim, Muhammedle hatmederim. Bir kimse, O'na yetişse de iman getirmese ve şeriatma girmese o kimse Ben'den uzaktır, diye buyurdu." İbn-i Zafer böyle zikretmiştir. İmâm Beyhaki Delâili'n-Nübüvve'de Hâkim'den, o da Ebû Ümâme-i Bahilî'den, o da Hişâm bin Asi'l-Emevîden rivâyet etmişlerdir ki, Hişâm şöyle anlattı: "Bir zaman beni bir kimseyle beraber Rum padişahına islâm'a dâvet için göndermişlerdi. Herakl'in meclisine vardık. Bize emanet edilen haberi ulaştırdıktan sonra emredip büyük ve altın yaldızlı süslü bir sandık getirdiler. Sandığın içinde birçok hücresi vardı. Hücrenin birini açtı, siyah bir ipek çıkardı. İpeği açtı, içinde kızıl benizli bir suret resmolunmuştu. Gözleri büyük, boynu uzundu ve iki bölük örülmüş saçı vardı. Son derece güzel ve eşsiz bir şekildi. Herakl: — Bu şekli biliyor musunuz? dedi. — Bilmiyoruz, dedik. — Bu, Âdem aleyhisselâmın resmidir, dedi. Ondan sonra bir hücre daha açıp içinden siyah bir ipek çıkardı. Onda beyaz bir suret yapılmıştı. Gözleri kızıl, başı büyük ve sakalı güzel bir şekildi. — Bu kimdir, biliyor musunuz? dedi. — Hayır, bilmiyoruz, dedik. — Bu Nuh aleyhisselâmın şeklidir, dedi. Ondan sonra bir hücre daha açtı. Bir ipek çıkardı. Onda gördük ki, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin mübarek sureti çizilmiş. — Bu kimdir, biliyor musunuz? dedi. — Evet, vallahi bu, Resûlüllah hazretlerinin mübarek şeklidir, dedik. Böyle dedik ve ağladık. Ondan sonra Herakl, yerinden kalkıp yine oturdu: — Gerçekten bu onun şekli midir? dedi. — Sanki şimdi ona bakıyorsun, dedik. Bunun üzerine bir zaman sükût edip onu seyrettik. Ondan sonra: — Bu suret son hücrede saklanıyordu. Bunu hepsinden sonra çıkarınam gerekti. Ama bilmeyi çok kuvvetle istediğim için sabredemedim, çıkardım. Bakalım, ne dersiniz diye? dedi. Ondan sonra İbrahim, Musa, İsa, Süleyman ve sair peygamberlerin suretlerini çıkardı. Biz de: — Bu suretler size nereden geldi? dedik. — Âdem aleyhisselâm, Hak teâlâ hazretlerinden, peygamberlerin suretlerini temaşa etmeyi diledi. Bunun üzerine Allahü teâlâ hazretleri dileğini kabul edip bu suretleri Âdem aleyhisselâm'a inzal etti. Bunlar Mağrib diyarında Hazret-i Âdem'in hazinesinde mahfuzdu. Iskender-i Zülkarneyn Mağrib'i fethettiği zaman bunları çıkarıp Danyal aleyhisselâm'a teslim etmişti. Ondan günlerin geçmesiyle intikal ederek bize ulaştı, dedi." 5 .FASIL Allah'ın Peygamberimiz Üzerine Yemin Ettiği AyetlerBu fasıl, Hak teâlâ hazretlerinin, büyük sevgilisi Peygamber Efendimiz hazretlerinin risaletinin gerçekliği, yüksek kadri ve değeri üzerine yemin etmiş olduğu âyetlerin beyanındadır. Bu Faslın çoğu kısmı, Ibnü'l-Kayyum hazretlerinin Aksâmu'l-Kur'an adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır. Ayrıca ona nice faydalı bilgiler de katılmıştır. Malûm olsun ki, Hak teâlâ hazretlerinin yemini birkaç kısım üzredir. Bazen olur ki, büyük sıfatiyle sıfatlanmış olan şerefli zâtına yemin eder. Bazen olur ki, zât ve sıfatını gerektiren âyetlerine vâki olur. Bazı yaratıklarına yemin etmesi, onların büyük âyetlerden olmasına delâlet eder. Ondan sonra Hak teâlâ hazretleri, bazen olur ki, yeminin cevabını zikreder. Bu, çok defa vâki olur. Bazen hazfeder ve bazen Kur'anın hak olması üzerine, bazen de Resûlün hak olması üzerine yemin eder. Bazen iyiliklere karşılık verilecek mükâfat üzerine, bazen de kötülüklere verilecek ceza üzerine yemin eder. Nitekim hepsi inşallah gelecektir. Bu Fasıl, beş nev'i kapsar. 1. Nevi:Hak teâlâ hazretlerinin, Peygamber Efendimiz hazretlerine mahsus kıldığı büyük ahlâk ve umumî fazilet üzerine ettiği yeminlerin beyanı hakkındadır. Allah, azîm Kur'ân'ında: "Nun ve'l-kalemi ve mâ yesturûne, mâ ente bi-niıneti rabbike bi-mecnûnin, ve inne leke leecren gayre memnûnin, ve inneke le-alâ hulukin azîmin — Nun ve kaleme ve kalemin yazdıklarına andolsun. Sen Rabbi'nin nimetiyle mecnûn değilsin. Senin için kesintisiz ve sonsuz bir nimet vardır. Ve sen, büyük bir ahlâk üzeresin," (Kalem sûresi: 68/1-4) diye buyurmuştur. "Nun" harf isimlerindendir. "Elim Lâm Mim", "Elim Lâm Mim Sad" ve "Kaf" harf isimlerinden oldukları gibi... Bu huruf-u mukattaa'nın (ayrı ayrı harflerin) üzerinde ihtilaf olunmuştur. Bazıları, "Bunlar, Kur'ânın isimleridir," dediler. Bazıları da "Allah'ın isimleridir" dediler. Nitekim Hazret-i Ali (kerramallahu veçhe) den rivâyet edilmiştir ki: — Yâ kâf hâ yâ ayn sâd! Yâ hâ mîm ayn sin kâfi* derdi. Zannolunur ki, Hazret-i Alinin muradı, "Ya münzilühümâ — Ey onları inzal eden!" demekti, dediler. Bazıları da: "Bunlar, Allah'ın bir sırrıdır ki, ilmini Hak teâlâ hazretleri kendine mahsus kılmıştır," dediler. Buna yakın sözler, dört halifeden ve diğer seçkin sahâbeden (Allah onların hepsinden razı olsun) rivâyet olunmuştur. Galiba şerefli muratları, Allahla resûlü arasındaki sırlardır. Başkalarına anlatmak kasdolunınamıştır. Zira bir şey ifade etmeyen sözlerle hitap etmek, olmayacak ve düşünülmeyecek bir şeydir. Her halde ve mutlaka Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin malûmları olması gerek, dediler. Velhasıl âlimler, mümkün olduğu ve elverdiği kadar konuşup: "Nûn'dan murad, burada balık ismi midir, ondan da maksat balık cinsi mi, yoksa yeri götüren balık mıdır?" dediler. Bazıları, Nûndan murad hokkadır, dediler. Bu söz, İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir. Bu takdirde hokka ve kaleme yemin edilmiş olur. Yazı yazma hususunda bunlardan büyük menfaat zuhur ettiği için bunlara yemin olunmuştur. Zira bir şeyin anlatılması murad edildiği zaman bu, bazen sözle bazen yazı ile hâsıl olur. Bir söz de şudur: "Nûn, nurdan bir levhadır. Melekler, onun üzerine emrolundukları hükümleri yazarlar," demişlerdir. Muaviye bin Mürre'den merfuan böyle rivâyet olundu. İşin hakikatini Allah bilir. Nihayet Allah, büyük kitabına ve onun âleti olan Kalem'e yemin etti. O kalem, Allah'ın en büyük âyetleri cümlesindendir. Allah'ın ilk yarattığıdır ki, kaderi onunla cereyan edip şeriatları, kitapları ve vahyi onunla yazılmıştır. Din ve şeriat onunla tesbit ve kayd edilmiştir. Bütün ilimler onunla muhafaza edilmiştir. Mebde ve meâd halleri (işin başı ve sonu ile ilgili hususlar) ve kulların işleri onunla belirlenmiş ve açıklanmıştır. "Mâ ente bi-niıneti rabbike bi-mecnûnin — Sen, Rabbinin nimetiyle mecnûn değilsin," (Kalem sûresi:68/2) buyurulup Fahr-i Kâinat hazretleri hakkında din düşmanlarının, kâfirlerin ve müşriklerin söylediklerini tekzib etmiştir. Bu şerefli söz, yeminin cevabıdır. Mânası: "Senonların dediği gibimecnun değilsin, nübüvvet ve görüş, düşünce sağlamlığı ile nimetlenmiş bir kimsesin," demektir. Hâsılı, kâfirler Allah onlara lânet etsinsenin hakkında bâtıl söz söylüyorlar, Hak teâlâ hazretleri Bunlardan birincisi Meryem sûresinin, ikincisi Şûrâ sûresinin başındaki harflerin okunuşudur. Sana peygamberlik, sağlam ve kuvvetli düşünce ihsan etmiş iken hiç sen mecnûn olur musun? demek olur. "Ve inne leke leecren gayre memnûnin — Senin için elbette kesintisiz ve sonsuz bir mükâfat vardır," (Kalem sûresi: 68/3) buyrulması, koğucuların sözlerine, eziyet ve meşakkatlere tahammül karşılığında yahut halka tebliğ etme karşılığında sana devamlı ve kesilmeyen bir ecir hâsıl olur, demektir. "Ecir" kelimesinin tenkir olunınası (harf-i tarifsiz kullanılması) tazim içindir. Yâni öyle bir ecir ki, anlatılması ve ifade edilmesi kabil