Geri

   

 

 

İleri

 

1 FASIL

6 - 1   Kur'an'da Geçen Âyet ve Deliller

Bu fasıl, Peygamber Efendimiz hazretlerinin kadrinin ululuğuna, zikrinin yüksekliğine, rütbesinin yüceliğine ve mevkiinin büyüklüğüne ilişkin olan âyet-i kerîmelerin beyanındadır.

Allahü teâlâ hazretleri buyurdu ki:

"Tilke'r-rüsûlü faddalnâ ba'dehum alâ ba'din minhum men kellemallahu — işte biz, o rasüllerden kimini kiminden üstün kıldık. Allah onlardan kimisiyle konuştu." (Bakara sûresi: 2/253)

Müfessirler: "Allah onlardan kimisiyle konuştu'dan murad Mûsâ aleyhisselâm'dır. Allah, vasıtasız olarak ona söz söylemiştir," dediler. Ama bu âyet-i kerîme, Allah'ın konuşmasinin sırf Mûsâ'ya mahsus olduğunu ifade edici değildir. Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerine de konuşup söz söylediği sabit olmuştur. Nitekim daha önce beyan olunmuştu.

Hazret-i Mûsâ'ya "Kelâm" kelimesinden "Kelim" ismi iştikak olunup Fahr-i Âlem hazretlerine olmamasinin sebebi şudur: Mânanın itibarı bazen iştikakın tashihi için olur; ism-i fail gibi. Bu takdirde muttarid olur. Şu mânaya ki, söz konusu vasıf her kiminle kaim olursa ondan o şahıs için vücuben bir isim iştikak olunur. Meselâ her kiminle kitâbet kaim olsa ondan bir "kâtip" ismi iştikak olunup o kimseye verilmesi vaciptir. Ama bazen de mücerret tercih için olur; "kelim" gibi, "karûre" (göz bebeği) gibi. Bu takdirde ittirad lâzım değildir. O halde herhangi bir kimse ki, söz konusu vasıf onunla kaim olsa, onun için o vasıftan bir isim iştikakı lâzım değildir. Nitekim Kadı Uzd bunu doğrulamıştır.

Ama Mu'tezile buna muhalefet edip "Peygamberlerden kiminin kimisi üstüne fazlı yoktur,"demişlerdir. Halbuki bu âyeti kerîmelerde onların düşüncelerinin reddi vardır.

Bazı kimseler de "Hazret-i Âdem aleyhisselâm, babalık hakkından ötürü diğerlerinden daha üstündür," demişlerdir. Bazıları ise "Üstünlük hususunda susmak daha üstündür," dediler. Ama itimat şu görüşedir ki, halef ve selefin çoğu onun üzerinde birleşmişler: "Resûller nebilerden daha üstündür," demişlerdir. Ayrıca resûllerin de bir kısminin bir kısmından üstün olduğunu kabul etmiş ve hüccet olarak zikrolunan iki âyeti ileri sürmüşlerdir.

Kâdî Iyâd'ın hikâye ettiği üzre bazı âlimler buyurmuşlardır ki: "Burada onların üstünlüğünden murad dünyadaki üstünlükleridir. Bu mâna üç hâl ile hâsıl olur:

1 . işaret, alâmet ve mucizelerinin daha parlak ve daha meşhur olması.

2 . Ümmetinin daha anlayışlı, daha temiz ahlâklı ve daha çok olması.

3 . Haddizâtında daha üstün ve daha parlak olması.

Zâtî üstünlüğü, Allah'ın ona mahsus kıldığı fazilet ve kerametlere râcidir ki, kimini kelâmla, kimini halillik, yâni dostluk ile, kimini rüyetle seçkin ve üstün etmiştir.

O halde şek ve şüphe yoktur ki, bizim peygamberimizin âyet (işaret) ve mucizeleri, daha parlak, daha çok, daha kuvvetli ve daha kalıcıdır; makamı daha yüksek, devleti daha büyük ve daha çoktur. Şerefli zâtı da daha üstün, daha anlayışlı, daha akıllı, daha temiz ve daha parlaktır. Bütün peygamberler üzerine hususiyetleri daha meşhurdur. O halde derecesi bütün resûllerin derecelerinden daha yüksek, yüce zâtı bütün yaratıklardan daha şerefli, daha cömert ve daha yüksektir. Daha önce zikri geçen şefaat hadîsini iyice düşünülmelidir ki, kıyamet gününde ümmetlerin âsileri resûllerin büyüklerine gidip şefaat istediklerinde onları birbirine salacaklar. Sonunda kâinatın hocası Efendimiz hazretlerine gelip hepsine o şefaat edecektir.

Nitekim İbn-i Mâce'nin rivâyet ettiği üzre:

"Ben Âdemoğullarının efendisiyim. Kıyamet günü yer, ilkönce benim için yarılacaktır," diye buyurmuştur.

İmâm-ı Tirmizî'nin naklinde Enes (radıyallahü anh)den rivâyet edilmiştir ki:

"O gün Rabbim katında Âdemoğullarının en cömerdi ve en ulusu benim. Bunu öğünmek için söylemiyorum," diye buyrulmuştur.

Bu hadîs-i şerifler, Fahr-i Kâinat hazretlerinin Âdem aleyhisselâm'dan başkasından üstünlüğüne delâlet eder . Ama mutlak olarak üstünlüğünü, bazı muhakkikler şu âyet-i kerîmeden çıkarmışlardır ki, Hak teâlâ hazretleri: "Küntüm hayre ümmetin uhricet linnâsi — Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz," (Âli İmrân sûresi: 3/110) diye buyurmuştur.

Şüphe yoktur ki, ümmetin hayırlılığı dinde kemâlleri bakımındandır. Dinde kemâlleri ise tâbi oldukları peygamberin kemâline tâbidir, demişlerdir. Hâsılı ümmeti diğer ümmetlerden daha hayırlı olunca kendisinin de diğer peygamberlerden daha üstün olduğu kesinleşmiş olur. Zira ümmetin üstünlüğü onun şerefli yönünden gelmiştir.

İmâm Fahri Râzî buyurmuştur ki: "Hak teâlâ hazretleri nebileri övülen sıfatlarla vasfettikten sonra Fahr-i Âlem hazretlerine: "Ulâikellezîne hedâllahu febihüdâhumu'ktedih — İşte onlar, Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de onların doğru yoluna iktida et," (En'am sûresi: 6/90) buyurup onların hepsine iktidayı (uymayı) emretmiştir. O halde Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerine emrolunan nesneyi işlemek vacip olmuştur. Aksi halde emri terk etmiş olur. Her ne zaman onların işlediği güzel hasletleri işlese onlarda ayrı ayrı bulunan çeşitli faziletlerin toplamı bu Hazret'te toplanmış olur. Bu takdirde de onların hepsinden daha üstün olması lâzım gelir."

Şöyle de istidlâl etmiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin tevhid ve tâate dâveti, dünya ülkelerinin en çoğuna ulaşmıştır. Diğer peygamberlerinki böyle değildir. O halde dünya halkinin Fahr-i Âlem hazretlerinin dâvetinden yararlanınaları daha çok ve daha tamdır."

Bu deliller gereğince Resûlüllah Efendimiz Âdem aleyhisselâm'dan da üstünlüğü sâbit olur. Âdem aleyhisselâm'dan daha üstün olduğuna delâlet eden hadîs-i şeriflerden biri de şudur ki, İmâm-ı Buhârî'nin naklinde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh), Fahr-i Kâinat hazretlerinden merfûan rivâyet etmiştir:

"Ene seyyidü'n-nâse yevme'l-kıyame — Kıyamet gününde insanların efendisi benim," diye buyurmuşlar.

Bu hadîs-i şerîf açıkça işaret eder ki, Peygamber Efendimiz, Âdem aleyhisselâm'dan ve bütün evlâdmdan daha üstündür.

Biri de şudur ki, İmâm Tirmizî'nin naklinde Ebû Saîdi'l-Hudrî (radıyallahü anh) rivâyet etmiştir:

"Kıyamet günü Âdemoğullarmm efendisi benim. Bunu böbürlenmek için söylemiyorum. Hamd bayrağı benim elimdedir. Bunu da böbürlenmek için söylemiyorum. İnsan oğullarından hiç kimse yoktur ki, benim bayrağımın altında bulunınasın," buyurmuşlardır.

"Hiç kimse yoktur ki" sözünün umumiliğine Âdem aleyhisselâm da dahildir. Kıyâmet günü o da Fahr-i Kâinat hazretlerinin bayrağı altında olunca ondan daha üstün olduğu kesinleşmiş olur.

İmâm Beyhakî, Fazâil-i Sahabe'de zikretmiştir ki, bir gün Hazret-i Ali (Allah varlığını mükerrem kılsın) uzaktan görününce Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— "Hâzâ seyyidü'l-arab — İşte Arab'ın efendisi," buyurdu.

Âişe (radıyallahü anh):

— "Elestü bi-seyyidü'l-arab? — Arab'ın efendisi sen değil misin?" dedi.

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri:

— "Ene seyyidü'l-âlemîn ve hüve seyyidü'l-arab — Ben âlemlerin efendisiyim, o da Arab'ın efendisidir," diye buyurdu.

Bu takdirde Peygamber Efendimizin bütün peygamberlerden ve sair yaratıklardan daha üstün ve hepsinin efendisi olduğu kesinleşmiş olur.

Bu hadîs-i şerifi Hâkim de Sahîh'inde İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet etmiş, fakat "Ene seyyidün veledi Âdem ve Ali seyyidü'l-arab — Ben Âdemoğullarının efendisiyim ve Ali Arab'ın efendisidir," sözleriyle rivâyet etmiştir. Ve "Hadîs sahihtir" diye buyurmuştur. Bazı âlimler "Hadîsler hep zayıftır," demişlerdir. Doğrusunu Allah bilir.

Ama daha önce zikrolunan Buhârî'nin ve Tirmizî'nin hadîsleri maksûda kifayet ederler. Onlar gereğince üstünlüğü sâbit olur.

Peygamber Efendimizin "Ve ene seyyidü'n-nâse — Ben bütün insanların efendisiyim," diye buyurmasıhâşâucûb ve iftihar (kendini beğenmişlik ve böbürlenmek) yoluyla değildi. Kendinden daha aşağı olanlara karşı böbürlenmek için böyle buyurmadı; belki Hak teâlâ'nın kendine ve kendi vasıtasıyla ümmetine ihsan ettiği nimeti açıklamak için böyle buyurdu. Maksadı, Hak teâlâ hazretleri katındaki mevkiini bildirmekti. Tâ ki, Hak teâlâ hazretlerinin kendilerinin üzerinde olan nimetini bilsinler, ona göre şükrünü yerine getirsinler.

Eğer sual olunup:

— Zikrolunan iki âyet-i kerimenin gereği, resûllerden kiminin kiminden üstün olmasıdır. Ama "Lâ nuferriku beyne ahadin min rusulihi — O'nun rasüllerinden hiç birini diğerinden ayırmayız," (Bakara sûresi: 2/285) âyetinin gereği ise resûller arasında fark gözetmemektir. Bunlar nasıl bağdaştırılır? Ayrıca Sahihayn'da Ebû Hüreyre'den sâbit olmuştur ki, kâinatın hocası Efendimiz hazretleri zamanında bir Müslümanla bir Yahudi çekişip söğüştüklerinde Yahudi: "Hayır, öyle değildir. Vallahi Allah, Mûsâ'yı âlemler üzerine seçkin kıldı," diye yemin etti. Hemen o Müslüman: "Ya

Habis! Muhammed üstüne de mi seçkin kıldı?" diye Yahudi'nin suratma bir tokat çaldı. Yahudi, Fahr-i Âlem hazretlerine gelip şikâyet etti. Âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri: "Lâ tefaddalûnî alâ'l-enbiyâ — Beni peygamberler üzerine üstün tutınayınız," buyurdu. Bir rivâyette: "Lâ tefaddalû beyne'l-enbiyâ — Peygamberleri birbirinden üstün tutınayınız," diye buyurdu. Yine Buhârî ve Müslim'in rivâyetlerinde Ebû Saîdü'l-Hudrî (radıyallahü anh)den rivâyet edilmiş olduğu üzre: "Lâ tehayyerû beyne'l-enbiyâ — Peygamberleri birbirinden seçkin tutınayınız," diye buyurdu. İbn-i Abbâs'ın (radıyallahü anh) hadîsinde İmâm-ı Müslim'in rivâyeti üzere merfûan gelmiştir ki: "Mâ yenbaği li-abdin en yekule ene hayrün min Yunus bin Metâ — Bir kula, benim Metâ oğlu Yunus'dan daha hayırlı olduğumu söylemek yaraşmaz," buyrulmuştur. Şeyhayn'ın rivâyetlerinde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) den rivâyet edilmiştir ki: "Ve men kale ene hayrün min Yunus bin Meta fekad kezzebe — Her kim benim Metâ oğlu Yunus'dan (Yunus aleyhisselâm'dan) daha hayırlı olduğumu söylerse yalan söylemiş olur," diye buyurmuşlardır. Bunların gereği, Allah'ın peygamberlerinden bir peygamberi başka bir peygamberden üstün tutınanın câiz olmamasıdır. O halde bütün bu âyet ve hadîslerle daha önce üstün tutınaya delâlet eden âyetler nasıl birleştirilip bağdaştırılır? denirse âlimler cevap verip buyurmuşlardır ki:

— "Lâ nuferriku beyne ahadin min rusulihi — Allah'ın rasüllerinden hiç birini diğerinden ayırmayınız, yâni onlar arasında fark gözetmeyiniz," (Bakara sûresi: 2/285) demenin mânası, "Onlara nazil olan kitaplara, onların Hak teâlâ hazretlerinin resûlleri ve nebileri olduklarına iman ve tasdikte onları birbirinden ayırmayız. Hazret-i Mûsâ'ya nazil olatfı kitap, Allah katındandır. Mûsâ aleyhisselâm, Hak teâlâ hazretlerinin gerçek peygamberi ve resûlü idi. İsa aleyhisselâm'ın ve diğerlerinin de, getirdikleri kitaplar ve şeriatler Allah katındandı, kendileri hak peygamberlerdi. Birbirinden ayırmayız, birbirinden fark etmeyiz, birini nasıl ikrar ve tasdik edersek öbürünü de öyle ikrar ve tasdik ederiz," demektir. Bu mânaca hepsini aynı seviyede tutmak kiminin kimisinden üstün olmasına mâni değildir, demişlerdir.

Hadîs-i şerifler hususunda da birkaç yönden cevap vermişlerdir. Bazıları, "Şöyle gerektir ki, Hak teâlâ hazretlerinin onların kimini kiminden üstün kıldığına itikat ederiz. Fakat kendi reylerimiz gereğince üstünlüklerinin tafsiline kalkışmayız," dediler.

Hâsılı, üstünlüklerini beyan etmede kişinin mücerret kendi reyine güvenip dayanınası caiz değildir. Ama Allah'ın kitabından ve hadîs-i şeriften anlaşıldığına göre üstünlüklerinin beyan edilmesi caizdir.

Bazıları da dediler ki: "Hak teâlâ hazretlerinin şu yakınlık hassaları ve yüksek rütbelerle derecesini yücelttiği peygamberi üstün tutarız; ama resûllüğü yerine getirmeye kalkmada, din hususunda insanların belâ ve eziyetlerine sabretmede, dalâlette kalanları hidâyete çekmeye haris olmada ve nihayet risalet vazifesini gerektiği şekilde yerine getirmeye çalışmada bir peygamberi öbüründen üstün tutup aralarında fark bulunduğundan söz etmeyiz. Zira her biri, bu mânada kudretini bezledip mümkün olan mertebelerde asla dakika ihmal etmemiştir."

Kâdî Iyâd'ın zikrettiklerinden kimi de şöyle demiştir ki: "Fahr-i Kâinat hazretlerinin üstün tutulmaktan nehyetmesi, kendisinin "Âdemoğullarının efendisi" olduğu malûm olmadan önce idi. Bu mertebede duraklamaya ihtiyaç olduğu için ve ilimsiz üstün tutanın yalan söylemiş olması lâzım geldiği için âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri, bundan nehiy buyurmuşlardı."

Ama İbn-i Kesir: "Bu sözde görüş farkı vardır," dedi. Bazıları, bu hususta "Zannolunan odur ki, görüş farkinin sebebi, malûm olmasinin tarihinin daha eski olması bakımındandır," dediler.

Bazıları da: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri bu sözü, tevazu yoluyla ucub ve tekebbürü nefyetmek şeklinde buyurdu," demişlerdir. Ama Kâdî Iyâd: "Bu söz itirazdan kurtulamaz," demiştir.

Bazıları da dediler ki: "Peygamberlerden kimini kiminden üstün tutmak şu bakımdan caiz değildir ki, bu, diğer bir kısminin şanına eksiklik getirmeğe sebep olur."

Bazıları da: "Men edilmiş olan üstün tutına, nübüvvet ve risalet hakkında olan üstün tutınadır. Zira peygamberler bu hususta aynı derecededir. Meselâ nebilerden her biri, asıl nübüvvet mânasında başka birine eşittir. Resûllerden her biri, asıl risalet mânasında başka bir resûlle aynı seviyededir. Sadece birbirinden üstünlükleri, hasletlerin ve kerametlerin fazlalığı bakımındandır. Yoksa nübüvvetin kendisinde birbirine üstünlük yoktur. Haller ve kerametler bakımından birbirinden üstün oldukları içindir ki, onlardan kimi resûller, kimi de Ülû'l-Azm (büyük peygamberler) olmuşlardır," dediler. Bu söz, ikinci görüşe daha yakındır.

İbn-i Ebî Cemre, Yûnus aleyhisselâm'dan üstün tutulmaktan men etmeleri hususunda: "Maksat aynı nitelikte olduklarını belirtmekten men etmektir. Yoksa his âleminde üstünlük bulunınuştur. Zira Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri yedi gök üzerine esrâ (mirac) ettirildi; Yûnus deryanın dibine indirildi. Ayrıca Fahr-i Kâinat hazretleri: "Kıyamet günü Âdemoğullarının efendisi benim," buyurdu. Yine "Âdem ve ondan sonrakiler benim bayrağımın altındadır," buyurdu. Bu takdirde üstünlüğü sâbit olur, başka ihtimal kalmaz. En büyük şefaat da Fahr-i Kâinat hazretlerine mahsustur. Diğer peygamberlerden hiç birine o mertebe verilmemiştir. Bu fazileti (üstünlüğü) ise bizzarure mevcuttur. O halde "Beni Yûnus'tan üstün tutınayın" demesinden murad, "Hak teâlâ hazretlerine yakınlık ve uzaklık cihetlerinden üstün tutınayın" demekten başka ihtimal kalmadı. O halde Muhammed Mustafa (sallâllahü teâlâ aleyhi ve sellem) Efendimiz hazretleri her ne kadar gökler üzerine uruc ettirildi ve Yûnus aleyhisselâm deryaların dibine indirildi ise de Hak teâlâ hazretlerine yakınlık ve uzaklık nisbetinde her ikisi aynı derecededir," diye buyurdu.

Bu söz, İmâm-ı Mâlik hazretlerinden rivâyet edilmiştir. Buna benzer bir söz de İmâmu'l-Haremeyn hazretlerine nisbet edilmiştir.

Ibnü'l-Münîr de dedi ki: "Nehyolunan üstün tutına, mekânla bağımlı olup kendisinden mekâna ait yakınlık anlaşılan üstün tutınadır. Yoksa mutlak olarak üstün tutına nehyolunmuş değildir." Hali hakikatiyle ancak Allah bilir.

Malûm olsun ki, "Beşer meleklerden üstün müdür, değil midir?" diye âilmler ihtilâf etmişlerdir. Sünnet ve cemaat ehlinin çoğunun görüşü şudur: insanların havassı olan peygamberler, meleklerin havassından, yâni Cebrâil, Mikâil, Isrâfil, Azrail, Hameletü'l-Arş, Kerubiyyun ve Ruhaniyyun'dan üstündür. Meleklerin havassı insanların avâmından üstündür. Mevlânâ Sadeddin Taftazanî: "Bil-icmâ ve belki bizzarure böyledir," demiştir.

İnsanların avâmı, meleklerin avâmından daha üstündür. Zira melekler Hazret-i Âdem'e secde etmişlerdir. Kendisine secde edilenle secde edenden hangisinin daha üstün olduğunda şüphe yoktur. Secde edilen elbette secde edenden daha üstündür. Havassın havas üzerine üstünlüğü sâbit olunca avâmın avâm üzerine üstünlüğü de sâbit olur. Meleklerin avâmı, hayırlı işler işleyen insanların hizmetkârlarıdır. Kendisine hizmet edilenin hizmet edenden üstünlüğü de açıktır.

Bir delil de şudur ki: Müminin terkipleri arasında hevâ (heves) ve akıl vardır. Şeytan da onlar üzerine musallattır; durmadan onlara vesvese vermektedir. Meleklerde akıl vardır, hevâ yoktur. Melun şeytan onlara zafer bulamaz. İnsan, bu kadar ahlâkî üstünlükleri ve ilmî olgunlukları, şehvet, gazab ve daha başka türlü türlü engel ve zorluklarla savaşarak elde eder. Nice zarurî ihtiyaçları olur ki, onun olgunluklar kazanınasına ve ahlâkî yüceliklere ulaşmasına engel olur. Şüphe yoktur ki, bazen ibadet ve olgunluklar kazanınak, nice emek ve gayretler sarfetmek suretiyle elde edilir. Onun meşakkati diğerlerinden ziyade olur. işte böyle bir kimsenin ibadet ve tâati, başkalarından daha üstün olur.

Burada insanların avâmı dediğimizden murad, insanların sâlihleri (iyileri, iyi huylu ve temiz ahlâklı olanları) dır, fâsıkları değildir. Nitekim Kemâleddin bin Şerifü'l-Allâme böyle tenbih buyurmuştur, Beyhakî böyle olduğunu tasrih edip Şa'fc'ında demiştir ki: "Beşerin resûlleri meleklerin resûllerinden daha üstündür. Beşerin evliyası da meleklerin evliyasından daha üstündür."

Ama Mu'tezile, Filozoflar ve bazı Eş'ârîler, meleklerin üstünlüğüne zâhip olmuşlardır. Kadı Ebû Bekir ve Halimî bu mezhebi ihtiyar etmişlerdir.

Böyle diyenler, birkaç yönden delil getirmişlerdir. Bu deliller cümlesinden biri şudur: Melekler, mücerret ruhlardır; bilfiil kâmillerdir; şehvet ve gazab gibi şer ve fesat sebebi olan şeylerden beridirler; sûret ve madde karanlıklarından muarradırlar; şaşılacak işler üzerinde kuvvetleri vardır; kâinatın geçmişinden ve geleceğinden haberdarlardır, dediler.

Cevapları şudur ki: İleri sürdükleri esaslar, İslâmiyetin aslına göre değildir, felsefenin usûlüne göredir.

İkinci delilleri şudur: Peygamberler insanların en üstünleri iken yine de meleklerden bazı nesnelerde faydalanırlar. Nitekim Hak teâlâ hazretleri: "Allemehu şedîdü'l-kuvâ — Ona, pek şiddetli kuvvetleri olan öğretti," (Necın sûresi: 53/5) demiştir. Yine "Nezele bihi'r-rûhu'l-emînu ala kalbike — Onu senin kalbine Emin Ruh indirdi," (Şuarâ sûresi: 26/193) buyurmuştur. Bu âyetlerde Cebrâil aleyhisselâm'ın Fahr-i Âlem hazretlerine "öğrettiği" ve kalbine vahiy "indirdiği" açıktır. Şüphe yoktur ki, öğreten, öğretilenden daha üstündür, dediler.

Bunun da cevabı şudur: Öğretme, Hak teâlâ hazretlerindendi. Melekler sadece tebliğ ederlerdi; arada peygamber idiler.

Üçüncü delilleri şudur: Kitap ve sünnette bunların zikri birbiri arkasından gelir. Zikredildiği her yerde meleklerin zikri, peygamberlerden önce gelmiştir. Böyle olması, ancak meleklerin şeref ve rütbelerinin diğerlerinden daha önde gelmesindendir, dediler.

Bunların cevabı da şudur: Öyle olması, vücutta (var oluşta) daha önce geldikleri içindir. Vücutta önce olanı daha önce zikretmek de belâgat kanunlarındandır. Yahut vücutları beşer vücudundan daha gizli olduğu için onların imanları daha kuvvetli ve öne alininaları evlâ kılınmıştır, 'dediler.

Dördüncü delilleri şudur: Hak teâlâ hazretleri, "Len yestenkife'l-mesîhu en yekûne abden lillâhi ve lâ'l-melâiketü'l-mukarrebûne — Ne Mesîh (İsa aleyhisselâm), Allah'ın kulu olmaktan arlanır, ne de mukarreb (yakın) melekler," (Nisâ sûresi: 4/172) buyurmuştur. Lisan ehli bu âyetten meleklerin Îsâ aleyhisselâm'dan üstünlüğünü anlamışlardır. Zira bu gibi hallerde kıyas, aşağıdan yukarıya doğru ilerler. Meselâ: "Bu işten ne vezir çekinir, ne de sultan," denir, yoksa "ne sultan, ne de vezir" denmez. Melekler İsa aleyhisselâm'dan üstün olunca diğer peygamberlerden de üstün olmaları lâzım gelir. Zira onun diğerlerinden üstün olduğuna kail olan kimse yoktur, dediler.

Bunun cevabı şudur: Hıristiyanlar, Hazret-i İsa'nın tazimini öyle bir mertebeye ilettiler ki, onun Allah'ın kullarından bir kul olmasına razı olmayıp belki oğlu olması daha uygundur, dediler. "Mücerrettir (evlenmemiştir), babası yoktur, kendisinden kekeme ve abraşı iyileştirme, ölüyü diriltme sâdır olur. Başka Âdemoğullarında bunlar olmaz. Bütün insanlarda olmayan şey onda vardır. Böyle bir kimsenin kul olması hiç uygun olur mu?" dediler. Hak teâlâ hazretleri de onları reddedip "Mesih, bu zikrettiğiniz fazilet ve kerametlerle beraber Hak teâlâ hazretlerine kulluktan arlanınaz. Ve o hususlarda Mesîh'den daha ziyade olanlar da arlanınazlar. Onlar meleklerdir ki, babaları olmadıktan başka anaları da yoktur. Onlar da mücerrettirler. Hak teâlâ hazretlerinin izniyle iyileştirme ve diriltmeden daha şaşılacak nesnelere kadir olurlar," diye buyurdu. Velhasıl yükseklik ve başkasından üstünlük, tecerrütte ve acayip şeylerin eserlerini göstermede değildir. Mutlak olarak şeref ve kemâldedir. O halde burada meleklerin üstünlüğüne işaret eden bir husus yoktur, dediler.

Bundan sonra malûm olsun ki, meleklerin kimisi kimisinden üstündür. Hepsinin üstünü, Hazret-i Cebrâil aleyhisselâm'dır. Hak teâlâ hazretleri, onun hakkında: "Innehu lekavlu resûlin kerîmin. Zî kuvvetin inde zî'l-arşi mekînin. Mutâm sümme eminin — Şüphesiz o, cömert ve büyük, kuvvetli, Arş Sahibi yanında mevki sahibi, kendisine boyun eğilen, sonra iman edilen ve güvenilen bir elçinin sözüdür," (Tekvîr sûresi: 81/19-21) buyurup bu kadar kemâl sıfatlariyle zikretmiştir. Hâsılı Cebrâil, üç büyük melek ki, Mikâil, Isrâfil ve Azrâil aleyhisselâmlardır, bunlardan daha üstündür. Bunlar da diğer meleklerden üstündür. Yine bunun gibi resûller de nebilerden üstündür. Resûllerin de kimisi kimisinden üstündür. Bütün nebilerin ve resûllerin en üstünü, varlıkların övüncü ve kâinatın sevinci olan Muhammed Mustafa (sallâllahü aleyhi ve sellem) Efendimiz hazretleridir. Nebilerin ilki Hazret-i Âdem ve sonuncusu Fahr-i Âlem hazretleridir. Âdem aleyhisselâmın nübüvveti Kitapla sâbittir ki, Âdem'in halka emir ve nehiy ettiğine delâlet etmiştir. Şu da kesindir ki, onun zamanında başka peygamber yoktu. O halde emir ve nehiy ettiği Rabbani vahiy ile idi. Bundan başka değildir. Sünnet ve ümmetin icmaı da delâlet etmiştir ki, Hazret-i Âdem aleyhisselâm peygamberdi. O halde nübüvvetini inkâr etmek, bazılarından naklolunduğu üzre, küfürdür.

Peygamberlerin Sayısı:

Nebilerin ve resûllerin (Allah'ın yardımları onların hepsinin üzerine olsun) sayısinin ne kadar olduğunda âlimler ihtilaf etmişlerdir. Bu hususta meşhur olan, İbn-i Merdeveyh'in naklinde Ebû Zer (radıyallahü anh) den rivâyet edilmiş olandır ki, buyurmuştur:

— "Ya Resûlâllah! Nebiler kaç kişidir? dedim.

— Yüz yirmi dört bin, diye buyurdu.

Ya resûller kaç kişidir? dedim.

— Uç yüz on üçtür, diye buyurdu.

— ilki kimdir? dedim.

— Âdem aleyhisselâm'dır, diye buyurdu.

Ondan sonra:

Ya Ebâ Zer! Dört peygamber vardır ki, Süryanî'dirler. Bunlar, Âdem, Şît, Nûh ve İdris'tir. İdris, ilk eline kalem alıp yazı yazandır. Dört peygamber de Arap'tandır: Hûd, Sâlih, Şuayb ve senin peygamberin. Yâ Ebâ Zer! Benî İsrail'den gelen peygamberlerin ilki Mûsâ ve sonuncusu İsa aleyhisselâmdır. Bütün peygamberlerin ilki Âdem ve sonuncusu senin peygamberindir, diye buyurdu."

Bu hadîsi, Ebû Hâtem bin Hibbân Envâ-ı Tekasim adlı kitabında tafsilatlı olarak rivâyet edip doğruluğunu belirtmiştir. Ama İbn-i Cevzî mevzu (uydurma) hadîsler arasında yazıp İbrahim bin Hisam'ı bunu uydurmakla itham etmiştir. İbn-i Kesir: "Gerçekten bu hadîs hususunda kabul etmeyen ve doğru bulan İmâmlardan çok kimse konuştu," diye buyurmuştur. En iyisini Allah bilir.

Ama Ebû Ya'lâ'nın naklinde Enes bin Mâlik merfuan rivâyet etmiştir ki, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri:

"Gerçekte benim peygamber kardeşlerimden sekiz bin peygamber vardı. Sonradan Meryem'in oğlu îsâ vücuda geldi, sonra ben geldim," diye buyurdu.