değildir, demektir. Bundan sonra Hak teâlâ hazretleri, büyük sevgilisi Efendimiz hazretlerini ona verdiği şeylerin en büyüğü ile överek: "Ve inneke le-alâ hulukin azîmin — Gerçekten sen, çok büyük bir hulk (huy, tabiat, yaradılış ve ahlâk) üzeresin," (Kalem sûresi: 68/4) diye buyurdu. Zira kavminden senin tahammül ettiğin cefaya senin emsalin tahammül edemez, demek olur. Kâinatın hocası Efendimiz hazretlerinin hulkundan Âişe'ye (radıyallahü anha) sual ettiler. O da: "Kâne hulkihil-Kur'ân — O'nun tabiatı (huyu ve ahlâkı) Kur'ân'ın tabiatı gibiydi," diye cevap verdi. Bu sebeple İbn-i Abbâs ve başkaları (Allah onlardan razı olsun): — "Alâ hulukin azîmin — Büyük bir ahlâk üzere" demek, "Alâ dînin azîmin — Büyük bir din üzere" demektir, dediler. Dinin hulk (ahlâk ve tabiat) diye isimlendirilmesinin sebebi şudur: Hulk, öyle çeşitli unsurların birleşmesinden meydana gelmiş toplu bir görünüştür ki, doğru bilgilerden ve temiz isteklerden, ayrıca adalet, hikmet ve maslahata (dirlik ve düzene) uygun olan zâhir ve bâtın amellerle hakka uygun olan sözlerden mürekkeptir. O sö:ler ve ameller, zikrolunan bilgi ve isteklerden çıkar. Onlar sebebiyle nefs, övülen ve beğenilen hasletler kazanır ki, o, ahlâkın en temizi, en şereflisi ve en üstünüdür. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin Kur'ân'dan aldığı ahlâk, bu ahlâktı. Sözü, bütün ayrıntılarıyle' ve açık seçik Kur'an'a mutabıktı. Bilgileri, Kur'an bilgileri idi. Amelleri (yaptıkları işler), ister vacip ister müstehap olsun, Kur'an hükmünce idi. Kur'an her neye rağbet ederse o da ona rağbet etti. Kur'an her neden men etmişse o da ondan men etti, sakındı ve kaçındı. Muhabbeti Kur'an içindi. Daima çalışıp çabalaması, Kur'ân'ın emirlerini yerine getirmeye yönelikti. Onun için hulkunden sual edene, Hazret-i Âişe (radıyallahü anha): "Onun hulku (ahlâk ve tabiatı) Kur'ân'ın hulku gibiydi," diye cevap verdi. Kur'an ve Resûlüllah hazretlerinin hallerine ait bilgisi çok yüksek ve onları tanıması çok yakından olduğu için böyle buyurdu. Suali soran kimse de, şerefli muradinin ne olduğunu anlayıp bu cevapla yetindi. Hak teâlâ hazretleri, Fahr-i Kâinat hazretlerini hulk-ı azîm ile tavsif ettiği zaman: "Festubsıru ve yubsırûne, bi-eyyükümü'l-meftûnu — Sen de onlar da kimin fitneye uğramış (deli) olduğunu göreceksiniz" (Kalem sûresi: 68/5-6) diye buyurdu. Yâni: "Ya Muhammedi Yakın zamanda sen görürsün, müşrikler de görürler ki, senin işinin sonu nasıldır. Gerçekten sen, insanların kalbinde muazzam ve mükerrem olursun. Onlar da hor, zelil ve mağlup olurlar. Sen onların üzerine galip ve muzaffer olursun," demektir. 2. Nevi:Hak teâlâ hazretlerinin, Fahr-i Âlem hazretlerine ihsan ettiği yüce kıymeti ve üstün şerefi üzerine ettiği yeminlerin beyanındadır. Allahü teâlâ, Duha sûresinde, Resûlünü hoşnut edecek şeyleri kendisine verdiğine yeminler ederek: "Ve'd-duhâ ve'l-leyli izâ secâ mâ veddeake ve mâ kalâ — Andolsun kuşluk vaktine ve durgunlaştığı zaman geceye ki, Rabbin seni terketmedi ve sana darılmadı..." (Duha sûresi: 93/1,2,3...) buyurdu. Böyle buyurması, Resûlüllah hazretlerinin tasdikini kapsar. Gerçekten nübüvvetinin doğruluğu ve âhiretteki mükâfatı üzerine yemindir. Hâsılı, nübüvvet ve meâd (işin sonu) üzerine yemindir, dediler. İmâm Fahr-i Razî hazretlerinin naklettiği üzre bazı müfessirler: "Vedduhâ'dan murad, Fahr-i Kâinat hazretlerinin mübarek yüzüdür. Velleyli'den murad, mübarek saçıdır," dediler . İmâm Fahr-i Razî bu mânayı uygun görüp "Bunda ihtimal verilmeyecek bir şey yoktur," demiştir. Kadı Beydâvî Tefsirinde şöyle der: "Duhâ'nın (kuşluk vaktinin) aslında mânası güneşin yükselme vaktidir. Gündüz vakitlerinden bunun tahsisen zikredilmesinin sebebi şudur: Gündüz, bu vakitte kuvvet bulur. Yahut Hak teâlâ hazretleriyle Musa aleyhisselâmın konuşması bu zamanda vâki oldu. Sühreye (yalancı fecre) bu zamanda galip olup secde ettirdi. Yahut, kuşluktan murad gündüzdür. Bir şeyin bir parçasinin bütün hakkında isim olarak kullanılması kabilinden mecaz olur. Nitekim: "En ye'tiyehüm be'sünâ duhân — Yahut o ülke halkı azâbımızın kendilerine kuşluk vakti, eğlenirlerken gelmeyeceğinden emin midirler?" (Araf sûresi: 7/98) sözünün "Be'sünâ beyâten — Peki, o ülke halkı, geceleyin kendileri uyurken azabımızın onlara gelmeyeceğinden emin midirler?" (Araf sûresi: 7/97) âyetindeki "Geceleyin" mânasına gelen sözün karşılığında kullanılması bu mânayı teyid eder. "Ve'l-leyli iza secâ — Andolsun durgunlaştığı zaman geceye" (Duhâ sûresi: 93/2) demek, "O gece ehli sakinleştiği zaman" demektir. Gece ve gündüz, Hak teâlâ hazretlerinin büyük âyetlerinden olduğu için Hak teâlâ hazretleri, bunlara yemin edip: "Ya Muhammed! Gündüz ve gece hakkı için, Rabbin seni terketmedi ve sana darılmadı," (Duhâ sûresi: 93/3) diye buyurdu. Burada "Mâ veddeake — Seni terketmedi," cümlesi, yeminin cevabıdır." Ve mâ kala — Ve sana darılmadı," cümlesi ona matuftur. Yâni: "Rabbin, seni şu tevdi eden kimsenin ilgisini kesmesi gibi bırakmadı," demektir. "Dal" harfinin tahfifi ile "Vedaeke" diye de kıraet olunmuştur. Bu takdirda "Seni terketmedi ve düşman tutunınadı," demek olur. Bu sûrenin iniş sebebi, daha önce işaret olunduğu üzre, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine birkaç gün vahiy gelmedi, eğlendi. Bunun üzerine Allah'ın lâneti üzerlerine olası müşrikler, "Muhammedi İlâhı terketti, ona kızdı," dediler. Hak teâlâ hazretleri, bu mubarek sûreyi, onları red için indirdi: "Gece ve gündüz hakkı için Rabbin seni terketmedi ve sana kızmadı," diye buyurdu. "Ve lel-âhiretü hayrün leke mine'l-ûlâ — Senin için işin sonu, başlangıcından daha hayırlıdır," (Duhâ sûresi: 93/4) diye buyurması, "Âhiret sana dünyadan hayırlıdır," demektir. Sanki Hak teâlâ hazretleri, Fahr-i Kâinat hazretlerine vahiy ve kerametle dünyada bitişiklikten uzak olmadığını beyan ettiği gibi âhirette bunlardan daha yüce ve daha büyük kerametler (ikramlar) vaad buyurdu. Yahut "Senin ömrünün nihayeti, balangıcından sana daha hayırlıdır," demektir. Zira Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, daima olgunluk ve yükseklikte ilerleme ve yükselme üzere idi. Hâsılı, "Gittikçe ululuğun ve üstünlüğün artmaktadır," demek olur. "Ve lesavfe yu'tîke rabbüke feterdâ — Rabbin sana verecek ve sen hoşnut olacaksın," (Duhâ sûresi: 93/5) buyurması bir vaaddır ki, Hak teâlâ hazretlerinin ona verdiği nefs olgunluğu, işin zuhuru, dinin yükseltilmesi ve daha nihayetini kendinden başka kimsenin bilmediği lütûflardan onun için hazırlayıp sakladığı şeylere şamil ve yöneliktir. Hâsılı, "Rabbin sana o kadar ihsan edecek ki, hoşnut olasın. Daha ne kadar ihsanlar edeceğini künhüyle kendinden başka kimse bilmez," demek olur. Burada "Lâm" harfi, başlangıç lâm'ıdır. Başlangıçta olanın hazfından sonra "habere dahil olmuştur. Bu takdirde söz, "Ve leente savfe yu'tîke," demektir. Yâni yemin Lâm'ı değildir. Zira yemin Lâm'ı tekid (pekiştirme) Nun'u olmayınca muzâria (geniş zamana) dahil olmaz. Başlangıç Lâm'ı ile "savfe" nin cemi, "O ihsanlar elbette hâsıl olur, muhakkak olacaktır. Her ne kadar hikmet için tehir olunduysa da..." demeğe delâlet içindir. Bu ayrıntıları açıklamaktan maksadımız, bu mubarek sûrede yemin edilen şey hangisidir ve vaad edilen şey hangisidir, bunları birbirinden ayırmaktır. Âyet-i kerîme hasebince mademki Hak teâlâ hazretleri, o