Kur'ân-ı Azîm'de şerefli isimleri açıklanan peygamberler şunlardır:

1 . Âdem,      13. Şuayb,    

2 . İdrîs,        14. Mûsâ,    

3 . Nûh,        15. Harûn,    

4 . Hûd,        16. Yûnus,    

5 . Sâlih,       17. Dâvud,    

6 . İbrâhim,   18. Süleyman,    

7   Lût,         19. İlyâs,    

8 . İsmâil,     20. Elyesa,   

9 . Ishak,      21. Zekeriyyâ,   

10 . Yakub,   22. Yahyâ,    

11 . Yûsuf,    23. Îsâ,    

12 . Eyyûb,   24. ZülKüfl.

Müfessirlerden çok kimse katında ZülKüfl peygamberdir. Allah'ın yardım ve selâmları onların ve onların yollarında gidenlerin üzerine olsun.

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şanının ve şerefinin yüksekliğine işaret eden âyetlerden biri de: "Ve refa'nâleke zikreke — Ve senin zikrini yükseltmedik mi?" (İnşirah sûresi: 94/4) âyet-i kerîmesidir. Bundan muradın ne olduğu hususunda birkaç görüş ileri sürülmüştür.

İmâm-ı Şafii'den rivâyet edilmiştir ki, İbn-i Uyeyne, İbn-i Ebi Nüceym'den, bunun mânası "Şahitlik ederim ki, Allah'dan başka ilah yoktur ve şahitlik ederim ki, Muhammed Allah'ın Peygamberidir, sözünde senin isminin zikrini benim ismimin zikriyle beraber kıldım," demektir, diye nakletmiştir. Şafiî (Allah ona rahmet etsin): "Allah bilir ki, muradı, Allah'a iman getirdiklerinde ve ezanda zikrolunınasıdır," dedi. Ve "İhtimaldir ki, Kitabın okunınası, tâat olan işlerin işlenmesi ve kötülüklerden uzak durulması zamanlarında zikrolunınası da olabilir," dediler. Yahyâ bin Âdem: "Murad, nübüvvetle yükseltilmesidir," dedi.

İbn-i Atâ: "Senin zikrini benim zikrim kıldım. Her kim seni zikrederse beni zikretmiş olur," demektir, dedi. Yine ondan rivâyet edilmiştir ki, mânası: "İmanın tamam olmasını, benim zikrimin seninkiyle beraber olmasına bağlı kıldım." demektir, demiş.

Hâsılı birinci söze göre Hak teâlâ hazretleri, Fahr-i Âlem hazretlerinin zikrine öyle bir değer ve şeref vermiştir ki, onu zikreden kimse, Hak teâlâ hazretlerini zikretme faziletini bulur, demektir.

İkinci söze göre "İmanın tamam olmasını, ben seninle beraber zikredilmiş olmada kıldım. Sensiz beni zikretmekle iman tamam olmaz," demektir.

İmâm-ı Cafer Sâdık: "Seni risaletle zikreden bir kimse, beni rübubiyetle zikretmiş olur," demektir, diye buyurmuşlar. Hâsılı, "Her kim seni risaletle zikreylediyse o benim rübubiyetime kail oldu," demektir. En iyisini Allah bilir.

Kadı Beydâvî, bu şerefli sözün tefsirinde: "Hangi yüksekliktir ki, şehadet kelimesinde ismini kendi ismine bitiştirmeğe ve onun tâatini kendi tâati kümağa benzer olsun?" diye buyurmuştur. Tâatini kendi tâati kılmağa dediği, Hak teâlâ hazretlerinin: "Men yutii'r-resule fekad atâallahe — Her kim resule itâat ederse Allah'a itâat etmiş olur," (Nisâ sûresi: 4/80) buyurduğuna işarettir ki, mânası, "Bir kimse Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine itâat ederse, gerçekte o kimse Hak teâlâ hazretlerine itâat eyledi," demektir. Aynı zamanda: "Vallahu ve resuluhu ehakku en yurzûhu — Allah'ı ve O'nun resulünü hoşnut etmeleri daha uygun olurdu," (Tevbe sûresi: 9/62); "Ve men yutiillahe ve'r-resulehu — Her kim Allah'a ve O'nun resûlüne itâat ederse," (Nisâ sûresi: 4/13 Nûr sûresi: 24/52 Ahzab sûresi: 33/71 Fetih sûresi: 48/17); "Ve atiullahe ve resûlehu — Allah'a ve O'nun resûlüne itaat edin," (Enfâl sûresi: 8/1,46); "Ve atiullahe ve'r-resûle — Allah'a ve resule itaat edin," (Âl-i İmrân sûresi: 3/132) âyet-i kerimelerine işarettir.

Katâde: "Zikrin yükseltilmesinden murad şudur ki, Hak teâlâ hazretleri, dünyada ve âhirette Fahr-i Âlem hazretlerinin zikrini yükseltmiştir. Hiç bir hatîb, hiç bir şehadet getiren, hiç bir namaz kılan yoktur ki, "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve resûlühü," demesin," dedi.

Hâsılı, şehadette ve teşehhüdde beraber zikredilmiştir. Kur'ân' da, ezanda ve hutbelerde Allah'ın zikri peygamberin zikrine bitişiktir. Kıyamet gününde haşir yerinde onun şerefli ismiyle ezan okunsa gerektir.

Ebû Nuaymın naklinde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) merfuan rivâyet etmiştir ki: "Âdem aleyhisselâm, cennetten çıkıp Hind memleketine indiği zaman korku ve ürküntüye kapıldı. Yâni bir arkadaş bulamadığı için gönlü daraldı. Bunun üzerine Cebrâil aleyhisselâm inip iki kere, "Allahu ekber" dedi. Sonra iki kere "Eşhedü en lâ ilâhe illâllâh" ve iki kere de "Eşhedü enne Muhammeden resulullah" dedi," diye buyurulmuştur.

İbn-i Asâkir'in naklinde şerefli isminin Arş üzerinde, cennetlerde ve onlarda bulunan şeyler üzerinde yazılı olduğu, hadîs-i şerifte gelmiştir. Bezzârın naklinde İbn-i Ömer (radıyallahü anh) merfuan rivâyet etmiştir ki: "Göklerden geçerken ismimin orada ınuhammed resulullah' diye yazılmış olduğunu gördüm," diye buyurulmuştur. Hilye'de İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) dan merfuan rivâyet olunmuştur ki: "Cennette hiç bir ağaç yoktu ki, yaprakları üzerinde 'Lâ ilâhe illallah Muhammed Resûlüllah' diye yazılı olmasın," demişlerdir.

O halde bundan özge zikrini yükseltmek nasıl düşünülebilir ki, Arş, cennetler, orada bulunan kapı, duvar ve ağaç yaprakları hep onun şerefli isminin nakşiyle süslenmiştir?..

Bir açıklama şekli de şudur ki, Hak teâlâ hazretleri, Peygamber Efendimizin şerefli ismini kendi şerefli isminden çıkarmıştır. Nitekim Hassân (radıyallahü anh) buyurduğu şu beyitte bunu anlatır:

"Allah, Fahri Âlem hazretlerinin şanını yüceltmek için kendi isminden ona isim çıkardı. Şöyle ki: Büyük Arş Sahibi'nin ismi Mahmud'dur, bununki Muhammed'dir."

Daha önce Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli isimleririnin beyanında zikredilmiş olduğu üzre Hak teâlâ hazretleri, kendi Esmâ-i Hüsnâ'smdan yetmiş kadariyle Fahr-i Âlem hazretlerini isimlendirmiştir.

Şu da zikrini yüceltme hususundandır ki, Hak teâlâ hazretleri, "O'na salât duâ ve yardımedin" diye müminlere emretmiştir. Nitekim Kur'ân-ı Azîm'de: "İnnallahe ve melâiketehu yusallûne alâ'n-nebiyyi yâ eyyühellezîne âmenû sallu aleyhi ve sellimû teslîmen Allah ve melekleri peygambere yardım ederler. Ey iman edenler! Siz de teslimiyet ve anlayış göstererek ona yardım ediniz ki, selâmet bula, müslüman olasınız,"* (Ahzâb sûresi: 33/56) buyurup kendi katında Resûl-i Ekrem'inin mevkiinin ne olduğunu kullarına bildirmiştir. "Melekler topluluğu ona senâ ettikten sonra siz de salât ve selâm edin," diye emretmiştir. Tâ ki, ulvî ve süflî âlemden onların hepsi Fahr-i Âlem hazretlerinin senâsında toplanmış ve birleşmiş olsunlar. Din gününe kadar daimî, çok selâmlar, teslimiyetler ve yardımlar O'nun üzerine olsun.

Âyet-i kerîmeden biri de: "Tâ Hâ. Mâ enzelnâ aleyke'l-kur'âne li-teşka — Tâ Hâ. Biz bu Kur'ân-ı sana güçlük olsun diye indirmedik," (Tâ Hâ sûresi: 20/1-2) âyet-i kerîmesidir.

Malûm olsun ki, müfessirler, "Tâ Hâ kelimesi hakkında iki kavil buyurmuşlardır. Biri şudur: "Hece harflerinden iki harfin isimleridir. O harflerin okunuşları bunlardır: "Tı" ve "He" harfleri." Bir kavil de şudur: "Mânidar bir kelimedir." Birinci kavle göre Tâ Hâ' dan murad "Ey ümmete şefaat için hırslı olan ve ey halkı dine hidâyet edici bulunan!" diye işaret yoliyle bildirmektir, dediler. Bazıları da: "Tâ harfi hesapta dokuzdur, Hâ harfi de beştir. Her ikisi on dört eder: Murad, 'Yâ eyyühe'l-bedr' demek olur," dediler. Bazıları da: "Yâ Tâhir, yâ Hâdi, demek murad edilmiştir," dediler. Ama bu türlü sözlere itimat vacip değildir. Bazı muhakkiklerin buyurdukları gibi bunlar, sonradan çıkan tefsirlerdendir.

Ama mâna ifade eden bir kelimedir diyenlerin kavlince bunda iki vecih vardır. Biri şudur ki, mânası, "Yâ recül!" demektir. Bu söz, İbn-i Abbâs, Hasan, Mücâhid, Saîd bin Cübeyr, Katâde ve İkrime (Allah onların hepsinden razı olsun) hazretlerinden rivâyet olunmuştur. Saîd bin Cübeyr: "Nabtî lisanında böyledir" ve Katâde: "Süryanî lisanında böyledir", ikrime de: "Habeş lisanında böyledir", yâni "Yâ recül!" demektir, dediler.

Kadı Beydâvî der ki: "Eğer bu söz doğru ise, yâni sahâbe-i kirâm ve tabiînden bazıları böyle buyurdularsa bunun aslinin "Yâ Hâzâ" olduğu, değiştirme ve kısaltına ile tasarruf olunmuş bulunduğu zannolunur."

Bir de, "Mânası, 'Yâ insan!' demektir," dediler. Bazı kıraette Ha harfinin sükûnu ile Tah diye gelmiştir. Bu takdirde, "iki ayağını yere bas!" mânasına emir olur. Rivâyet olunmuştur ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz, teheccüt namazında bir ayağinin üzerinde dururdu. İki ayağını yere basınası emrolundu. Kelimenin aslı hemzeli olarak Tâ' idi; hemzesi Hâ harfine kalbolundu. Nitekim "lyyâke"nin hemzesini kalbedip "Hiyyâke" dediler; "Erkıt"ın hemzesini kalbedip "Herkıt" dediler. Kelimenin aslinin "vaty"den olması, hemzenin terk edilmiş bulunınası, yine aslinin Tâ (Yâ recül) olması, sonunda duraklama için Hâ harfinin getirilmiş bulunınası mümkündür.

"Biz bu Kur'ân'ı sana güçlük olsun diye indirmedik," (Tâ Hâ sûresi: 20/2) âyet-i kerîmesinin nüzul sebebi hakkında birkaç söz buyurmuşlardır.

Bunlardan biri şudur: Kureyş kâfirlerinden Ebû Cehil, Velîd bin Muğiyre ve Mut'im bin Adiy (Allah onlara lânet etsin), Fahr-i Âlem hazretlerine: "Sen şaki oldun. Çünkü atalarının dinini terk ettin," dediler. Fahr-i Âlem hazretleri de: "Ben, şaki olmam şöyle dursun, belki âlemlere rahmet olmak üzere gönderildim," dedi. Hak teâlâ hazretleri de, onları reddetmek, İslâm dini ve Kur'ânın devlet ve saâdete sebep olup kâfirlerin din ve âyinlerinin ise şekavetin tâ kendisi olduğunu Sevgilisine bildirmek için bu âyet-i kerîmeyi indirdi, dediler.

İkinci söz şudur: Varlıkların iftiharı ve kâinatın Efendisi Resûlüllah hazretleri teheccüdü o kadar kılar oldu ki, mübarek ayakları, ayakta durmanın fazlalığından şişti. Bunun üzerine Cebrâil aleyhisselâm gelip: "Yâ Muhammedi Nefsini esirge. Senin üzerinde onun da hakkı vardır," dedi. Ondan sonra âyet-i kerîme nazil oldu. Bu takdirde mânası: "Biz sana Kur'ân'ı onun için vermedik ki, nefsi ibadet fazlalığı ile kırıp ona büyük meşakkat veresin!" demek olur.

Âyette geçen "Li-teşkâ — güçlük olsun diye" kelimesinin aslı olan şika kelimesinin yorgunluk mânasına gelmesi yaygındır. Bundan dolayıdır ki, çok yorgunluk çeken kimseye Araplar: "Eşka min râizü'l-mühür — Öfkeli tay eğerinden fazla yorgunluk çekici," derler. Yine böyle "Seyyidü'l-kavme eşkahüm — Bir kavmin efendisi, en çok çalışıp yorgunluk ve meşakkat çekendir," derler.

Üçünü söz şudur: Murad, "Kâfirlerin küfrü karşısında ruhsatsız olarak nefsine sıkıntı ve meşakkat verme. Biz sana Kur'ân'ı ancak müminlere hatırlatasın diye indirdik. İman getiren barış ve düzen üzere olur. Onun faydası kendine aittir. Kâfir olan kimsenin de zararı kendine dönüktür. Senin üstüne tebliğden başka bir nesne vacip değildir. O halde onların küfrü seni mahzun etmesin," demektir. Nitekim, "Mümin olmuyorlar diye nerdeyse kendini helâk edeceksin," (Şuarâ sûresi: 26/3) "Onların sözleri seni mahzun etmesin," (Yûnus sûresi: 10/65) ve "Küfredenin küfrü seni mahzun etmesin," (Lokman sûresi: 31/23) âyetlerinde murad böyle demektir, dediler.

Dördüncü söz şudur: Bu sûre Mekke'de nazil olanların ilklerindendir. O zaman Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, düşmanlarına mağlup gibiydi. Henüz İslâm dini galebe ve şevket bulmamıştı. Sanki Hak teâlâ hazretleri: "Sen, bu hal üstüne kalacağını sanına. Belki senin emrin üstün ve kadrin yüksek olacaktır. Zira biz sana Kur'ân'ı şaki (üzüntü ve sıkıntı içinde) kalasın diye indirmedik. Belki sen muazzam ve mükerrem olacaksın," diye buyurdu. Buna delâlet eden âyet-i kerîmelerden bazıları da Kevser sûresinin başından sonuna kadar gelen âyetleridir.

İmâm Fahreddin der ki: "Bu kutlu sûrede pek çok faydalar vardır. Bu faydalar cümlesinden biri şudur: Kendisinden önce gelen sûrelerin tamamlayıcısı gibidir. Zira Hak teâlâ hazretleri, Duha sûresinde, Fahr-i Âlem hazretlerinin medh ve senâsını, hallerinin ayrıntılarını derleyip toplamıştır. Başlarında nübüvvetine ilişkin üç âyet zikretmiştir: "Rabbin seni bırakmadı ve sana darılmadı. Elbette senin sonun başlangıcından daha iyidir. Rabbin sana verecek ve sen hoşnut olacaksın," (Duha sûresi: 93/3,4,5) diye buyurmuştur.

Birincinin nüzul sebebi şu idi: Yahudi tâifesi Kureyş kâfirlerine gelip:

Muhammed'e ruhtan, Ashâb-ı Kehf'den ve Zülkarneyn'in hallerinden sual sorun. Bakalım : ne cevap verecek? dediler.

Onlar da gelip bunlan sorunca Fahr-i Kâinat hazretleri:

Yarın gelin, haber vereyim, dedi.

Allah'ın hikmetiyle "inşallah" demek şerefli hatırına gelmedi. Bu sebeple üç günden fazla eğlenip vahiy gelmedi. Mel'un müşrikler, "Muhammed'i İlâhı terketti, ona kızdı," dediler. Hâşâ kendisini yalancılıkla itham ettiler. Fahr-i Âlem Efendimize bu hal çok güç geldi, üzüldü. Bunun üzerine müşrikleri reddetmek için bu âyet-i kerime nazil oldu. Mânası, "Rabbin seni terketmedi ve sana kızmadı," demektir.

İkinci âyetin mânası: "Âhiret yurdu dünyadan hayırlıdır. Zira onda beka vardır. O, lekelerden ve kötü izlerden uzak ve temizdir. Bu ise zararlarla lekelenmiş, karışmış ve fânidir," demektir. Sanki Hak teâlâ hazretleri ona vahiy ve ikramlariyle bitişikliğinden kesilmediğini beyan buyurduğu vakit bundan daha yüce olanı da âhirette vereceğini vaad buyurdu.

Üçüncü âyet bir vaaddır. Fahr-i Kâinat hazretlerine verdiği nefs kemâli, emrinin zuhuru, dinin yükseltilmesi ve onun için biriktirip saklamış olduğu halde Hak teâlâ hazretlerinden başka kimsenin nihayetini bilmediği nesnelere, bunların hepsine şamildir. Hâsılı Hak teâlâ hazretleri, bütün bunları verip "Sen razı olsan gerek," demek olur. Bu da: "Rabbin sana seni doyuruncaya kadar verecek," demektir.

Hak teâlâ hazretleri, üç âyet de dünyasına ilişkin olarak sûrenin sonlarında zikretmiştir: "O, seni yetim bulup himayesine almadı mı? Seni şaşırmış bulup doğru yola iletmedi mi? Seni fakir bulup zengin etmedi mi?" (Duha sûresi: 93/6,7,8) buyurmuştur. Bunların tefsiri biraz yukarıda geçmiştir. Allah, üç âyet de "inşirah" sûresinde buyurmuştur. Bunlar da şu âyet-i kerîmelerdir:

"Biz senin göğsünü açıp ferahlatmadık mı? Senin üzerinden, sırtını çatırdatan yükünü atmadık mı? Senin zikrini yükseltmedik mi?" (inşirah sûresi: 94/1-4)

Bunların tefsiri de biraz yukarıda geçmiştir.

Kevser Sûresi'nin Tefsiri

Nihayet Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin vasıflarını ve hallerini zikrederek "Kevser" sûresi gelmiştir. "İnnâ a'taynâkel-kevsere" buyurması: "Gerçekten biz sana Kevser'i verdik," (Kevser sûresi: 108/1) demektir. "Fasalli li-rabbike" buyurması: "Biz sana bu denli büyük nimetler ihsan ettiğimiz için sen de ihsanlarımıza şükür olmak üzere sırf Allah için hâlisen, muhlisen salât üzere dâim ve kâim ol ki, salât (namaz) şükrün bütün bölümlerini kendinde toplayıcıdır," demektir. "Venhar" buyurması: "Bedeneler, yâni malların en değerlileri olan develer, kurban eyle," demektir. Yahut "Fukaraya tasadduk eyle; şunların aksine ki, terkedip tasadduk etmezler ve zekâtı men ederler," demektir.

Bu sûre, kendinden önce gelen sûreye mukabil gibidir . Bazıları: "Namazdan murad bayram namazıdır, deve kesmekten murad da kurbandır," dediler. Mazi sigasiyle "Biz sana verdik," diye buyurulmasinin nüktesi, "Biz, onu sana ezel âleminde vermiştik. Bu veriliş sana daha o zamanda hasıl olmuştu. Sen bu vücuda ayak basınadan saâdet sebeplerini senin için hazırlamıştık. Vücuda gelip kulluğumuzla meşgûl olduktan sonra başka nasıl olacaktı? Bu umumî fazlı sana ibadetlerin karşılığında vermedik. Sırf fazl ve ihsanımızla seni seçtik," demektir.

Müfessirler, "Kevser"in tefsirinde birkaç görüş üzre ihtilaf ettiler. Bunlardan biri şudur ki, "Kevser, cennette bir ırmaktır," dediler. Halef ve selef katında meşhur ve tanınmış olan görüş budur. Buhârî'nin naklettiği Enes Bin Mâlik'in (radıyallahü anh) rivâyetinde Fahr-i Kâinat hazretleri buyurmuştur ki:

"Ben cennet içinde gezerken bir ırmağa rast geldim ki, iki yanında içi oyuk incilerden kubbeler vardı. — Nedir bu? diye Cebrâîl'e sordum. — Bu, Rabbinin sana verdiği Kevser'dir, dedi. Onun balçığinin güzel ve keskin kokulu misk olduğunu gördüm."

Bir kavil de şudur: Kevser, Fahr-i Kâinat hazretlerinin evlâdıdır. Zira kâfirler, evlâdı yoktur diye kendilerini ayıpladılar. Bunun üzerine onları reddetmek için Hak teâlâ hazretleri bu sûreyi inzal etti. Mânası şudur: "Sana öyle bir nesil verdik ki, zaman sona erinceye kadar son bulma tehlikesinden korunınuş ve esirgenmiştirler," demektir. Gerçekten de Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin temiz nesli, memleketlerin her köşe ve bucağını şereflendirmiş ve süslemişlerdir. Böyle bir nimet, peygamber evlâdından hiç kimseye müyesser olmamıştır.

Bazıları da: "Kevser'den murad, hayr-i kesir (pek çok iyilikler, sayısız faydalar) dır," dediler. Bir söze göre murad, nübüvvettir. Çünkü ondan daha fazla hayır olmaz, dediler. Bazıları da "Kevser, ümmetin âlimleridir," dediler. Bazıları, "İslâm dinidir" dediler. Şüphe yoktur ki, bunlar, hayr-ı kesir'dendir. İslâm dininin de güvenilir kimseleri âlimlerdir. İmâm-ı Ahmed, Ebû Dâvud ve Tirmizî' nin rivâyetlerinde: "El-ulemâu veresetü'l-enbiyâ — Alimler, peygamberlerin mirasçdarıdır," buyurulmuştur. Ama "Ulemâi ümmetî ke-enbiyâi benî İsrail — Ümmetimin âlimleri Benî İsrail'in peygamberleri gibidir," hadîs-i hakkında Dumeyrî, Zerküşî ve İbn-i Hacer, "Aslı yoktur," diye buyurmuşlardır.

Zayıf senetle Ebû Nuaym'ın naklinde İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) dan merfûan gelmiştir ki:

"İnsanların peygamberlik derecesine en yakın olanı, ilim ve cihad [bilgi ve içtihat] ehlidir," buyurmuşlardır.

Ama şek ve şüphe yoktur ki, peygamberlerin mirasçısı olmak şerefine lâyık olan âlim, diyanet ve insafla vasıflanmış olup bildikleriyle amel eden, kulların irşadında, başlangıç ve son için gerekli olan hazırlıkların görülmesinde peygamberlerin sünnetine ve kötülüklerden arınmış büyüklerin temiz ahlâkına iktida eden âlimdir. Yoksa nefsinin ve çoluk çocuğunun geçimini düzene koymak, huzur ve güvenliğe kavuşmak, mal ve nimetler devşirip toplamak için şeriat hazinesine ihanet eden kimse değildir. Hâşâ sümme hâşâ ki, bu türlü kimseler, peygamberlerin mirasçısı olsunlar.

Bazıları: "Kevser'den murad, bağlılar, taraftarlar ve yardımcılar çokluğudur," dediler. Bazı âlimlerden rivâyet edilmiştir ki: "Kevser'den murad, ilim'dir." Kevser'i bu mânaya hamletmek nice bakımlardan daha uygundur:

1  — İlim, hayr-i kesîr'dir. Yâni pek çok iyilikleri ve pek çok faydaları olan şey, gerçekte ilim'den başka bir şey değildir.

2  — Mazi sigasiyle "A'taynâke — Sana verdik" buyurulması için açıkça verilen şeylerin dünyada ulaşmış olan nimetlerden olması gerekir. Kâinatın hocası Efendimiz hazretlerine nübüvvet payesinde dünya işlerinden ulaşmış olanların en şereflisi ise Allah ilmi'dir. O halde ilme hamlolunınası gerektir.

3  — "Biz sana Kevser'i verdik" deyip hemen arkasından "Fasalli lirabbike venhar — O halde Rabbin için namaz kıl ve kurban kes," buyrulmasmdan anlaşılır ki, Kevser'den murad ilim'dir. Zira ibadetten önce gelen, ilm-i marifetullah (Allah'ı Tanıma Bilgisi) dir. Yâni Mabud'u Tanıma Bilgisi olmadan ibadetin gayesini bulması ve makbûl olması mümkün değildir. İbadet, bu Bilgi'nin dallarmdandır. Nitekim "Fe-salli" kelimesinde bulunan "Fe" harfi bu mâna içindir. O halde Kevser'den muradın "ilim" olması gerektir, dediler. Gerçekten de bu izah şekli en güzel izah şeklidir. Rabbırı rızasinin sebebi ve iki cihan saâdetinin sermayesi olan bir bilgiden daha şerefli ne vardır ki, ona hamlolunsun?

Allahım, bizi, faydalı, Sana yaklaştırıcı ve doğru olan ilim (bilgi) ile rızıklandır; faydasız ve kalbe haşyet vermeyen bilgiden sana sığınırız...

Bazıları, "Murad, huy ve ahlâk güzelliğidir," dediler.

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: "Kevser' den murad, Hak teâlâ hazretlerinden Resûl-i Ekrem'ine verdiği nimetlerin hepsidir," diye buyurmuşlar.

Gerçekten zikrolunan açıklama şekillerinden bir kısmına hamletmek, başka bir kısmına hamletmekten daha uygun değildir. O halde gerekli olan, onların hepsine hamletmektir. Bunun içindir ki, Saîd bin Cübeyr, zikredilen sözü İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden, rivâyet ettiği zaman bazı kimseler kendisine:

Ya Saîd! Halk, Kevser'in cennette bir ırmak olduğunu söylüyorlar, dediler.

Saîd:

O ırmak da Allah'ın ona verdiği hayırlardan biridir, dedi.

İmâm Fahr-i Râzî de tefsirinde, bazı âlimlerin seçkin tuttuğu görüşün, Kevser'den murad Kur'ân, nübüvvet, zikir, düşmanlara karşı yardım ve zafer olduğunu nakletmiştir.

Cennette bir ırmak olduğuna dair daha önce geçen meşhur sözün sebebi şudur ki, Sahih-i Müslim'de Enes bin Mâlik (radıyallahü anh)den rivâyet edilmiştir: "Bir kere Resûlüllah Efendimiz hazretleri bizim aramızda iken biraz uykuya varmıştı. Tebessüm ederek mübârek başını kaldırdı.

—Ya Resûlâllah! Neye gülüyorsunuz? dedik. Bana bir sûre nâzil oldu: "Bismillâhi'r-Rahmani'r-Rahimi. Innâ a'teynâke'l-kevsere. Fesalli li-rabbike ve'nhar. Inne şânieke hüve'l-ebteru," (K: 108/1-3) diye okudu.

Ondan sonra:

— Kevser nedir, biliyor musunuz? dedi. Biü:

— Allah ve resûlü daha iyi bilir, dedik.

Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz buyurdu ki:

"O, Rabbimin bana vaadettiği bir nehirdir. O, pek çok hayırları ihtiva eder. O, bir havuzdur. Ümmetim su içmek için kıyamet günü onun yanına varır. Kapları yıldızlar sayısıncadır. Derken onların içinden bazı kullar oradan uzaklaştırılır (kendilerine su verilmez). Bunun üzerine ben:

— Ya Rab! Onlar benim ümmetimdendir, derim. Allâhü teâlâ:

Onların senden sonra neler ihdas ettiklerini sen bilmezsin! buyurur."

Bu hadîs-i şerifte açıkça buyurulduğuna göre Kevser'den murad, cennette bir havuzdur. Onun âniyeleri, yâni doldurup içecek kâseleri ve kadehleri, yıldızların sayısıncadır. Muhammed ümmeti ona gelirler. İçlerinden bazılarını melekler men etmek isteyince Peygamber Efendimiz hazretleri:

— Ya Rab, o kişi de benim ümmetimdendir, diye şefaat eder. Hak teâlâ hazretleri:

— Ya Muhammed! Bunların senden sonra ihdas ettiklerini sen ne bilirsin! der.

Bu son sözden anlaşılan şudur ki, ümmetten kimisi, ihdas ettiği kötü bid'at sebebiyle Kevser havuzundan men olunur. Resûlüllah Efendimiz hazretleri şefaat eder, yine bağışlanır. Doğrusunu Allah bilir.

O'na bu büyük faziletleri ihsan eden ve O'nu bu umumî hasletlerle şereflendiren Yüce Zât'ı noksan sıfatlardan tenzih ve kemâl sıfatlariyle takdis ederiz...

Allah'ın yüceltmeleri cümlesinden biri de şudur ki, âdetullah, nebilere isimleriyle nida etmek iken, meselâ Allah'ın Kitabında."Yâ Âdemu'skûn — Ey Âdem, otur," (Bakara sûresi: 2/35), "Yâ Nuhu'hbit — Ey Nuh, gemiden in!" (Hud sûresi: 11/48), "Yâ Musâ innî enAllahu —Ey Musâ, gerçekten ben Allah'ım!" (Kasas sûresi: 28/30) "Yâ İsâ'bni Meryeme'zkûr niınetî aleyke — Ey Meryem'in oğlu îsâ! Sana olan nimetimi hatırla!" (Mâide sûresi: 5/110) diye adlı adiyle hitap ederken

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerine nida ettiğinde nübüvvet ve risalet unvanlariyle hitap edegelmiştir. Her nerede hitap vâki olmuşsa: "Yâ eyyühennebiyyu", "Yâ eyyühe'r-resulü" diye nida buyurulmuştur. Bu, yüceltmenin son derecesi ve büyütmenin nihayetidir.

Ayrıca Allah'ın kadîm kelâmında: "Bir zamanlar senin Rabbin, meleklere: 'Ben yeryüzünde kendime bir halife yaratacağım,' demişti," (Bakara sûresi: 2/30) âyet-i kerîmesine nazar olunsun ki, Hak teâlâ hazretleri, Rab ismini nasıl Fahr-i Kâinat hazretlerine izafe edip "Rabbuke — Senin Rabbin" diye buyurdu? Bütün melekler ve peygamberler arasında onu nasıl güzel bir hitap şekliyle şereflendirdi? Bu âyet-i kerîmede, âlemlerin hocası Efendimiz hazretlerinin, Hak teâlâ hazretlerinin halifelerinin en büyüğü olduğuna işaret vardır.*

Nihayet Allah'ın büyük kitabında onun ağırlanınası, yüceltilmesi ve büyütülmesi o kadar açıklanmıştır ki, yüceltme derecelerinin nihayetine ulaşmış olduğunda asla şüphe izi kalmamıştır.