Hazret'e hoşnut oluncaya kadar ihsanda bulunınayı vaad buyurdu, o halde bundan, onu hoşnut edecek her şeyi ona vereceğine delâlet hâsıl oldu. Ama bazı cahiller bu mânaya mağrur olup: — Mademki Hak teâlâ hazretleri, Peygamber Efendimiz hazretlerine, onu razı edinceye kadar ihsanda bulunacağını vaad etti, o halde ümmetinden bir kimsenin cehenneme girmemesi lâzım gelir. Zira, o ümmetinden bir kişinin cehenneme girmesine razı değildir, dediler. Bu gururAllah'a sığınırızşeytanın iğvasıdır. Zira Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin rızası, Hak teâlâ hazretlerinin rızasına uygundur. Hak teâlâ hazretleri, kâfirleri ve âsilerden cehenneme müstahak olmuşları cehenneme sokar. Resûlüllah Efendimiz hazretlerine bir had tayin eder; o da ümmetinin âsileri hakkında şefaat eder. Nitekim son Bölüm'de inşallah gelecektir. Peygamber Efendimiz hazretleri, Hak teâlâ hazretlerinin hakkına riayeti herkesten daha fazla bilicidir. "Ya Rab, benim ümmetimden hiç kimsenin cehenneme girmesine yahut cehennemde kalmasına razı değilim" demesi ihtimali yoktur. Belki Hak teâlâ hazretlerinin şefaat olunınasını dilediği âsi hakkında Resûlüllah Efendimiz hazretlerine izin verir, o da onun izniyle şefaat eder. Hak teâlâ hazretlerinin izninin ve rızasinin olmadığı kimseye şefaat etmez. Ondan sonra Hak teâlâ hazretleri: "Elem yecidke yetîmen feâvâ — O seni yetim bulup barındırmadı mı?" (Duhâ sûresi: 93/6) buyurdu. Kadı der ki: "Hak teâlâ hazretleri, bu sûrede, Fahr-i Âlem hazretlerine ettiği in'amı saymaktadır. Şuna dikkati çekmek için ki, geçmiş zamanda ihsan ettiği gibi gelecek zamanda da ihsan edecektir. "Yecidke" kelimesi, ilim mânasına olan vücud'dandır. "Yetimen" ikinci mef'ulüdür yahut müsâdefe (rast gelme) mânasına olandandır. Birinci takdire göre, "Seni yetim bilip de sığinina yeri vermedim mi?" demektir. İkinci takdire göre, "Seni yetim halinde bulup da sana sığinına yeri vermedim mi," demek olur." "Ve vecedeke dâllen fehadâ — Seni yoldan sapmış bulup doğru yola sevketmedi mi?" (Duhâ sûresi: 93/7) buyrulmuştur. Yâni: "Seni hikmet ve hükümler bilgisinde yoldan sapmış bulup vahiy, ilham ve uygun kılma nazariyle sana öğretti," demektir. "Ve vecedeke âilen feagnâ — Seni fakir bulup zengin etmedi mi?" (Duhâ sûresi: 93/8) buyruldu ki, "Seni çoluk çocuk sahibi fakir bulup ticaret kazanciyle seni zengin etti," demektir. Ondan sonra bu zikrolunan üç büyük nimet karşılığında onlara lâyık olan şükürleri emredip: "Feemma'l-yetîme felâ takher, ve emma's-sâile felâ tenher, ve emmâ bi-niıneti rabbike fehaddis —O halde sakın yetimi ezme, istek sahibi olanı azarlama ve Rabbi'nin nimetini söyle," (Duhâ sûresi: 93/9-ı1) buyurdu. Yâni zayıf yetimin malına galebe ve istilâdan, fakir dilenciyi kovma ve azarlamadan nehyetti ve Rabbinin nimetini söyle, diye emretti, Zira nimeti zikretmek onun şükrüdür. Bazıları, "Nimetten murad nübüvvettir ve tahdîs'den (söylemekten) murad onu tebliğ etmektir," dediler. İşin doğrusunu ancak Allah bilir. 3. Nevi:Hak teâlâ hazretlerinin, o Hazret'i vahiy ve kitabından getirdiği şeylerde tasdiki, hitabında hevâdan tenzihi üzerine ettiği yemin beyanındadır. Allahü teâlâ hazretleri buyurdu ki: "Vennecıni izâ hevâ, mâ dalla sâhibüküm ve mâ ğavâ, ve mâ yantıku ani'l-hevâ — Andolsun yıldıza, indiği zaman. Arkadaşınız doğru yoldan sapmadı ve haddi aşmadı. O kendi nefsinden konuşmaz; O kendisine vahyedilenden başka bir şey söylemez." (Necın sûresi: 53/1-4) Müfessirler Necın'den muradın ne olduğunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları zahiri üzre aldılar, yâni "yıldızdır" dediler. Böyle diyenlerin bir kavlinde kelimenin başındaki "Elif ve lâm" harfleri zamanın tarifi içindir, başka bir kavilde de cinsin tarifi içindir. Necın'den murad, kendisiyle ihtida olunan (doğru yol bulunan) yıldızlardır. Yâni denizde karada yolda gidenler, onlara bakıp yanılmazlar, doğru yollarına giderler. Bazıları, "Murad, Süreyya yıldızıdır, sükut ettiği ve kaybolduğu zaman onun hakkı için, demektir," dediler. İkrime'nin rivâyetinde İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: "Murad, şeytanların ardınca atılıp düşen yıldızlardır. Onlar o zaman dinleyerek çalmak için eflâke çıkarlar," demiştir. Şu söz de Hasan-ı Basrî hazretlerinin sözüdür ve Süddî'den rivâyet edilmiştir ki: "Murad, Zühre yıldızıdır," diye buyurmuş. Yine Hasan-ı Basrî hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: "Kıyamet gününde düşen yıldızlardır," demişler. Bazıları, "Sakı olmayan ve yeryüzüne döşenip yatan nebatlardır," dediler, İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) dan Kelbî'nin rivâyetinde: "Murad, Kur'ân-ı azîm'dir," diye varid olmuştur. Zira Resûlüllah Efendimiz hazretlerine nücûmen nazil olmuştur, dediler. Nücûmen nazil olmanın mânası, vakte bağlı olarak nazil olmaktır. Şu söz Mücâhid, Mukatil ve Dahhâk'ın (Allah onlardan razı olsun) sözleridir: "İmâm Cafer bin Muhammed bin Ali bin Hüseyin'in (Allah onlardan razı olsun) kavlinde, murad Muhammed Mustafa Efendimiz hazretleridir. "İzâ hevâ — İndiği zaman" demek, "Mirac gecesi gökten indiği zaman" demektir. Yâni: "Mirac gecesi göklerden indiği zaman Muhammed hakkı için," demek olur." İbnü'l-Kayyum'un buyurduğu üzre "Sözlerin en açık ve parlak olanı, şeytanlara atılan yıldızlar olduğuna dair olan sözdür. Bu takdirde Hak teâlâ hazretleri, Fahr-i Âlem hazretlerinin getirdiği şeyler gerçek ve doğru olup şeytanın yol bulacağı şeyler olmadığına o atılan taşlara (yıldızlara) yemin etmiş olur. Hâsılı bu sözde kendisiyle yemin edilen ile kendisine yemin edilen arasındaki irtibat ve münasebetin en üstün derecede olduğu açıktır. Ama inmesi zamanında Kur'ân'ı yıldız diye isimlendirmek ve kaybolduğu zamanda Süreyya'ya yemini tahsis etmek açıkça anlaşılan şeylerden değildir. Kıyamette dökülen yıldızlara yemin de zâhir (açık) değildir. Belki Hak teâlâ hazretlerinin kendisine yemin ettiği şeylerdendir. Onun muhataplara zuhuru yoktur. Hususiyle dirilmeyi inkâr edici olanlara zâhir değildir. Tâ ki, onlara delil kılınsın, kendisine yemin edilen ne ise onun hakikatini ona kıyas etsinler. Hak teâlâ hazretlerinin delil getirdiği şeyler o türlü şeylerdir ki, inkâr ve mükâbereye (sözünün mânâsız ve kendisinin haksız olduğunu bildiği halde ağız kalabalığıyle karşısındakini susturmağa çalışmağa) elverişli olmayıp açık seçik âyetlerdir. Eğer "Murad ihtida olunan (kendisiyle doğru yol bulunan) yıldızlardır" denilirse o da caizdir ve uygunluğu zâhirdir. Eğer Süreyya yıldızıdır denirse o da caizdir. Zira yıldızların en parlak olanlarındandır; bakan kimselere karışık ve şüpheli görünmez, her kişiye açık seçik görünür. Nitekim Resûlüllah Ehendimiz hazretleri, âyât-ı beyyinâtiyle (açık seçik işaretleriyle) kimseye benzemeyip herkesten mümtazdır. Süreyya yıldızında şu hal de vardır: Doğu tarafından zuhur ettiğinde meyvelerin yetişeceği zaman yaklaşmış olur, batıdan zuhur ettiğinde ise güz mevsiminin sonlan yaklaşıp hastalıklar azalmağa başlar. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri de zuhur ettiği zaman vahiy ve Kitab'ın semereleri olan İslâm dininin hükümleri yetişmeğe başladı; gurub ve intikale yaklaştığı zaman ise şirk ve kalbî hastalıklar iyice azalmıştı. Bu cihetlerden aralarında münasebet olduğu açıktır. Eğer Necim'den muradın Kur'ân olduğuna zahib olursak Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mucizesiyle doğruluğuna, kötülükten temizliğine ve ondan sapıklık, azgınlık, ümitsizlik, bilmezlik gibi şeylerin sâdır olmadığına delil getirme kabilinden olur. Eğer Necim'den nebat murad olundu denilirse, nebattan murad cismânî kuvvet ve onun salâhı olur. Belki aklî kuvvet salâha daha uygundur. Bunların husulü, resullerin gönderilmesine ve yollarının izahına suret bağlar. Zira emniyet ve selâmet, âlem halkinin olgunluğa erişmesi ve doğru yola gitmesi onlarla hasıl olur. Netice olarak âyet-i kerîmenin mânası, Necın'e yemin ederek: "Muhammed Mustafa (sallallhu aleyhi ve sellem) hazretleri, doğru yoldan sapmadı," demektir. Hitap, Kureyş tâifesine vâki olmuştur. Allah'ın "Ve mâ ğavâ — Azgınlığa, bâtıl ve fâsit olana sapmadı," (Necın sûresi: 53/2) buyurması, "Bâtıl itikad etmedi" demektir. Murad, Kureyş'in Resûlüllah Efendimize nisbet ettikleri şeyi reddetmektir. "Ve mâ yentıku aııi'l-hevâ — O, havadan konuşmaz," (Necın sûresi: 53/3) buyurması*, "Kur'ân ile nutku nefsinin hevâsından sâdır olmaz," demektir. Hak teâlâ hazretleri: "Mâ dalle sâhibüküm — Arkadaşınız doğru yoldan sapmadı," (Necın sûresi: 53/2) buyurdu. "Mâ dalle Muhammedün — Muhammed doğru yoldan sapmadı," demedi. Sâhib'den murad, hem yakınlık, hem de daima konuşup görüşme üzere olan arkadaşlıktır, yâni sohbettir. O halde bu tabirin nüktesi: "Şu sizinle her zaman konuşup görüşen, size yakınlık ve arkadaşlık eden Muhammed ki, siz onun sözlerini, işlerini ve bütün hallerini insanların hepsinden daha iyi bilirsiniz, şimdiye değin ondan yalan, iftira, sapıklık ve azgınlık gelmediğini bilirsiniz, güvenilir ve dürüst olduğunda şüpheniz yoktur, işte o şahıs sizin peygamberinizdir. O bilmediğiniz kimselerden biri değildir," demek olur. Nitekim başka bir yerde: "Emlem ya'rifû resûlelıum fehum lehu miinkirûne — Yoksa onlar resûllerini tanımıyorlar da mı, onu inkâr ediyorlar?" (Müminûn sûresi: 23/69) buyurması, bu mânaya tenbihtir. Hak teâlâ hazretleri, Resûlün nutkunu hevâ'dan sâdır olmaktan tenzih edip: "Ve mâ yentıku ani'l-hevâ — Havadan konuşmaz," demedi. Zira nutkun havadan sudurunu nefyetmek daha beliğdir. Çünkü Fahr-i Kâinat hazretlerinin nutkunun havadan sadır olmaması mânasını mutazammındır. Havadan sadır olmayan nutkun ise lıevâdan konuşma olması kabil değildir. Bu takdirde hem nutkun masdanndan (çıkış yerinden) ve hem de nutkun kendisinden hevâ nefyedilmiş olur. Böylece nutkun hak olarak konuşma olması, nutkun masdarmın (çıkış yerinin) doğru yol ve kemâl üzere bulunınası ve sapıklık, azgınlık üzere olmaması lâzım gelir. Ondan sonra, Hak teâlâ hazretleri: "İn hüve illâ vahyün yûhâ — O, kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir," (Necın sûresi: 53/4) buyurdu. Yâni: "O Kur'ân yahut O'ndan sâdır olan söz, Hak teâlâ hazretlerinin O'na gönderdiği vahiyden başka bir şey değildir," demek olur. Müellif: "Zamiri Kur'ân'a ircadan nutka irca etmek daha güzeldir," demiştir. Zira Fahr-i Kâinat hazretlerinin nutku, hem Kur'ân ve hem sünnet idi. Nitekim Hak teâlâ hazretleri: "Ve enzelallahu aleyke'l-kitâbe ve'l-hikmete — Allah sana Kitab'ı ve hikmeti indirdi," (Nisâ sûresi: 4/113) buyurmuştur ki, bundan murad, Kur'ân ile sünnettir. İmâmu'l-Evzâî'nin zikrettiği üzre Hassân bin Atiyye'den rivâyet edilmiştir ki: "Cebrâil, Resûlüllah'a Kur'ân getirip öğrettiği gibi sünnet de getirip öğretirdi," diye buyurmuşlar. Yine Hak teâlâ hazretleri: "Allemehu şedîdül-kuvâ — Onu, şiddetli kuvvetleri olan biri öğretti," (Necın sûresi: 53/5) buyurdu. Hevâ'dan murad, boş, mânâsız ve bâtıl söz; nefsin bos, mânâsız ve bâtıl şeyleri istemesidir. (Bâkî) Burada kasdedilen Cebrâil aleyhisselâm'dır. Yâni: "O söylediği şeyleri O'na ilmi ve amelî kuvvetleri şiddetli olan Melek (Cebrâil aleyhisselâm) öğretmiştir. Yoksa, şer ve fesat öğreticisi olan şeytanın öğretmesi değildir ki, onda sapıklık ve azgınlık olsun," demektir. Cebrâil aleyhisselâm'ı şedidü'l-kuvâ (kuvvetleri, çok şiddetli) vasfiyle zikretmek övmektir. Şüphe yoktur ki, öğreticiyi methetmek öğretilen kimseyi methetmektir. Eğer "Allemehu cibrîle — Onu Cebrâil öğretti" denseydi, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine açık seçik fazilet hâsıl olmazdı. Bu şerefli söz, "Zî kuvvetin inde zî'l-arşî — O, Arş sâhibinin yanında gayet güçlüdür." (Tekvîr sûresi: 81/20) buyurmasinin benzeridir. Nitekim inşallah ondan bahis gelse gerektir. "Mâ kezzebe'l-fuâdu mâ erâ — Gözünün gördüğünü gönlü yalanlamadı," (Necın sûresi: 53/11) âyet-i kerîmesinin tefsiri, Mirac kıssasında ayrıntılı olarak geçmiştir. Yeminleri cümlesinden biri de Tekvir sûresinde: "Felâ uksimu bil-hunnasi'lcevâri'l-künnasi — Gündüz görünıneyip gece meydana çıkan ve akıp giden yıldızlara yemin ederim ki," (Tekvir sûresi: 81/15-ı6) âyet-i kerimesidir. Hunnas, geri dönen (güneş etrafında devreden) yıldızlardır. Yâni yedi seyyareden güneş ve ay dışında kalanlardır . Onun için "Elcevâri'l-künnas — Güneşin ışığı altında gizlenen seyyareler," diye tavsif buyurdu. "Lâ uksimu," "Yemin etmem" demektir. Yâni: "Yemin etmem, çünkü bu husus yemine ihtiyaç göstermekten müstağni olan açık seçik şeylerdendir," demek olur. Hâsılı, "Böyle açık ve parlak olan bir nesneye yemin etmek ne gerek! Bu, açıkça meydanda, belli belirli olan bir şeydir," demek olur. Yahut "Lâ", kuvvetlendirmek için ilâve edilmiş olup bu takdirde söz, "Uksimu bil-hunnas — O seyyarelere yemin ederim," demek olur. Müfessirlerin çoğu, bu kavli ihtiyar etmişlerdir. Zira Hak teâlâ hazretlerinin: "Innehu le-kasemun lev ta'lemûne azîmen — Eğer bilirseniz, bu, çok büyük bir yemindir," (Vakıa sûresi: 56/76) buyurması bu mânaya delildir. Çünkü bundan bir önceki âyette edilen yemin, "Yıldızların yeri"ne edilmiştir. Ayrıca: "Ve'l-leyli izâ es'ase, ve's-subhi izâ teneffese — Kararınağa yüz tutan geceye ve teneffüs etmeğe başlayan sabaha andolsun," (Tekvîr sûresi: 81/17-ı8) buyurdu. "As'asu'l-leyl" demek, karanlıkların başlaması yahut karanlıkların yok olması, demektir. Mezkûr fiil karşıtlardandır. Sabahın teneffüs etmesi demek, ışık vermesi demektir. Mânası, böylece: "Karanlığı başladığı zaman geceye ve ışık vermeğe başladığı zaman sabaha yemin ederim," demektir. Zarflar, yeminin kaydı değildir, kendisine yemin edilen şeyin kaydıdır. Zira onlarla mukayyed oldukları halde büyük âyetlerden olmaları daha açıktır. Hak teâlâ hazretleri, yıldızların üç halinde onlara yemin etti: 1 . Doğdukları, 2 . Cereyanları (akıp gitmeleri, dönüp dolaşmaları), 3 . Batmaları halinde... Aynı zamanda sona ermesi halinde geceye ve aralıksız olarak onun hemen arkasından yüz göstermeye başlaması halinde gündüze yemin etti. Gecenin zayıflama ve sona erme halini, gündüzün kuvvetlenme ve ışık verme halini, yâni aydınlığını zikretti. Gündüzün başlaması, gecenin karanlığını sürüp giderir. Her ne zaman gündüz teneffüs etse (başlasa), gece düşkünleşip kaçmağa başlar. Bunlar, Hak teâlâ hazretlerinin rububiyetinin işaret ve delillerindendir. Bunları zikredip yemin buyurduktan sonra: "Innehu le-kavlu resûlin kerîmin, zî kuvvetin inde zî'l-arşi mekînin, mutâm sümme eminin, ve mâ sâhibüküm bi-mecnûnin — Elbette o, büyük bir elçinin sözüdür ki, Arş sahibi yanında onun kuvveti ve itibarı yüksektir. O, kendisine boyun eğilen, sonra kendisine güvenilen bir kimsedir ve sizin arkadaşınız deli değildir," (Tekvîr sûresi: 81/1922) diye