Şu da yeterlidir ki: "Allah seni affetsin, onlara niçin izin verdin?" (Tevbe sûresi: 9/43) âyet-i kerimesinde iltifat ve güzellikle hitap etmek için sitemin zikrinden önce "Afallahu — Allah seni affetsin" diye afdan haber verdi. Zaman bakımından bütün peygamberlerden sonra iken Hak teâlâ hazretleri onu yüceltmek ve büyütmek için zikirde hepsinden öne geçirip: "Biz, söz almıştık peygamberlerden ve senden, Nuh'dan, ibrahim, Musa ve Meryem oğlu İsâ'dan," (Ahzâb sûresi: 33/7) buyurdu. Ayrıca cehennem ehlinin kıyamette onun tâatini temenni ettiklerinden haber verip: "Yekulûne yâleytenâ eta'nallahe ve eta'ne'r-resûle — Derler ki: Yazıklar olsun bize! Keşke Allah'a itâat etseydik, Peygamber'e itâat etseydik!" (Ahzâb sûresi: 33/66) diye buyurdu.

Hâsılı, maksadımız kolay olandan bir kısmını söylemektir. Yoksa O'nun büyüklüğünün ve üstün tutulmasinin delillerine sayı ve sınır yoktur.

2 .FASIL

Allah'ın Onun Hakkında Peygamberlerden Söz Alması

Hak teâlâ hazretleri, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri hakkında bütün peygamberlerden mîsak (söz, and) almıştır. Nitekim Kur'ân-ı azîm'de:

"Allah, o zaman peygamberlerden söz alarak: 'Bakın, size kitap ve hikmet verdim. Sonra sizde bulunanları doğrulayıcı bir peygamber geldiğinde, ona mutlaka inanacak ve ona mutlaka yardım edeceksiniz! Bunu kabul ettiniz ve bu ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?' demişti. Onlar da: 'Kabul ettik,' dediler. Bunun üzerine Allah: 'O halde şahit olun. Ben de sizinle beraber şahit olanlardanım,' dedi," (Al-i Imrân sûresi: 3/81) buyurmuştur.

Hazret-i Ali (Allah varlığını mübarek eylesin) ve İbn-i Abbâs (Allah ondan razı olsun): "Hak teâlâ hazretleri, göndermiş olduğu her peygamberden, 'Eğer o hayatta iken Muhammed Mustafa (sallallahü aleyhi ve sellem) hazretleri peygamber olarak gönderilecek olursa O'na iman getirip yardım edeceğine dair ahd ve mîsak almıştır. Ayet-i kerîmenin mânası budur," diye buyurdular.

Bazıları dediler ki: "Murad, peygamberlerin, kendi ümmetlerinden, Muhammed Mustafa hazretleri peygamber olarak gönderildiği zaman ona iman getirip yardım edecekleri hususunda söz almalarıdır. Yoksa peygamberlerin kendilerinden mîsak almanın mânası nedir ki, o zaman peygamberlerden kimse kalmayıp hepsinin âhirete intikal etmiş olacakları kesindir. Ölülerse mükellef olmazlar. O halde mîsakın ümmetlerden alınmış olduğu belirtilmiştir."

Buna şöyle cevap verildi: "O peygamber olduğu zaman eğer nebiler hayatta olsalardı ona iman getirmek üzerlerine vacip olurdu. Murad budur. Bunun benzeri: "Andolsun, eğer Allah'a ortak koşarsan amelin boşa gider," (Zümer sûresi: 39/85) âyeti kerîmesidir. Yâni, "Eğer sen Allah'a ortak koşsaydm istediğin güzel amellerin sana hiç bir faydası olmazdı," demektir. Halbuki Allahü teâlâ hazretleri, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinden Allah'a ortak koşmanın asla sâdır olmayacağını bilirdi. Bununla beraber sözü, farz ve takdir yolu üzere getirdi. Hâsılı, "Faraza şöyle etseydin şöyle olurdu" demektir. Bundan, onun aynen öyle olması gerekmez. Bunun gibi böyle demekle ondan Allah'a ortak koşmanın sudurunun mümkün olması da gerekmez. Yine farz ve takdir üzere melekler hakkında: "Onlardan her kim: Ben ondan başka bir Hak'yım, derse onu cezalandırırız," (Enbiyâ sûresi: 21/29) demiştir. Bununla beraber Hak teâlâ hazretleri, onlar için "Lâ yesbikunehu bilkavli — Söz söylemekte O'nun önüne geçmezler," (Enbiyâ sûresi: 21/27) ve ayrıca "Yehâfûne rabbehum min fevkıhim — Üstlerinden, Rablerinden korkarlar ve emredileni yaparlar," (Nahl sûresi: 16/50) demekle onlardan bu türlü bâtıl dâvalar sâdır olmayacağına şehadet etmiştir. O halde bunun benzeri sözler farziyattır. Mübalağa şeklinde sevk olunur. Netice olarak mânası: "Peygamberler bile, O'nun zamanına kalmaları mümkün olsaydı, O'na iman getirmek üzerlerine vacip olurdu. Nerde kaldı ki, ümmetlerine vacip olmasın!" demektir," dediler.

İmâm-ı Sübkî der ki: "Bu âyet-i kerîmede, yâni "Ve iz ahezellahu mîsake'n-nebiyyîne — Allah o zaman peygamberlerden söz aldı," (Âl-i İmrân sûresi: 3/81) sözünde delâlet vardır ki, nebilerin Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin zamanına gelmeleri takdir olunsaydı onlara mûrsel (resûl olarak gönderilmiş) olurdu. Bu takdirde risaletinin, tâ Hazret-i Âdem zamanında kıyamete değin, ne denli nebiler ve ümmetler geldilerse hepsini kaplayıcı olması lâzım gelir. Böylece nebilerin, resûllerin ve ümmetlerin toplaminin Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin ümmetinden olduğu kesinleşmiş olur. "Ben, bütün insanlara peygamber olarak gönderildim," hadîs-i şerifinin umumiliği, yalnız kendi zamanından kıyamete değin gelecek insanlara göre olmaz, belki makabline de dönücü olur. Nebilerden mîsak (söz) almanın faydası, Allah katında onlardan üstün tutulup kendilerinin nebileri ve resûlleri olduğunu onlara bildirmek olur."

Mîsaklarını almada, onlara halef olma mânası vardır. Onun için, "Le-tuıninunne bihi ve le-tansurunnehu — O'na mutlaka inanacak ve O'na mutlaka yardım edeceksiniz!" (Âl-i İmrân sûresi: 3/81) sözlerine kasem (yemin) "Lâm"ı dahil olmuştur.

Bu üslûpta nükte şudur: Alınan mîsaklar, halifeler için alınan biat yeminleri gibidir. Öyle sanılır ki, halifelerin yeminleri buradan alınmıştır. Bu mertebeler bilindikten sonra açıkça ortaya çıkar ki, kâinatın hocası Efendimiz hazretleri, gönderilen bütün nebilerin ve resûllerin peygamberi imiş. Âhiret gününde bütün peygamberlerin O'nun bayrağı altına gelmesinin, dünyada da mirac gecesinde hepsine İmâm ve kendisine uyulan kimse olmasinin sırrı bu imiş.

Bu mânadandır ki, Hazret-i Îsâ, son zamanda O'nun şeriatı üzre gelse gerektir. Yine hâli üzre büyük bir peygamberken O'nun şerefli şeriatma uyup bağlanınası bakımından O'nun ümmetinden olsa gerektir. Ancak bu, bazılarının zannettiği gibi, peygamberlik payesinden tenezzül edip ümmetinden diğer kimseler gibi biri olacak demek değildir. Bunun gibi, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, onun zamanında yahut Mûsa, ibrahim veya Nuh aleyhisselâmlar zamanında gelmiş olsaydı, onlar yine kendi ümmetlerine nübüvvet ve risaletlerinde kalırlardı; peygamberlerin sultanı Efendimiz hazretleri, hepsine nebiyyi mürsel olup nübüvvet ve risaleti hepsine şamil olurdu.

Şeriatlerinin durumu ne olurdu? diye hatırına gelirse:

Asıl esaslarda ittifak üzre olurlardı. Zira asıl ve esasta ihtilaf düşünülemez. Ama teferruatta ihtilaf olsa Fahr-i Âlem hazretlerinin şeriatı öbürlerinden üstün tutulurdu. Ya tahsis ya da nesh yoliyle bu üstünlük gerçekleşirdi. Yahut ne tahsis ve ne de nesh olup belki o zamanda o ümmetlere kendi peygamberlerinin getirdiği nisbetle ve bu zamanda da bu şerefli ümmete nisbetle gelirdi. O gelenlerin hepsi, bu Hazret'in şeriatleri olurdu.*

Vakitlerin ve şahısların değişmesiyle hükümlerin de değişmesi caizdir. Bu bakımdan iki hadîs-i şerifin mânası son derece aydınlanmış ve açıklanmış oldu.

Bunlardan birisi: "Ben, bütün insanlar için peygamber oldum," hadîs-i şerifidir ki, murad, kendi zamanından kıyamete değin gelen şahıslara peygamber olduğu zannolunurdu. Böyle değilmiş. Belki insanlardan geçmişlerin ve geleceklerin hepsine peygamber olmuş.

Biri de: "Âdem ruhla ceset arasında iken ben nebiydim," hadîsidir ki, peygamberliğinin Hazret-i Âdem'den önce oluşunun mücerret Allah'ın ilminde olduğu zannolunurdu. Ortaya çıktı ki, ona ilâveten olan bir işmiş. Nihayet tebliğin sonraya kalması, şartın varlığına ilişkin olduğundan öyle olmuş. Ahkâmın (hükümlerin) şartlara ilişkin olması, bazen, mahalli kabil (kabul eden yer) bakımından olur; bazen de fâil-i mutasarrıf (tasarruf eden kullanan fâil) bakımından olur. Burada kabul eden bakımındandır ki, o kendilerine peygamber olarak gönderildiği şahıslardır ve şerefli cesedinin yaratılmasıdır. Hükümler O'nun lisanına gelip oradan şahısların idrâkine atılacaktır. Böyle olması, ezelde nübüvvetin sıhhatine mâni değildir.

Bunun benzeri şudur: Bir kimse, "Kızımı bir dengiyle evlendiriver" diye bir kişiyi vekil etse, tevkil sahihtir, o kişi vekâlete ehildir ve vekâlet sâbittir. Ama bazen tasarrufu kızın denginin bulunınası şartına bağlanmış olur. Dengi nice bir zamandan sonra bulunur. Ancak böyle olması, vekâletin sıhhatine ve vekilin ehliyetine zarar vermez.

3 . Fasıl

Allah'ın, Peygamberimizin Risaletine Şahitlik Etmesi

Hak teâlâ hazretleri, azîm Kur'ân'ında ve kerim kitabında Hazret-i İbrahim ve İsmail aleyhiselâmların lisanlarından hikâye ederek buyurmuştur ki, Beytü'l-Haram'ı bina ettiklerinde:

Ya Rab, bunu bizden kabul eyle. Şüphesiz sen, niyetlerimizi bilir ve içimizdekileri işitirsin. Bizi sana muhlis eyle, yâni ihlâsımızı arttır. Bizim soyumuzdan sana teslim olarak selâmet bulan (müslüman olan) bir ümmet çıkar. Hac'da ibadet yerlerimizi (yahut kurban keseceğimiz yerleri) bize sen göster. Zürriyetimizin tevbesini kabul eyle. (Yahut bizden yanılarak ve haddi aşarak şaki olanlar için tevbe nasip eyle). Gerçekten sen, tevbekârların tevbelerini kabul edip onlara merhamet edersin.

Ey Rabbimiz, o sana teslim olan ümmet arasından kendilerine bir peygamber gönder ki, kendisine vahyolunan tevhid ve nübüvvet delillerini onlara okusun, Kur'ân'ı, maarifi (Allah'ı tanıma bilgilerini) ve hükümleri öğretsin, şirk ve isyan olan şeylerden onları temizlesin. Elbette sen öyle bir galibsin ki, dilediğin şey üzerinde sana kimse galebe edemez. Her şeyi sağlam, güçlü ve yerli yerinde yapan ancak sensin, sen!" (Bakara sûresi: 2/127-ı29) demişler.

Bunun üzerine Hak teâlâ hazretleri, duâlarmı kabul edip ismail evlâdından Mekke halkına o sıfatla vasıflanmış büyük bir peygamber gönderdi ki, o, Muhammed Mustafa (sallâllahü aleyhi ve sellem) hazretleridir. Eğer sual olunup:

— Âyet-i kerîmede geçen rasülden muradın Fahr-i Kâinat hazretleri olduğu nereden malûm oldu? denilirse bunun cevabı birçok şekildedir:

1 — Müfessirler icma etmişlerdir. Onların icmaı (görüşlerinin bir noktada birleşmesi) hüccettir.

2 — Peygamber Efendimiz hazretleri: "Ene dâvetü ibrahim ve beşâretü Îsâ — Ben ibrahim'in duâsı ve İsâ'nın müjdesiyim," diye buyurmuştur. Dâvetten (duadan) murad, bu âyet-i kerîmedir. Yâni "Onda istenen peygamber benim," demektir. "İsâ'nın beşâreti" buyurması, "Ve mübeşşiren bi-resûlin ye'tî min ba'di ismuhu Ahmedu — Ben, benden sonra gelecek ismi Ahmed olan bir elçinin müjdecisi olarak geldim," (Saf sûresi: 61/6) âyet-i kerîmesine işarettir.

3 — Hazret-i İbrahim aleyhisselâm, bu duâyı Mekke'de kıldı, orada ve onun etrafında olan zürriyeti için eyledi. Hak teâlâ hazretleri, o diyardan Fahr-i Kâinat hazretlerinden başkasını peygamber getirmedi. Hak teâlâ hazretleri Habib-i Ekrem hazretlerini peygamber göndermekle müminlere yaptığı iyilikleri zikrederek:

"Lekad menallâhü alâ'l-mü minîne iz bease fîhim resulen min enfüsihim yetlu aleyhim âyâtihi ve yüzekkihim ve yuallimuhumu'l-kitâbe ve'l-hikmete — Andolsun, müminlere büyük bir lütûfta bulundu. Zira onları kendi içlerinden, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan, kendilerini temizleyen, kendilerine kitap ve hikmeti öğreten bir resûl gönderdi," (Âl-i imrân sûresi: 3/164) buyurmuştur.

Âyet-i kerîme'de o vasıflar tavsif edilmiştir ki, onlar Hazret-i ibrahim'in duasında geçmişti. O halde belirtilmiş oldu ki, resûlden murad, Muhammed Mustafa (sallâllâhü aleyhi ve sellem) hazretleri imiş. "Min enfüsihim — kendi içlerinden" buyurulması, "Kendileri gibi beşer" demektir. Şâz olan kıraette bu kelime, "Fe" harfinin fethi ile "Min enfesihim" diye gelmiştir. Bu takdirde "Min eşrefihim — Onların en şereflilerinden" demek olur. Zira Fahr-i Âlem hazretleri, Beni Hâşim'dendir ve Benî Hâşim de Kureyş'in en üstünüdür. Kureyş Arab'ın en üstünü, Arab nâsın en üstünüdür. Gerçi kâinatın hocası Efendimiz hazretlerinin peygamber olarak gönderilmesi, yaratıklar âleminin hepsine, hattâ kâfirlere bile nimettir; zira onun şerefli zamanında dünyevî azâb kaldırılmış, geçmiş ümmetlerin başına gelen başka şekle döndürülmeler, taş yağdırmalar, yere geçirmeler, bu muhterem zâtın ümmetlerinin başına gelmemiştir; fakat âyet-i kerîmede müminlerin tahsisen zikrolunınası onların faydalanınaları daha çok olduğu içindir. Elbette onlar üzerine olan iyilik başkalarına olandan daha büyüktür.