buyurdu. Burada "Resûl-i kerîm'den — Büyük peygamber'den" murad, Cebrâil aleyhisselâm'dır. Zira zikredilen vasıflar, onun vasıflarıdır. Hakka sûresinde (âyet: 40) zikredilmiş olan Resûl-i Kerîm'den murad, Muhammed Mustafa Efendimiz hazretleridir. Böylece âyet-i kerîmenin mânası: "Elbette Kur'ân-ı azîm, Cebrâil aleyhisselâmın sözüdür, yâni Hak teâlâ hazretlerinden onun alıp getirdiği sözdür. Sizin sâhibiniz Muhammed Mustafa (Sallallahü aleyhi ve sellem) hazretleri, kâfirlerin kendisine bühtan ettikleri gibi, hâşâ mecnun değildir," demek olur. Kur'ân-ı azîm, bazı kere melek elçiye, bazı kere beşer elçiye izafe olundu, ikisine de izafe olunınası tebliğ izafesidir, inşâ (meydana getirme) izafesi değildir. "Resûl — Peygamber" kelimesi bu mânaya delâlet eder. Zira resûl diye, kendisini irsal edenin (gönderenin) sözünü tebliğ eden kimseye derler. O halde şu açıktır ki, Kur'ân-ı azîm, Cebrâil ve Muhammed aleyhisselâmları irsal eden (peygamber olarak gönderen) Allahü teâlâ hazretlerinin sözüdür. Emin Cibril Hak teâlâ hazretlerinden, Emin Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hazretleri de Cebrâil'den almışlardır. Hak teâlâ hazretleri, bu sûrede resûl meleği "Kerîm" diye vasıflandırdı. Bu kelimenin mânası, "Hediye ve ihsanların en üstünü olan ilim, marifet (Allah'ı tanıma bilgisi), hidayet ve irşad bağışları" demektir. Ve bu, keremin en son derecesidir. Ayrıca: "Zî kuvvetin — Kuvvetli," buyurdu. Nitekim Necın sûresinde de: "Şedîdü'l-kuvâ — Çok şiddetli kuvvetler sahibi," (K: 53/5) buyurmuştu. Murad, "Şeytanları, o Kur'ân'a yaklaşıp ona bazı şeyler eklemek yahut ondan bazı şeyler çıkarınak gibi tasarruflarda bulunınaktan kuvvetiyle men edici" demektir. Cebrâil aleyhisselâmda olan kuvvet öyle bir derecededir ki, Lut kavmi helâk olunduğu zaman mübarek kanadinin ucu ile köylerini o denli yukarılara çıkardı ki, köpeklerinin ve küçük çocuklarının seslerini gök ehli işittiler. "İnde zî'l-arşi mekînin" (Tekvîr sûresi: 81/20) demek, "Arş sahibi olan Allah katında iktidar ve itibar sahibi," demektir. Yâni Hak teâlâ hazretlerinde Cebrâil'in kadrini ve rütbesini beyan etmekten ibarettir. İndiyet (Allah katında, Allah yanında denilmesi), ikram, şereflendirme ve büyütme indiyetidir. "Mutâm — Kendisine itaat edilir" denilmesi, "Hak teâlâ hazretlerinin yakın melekleri içinde kendisine itaat olunmuştur. Onun emriyle gidip gelirler ve onun reyine başvururlar," demektir. "Sümme emînin — Sonra emîn (güvenilir) kimsedir," (Tekvîr sûresi: 81/21) diye buyrulması, "Hak teâlâ hazretlerinin vahiy ve rasüllüğüne güvenilirliği vardır. Hak teâlâ hazretleri, onu hiyanet, eksiklik ve sürçmeden saklamıştır," demek olur. Velhasıl Cebrâil aleyhisselâmın zikrolunan beş sıfatla vasıflandırılması Kur'ân-ı azimin senedinin ayıp ve kusurdan münezzeh olduğunun bildirilmesini mutazammmdır. Muhammed Mustafa hazretleri, onu Cebrâil'den işitmiştir, Cebrâil aleyhisselâm da Hak teâlâ hazretlerinden işitmiştir, demeyi bildiricidir. Yücelik ve büyüklük cihetinden bu senet yeter ki, Hak teâlâ hazretleri onun tezkiyesini bizzat üzerine almıştır. Allah, Resûl-i Beşer (sallallahü aleyhi ve sellem) hazretlerini, düşmanlarının isnat ettikleri sıfattan tenzih ve tezkiye buyurup: "Ve mâ sahibüküm bi-mecnûnin — Sizin arkadaşınız mecnûn değildir," (Tekvîr sûresi: 81/22) dedi. Kâfirler, Resûl-i Kibriya hazretlerinin mecnûn olmadığını şüphesiz bilirlerdi. Onun aklinin ve fikrinin kemâlinde şek ve şüpheleri yoktu. Kendi yalanlarını da bilirlerdi. Bu mel'unluktan muratlan, habis canlarına derman olmasını ümit etmeleriydi. Ondan sonra Hak teâlâ hazretleri, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin Cebrâil aleyhisselâm'ı gördüğünü beyan edip: "Ve lekad reâhu bil-ufuki'l-mübîni — Andolsun onu apaçık ufukta görmüştür," (Tekvîr: 81/23) diye buyurdu. Yâni: "Muhammed hazretleri, gerçekten Cebrâil aleyhisselâm'ı güneşin yüce doğuş yerinde gördü," demektir. Bu şerefli söz, Cebrâil'in hariçte mevcut olup gözle idrâk olunduğunu ifade eder. Bazı kimseler, "Cebrâil hariçte mevcut değildir. Belki hayâldir, zihinde mevcuttur," demişlerdir. Bu sözde, bütün resûllere ve onlara uyanlara muhalefet edip bütün milletlerden (dinlerden) dışarı çıkmışlardır. Bu cihetten Fahri Âlem hazretlerinin Cebrâil'i gördüğünü isbat ve ifade etmek, Hak teâlâ hazretlerini gördüğünü ifade etmekten daha ehemmiyetlidir. Zira Cebrâil aleyhisselâm'ı gördüğüne itikat etmek, imanın aslmdandır. Onu inkâr edenin kâfir olduğunda şüphe yoktur. Ama Hak teâlâ hazretlerini görmesi, üzerinde ihtilaf olan bir meseledir. Bunu inkâr eden kâfir olmaz. Bunda ittifak vardır. Zira sahâbe-i kirâmden bir topluluk, "Görmedi," demişlerdir. Hâsılı, Cebrâil'i gördüğünü ifadeye ihtiyaç daha ziyadedir. Gerçi Hak teâlâ hazretlerini görmenin daha büyük olduğunda şüphe yoktur, fakat peygamberlik elbette onun sübutuna (Allah'ı görmenin gerçekleşmesine) mütevakkıf değildir. Ondan sonra Hak teâlâ hazretleri, Resûl-i Ekrem'ini töhmetten tenzih edip: Ve mâ hüve alâ'l-ğaybi bizaninin — O, gayb üzerinde suçlanamaz," (Tekvîr sûresi: 81/24) buyurdu. Yâni: "Muhammed hazretleri, haber verdiği şey üzerinde itham edilemez," demektir. "Gayb üzerinde" demek, "Gaybden haber verdiği şeyler üzerinde" demektir. O da Cebrâil'i görmesi, kendine gelen vahiy ve diğer şeylere yöneliktir. Hâsılı, "Her neden haber verirse o itham edilemez, kendisine güvenilen, emin bir kişidir ve sözü doğrudur," demek olur. Nâfi', Âsim, Hamza ve İbn-i Âmir (Allah onlara rahmet etsin), "Bizınînin" diye kıraet etmişleridir. Bu takdirde "Cimri değildir," demek olur. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretleri: "Allah'ın indirdiği şeyler hususunda cimri değildir," demektir, demişler. Mücâhid (radıyallahü anh): "Bildiği şeyi saklayıp halka cimrilik etmez," diye tefsir etmiştir. Ferâ: "Mânası, Peygamber Efendimiz hazretlerine gökten nefis ve rağbet edilen şeyler gelir, o onu sizden sakınıp cimrilik etmez, demektir," demiş. Bu güzel bir mânadır. Zira nefslerin âdeti, nefis olan ve rağbet edilen şeyde cimrilik etmektir. Hususiyle kadrini bilmezlerden cimrilik olur. Hal böyle iken kâinatın hocası Efendimiz hazretleri, vahiy gibi en şerefli ve en nefis şeyi cimrilik edip sizden saklamaz, demek olur. Ebû Ali El-Farisî der ki: "Mânası, gelen gaybı beyân eder, haber verip açıklar. Kâhin gibi saklamaz. Onların şanı şudur ki: Ücret almayınca söyleyip haber vermezler. Bunlar gibi değildir, demek olur." Hak teâlâ hazretleri buyurdu ki: Felâ uksimu bimâ tubsirûne, ve mâ lâ tubsirûne, innehu lekavlu resûlin kerîmin — Hayır, yemin ederim gördüklerinize ve görmediklerinize ki, o, büyük ve cömert bir elçinin sözüdür." (Hakka sûresi: 69/38-40) Bunda da daha önce geçtiği şekilde "Lâ" harfi menfilik bildirici olunca mânası: "Sizin gördüğünüze ve görmediğinize, hâsılı bütün şeylere, yemin etmem. Zira bunlar açık seçik olan şeylerdendir, yeminle desteklenmekten müstağnidir," demek olur. "Gördükleriniz ve görmedikleriniz"den murad, müşahede edilen ve gaybe ait olan şeylerdir; Yaratıcinin ve yaratıkların toplamına yöneliktir. "Lâ" harfi fazla olduğu takdirde onların toplamına yemin etmiş olur. Bu yemin Kur'ân-ı azimde vâki olan yeminlerin en umumîsidir. Zira bütün ulviyet ve süfliyata, dünya ve âhirete, onlara dahil olan meleklere, inse, cinne ve diğerlerine şâmildir. O halde