Eğer sual olunup:

Peygamber Efendimiz hazretlerinin beşer olup Arap tâifesinden olduğunu bilmek, imanın sıhhati için şart mıdır, yoksa farz-ı kifayeden midir? denilirse bunun cevabı şudur ki, Şeyh Veliyyüddin İbni'l-Irakî:

"İmanın sıhhati için şarttır," demiştir. "Hatta bir kimse, ınuhammed'in bütün halka peygamber olduğuna iman getiriyorum. Ama bilmiyorum ki, kendisi beşerden midir, meleklerden midir, yoksa cinden midir? Yine bilmiyorum, Arap'dan mıdır yoksa Acemden midir? dese küfründe şek yoktur. Zira Kur'ân'ı tekzib etmiş olur. Halef ve seleften işitilegelip bizzarure bilinen bir şeyi inkâr etmiş olur. Kâfir olduğunda şüphe yoktur. Bu mes'elede âlimlerden hiç kimsenin aksine bir görüşü bulunduğu malûm değildir. Eğer bunu duyan kimse, gafil ve ahmak bir kimseyse ona öğretmek gereklidir. Öğrendikten sonra yine inkâr ederse o zaman onun küfrüne hükmederiz," demiştir.

Gerçekten de o nasıl bir müslümandır ki, kendisiyle Allah arasında vasıta olan şerefli zâtın hallerini ve vasıflarını bilmesi bu türlü olur, O'nun haberlerini, sözlerini ve eserlerini bilmekten hazzı bu kadar olur? Görünüşteki münasebeti böyle olanın mâııevî alâkası ne kadar olsa gerektir? Düşünülsün...

Eğer sual olunup:

— Kâinatın hocası Peygamber Efendimiz hazretleri, hâlâ (şu anda da) risaleti üzre bâki midir? denilirse Ebû'l-Muin Nesefî cevap verip buyurmuştur ki:

— Ebû'l-Hasanu'l-Eş'ârî dedi ki: "Elân (hâlâ) Fahr-i Âlem hazretleri, risâlet hükmündedir. Bir şeyin hükmü, o şeyin aslı makamına kaimdir. Yâni bir şeyin hükmü, o şeyin aslinin yerini tutar. Görmez misin ki, iddet, nikâhın hükmüne delâlet eder," Başkaları da buyurmuştur ki: "Fahr-i Âlem hazretlerinin vefatından sonra nübüvvet ve risalet bâkidir. Müminin ölümünden sonra imanın vasfı bâki olduğu gibi... İman ruhun kendisidir. Ruh ise bâkidir; bedenin ölmesiyle değişmez."

Âlimlerden kimisi bu söze ta'n edip dediler ki:

— Baştan o Hazret ölü değildir. Zira bütün nebiler, kabirlerinde sağdırlar. O halde nübüvvet vasfı, ruhla cesedine beraberce sâbittir ve el-ân (hâlâ) bakidir.

İmâm-ı Kuşeyrî dedi ki:

— Hak teâlâ hazretleri, peygamber olarak seçtiğinde "Erseltüke — Seni peygamber olarak gönderdim," demiştir yahut "Bellağ annî — Benim adıma tebliğ et!" buyurmuştur. O halde Fahr-i Âlem Efendimiz, vücuda gelmeden önce resuldü. Uyku halinde ve ilelebed resûldür. Zira Hak teâlâ hazretlerinin kelâmı bâkidir. Allah'ın kelâminin yalnız bir zaman için geçerli olması düşünülemez. Böylece Allah'ın kelâmı bakımından Peygamberimizin risaleti de ezelî ve ebedîdir. Kadîm kelâmla sâbit olan elçiliğin bâtıl olması muhaldir. O halde elçilik sâbit ve daimîdir.

Sübkî Tabakat'ında İbn-i Fevrek'den naklederek: "Fahr-i Kâinat Efendimiz, kabrinde diridir. Ebediyyen ve hakikaten Allah'ın resûlüdür. Mecazen değildir. Risaletinin hakikaten değil de mecazen olduğu düşünülmesin," demiştir.

* * *

Peygamber Efendimizin risaletinin şahitleri cümlesinden biri de şu âyet-i kerîmedir ki: "O Allah'dır ki, ümmîler içinde, onlardan olan, onları temizleyen, onlara Kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderdi. Halbuki onlar, önceden apaçık bir sapıklık içinde idiler," (Cuma sûresi: 62/2) diye buyurulmuştur.

Ummîlerden murad, Arap tâifesidir. Bu sıfatla zikredilmeden murad ise onlara hatırlatmak, bu büyük nimetin kadrini bilmeleri için tenbihte bulunınaktır. Düşünsünler ki, kendileri bir alay kitapsız topluluktan ibaretken kitap ehli gibi yanlarında peygamberlik eserlerinden hiç bir şey yok iken Hak teâlâ hazretleri, kendilerine büyük bir resûlle bu kadîm kelâmı nasıl ihsan buyurdu? Hatta onları ümmetlerin en üstünü kıldı. O'ndan önce geçmiş ümmetlerden sapık olanların sapıklığı içinde kalmışlardı. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin kendilerinden olmasında iki fayda vardır:

1 — O da kendileri gibi ümmî idi. Asla kitap okumamış ve yazı yazmamıştı. Nitekim Hak teâlâ hazretlerinin: "Sen bundan önce bir kitap okumuyordun ve elinle de onu yazmıyordun," (Ankebût sûresi: 29/48) buyurması bu mânayı ifade eder.

Kendi aralarından çıkıp başka bir diyara gittiği ve orada oturduğu da olmamıştı ki, orada okudu, öğrendi demek kabil olsun. Belki kırk yaşını tamamlayıncaya kadar onların aralarında idi. işin sonunda büyük bir kitap, sağlam bir din ve seçkin bir şeriat getirdi ki, cihanın en akıllı insanları hayret ve şaşkınlık içinde kalıp ona karşı çıkmaya, onunla yarışa kalkışmaya imkân bulamadılar. Bu ittifakta, büyük sevgili Efendimiz hazretlerinin nübüvvetinin doğruluğuna büyük bir delil hasıl oldu.

2 — O ümmîler, hususiyle Mekke halkı, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin nesebini, şerefini, doğruluğunu, eminliğini ve iffetini, yâni haram olan şeylerden uzak durmasını çok iyi bilirlerdi. O çağa gelinceye kadar onların arasında bu seçkin vasıflarla tanınmıştı. Ömründe yalan söylediği asla görülmemişti. Ömründe hiç yalan söylemeyen ve Âdemoğullarından hiç bir kimseye iftira ettiği asla görülmemiş olan bir kimse, sonradan kalkıp Hak teâlâ hazretlerinehâşâiftira etsin! "Hak teâlâ hazretleri, size namazı farz etti" ve diğer hükümlerden her ne varsa şöyle şöyle buyurdu, desin!.. Bu ihtimal, aklî değildir. Onun içindi ki, Rum Meliki Herakl'e şerefli mektubu vardığında zikrolunan vasıflardan sual edip:

— Bu hususlarda nasıldır? dedi.

Ve nübüvvet dâvasmdaki doğruluğunu bunlardan çıkardı.

Nihayet ondan yalan zuhur etmediğini biliyorlardı. Hak teâlâ hazretlerinin O'na hitap ederek: "Gerçekte onlar seni yalanlamıyorlar, fakat bile bile Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar," (En'am sûresi: 6/33) buyurması bunu ifade eder.

Rivâyet olunur ki, müşriklerden bir kimse:

— Ya Muhammedi Vallahi senin bugüne kadar bize hiç yalan söylediğin olmamıştır ki, bugün biz seni yalancılıkla itham edelim! Fakat eğer sana tâbi olursak yerimizden âvâre olmamız lâzım gelir!., dedi.

Bunun üzerine yukarıdaki âyet-i kerîme nâzil oldu.

Ebû Sâlih, İbn-i Abbâs hazretlerinden şöyle rivâyet etmiştir: "Mukatil'den rivâyet edilmiştir ki, Hâris bin Amir, halk içinde Peygamber Efendimizi yalanlardı, ama ev halkı arasına vardığında:

— Mâ Muhammed min ehlü'l-kizb (Muhammed asla yalancılardan değildir), derdi."

Şu da rivâyet olunmuştur ki, müşrikler O'nu gördükleri zaman: "İnnehu le-nebiyyü — İşte o peygamber," derlerdi.

Hazret-i Ali (radıyallahü anh)den rivâyet edilmiştir ki, Ebû Cehil mel'unu, kâinatın hocası Efendimiz hazretlerine:

Biz, sana yalancısın diyemeyiz, ama o getirdiğin nesneyi yalanlarız, dedi.

Ondan sonra bu âyet-i kerîme nâzil oldu, demiştir.

Eğer sual olunup:

— Hak teâlâ hazretleri: "Senden önce de resûller yalanlanmıştı," (En'am sûresi: 6/34) buyurdu. Başka bir âyette de: "Onlar gerçekte seni yalanlamıyorlar. O zalimler Allah'ın âyetlerini bile bile inkâr ederler," (En'am sûresi: 6/33) buyurdu. Birinci âyetten anlaşılan şudur ki, Hak teâlâ hazretleri, Fahr-i Kâinat hazretlerini teselli edip "Seni yalanlamalarından üzülüp rahatsız olma. Senden önce gelen resûller de yalanlanmıştır. Halkın hali budur," demek olur. İkinci âyetten anlaşılan da şudur ki, Peygamber Efendimiz hazretlerini yalanlamazlar. O halde bunlar nasıl bağdaştırılır ve birleştirilir? denirse cevabı şudur:

Kâfirler iki kısım idiler. Bir kısmı bilmezlerdi. Başlangıçta anlayamayıp cehilleri sebebiyle tekzib ederlerdi. Sonradan anladıkları gibi imana geldiler. Bir kısmı da bilirlerdi, ama inatlarından hakkı örterlerdi. Meselâ Ebû Cehil gibi. Bunlarda yalanlamanın hakikati yoktu. Çünkü doğru olduğunu bildikleri halde yalan olduğunu söylüyorlardı. işte "Feinnehum lâ-yükezzibûneke — Onlar, gerçekte seni yalanlamazlar," (En'am sûresi: 6/33) buyurulması bunlara göredir. Yoksa hepsine göre değildir.

Hâsılı âyetlerden biri bir kısmına göre, öbürü diğer kısmına göre olur.

Rivâyet olunur ki, Ebû Cehil mel'unu, bir gün Fahr-i Kâinat hazretlerine rastgeldi ve musafaha etti. Bunun üzerine dostları:

— Sen Muhammedle musafaha mı edersin? dediler.

O da:

Vallahi ben biliyorum ki, o peygamberdir. Ama biz, Abd-i Menâf oğullarına nasıl tâbi olalım? Yâni ona tâbi olmaktan kaçıyorum, yoksa peygamber olduğunu bilirim, dedi.

Kur'ân-ı azîm, bu büyük peygamberin peygamberliğinin doğruluğuna ve risaletinin gerçekliğine delâlet eden âyetlerle doludur. Hak teâlâ hazretlerinin kemâline nasıl uygun düşer ki, kendine en büyük yalanla iftira eden bir kimseyi hâli üzre bıraksın, onun hakkından gelmesin, hatta türlü türlü destek ve yardımlarda bulunup sözünü yüce ve kadrini yüksek etsin, duâlarını kabul edip düşmanlarını helâk etsin, akılları parçalayacak işaret ve mucizeler izhar etsin!.. Bütün bunlarla beraber o kişi yalancı ve müfteri olsun!.. Yeryüzünde bozukluk ve karışıklık çıkarınaya çalışsın!.. Hiç aklı olan bir kimse bunu mümkün görür mü ki, böyle olsun?.. Hâşâ ve kellâ, Hak teâlâ hazretlerinde acz ve kusur yoktur ki, Cenâb-ı Kibriyâ'sına lâyık olmayanı kendine nisbet etsinler de intikamdan âciz olsun!.. O'nun bütün eşyayı ilmiyle kavrayıcı olduğunu, bütün mümkünâta kudretinin şâmil bulunduğunu, izzetini, hikmetini ve bütün sıfatlarında kemâlini tasavvur eden bir kimse bilir ki, böyle olması mümkün ve muhtemel değildir. Bu ihtimali mümkün gören kimse, Hak teâlâ hazretlerinin marifetinden en uzak olan, yâni onu hiç tanımayan bir yaratıktır. Hatta o, insan bile değildir, belki hayvanların en bayağısıdır.

Kur'ân-ı azîm'de bu yolda istidlâl çok varid olmuştur. Bu yol, havassın belki havassın da en seçkinlerinin yoludur. Onların şanı, fiilleri üzerinde Allah ile istidlâldir. Yâni onlar, Cenâb-ı izzet ile aşinadırlar; O'nu çok iyi tanırlar. O'na lâyık olan ve lâyık olmayan fiilleri iyi bilirler, ona göre hükmederler. Hak teâlâ hazretlerinin kudret ve hikmetinin kemâli, kendisine hiç kimsenin iftira etmeye muktedir olmamasını gerektirir. Nitekim Hak teâlâ hazretleri, bu mânada:

"Eğer o bizim üzerimize yalan yanlış birtakım şeyler söyleyip bize iftira etseydi, biz onun gücünü ve yetkisini alır, sonra can damarını keserdik. Sizden hiç kimse buna engel de olamazdı," (Hakka sûresi: 69/44-47) buyurmuştur.

Eğer iftira etmiş olsaydı, Allah, bu dediğini nasıl yapmaz ve kullarına ibret olması için müfterinin hakkından nasıl gelmezdi?..

Allahü teâlâ hazretleri, yine buyurmuştur ki:

"Yoksa, Allah hakkında yalan söyleyerek iftira etmeni mi söylüyorlar? Halbuki Allah dilese senin kalbine mühür vururdu." (Şurâ sûresi: 42/24)

Bunun hâsılı şudur: Kâfirler, Fahr-i Âlem hazretleri için "Peygamberlik dâvasında bulunınakla yahut Kur'ân'la Allah'a iftira etti," demişlerdi. Hak teâlâ hazretleri, onun gibisinden iftirayı uzaklaştırıp buyurdu ki: "Ona ancak kalbine mühür vurulmuş olan cahil kimseler cür'et eder. Ama marifet ve basiret sahibi olan kimse ona cür'et etmez."

Yine buyurmuştur ki:

"Allah'ı, şanına yaraşır şekilde tanıyamadılar. Zira, Allah beşer üzerine bir şey indirmedi, dediler." (K: 6/91)

Hâsılı: "Rahmette ve kullara in'am etmede Allah'ı gerçek tanıma bilgisiyle bilmediler. Vahyi ve resûl gönderilişini inkâr edip 'Hak teâlâ hazretleri beşer üzerine hiç bir şey indirmedi, ne vahiy gönderdi, ne peygamber gönderdi,' dediler. Bunlar ise Hak teâlâ hazretlerinin en büyük nimetlerindendir," demek olur. Yahut: "Kâfirlere hışım etmede ve onları şiddetle tutınada Hak teâlâ hazretlerini hakkiyle tanıyamadılar. Bu sözü söyledikleri zaman da böyleydiler," demektir.