bu yemin, görünen ve görünıneyen şeylerin hepsinin Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin risaletinin gerçek olduğunun işareti bulunduğunu ifade eder. Velhasıl: "Bütün varlıklar ve yaratıklar hakkı için Kur'ân-ı azîm Resûl-i Kerîm'in sözüdür; onu Hak teâlâ hazretlerinden alarak tebliğ eder," demektir. "Ve mâ hüve bi-kavli şâirin kalîlen mâ tüminûne, ve lâ bi-kavli kâhinin kalîlen mâ tezekkerûne — O bir şâirin sözü değildir. Ne kadar da az inanıyorsunuz! O bir kâhinin sözü de değildir. Ne kadar da az düşünüyorsunuz!" (Hakka sûresi: 69/41-42) buyrulmuştur. Yâni: "O Kur'ân, şâir sözü değildir. Nitekim sizin bazen öyle sandığınız oluyor. O, kâhinin sözü de değildir. Nitekim bazen öyledir diye iddia ediyorsunuz. Belki onu Muhammed Mustafa hazretleri, elçilik yoliyle Hak teâlâ hazretlerinden alıp size tebliğ eder. Siz iman getirmezsiniz ve düşünınezsiniz. Sizden asla iman ve anına, düşünme sâdır olmaz. Siz ne acayip kâfirler ve gafillersiniz!" demektir. Kıllet'ten (azlıktan) murad, burada yokluk mânasınadır. Keşşaf sahibi böyle tefsir etmiştir. Ama Kadı'nın sözü üzere kıllet kendi mânasındadır. Murad, "Size doğruluğu açık seçik meydanda olanı inadınızın çokluğundan az tasdik edersiniz ve az düşünürsünüz. Onun için bu açık seçik olan şey, size karışık ve başka şeylere (şâir ve kâhin sözüne) benzer görünür," demektir. Bu yeminlerden hâsıl olan netice şudur ki, sanki Hak teâlâ hazretleri, "O Kur'ân, gerçek ve sâbittir, görünen ve görünıneyen diğer varlıklar gerçek ve sâbit oldukları gibi..." diye buyurdu. "Tenzilün min rabbi'l-âlemîne — Âlemlerin Rabbinden indirilmiştir," (Hakka sûresi: 69/43) buyrulmuştur. Yâni: "O Kur'an-ı azîm, Allah tarafından indirilmiş, Cebrâil'in lisanı üzre nazil olmuştur," demektir. Bu âyet-i kerîmede "Resûl-i kerîm"den murad, Muhammed Mustafa hazretleridir. Zira "innehu lekavlu resûlin kerîmin — Elbette o, büyük ve cömert bir elçinin sözüdür," (Hakka sûresi: 69/40) buyurduktan sonra, "Ve mâ hüve bi-kavli şâirin — O, bir şâirin sözü değildir" (Hakka: 69/41) ve "Ve mâ hüve bi-kavli kâhinin — O, bir kâhinin sözü de değildir," (Hakka: 69/42) buyurmuştur. Müşrikler elbette Cebrâil aleyhisselâm'ı şiir ve kehânetle vasıflandırmazlardı. Bundan dolayı muradın Resûlüllah Efendimiz hazretleri olduğu açıkça meydana çıkmış olur. Allahü teâlâ buyurdu ki: "Felâ uksimu bi-mevâkii'n-nücûmi, ve innehu le-kasemun lev ta'lemûne azîmun, innehu le-kur'ânun kerîmun, fî kitâbin meknûnin, lâ yemessuhu ille'l-mutahharûne — Hayır, yemin ederim yıldızların yerlerine. Eğer bilirseniz, bu, büyük bir yemindir. O, elbette büyük ve cömert bir Kur'andır. Bir kitap (yazı) içinde gizlenmiştir. Ona temizlenmiş olanlardan başka kimse el süremez." (Vâkıa sûresi: 56/75-79) Bazı âlimler, "Kitab-ı Meknûn'dan (gizli yazıdan) murad Levh-i Mahfiız'dur," dediler. İbnü'l-Kayyum der ki: "Doğrusu şudur ki, murad, "Fî suhufin mükerremetin, merfuatin mutahharatin, bieydi seferetin, kirâmın bereretin — O, şerefli, kutlu, yüce ve temiz sayfalar içindedir. Çok değerli ve çok iyi rasüllerin ellerindedir," (Abese sûresi: 50/13-ı6) âyetlerinde zikredilmiş olan kitaptır. İmâm-ı Mâlik'in de: "Bu âyet hakkında söylenen sözler de Abese sûresinde olan âyet gibidir," dediklerini ben işittim ki, sözlerin en güzeli budur. Bazı müfessirler, "Lâ yemessuhu ille'l-mutahharûne" kavl-i şerifine "Mushafı temiz olanlardan başka kimse tutınasın" diye mâna verdiler. Yâni Kitab-ı Meknûn'dan (gizli yazıdan) muradın mushaf olduğu zannına kapıldılar. Ama birinci söz, bundan daha üstün tutulmuştur. Zira Kur'an-ı azîm'i, şeytanların indirmesinden ve şeytanların onun mahalline vasıl olmasından tenzih için âyet-i kerîme gelmiştir. Nitekim Hak teâlâ hazretleri: "Ve mâ tenezzelte bihi'ş-şeyâtînu, ve mâ yenbağî lehüm ve mâ yestetıûne — Onu şeytanlar indirmedi. Zaten bu onlara yaraşmaz ve buna güçleri de yetmez," (Şuarâ sûresi: 26/210-211) buyurmuştur. Bundan anlaşıldığına göre murad, birinci sözdür. Bundan başka şu da vardır: "Lâ yemessuhu" kelimesi merfudur (harekesi ötredir). Suret ve mâna bakımından haberdir. Eğer yasaklama emri olsaydı (yâni, "El süremez" mânası değil de "El sürmeyin" mânası kasdedilseydi,) meftuh olurdu. Yâni "Lâ yemessehu" şeklinde olurdu. Ayeti yasaklamaya yoran kimse, haberi zahirinden mânaya döndürmeye muhtaçtır. Gerek haberde ve gerek nehiyde asıl olan, her birinin kendi hakikatine döndürülmesidir. Burada sözü haberden nehye döndürmek için hiç bir sebep yoktur. Yâni "El süremezsiniz" sözünü "El sürmeyiniz" şeklinde anlamanın sebebi yoktur." Bu zikrolunan, İbn-i Kayyum'un sözüdür, içlerinde Davud'un da bulunduğu bir topluluk bu sözü rehber edinip hadîs ve tefsirle uğraşanların mushafa el sürmesinin caiz olduğuna zahib oldular. Ama Ibnü'r-Rufea, güzel cevaplar verip bunların düşüncelerini reddetmiştir. Ve "Mushaf-ı şeriftir" demiştir. Delili şudur ki, âyet-i kerîme'de "Tenzil" ve "Mess" buyrulmuştur. Levh-i Mahfuz münzel değildir ve messi de mümkün değildir. "Mutahharun"dan muradın melekler.olması da caiz değildir. Zira nefiy ve isbat vâki olmuştur. Sanki mutahharun mess ederler, mutahhar olmayanlar mess edemezler, demek olur. Gökte oturanlarda (meleklerde) ise mutahhar olmayan ittifakla yoktur. O halde malûm oldu ki, murad, insandan olan mutahharlardır. Dârekutnî'nin ve diğerlerinin naklinde Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinden rivâyet edilmiş olan hadis-i şerifteki, Amr bin Hazm'ın mektubuna yazılmıştısipariş buyurulanlardan biri de şu idi: "Ve lâ temesse'l-Kur'âne illâ ve ente alâ tuhrin — Temiz olmadıkça Kur'an'a yapışma," buyrulmuştur. Bu hadîs-i şerif beyan eder ki, "Lâ yemessuhu ille'l-mutahharûne" (K: 56/79) kavl-i şerifinde murad Kur'ân-ı azîm'dir. Âyet-i kerîmede zikredilen kitap Mushaf-ı şeriftir. "Lâ yemessuhu — Ona el sürülmez" sözünün sureti haber, mânası nehiydir. Bunun benzerleri Kur'ân-ı azîm'de çoktur: "Vel-mutallakatü yeterAbbâsne — Boşanmış kadınlar gözetirleryâni "gözetsinler" demektir-," (Bakara sûresi: 2/228 ve "Lâ tudârre vâlidetün — Anne zarara sokulmazyâni "zarara sokulmasın" demektir-," (Bakara sûresi: 2/233) ve daha başkaları bu kabildendir. Bazı âlimler: "Meczumdur, sin harfinin zammesi zamirin zammesine ittiba içindir. Suret ve mâna yönlerinden nehiy içindir," diye buyurmuştur. Şehâbeddin Ahmed bin Yûsufu's-Semîn (Allah ona rahmet etsin) der ki: "Zikrolunan "Lâ"da iki vecih vardır Birisi nefyedici olması, biri de nehyedici olup kendisinden sonra gelen fiilin onunla meczum olmasıdır. Eğer idgam fek olunsa cezm zâhir olurdu. "Lem yemseshum — Onlara dokunınadı," (Al-i Imrân sûresi: 3/174) kavl-i şerifindeki gibi. Fakat burada idgam olunmuştur. He harfinin zammmesine ittibaen sin harfi de mazmum olmuştur. Bunun emsalinde Sîbeveyh'den mahfuz olan zammedir, ondan başkası değildir. Hadîs-i şerifte: "İnnâ lem nerudduhu aleyke illâ ennenâ hürümün — Biz onu sana ancak ihramlı olarak döndürürüz" diye vâki olmuştur. "Neruddu" kelimesi meczum iken "he" harfinin zammesine ittiba olunup dal harfi mazmum kılınmıştır." 4. Nevi:Hak teâlâ hazretlerinin Peygamber Efendimiz hazretlerinin risaletinin gerçekliği üzerine ettiği yemin beyanındadır. Allahü teâlâ buyurdu ki: "Yâ Sîn. Ve'l-kur'âni'l-hakîmi. İnnelce lemine'l-mürselîne. Alâ sırâtin müstakimin — Ey insan! Andolsun hikmetleri kendinde toplayan Kur'ân'a. Elbette sen Allah tarafından gönderilmiş rasüllerdensin. Dosdoğru bir yol üzerindesin." (Yâsin sûresi: 36/1-4) Malûm olsun ki, Hak teâlâ hazretlerinin bazı harflerle başlattığı her sûrenin başlarında ya Zikir, ya Kitap veya Kur'ân kelimeleri gelmiştir. Ondan sonra malûm olsun ki, bu harflerin sûrenin başında bulunınasında, onların hikmetten hâli olmadığına delâlet eden bazı şeyler vardır. Fakat insanın bilgisi ona ulaşmaz. Meğer ki, Allahü teâlâ hazretleri onu açmış olsun. Nihayet malûm olsun ki, Yâsin'in ne demek olduğunda tefsir ehli, birkaç görüş üzre ihtilaf etmişlerdir. Bunlardan biri şudur ki: "Tay kabilesinin lügatinde 'Ey İnsan!' demektir," dediler. Bu söz, İbn-i Abbâs, İkrime, Dahhâk ve Saîd bin Cübeyr'in (Allah onların hepsinden razı olsun) sözleridir. Bazıları, "Habeş lûgatında böyledir," dediler. Bazıları da, "Kelb kabilesinin lügatinde böyle demektir," dediler, Hâsılı "Yâ İnsan!" demek olduğunda bunlar ittifak ettiler. Fakat hangi lügatte olduğunda ihtilaf ettiler. İmâm-ı Fahreddin Razî der ki: "İnsanın tasgiri 'üneysîn' gelir. Sanki baş tarafı yok oldu, 'sîn' kaldı ve 'Yâsin' denildi. Bu takdirde hitap, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerine vâki olur. "İnneke lemine'l-mürselîne —? Elbette sen Allah tarafından gönderilmiş rasüllerdensin," (Yâsin sûresi: 36/3) kavl-i şerifi buna delâlet eder." Ebû Hayyân buna itiraz edip dedi ki: "İnsanın tasgirinde Araplardan nakledilmiş olan kelime üneysiyânveyâ üneysândır. Ye harfi ve sonunda Elif harfi vardır. Bu, insanın aslinin ünsiyân olduğuna delâlet eder. Zira kelimelerin tasgirleri onları asıllarına döndürür. Halbuki tasgirinin "üneysîn" geldiği malûm değildir. Öyle olduğu kabul edilse bile zam üzre dayanınaktan başkası caiz değildi. Zira tek kişiye "Yâ" diye nida edilmesinde kelime harf-i tariflidir. Bununla beraber âlemlerin hocası Resûlüllah Efendimiz hazretlerine böyle hitap caiz değildir. Çünkü tasgir (küçültme), tahkirdir. Bu ise o Hazret hakkında mümkün olmayan bir şeydir." Sümeyn: "Ebû Hayyân'ın haklı olan itirazı doğrudur. Alimler kesin olarak hükmetmişlerdir ki, şer'an büyük isimlere tasgir dahil olmaz. Onun için hikâye ederler ki, İbn-i Kuteybe: "Allah' m isimlerinden Müheymin ismi müminin tasgiridir. Aslı müeymin idi, hemzesi he'ye kalbolundu," dediği zaman, bu söz küfre yakın sözdür; bunu söyleyen kimse, Allahü teâlâ hazretlerinden sakınsın, dediler." Ama işin hakikati şudur ki, tasgir, her yerde tahkir için olmaz. Nitekim Hak teâlâ hazretleri, Yakub aleyhisselâm'dan hikâye olarak: "Yâ büneyye taksus rü'yâke — Ey yavrucuğum, rüyanı anlatma," (Yusuf sûresi: 12/5) buyurduğunda tasgir şefkat içindir. Babadan oğula, hocadan talebeye ve Yaratıcı'dan yaratığına tasgir sigasiyle hitap olunsa şefkat, merhamet ve okşayış düşünülür. Bunların akislerinde edepsizlik bulunduğu kesindir. Onun için hatalı bulunınuştur. Doğrusunu Allah bilir. Bir söz de şudur ki: "Yâ sin, yâ Muhammed demektir," dediler. İbn-i Hanefiyye ve Dahhâk böyle buyurmuşlardır. Ebû'l-Aliyye'nin kavlinde "Ya Recül!" demektir. Katâde'nin kavlinde Kur'ân'ın isimlerinden bir isimdir. Ebû Bekri'l-Verâk'ın kavlinde "Yâ Seyyidü'l-Beşer!" demektir, dediler. İmâm-ı Cafer-i Sâdık'dan rivâyet edilmiştir ki, Hak teâlâ hazretleri, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerine hitap edip "Yâ Seyyid!" demeyi murad edindi, diye buyurmuşlar. Bunda ne denli tazim ve tekrîm bulunduğu gizli değildir. Rivâyet olunduğuna göre Talha, İbn-i Abbâs'dan (Allah onlardan razı olsun) rivâyet etmiştir ki: "Yâ sin, Hak teâlâ hazretlerinin isimlerinden bir isimdir. Ona yemin etmiştir," diye buyurmuşlar. Kâ'b'dan da rivâyet edilmiştir ki: "Hak teâlâ hazretleri, gökleri ve yeri yaratmazdan iki bin yıl önce, 'Yâ Muhammed! Gerçekten sen resûllerdensin,' diye yemin etti," demiştir. Ondan sonra Hak teâlâ hazretleri: "Ve'l-kur'âni'l-hakîmi, inneke lemine'l-mürselîne alâ sırâtin müstakimin. — Andolsun hikmetleri kendinde toplayan Kur'ân'a. Elbette sen, Allah tarafından sırat-ı müstakim üzre gönderilmiş rasüllerdensin," (Yasin sûresi: 36/2-4) buyurdu. Kâfirler, Resûlüllah hazretlerine "Sen Allah tarafından gönderilmiş değilsin," derlerdi. Hak teâlâ hazretleri, onları reddetmek için ismine ve kitabına yemin edip: "Gerçekten sen Allah tarafından sırât-ı müstakim üzre gönderilmiş rasüllerdensin," (Yasin sûresi: 36/3-4) diye buyurdu. Sırât-ı müstakim'den (doğru yol'dan) murad, tevhid ve işlerin istikametidir. Nakkaş: "Hak teâlâ hazretleri, kerim kitabında âlemlerin hocası Efendimiz hazretlerinden başka peygamberlerden hiç kimsenin risaleti için yemin etmedi," demiştir. Bundan murad, Fahr-i Âlem hazretlerini diğer nebiler ve resûller arasında şeref üstünlüğü ile yükseltmektir. 5. Nevi:Fahr-i Kâinat hazretlerinin müddet-i hayatma, asrına ve beldesine vâki olan yeminler hakkındadır. Hak teâlâ hazretleri buyurdu ki: . "Le-amrüke innehum lefî sekretihim yaınehûne — Senin ömrüne andolsun ki, onlar sarhoşlukları içinde bocalıyorlardı." (Hicr sûresi: 15/72) Lügatte "amr" ve "ömr" aynı mânayadır. Fakat yeminde, ayn harfinin fethi ile "amr" diye kullanılır. Çok kullanılmasından ötürü "Le-amrüke" denilir. Bunun i'rabmda nahivciler: "Başlangıcıyla merfû'dur, haberi hazfolunmuştur ve mânası 'Yemin ederim' demektir. Kelâmda ona delil olduğu için hazfolunmuştur," dediler. Züccâcî der ki: "Le-amrüke diyen kimse, sanki Hak teâlâ hazretlerinin bekasına yemin eder. Onun içindir ki, Hanefî ve Mâlikî âlimleri, 'Bununla yemin bağlanmış olur. Zira Allah'ın bekası zâtinin sıfatmdandır,' dediler. İmâm-ı Mâlik'den rivâyet edilmiştir ki, 'Ona yemin beni i'câb etmez,' diye buyurmuşlar. Mânası, bana hoş gelmez, demektir. İmâm-ı Şafiî ve Ishak, onunla ne etseniz yemin olmaz, dediler. İmâm-ı Ahmed'den mezhebine uygun sözler rivâyet olunmuştur. Ama üstün tutulanı Şafiî'nin sözü gibi olandır, dediler." "Le-amrüke" sözünde hitap kimedir? diye âlimler değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazıları dediler ki, Lut aleyhisselâm kavmine va'z edip "Hâulâi benâti — İşte benim kızlarım!"; (Hicr sûresi: 15/71) dediği zaman melekler, Lut aleyhisselâm'a: "Le-amrüke innehum lefî sekretihim yaınehûne — Senin ömrüne andolsun ki, onlar sarhoşlukları içinde bocalıyorlardı," (Hicr sûresi: 15/72) dediler. Yâni: "Senin kavmin şaşkın ve başı dönınüş kimselerdir. Senin sözünü nasıl idrâk eder, senin nasihatma nasıl iltifat ederler?" demek olur. Hâsılı, hitap Lût aleyhisselâmadır, dediler. Bir söz de hitabın Muhammed Mustafa Efendimiz hazretlerine olması hakkındadır. Buna göre Hak teâlâ hazretleri, O'nun hayatma yemin etmiştir. Bundan o Fahr-i Kâinat hazretlerine ne derecede tazim bulunduğu açıkça anlaşılır. İbn-i Cerîr şöyle rivâyet etmiştir: "Hak teâlâ hazretleri, kendine Muhammed Mustafa hazretlerinden daha şerefli olan bir nefs yaratmadı. Münzel kitaplarda Hak teâlâ hazretlerinin O'ndaıı başka bir kimsenin hayatma yemin etmiş olduğunu işitmedim. Hak teâlâ hazretleri: "Senin ömrüne yemin ederim ki, onlar sarhoşlukları içinde bocalıyorlardı," (K: 15/72) buyurmuştur. Böylece O'nun hayatı, ömrü ve dünyada bekası hakkı için diye yemin eder, demektir." Beğavî de tefsirinde böyle demiştir. Bu takdirde Hak teâlâ hazretlerinin Fahr-i Âlem hazretlerinin hayatma ettiği yemin, Lût kıssası içinde sunulmuş bir söz olur. İmâm-ı Kurtubî der ki: "Hak teâlâ hazretleri, Resûlünün hayatma yemin ettiği zaman bizim de O'nun hayatma yemin etmemizin cevazını beyan etmekten başka bir şey dilemedi." İmâm-ı Ahmed bin Hanbel: "Ahir zaman nebisi Efendimiz hazretlerine yemin edenin yemini geçerli olur. Yemini bozduğu takdirde kefaret lâzım gelir," demiştir. Bunu Fahr-i Kâinat hazretlerinin şehadetin rükünlerinden biri olmasından istidlal etmiştir. Yâni: "Mademki imanın tamamlanınası O'nun rasüllüğüne şehadet etmeye bağlıdır, o halde O'na olunan yemin de geçerli olur," demiştir. İbn-i Huveyr Mendâd: "Resûlüllah Efendimiz hazretlerine yemin etmeyi tecviz edenler şunu deli! getirdiler ki, Fahr-i Âlem hazretlerinin kendi zamanında müslümanların yemini ona and içmek şeklindeydi. Bugün bile Medineliler birbirine yemin verecek olduklarında: "Bu kabrin sahibi hakkı için, bu kabirde sâkin olanın hakkı için yemin ederim," derler. Yâni Resûlüllah Efendimiz hazretlerine and verirler," demiştir. Allahü teâlâ buyurdu ki: "Lâ uksimu bihâzâ'l-beledi, ve ente hillün bihâzâ'l-beledi, ve vâlidin ve mâ velede — Bu beldeye (Mekke'ye) yemin ederim ki, bu sen içinde bulundukça beldede haram olan şeyler sana helâî kılınmıştır. Babaya ve çocuğa yemin ederim ki, biz insanı şiddet ve meşakkatte yarattık." (Beled sûresi: 90/1-4) Hak teâlâ hazretleri, o Hazret'in beldesi olan emîn beldeye ki, Mekke şehridir, yemin eder ve o beldenin eminliğin, kutsallığını, O'nun o şehirde olmasiyle sınırlı tutar. Resûlüllah hazretlerinin faziletinin fazlalığını göstermeyi ve bir yerin şerefinin o yer halkinin şerefiyle olduğunu bildirmeyi murad edinir. Kadı Beydâvî der ki: "Vâlid (baba) kelimesi 'Hâzâ'l-beled'e matuftur. Baba'dan murad, Hazret-i Âdem ve İbrahim aleyhisselâmlardır. Ve ınâ veled — Çocuk' ise zürriyetidir yahut Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleridir. Veled'in harf-i tarifsiz kullanılması tazim içindir. Müfessirlerin çoğunun sözleri, muradın Âdem aleyhisselâm ve zürriyeti olduğu merkezindedir. Hak teâlâ hazretlerinin bunlara yemin etmesinin izahı şudur ki, bunlar yeryüzünde Allah'ın yaratıklarının en acayip olanıdır. Bunlardan aceb nesne yoktur. Söz söyleme, görüş ve düşünce sahibi olma, bilgiler çıkarına, nebiler ve veliler bunlardadır. Yeryüzünde bulunan diğer bütün şeyler bunlar için yaratılmıştır." Keşşaf sahibinin kavline göre "vâlid-baba" kelimesinden murad, Resûlüllah Efendimiz hazretleri; "ve mâ veled-ve çocuk" ise O'nun evlâdıdır. Başkasına ihtimal vermemiştir. Hâsılı bu mubarek sûrede iki yerde Resûlüllah Efendimiz hazretlerine yemin olunmuştur. "Ve ente hillün" hulul (girmek) dendir ki, zaan (geçip gitme, göçme) nin zıddıdır. Böylece Hak teâlâ hazretlerinin yemini, Muhammed aleyhisselâm hazretlerini içinde bulunduran beldeye olur. Hak teâlâ hazretleri, Beyt-i Şerifini kulların kıblesi, büyük resûlünü ise doğru yola hidayet edici eylemiştir. Bunlar Hak teâlâ hazretlerinin, kullarına olan nimetlerinin en büyüklerindendir. Bunlara yemin edilmesi bu cihetlerden münasiptir. Bazı müfessirlerin kavline göre "Ve ente hillün bihâzâ'l-beledi" demek, "Ya Muhammedi Kavmin senin katlini ve bu Mekke şehriki, orada vahşi hayvanlar ve kuşlar emniyet ve selâmet üzre rahattırlarbu şehirden dışarı çıkarınayı helâl addettiler," demektir. Bu mâna,. Şurahbil'den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir. Katâde'nin kavline göre bu âyetin mânası: "Sen günahkâr değilsin. Dilediğin kimseyi Mekke'de katletmek sana helâldir," demek olur. Bunun açıklama şekli şudur ki, Hak teâlâ hazretleri, Mekke şehrini Resûlüllah Efendimiz hazretlerine fethediverip O'na helâl kıldı. Bu şehir O'ndan önce hiç kimseye fetholunınadı ve helâl kılinınadı. Böyle olunca Hak teâlâ hazretleri, O'na dilediğini helâl etti ve dilediğini haram etti. Eğer sual olunup: — Bu sûre Mekke'de inmiştir. "Ve ente hillün bihâzâ'l-beledi" sözü hâl'den (şimdiki zamandan) haber vermedir. Zikrolunan vak'a ise Medine'ye hicret müddetinin sonlarındadır. O halde bunların arası nasıl birleştirilir? denirse cevap vermişlerdir ki: — Söz hâl için ve mâna gelecek içindir. Bunun benzeri, Hak teâlâ hazretlerinin "Inneke meyyitim ve innehum meyyitûne — Sen de ölüsün, onlar da ölüdürler," (Zümer sûresi: 39/30) buyurmasıdır, demişlerdir. Her ne olursa olsun bütün hallerde âyet-i kerîme, Muhammed Mustafa Efendimiz hazretleri'nin şehrine yemini mutazammındır. Bunda bulunan yücelik ve büyüklüğün ne dairede olduğu kimseye gizli değildir. Ömer bin Hattâb'dan (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerine hitap ederek: — Yâ Resûlallah! Anam atam sana feda olsun! Gerçekten senin faziletin Hak teâlâ hazretleri katında öyle bir dereceye vardı ki, senin hayatma yemin etti. Halbuki senden başka hiç bir peygamberin hayatma yemin etmemişti. Senin ayak bastığın toprağa yemin edip: "Lâ uksimu bihâzâ'l-beledi — Bu beldeye yemin ederim," dedi, diye buyurdu. Yine Allahü teâlâ hazretleri buyurdu ki: "Ve'l-asri, inne'l-insâne lefî husrin — Asr'a yemin ederim ki, insan ziyandadır." (Asr sûresi: 103/1-2) Asr'dan muradın ne olduğunda âlimler ihtilaf etmişlerdir. Bazılarının kavline göre murad zamandır. Zira zaman, nice acayip şeyleri kaplar. Zamanın geçmesiyle ömür tamam olduğu için Hak teâlâ hazretleri onu zikretti. Ömür içinde iyi ve güzel işler yapılmazsa insan elbet ziyan içinde olur. İmâm Fahr-i Râzî, Kadı Beydâvî tefsirlerinde ve başkaları da: "Asr'a yeminden murad, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin kendi zamanına yemindir," demişlerdir. İmâm Razî der ki: "Bu mâna olduğunu şu hadîs-i şeriften çıkarmışlardır ki, âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri buyurmuştur: "Gerçekten sizinle sizden öncekilerin meseli şunun gibidir: Bir kişi sabahtan öğleye kadar ücretle çalışır ve bir kırat ücret alır. Bu, Yahudilerin amelidir. Bir kişi de öğleden ikindiye kadar çalışır ve bir kırat ücret alır. Bu da Hıristiyanların amelidir. Bir kişi ise ikindiden akşama kadar çalışır ve iki kırat ücret alır. Bu da sizin amelinizdir. Yahudi ve Hıristiyanlar buna kızıp: — Bizim amelimiz daha çok, ücretimiz daha azdır! derler. Allahü teâlâ: — Sizin ücretinizden (amellerinizin karşılığından) bir şey eksilttim mi? buyurur. — Hayır, derler. Bunun üzerine Allah: — Bu benim fazlımdır ki, onu istediğime veririm, buyurur. Böylece siz, ameli en az ve ecri en çok olan bir ümmet oldunuz." Bunu Buhârî rivâyet etmiştir. Müfessirler bu hadis-i şeriften istidlâl edip "Asr'dan murad, Peygamber Efendimiz hazretlerinin şerefli zamanıdır," dediler. Zira hadîs-i şerifin mânasinin özü, Yahudi ve Hıristiyan ümmetlerinin çok amellerine bir ecir, bunların ise az amellerine iki ecir verilmesidir. Hâsılı Hak teâlâ hazretleri, Fahr-i Âlem hazretlerinin bu âyette zamanına, "Ve ente hillün bihâzâ'l-beledi" (K: 90/2) âyetinde mekânına ve "Leamrüke" (K: 15/72) âyetinde ömrüne yemin etmiş olur. Sanki Allahü teâlâ: "Ve asrüke ve beledüke ve amrüke — Senin zamanına, senin şehrine ve senin ömrüne yemin ederim," diye buyurdu. Bunların hepsi Resûlüllah Efendimize zarf gibidir. Zarfa bu derece tazim olunca mazrufa ne mertebe olması gerektiği düşünülsün. İmâm Razî der ki: "Yeminin mânası şudur: Sanki Hak teâlâ hazretleri, insan tâifesi sana tâbi olmayıp senden yüz çevirirlerse ne azim bir hüsran içindedir, onların ziyanları ne büyük bir ziyandır diye buyurdu."* |