Kadı, bu zikrolunan iki şekilde tefsir etmiştir. Her iki takdire göre de, Kur'ân'ı ve resûlün risaletini tekzib edenleri techil ve tekfir etmektedir. O halde Hak teâlâ hazretlerinin yalancı ve müfteriye nusret ve onu teyid ettiğini, onun elinden mucizeler izhar ettiğini zanneden kimsenin hâli nice olsa gerektir?..

Yine buyurmuştur ki:

"Kendilerine okunan kitabı sana indirmemiz onlara yetmez mi? Şüphesiz bunda bir rahmet ve hatırlatma vardır." (Ankebût sûresi: 29/51)

Bunun aslı şudur: Kâfirler, Peygamber Efendimiz hazretleri hakkında edepsizce sual edip "Mademki gerçek peygamberdir, o halde niçin ona da Sâlih'in devesi, Mûsâ'nın asâsı ve îsâ'nın sofrası gibi Rabbinden bir mucize inmez?" demişlerdi. Hak teâlâ hazretleri, bunun üzerine Resûlüne emredip "Ya Muhammedi Sen de ki: "Ayet-i kerîmeler (mucizeler) Allah katmdadır. Dilediği gibi indirir. Ben âyetlere mâlik değilim ki, istediklerinizi getirip göstereyim. Benim şanımdan olan şey değildir o. Benim şanımdan olan ancak inzâr (uyarına ve korkutına) dır; inzârımı Allah'ın verdiği âyetler ve mucizelerle göstermektir. Bundan başka bir şey elimden gelmez," diye buyurmuştu. Sonra buyurdu ki: "Sordukları şey hakkında belirli ve kesin işaretler olarak şu yetmez mi ki, sana biz kitap indirdik; daima üzerlerine okunur. Onlara o kitapla meydan okuruz, kudretleri varsa onun bir sûresinin benzerini meydana getirmelerini isteriz de onlar meydana çıkip bir şey diyemezler. İşte bizim sana indirdiğimiz o kitap daima onların yanındadır. Diğer mucizeler gibi o, son bulup gitmez. Yahut Yahudiler üzerine okunan, senin dininin vasfından söz edip onların ellerinde bulunan kitabı tahkik et. Yâni onlara okunan kitaplarında buldukları, senin ve senin dininin vasfını tahkik ve isbat eden, kitaplarına mutabık gelen bu âyet ve mucizeler onlara kifayet etmez mi?" demek olur.

Ondan sonra buyurdu ki:

"Benimle sizin aranızda şahit olarak göklerde ve yerde ne varsa hepsini bilen Allah yeter." (Ankebût sûresi: 29/52)

Yâni: "Benim doğruluğuma Allah'ın tanıklığı kifayet eder. Halbuki beni mucizelerle tasdik etti. Benim doğruluğumu ve buna karşılık sizin beni yalanladığınızı, O bilir. O'nun şahit olması bana yeter," demektir. Böylece Allah her şeyi bilici olduğuna göre O'nun şehadeti şehadetlerin en doğrusu ve en adili olur. Zira şehadet ettiği şeye, tam kavrayıcı ve kuşatıcı olan bilgisiyle şehadet eder.

*   *

Risaletin şahitlerinden biri de şu âyet-i kerîmedir:

"İnnâ erselnâke şâhiden ve mübeşşiren ve nezîren ve dâiyen ilâllâhi bi-iznihi ve sirâcen münîren — Biz seni ümmetlerin tasdik ve tekzibine şahit, müminlere cennet ve sevapla müjdeleyici, kâfirlere azâbla korkutucu olarak gönderdik. Allah'ın izniyle Allah'a dâveti ve doğru yolu aydınlatan parlak bir meş'ale olarak irsal ettik." (Ahzâb sûresi: 33/45-46)

"Şahiden" kelimesi mukadder hal üzredir. Ondan sonra gelen mansublar da (mübeşşiren, nezîren, dâiyen, sirâcen, münîren kelimeleri de) ona bağlıdır. Dâiyen ilâllâhi demek, "Hak teâlâ hazretlerinin ikrarına, tevhidine ve Allah'ın sıfatlarından iman getirmek vacip olan nesnelere dâvet edici" demektir. "Sirâcen münîr — Aydınlatıcı, parlak meş'ale" buyurmaktan murad, cehalet karanlıklarında O'ndan ışık alımr, basiretler nurlarını O'nun nurundan alırlar, demektir. Velhasıl, "Sen öyle bir peygambersin ki, biz halka seni gönderdiğimizde, şahit, müjdeci, korkutucu, Allah'a dâvet edici ve aydınlatıcı meş'ale olacağın mukadderdi," demektir.

Buyurmuşlardır ki: "Hak Tâlâ hazretleri, o Hazret'i vahdaniyetine şahit kıldığı zaman vahdaniyet (Allah'ın birliği) mes'elesinde onu müddei (dâvacı) kılmadı. Çünkü şahit, davacı olmaz. Dâva, ancak aksinin ortaya çıktığı yerde olur. Vahdaniyet ise güneşten daha açık olarak meydandadır. Onun aksi düşünülemez. Bu sebeple dâva (iddia) konusu olmaz.

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin kendisi nübüvvet dâvası ettiğinde Hak teâlâ hazretleri, Resûlüllahın şehadetinden başka kendi de ona şehadet edip: "Allah, mutlak olarak senin kendisinin Peygamberi olduğunu bilir ve münafıkların yalancı olduklarına şehadet eder." (Münafikun sûresi: 63/1)

Yine bu kabilden Hak teâlâ hazretleri buyurmuştur ki:

"İnkâr edenler: 'Sen Allah tarafından gönderilmiş peygamber değilsin,' diyorlar. Sen de ki: Benimle sizin aranızda Allah'ın ve yanında Kitap ilmi bulunanların* şahitliği yetişir." (Ra'd sûresi: 13/43)

Kitap ilminden muradın Tevrat ilmi olması muhtemeldir. Onu bilenler, Abdullah bin Selâm ve benzerleridir. Yâni bunlar, Tevrat'ta görmüşlerdir ve bilirler ki, ben gerçek resûlüm, demek olur. Levh ilmi olması da muhtemeldir. Onu bilen Allahü teâlâ hazretleridir. Yâni: "O kimse ki, ibadete müstahaktır ve Levh'de olanı ondan başka kimse bilmez, bizim aramızda şahit olarak o yeter. Hangimiz yalancı isek onun cezasını versin," demek olur.

Ayrıca:

"De ki: Şahit olarak hangi şey daha büyüktür? De ki: Benimle sizin aranızda Allah şahittir," (En'am sûresi: 6/19) buyurmuştur.

Yine:

"Allah, sana indirdiğini kendi bilgisiyle indirmiş olduğuna şahitlik eder. Melekler de şahitlik ederler. Şahit olarak Allah yeterlidir," (Nisâ sûresi: 4/166) buyurmuştur.

Ayrıca: "Vallahu ya'lemu inneke leresûlühü — Allah bilir ki, sen O'nun gerçek resûlüsün," (Münâfikun sûresi: 63/1) ve Fetih sûresinde: "Muhammedün resûlüllahi — Muhammed Allah'ın Peygamberidir," (Fetih sûresi: 48/29) diye buyurmuştur.

Bütün bu âyet-i kerimelerde Hak teâlâ hazretleri, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin risaletine şehadet edip inatçı kâfirler üzerine hüccet olarak getirmiştir.

Yine buyurmuştur ki:

"O, Resûlülünü hidayet ve hak dinle gönderdi ki, o dini bütün dinlere galip kılsın. Şahit olarak Allah yeter." (Fetih sûresi: 48/28)

Galip kılmak, ya o dinlerden hak olanı nesh ve bâtıl olanın fesadını ortaya çıkarınakla olur yahut onların ehli üzerine İslâm dini ehlini musallat kılmakla olur. Zira din ehlinden hiç bir topluluk yoktur ki, islâm ehli onlara galip olmasın. "Şahit olarak Allah yeter" buyurması, "Hak teâlâ hazretlerinin vaad ettiğinin gerçekten var olduğuna şahit olarak kendi yeter," demektir. Yahut "Mucize göstererek resûlünün nübüvvetine şahitliği yeter," demektir. Kadı böyle tefsir etmiştir.

* * *

Şu da Hak teâlâ hazretlerinin şehadeti kabilindendir ki, mümin kullarının kalblerinde vahyine ve kelâmına karşı kuvvetli tasdik ve kesin bilgi yerleştirmiştir, itminan ve sükûn tevdi etmiştir. Gerçekten Hak teâlâ hazretleri,, kalbleri, gerçeği kabul etmek ehliyet ve kabiliyeti üzere yaratmıştır. Yaradılışın aslı ve fıtratın gereği, gerçeği kabul, ona itaat, inkiyat, itminan ve muhabbettir; yalan ve batıldan nefret edip ona buğz ve düşmanlık etmektir. Eğer fıtratları üzere kalıp sapıklığa yakın olmasalardı gerçekten başka bir şeyi istemez ve kabul etmezlerdi. Onun içindir ki, Hak teâlâ hazretleri, insanları derin düşünmeye davet edip:

"Onlar Kur'ân'ı hiç düşünmezler mi? Yoksa kalblerinin üzerinde kilitler mi vardır?" (Muhammed sûresi: 47/24) buyurmuştur.

Yâni: "Kur'ân-ı azîm'i inceleyip araştırmaz, onda olan öğütleri, iyilere verilecek güzel karşılıkları, kötülere verilecek cezaları düşünmezler mi ki, kötülükleri işlemeye kalkışırlar? Yoksa kalblerinde kilitler mi vardır ki, bunları idrâke, akıllarının onları hatırlamaya ulaşmasına yol bulamazlar?" demektir. Bundan anlaşılır ki, bir kimse Kur'ân'ı hakkiyle düşünerek okusa yaradılışı bakımından onun hak (gerçek) olduğuna ve Allah tarafından gelmiş bulunduğuna zarurî ve kesin bilgi hâsıl eder. Vicdana ait işlerden diğerlerini, elem ve lezzeti, nasıl akliyle idrâk ediyorsa Kur'an-ı azîmin de Allah katından olup Cibril-i Emin lisaniyle Fahr-i Kâinat hazretlerine gönderilmiş olduğunu öyle idrâk eder. Bunun üzerine kalbinden hevâ ve gaflet kilitlerini gidermeye çalışması gerektir. Kalb açıldıktan sonra başka bir şeye ihtiyaç kalmaz. Bizzat idrâk eder, demektir. Bu da şahittir ki, Hak teâlâ hazretleri gerçeği tanıma duygusunu insan kalbinde yaratmıştır ve O, bütün şahitlerin en büyüğüdür.

Yine bir âyet-i kerîmede: "Kul yâ eyyühe'n-nâsu innî resûlüllahi ileyküm cemian — De ki: Ey insanlar! Ben sizin hepinize Allah'ın Peygamberiyim," (Araf sûresi: 7/158) buyurulmuştur.

Bu âyet-i kerîme, Fahr-i Kâinat hazretlerinin, bütün insanoğullarına gönderilmiş olduğuna delildir. İsâ-yı Isfahanî ki ona tâbi olanlara Iseviyye derler. Bunlar derler ki: "Muhammed doğrudur. Ancak O, Arap tâifesine gönderilmiştir. Beni israil'e gönderilmiş değildir." işte bu âyet-i kerîme onların bu sözlerinin bâtıl olduğuna delildir. Zira Hak teâlâ hazretleri, bu âyet-i kerîmede "Ey insanlar! — Yâ eyyühe'n-nâsu!" buyurmakla bütün insanoğullarına yönelik bir hitapta bulunınayı emretmiştir. Bu hitaptan sonra "Ben sizin hepinize Allah'ın Peygamberiyim," (K: 7/158) buyurması, Resûlüllah Efendimizin bütün insanlara gönderilmiş peygamber olmasını gerektirir.

Şu da açık ve sâbittir ki, Fahr-i Âlem hazretleri, "Ben, İnse ve cinne peygamber olarak gönderildim," diye iddia eder. Gerçek resûl olanın yalan söylemesi muhaldir. Risaletini tasdik ettikten sonra bütün iddiasında onu tasdik etmek gerekir. Başkasına mecal yoktur. Bu mertebe kesinleştikten sonra malûm olsun ki, âyet-i kerîme, yâni "De ki: Ey insanlar! Ben sizin hepinize Allah'ın Peygamberiyim," (Araf sûresi: 7/158) kavl-i şerifi, bazı âlimler katında hususî bir topluluğa şâmildir; bazıları da hususîliğe girmeyi inkâr etmişlerdir.

Birinci fırka, hususîliğe girdiğine dair iki vecih zikretmişlerdir. Birincisi şudur: insanlara resûldür, ama mükellef oldukları zaman. Mükellefler cümlesinden olmayanlara resûl değildir. Zira Fahr-i Kâinat hazretlerinin kendileri buyurmuşlardır ki:

"Üç kimse üzerinden kalem kaldırılmıştır. Büluğa erinceye kadar çocuktan, uyanıncaya kadar uykuda olandan ve iyileşinceye kadar deliden." Hâsılı, bunlar mazurdurlar, demektir.

Bir vecih de şudur ki: Âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri, haberi kendisine ulaşmış olan herkese resûldür. Şöyle ki: Arzın en uzak köşesinde bir tâife düşünülse, onlar Peygamber Efendimizin ne mucizelerini, ne şeriatını ve ne de haberlerini işitmiş olsalar, kendisine tâbi olmalarına imkân olmasa, onlar nübüvvetini ikrarla mükellef değillerdir.*

İmâm Müslim'in naklinde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) den rivâyet edilmiştir ki:

Hâsılı mânası şudur: "Resûlüllah Efendimizin peygamber olarak gönderildiğini işitenlerden her ferde gerekli olan, O'na, O'nun getirdiği Kur'ân, İslâm, şeriat ve ahkâmdan her ne varsa hepsine iman getirmektir. Eğer işittikten sonra iman getirmeden ölürse cehennem ehlinden olur."

Bunun mânasından çıkarılır ki, işitmeyenler ve islâm dâveti kendisine ulaşmamış olan kimseler mazur olurlar. Nitekim sahih kavil üzre şeriat gelmeden önce herhangi bir hususta hüküm bulunınadığı usûl ilminde kesin olarak kabul edilmiştir. Bu hadîs-i şerifte, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin risaletiyle bütün dinlerin nesh olunduğuna delâlet vardır.

Şahitler cümlesinden biri de şudur ki, Hak teâlâ hazretleri:

"Ey kitap ehli! Rasüllerin arasinin kesildiği, arada bir boşluk olduğu zamanda size elçimiz geldi," (Mâide sûresi: 5/19) buyurmuştur.

Yâni Yahudi ve Hıristiyanlardan kitap ehline hitap edip: "Gerçekten bizim resûlümüz, size dini beyan eder olduğu halde resûllerden fetret (boşluk) sırasında, vahyin kesildiği zamanda geldi," demektir.

Fetret zamanı diye iki resûl arasında kalan zamana derler. Burada "Zaman resûlden hâlî iken geldi" demektir. Bu fetretin ne kadar zaman olduğunda, yâni îsâ aleyhisselâm ile Fahr-i Kâinat hazretleri arasında ne kadar zaman geçtiğinde, ihtilaf olunmuştur. Nehdî ve Katâde'den bir rivâyette 600 yıldır. İmâm-ı Buhârî, Selmân-ı Fârisî'den ve Katâde'den 500 yıl diye rivâyet etmiştir. Dehhâk, "430 ile 440.

Bu fetret, Beni İsrail Peygamberlerinin sonuncusu olan Meryem oğlu İsâ ile mutlak olarak bütün Benî Âdem peygamberlerinin sonuncusu olan âlemlerin hocası Efendimiz hazretlerinin zamanları arasıdır. Nitekim Sahîh-i Buhârî'de Ebû Hüreyre'den merfuan rivâyet olunmuştur ki:

"Meryem'in oğluna en yakın olan benim. Çünkü onunla benim aramda hiç peygamber gelmemiştir," diye buyrulmuştur.

Kuzaî ve başkalarının, "Arada Hâlid adında bir peygamber gelmiştir" demeleri, bu hadîs-i şerifle red olunmuştur. Arada peygamberin bulunınadığı bununla sâbittir. Müellif böyle zikretmiştir.

Fakat Kadı Beydâvî Tefsirinde der ki: "Hazret-i İsâ ile Fahr-i Âlem hazretlerinin zamanları arasından ibaret olan fetret zamanı, bir kavilde 600 yıl, bir kavilde de 569 yıldı. Dört peygamber gelmişti. Üçü İsrail'den, birisi Arap'dandı ve adı Hâlid bin Sinân idi."

Ancak Kadı Ebû Hüreyre'nin hadîsine ıttıla ve sıhhatini teslim ettikten sonra: "Leyse beynî ve beynehu nebiyyü — Benimle onun arasında nebi yoktur," kavl-i şerifini "Nebiy-yi mürsel — Resûl olarak gönderilmiş peygamber" mânasına hamletmek gerektir. Fakat zayıflıktan hâli değildir, demiştir.

Âyet-i kerîmede kitap ehline yapılan iyilikleri hatırlatma vardır. Yâni: "Vahyin eserleri yeryüzünde görünınez olduğu zamanda, cihan küfür ve isyan karanlıkları ile dolduğu bir sırada size Fahr-i Âlem hazretlerini gönderdim. Üstelik vahiy ve resûl gönderilmesi öyle bir şeydir ki, âlemde bundan daha fazla ihtiyaç olan bir şey yoktur. O halde bu ihsanımı bilesiniz ve şükrünü edâ edesiniz," demektir.

Yine Peygamber Efendimiz hazretlerinin ümmeti hakkında gösterdiği çaba, çalışma ve ihtİmâmı şu âyet-i kerîmede beyan edip buyurmuştur ki:

"Lekad câeküm resûlün min enfüsiküm azîzun aleyhi mâ anittüm harîsün aleyküm bil-müminîne raufun rahîmun — Andolsun, size içinizden öyle bir Peygamber geldi ki, sıkıntıya uğramanız ve üzülmeniz ona ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere çok şefkatli ve merhametlidir." (Tevbe sûresi: 9/128)

Yâni: "Gerçekten size cinsinizden ve kendi mislinizden Arabî bir Peygamber geldi ki, sizin şirk ve isyan olan işlerle günahlarınız ona güç gelir. Sizin iman, iyilik üzre bulunınanıza haristir. Müminleri çok esirgeyici ve onlara acıyıcıdır, demektir." Kadı böyle demiştir.

Hazret-i Hasan-ı Basrî (Allah onun yüce sırrını mübarek eylesin):

"Âyet-i kerîmeden murad, 'Size öyle büyük bir Peygamber geldi ki, cehenneme girmeniz ona gayet güç gelir. Cennete girmenize düşkündür,' demek olur," dedi.

Bizim saâdet ve kurtuluşumuza düşkün olduğundandı ki, bize tebliğini kasdettiği şeyi, bizim anlamamızı murad edinerek kendi derecesi üzerinden hitap etmeyip bizim derecemize inerek hitap ederdi. Nitekim Bürde Sahibi bu mânaya işaret ederek buyurmuştur ki:

"Bizi ıslah ve irşada düşkün olduğu için

Akılların almayacağı şeylerle bizi imtihan etmedi.

Biz de O'nun bize anlattığı şeylerden şüphe ve şaşkınlığa düşmedik."

Âlemlere Rahmet Oluşu

Hak teâlâ hazretleri, O'nu, âlemlere rahmet olarak göndermiştir. Anlaşılamayan şeyi teklif etmekle rahmet bir araya gelmez. Bizi doğru yola hidayet etmeye düşkün olduğundan çok zaman bize anlatabilmek için gözle görülüp elle tutulur şeylerle sözlerini misâllendirirdi. Bu üslûp, Kur'ân-ı azîmin tarzıdır. Kitap ve sünneti okuyup inceleyen kimseler, bu kabilden nice acayibe muttali olurlar.

Hak teâlâ hazretleri, âyet-i kerîmede Peygamber Efendimiz hazretlerinin düşkünlüğünü ümmetinin İslâm olmasına, sevgi ve rahmetini müminlere mahsus kıldı. Âyet-i kerîmede "Min enfüsiküm — Sizin (nefislerinizden) kendi içinizden" buyrulup "Min ezvâciküm — Sizin eşlerinizden" buyrulmaması hakkında bazıları nükte beyan edip "İhtimaldir ki, Allah'ın muradı, Fahr-i Âlem hazretlerinin cesediyle bizden olup mukaddes ruhu ile bizden olmamasıdır," dediler. Yâni bize benzerliğinin sureta olması, mâna bakımından olmamasıdır. Hakikatta temiz ruhu, bizim ruhlarımız kabilinden değildir, demektir.

Ayrıca Hak teâlâ hazretleri:

"Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil-âlemîne — Biz, seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik," (Enbiyâ sûresi: 21/107) buyurmuştur.

"Rahmeten" kelimesinin mef'ulün-leh (rahmet için mânasına) olması mümkündür. Bu takdirde mânası: "Ya Muhammed, biz seni başka bir şey için değil, ancak âlemlere rahmet için gönderdik," demektir. Kâfirlere rahmet olması, O'nun şerefli zamanında yere geçme, maymun, domuz ve sair hayvanların suretine girme gibi dünyevî azâblardan emin olmalarıdır.

Aynı kelimenin, hâli bildirmek üzere mansub olması, rahmetin kendisini göstermekte mübalağanın kasdedilmiş olması da mümkündür. Bu takdirde mânası: "Biz seni ancak âlemlere rahmet olduğun halde gönderdik" demek olur. Aradan muzafın çıkarılmış olması takdirine göre olması da mümkündür. Yâni "Zî rahmete — Rahmet sahibi" demek olması, yahut "Râhim — Esirgeyici" mânasına gelmesi de mümkündür. Bu takdirlere göre: "Âlemlere rahmet sahibi ve esirgeyici olduğun halde seni gönderdik," demek olur.

Ebû Bekir bin Tâhir'den (Allah sırrını takdis etsin) nakledildiğine göre: "Hak teâlâ hazretleri, Resulullah Efendimizi, bütün birr ü fâcire (iyilere ve kötülere) karşı rahmetle süslemiştir. Fahr-i Kâinat hazretlerinin varlığı, bütün huyları, ahlâkı ve sıfatları halka rahmettir. Onun rahmetinden cüz'î bir nesneye yetişen kimse, iki cihanda her çirkin işten kurtulup her sevilen ve istenen şeye vâsıl olur," diye buyurmuştur.

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretleri buyurmuştur ki: "Fahr-i Âlem hazretleri bütün birr ü fâcire (iyilere ve kötülere) rahmettir. Zira her peygamberi tekzib edenler helâk olmuşlardır; bizim peygamberimizi tekzib edenler ise ölüme yahut kıyamete tehir olunmuşlardır. Tasdik edenlere dünyada ve âhirette rahmet hâsıl olur."

Semerkandî der ki: "Lil-âlemîn — Âlemler için" demek, "Lil-cinni ve'l-insi — Cin ve insan için" demektir. Bazıları: Bütün yaratıklar için demektir, dediler. Müminlere hidâyetle rahmettir, münâfıklara öldürülmekten kurtarılmakla rahmettir, kâfirlere azâblarını tehir etmekle rahmettir.

Hâsılı, şerefli zâtı öyle bir rahmettir ki, mümine ve kâfire şâmil olur. Nitekim Hak teâlâ hazretleri: "Sen onların içinde bulundukça Allah onlara azâb edecek değildir," (Enfâl sûresi: 8/33) buyurmuştur. Resûl-i Ekrem Efendimiz hazretleri: "Ene rahmetün mûhdât — Ben, hediye edilmiş rahmetim," buyurmuştur.

Hâsılı, Hak teâlâ hazretleri, Fahr-i Âlem hazretlerinin yüzü suyuna ümmetinden dünyevî azâbı kaldırmıştır. Ümmetinden dediğimiz ümmet-i dâvetinden demektir. Ummet-i dâvet (Peygamberimizin dâvetine muhatap olan bütün insanlar topluluğu) diye, Resûlüllah hazretlerinin peygamber olduğu zamandan kıyamete kadar şahıslara derler. Kâfir ve müslüman herkes buna dahildir. Ummet-i icâbet (dâveti kabul etmiş olanlar topluluğu) diye de ona derler ki, ona iman ve onu tasdik etmişlerdir. Yâni müminler demektir.

Ariflerden kimisi buyurmuşlardır ki: "Bütün peygamberler rahmetten yaratılmışlardır. Bizim peygamberimiz ise rahmetin kendisidir."

Hâsılı iki âlemin Peygamberi Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin sözü ve öğüdü rahmettir, duası ve istiğfarı rahmettir, örnek alınan huyları ve tavırları rahmettir, hidâyeti ve şefaati rahmettir. Kabul ettiği kimseler bu rahmetten hisse aldılar, reddettikleri mahrum kaldılar.

Eğer sual olunup:

— Bu nasıl rahmettir ki, kılıçla ve malları mübah kılmakla geldi? denirse buna iki yönden cevap vermişlerdir:

1 — Kılıçla gelmesi, tefekkür ve endişe etmeyip inat ve kibirlenme, böbürlenme üzre olan kimselere göredir. Bu mâna O'nun rahmet olmasına zarar vermez. Görmez misin ki, Hak teâlâ hazretlerinin isimleri Rahmân ve Rahim'dir, asî ve zalimlerden intikam alır, yine de Rahmân ve Rahîm olmasına noksan gelmez.

2 — Daha önce de işaret olunduğu üzre diğer peygamberleri tekzib edenler helâk oldular; başlarına türlü türlü dünyevî azâb ve cezalar geldi. Fahr-i Kâinat hazretlerini tekzib edenlerin azabı ise âhirete tehir olundu.

Kâdî Iyâd Şi/a'sında hikâye etmiştir ki "Fahr-i Âlem hazretleri, Cebrâil aleyhisselâm'a:

— Bu rahmetten sana da bir şey yetişti mi? diye sordu.

Cebrâil aleyhisselâm:

Evet, ben de sonumun ne olacağından korkardım. Hak teâlâ hazretleri beni överek: "Zî kuvvetin inde zî'l-arşi mekînin mutâm sümme emînin — O kuvvetlidir, Arş'ın sahibi katında değerli bir yeri vardır. Orada kendisine itâat edilir, sonra emindir (güvenilir)," (Tekvîr sûresi: 81/20-21) buyurduğu gibi benim korkum gidip emniyet hâsıl ettim, dedi."

Bu âyet-i kerîmeyâni "Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil-âlemîne — Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik," (Enbiyâ sûresi: 21/107) âyet-i kerîmesi, Fahr-i Âlem hazretlerinin Cebrâil aleyhisselâm'dan daha üstün olmasını gerektirir. Zira Peygamber Efendimizin, Kur'ân deliliyle "Âlemlere rahmet" olduğu sabit olunca melekler de âlemlere dahil olduğu için onlardan üstün olması gerekir. Bu hususa ilişkin daha fazla tafsilat geçmişte zikrolunmuştu.

Resûlüllah Efendimizin risalet ve nübüvvetine delâlet eden âyet-i kerîmelerden biri de şudur ki, Hak teâlâ hazretleri:

"Mâ kâne Muhammedün ebâ ahadin min ricâliküm ve lâkin resûlallahi ve hateme'n-nebiyyîne — Muhammed, sizin erkeklerinizden hiç kimsenin babası olmadı, fakat o Allah'ın Peygamberi ve peygamberlerin tamamlayıcısı oldu," (Ahzâb sûresi: 33/40) buyurmuştur.

Bu âyet-i kerîme, Fahr-i Âlem hazretlerinden sonra nebi gelmeyeceğine hüccettir. Ondan sonra nebi gelmeyince resûl gelmeyeceği evleviyetle sâbit olur. Zira risalet makamı, nübüvvet makamından daha hususîdir. Her resûl nebidir, ama her nebi resûl değildir. Nitekim daha önce beyan olunmuştur.

İmâm Tirmizî'nin rivâyetinde Enes bin Mâlik'den merfuan gelmiştir ki:

"Elbette nübüvvet ve risalet kesilmiştir. Benden sonra ne nebi vardır ne resûl," buyrulmuştur.

Bu hadîs-i şerif delâlet eder ki, nübüvvet ve risalet işi kesilmiştir; Fahr-i Âlem hazretlerinden sonra ne nebi gelmesinin ne de resûl gelmesinin ihtimali vardır.

İmâm-ı Buhârî, Müslim ve diğerlerinin rivâyetlerinde Câbir (radıyallahü anh) den merfuan rivâyet olunmuştur ki:

"Benimle diğer peygamberlerin misâli şuna benzer: Bir kimse bir ev yapıp tamamlasa. Her yerini güzelce bitirip yalnız bir kerpiç yeri boş kalsa. Ona girip nazar edenler: 'Ne güzel etmiş, ancak şu kerpicin yeri boş kalmış,' derler. İşte böylece nebiler binası benimle tamamlandı," diye buyrulmuştur.

Hâsılı Peygamber Efendimiz hazretleri, kendisinin nebilerin ve resûllerin hâtemi (tamamlayıcısı) olduğunu ve kendisinden sonra peygamber gelmeyeceğini böyle bir temsille bayan buyurdu.

İmâm Müslim'in naklinde Ebû Saîdi'l-Hudrî (radıyallahü anh) den rivâyet edilmiştir ki: > '

Hâsılı kendilerinden sonra peygamber gelmeyeceğini açıklandığı şekilde beyan buyurmuşlardır. Tâ ki, herkes, bundan sonra peygamber gelmesine mecal olmadığını idrâk etsin. Yine Müslim'in naklinde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) den rivâyet edilmiştir ki:

"Yaratıkların toplamına resûl olarak gönderildim ve nebiler benimle hatmolundu," diye buyurmuşlardır.

Varlıkların iftiharı Efendimiz hazretlerine ilâhî teşrifat cümlesinden biri de şudur ki, nebileri ve resûlleri onunla hatmedip islâm dinini onunla kemâle erdirmiştir. Hak teâlâ hazretlerinin kerîm Kitabında, Fahr-i Kâinat hazretlerinin hadîs-i şeriflerinde bundan sonra peygamber gelmeyeceğini beyan buyurmalarının neticesi şudur ki, o Hazret'ten sonra her kim bu makamı dâva ederse onun yalancı, sapık, deccâl ve aldatıcı olduğunu âlem halkı bilsinler. Şöyle ki: Bir kimse sihirde ve onun dallarında türlü hilelerle âdete aykırı bir nesne gösterse bunların hepsinin fesat ve sapıklık olduğunu anlasınlar, peygamber olmasına ihtimal vermesinler.

Daha önce işaret olunduğu üzre son zamanda İsâ aleyhisselâmın gelmesi bu söze muhalif değildir. Zira o, Muhammedi şeriat üzre hükümleri icra edip bu bakımdan Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin ümmetinden olsa gerektir. Kasdedilen, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri peygamberlerin sonuncusudur, ondan sonra kimse peygamber kılinınaz, demektir.

Ebû Hibbân der ki: "Bir kimse, nübüvvet çalışıp kazanınayla olur ve arkası kesilmiş değildir dese yahut velî nebiden üstündür dese, o zındıktır, katli vaciptir."* Doğrusunu Allah bilir.