Geri

   

 

 

İleri

 

5 - 1

"Uyku halinde görülen rüyadır" diyenler, hüccet ileri sürüp dediler ki: "Hazret-i Âişe, fekad cesedü'ş-şerîfü — Mübarek cismi hiç yerinden ayrılmadı,' diye buyurdu."

Buna da cevap verip dediler ki: "Hazret-i Âişe, bu sözü, müşahede edip söylemedi. Zira o zaman Resûlüllah Efendimiz onun kocası değildi. Hâdiseyi zabteden bir kimsenin yaşında da değildi. Yahut o zaman henüz doğmamıştı."

Mirac zamanında olanlar birbirinden farklı cevaplar verdiler. Mevlânâ Sadeddin Teftâzânî: "Hazret-i Aişe'nin sözünün mânâsı, cesedi ruhundan ayrılmadı, onunla beraberdi. Mi'rac, ruh ve cesetle birlikte oldu, demektir," dedi.

"Uyanıklık halinde cesediyle Beytü'l-Mukaddes'e vardı, oradan; temiz ruhu eflâke gitti" diyenler, "Sübhânellezi esrâ bi-abdihi leylen mine'l-mescidi'l-harami ilâ'lmescidi'l-aksâ — O Sübhan, geceleyin kulunu Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksâ'ya kadar yürüttü," (Isrâ sûresi: 17/1) âyet-i kerîmesini delil gösterip: "Allah, Mescid-i Aksâ'yı geceleyin yürütmeye gayet (varış noktası, son) eyledi. Eğer cesediyle ondan öteye gitmiş olsaydı onu gayet eylerdi. Ve bu, övmede daha yüksek olurdu. Söz ise, Hak teâlâ hazretlerini acizden tenzih edip büyük kudretini beyan için ve resûlünü şereflendirerek övmek için ve onun hakkında esrâ (gece yürütme) ile ettiği kerameti izhar içindir. Bunların gerektirdiği de hakikî gayeti (varış yeri) ne ise onun zikredilmiş olmasıdır," dediler.

Buna cevap yerip dediler ki: "Mescid-i Aksâ'yı tahsis etmenin hikmeti şu idi ki, Kureyş onun alâmetlerinden sual ettiler. Daha önce onu görmediğini biliyorlardı. Kendilerinin içinde görmüş olan kimseler de vardı. İmtihan yoluyla Resûlüllah Efendimiz hazretlerine dediler ki:

— Madem ki, Beytü'l-Mukaddes'e gittin, o halde bize onun nişanlarından haberver.

Peygamber Efendimiz hazretleri de gördüğü gibi haber verdi.. Bu haberler, onların bildiklerine uygun, düştü. Böylece dilleri kesilip sustular. İş böyle olmuştu. Göklerden haber sormadılar. Çünkü onunla doğruluğu hakkında bilgi sahibi olamazlardı. Onun için "Mescid-i Aksâ'ya kadar" buyurulup Mescid-i Aksâ gayet kılındı."

İmâm-ı Nevevî: "Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine Esrâ (Mirac) iki kere vâki olmuştur. Bir kere uykuda, bir kere de uyanık halde vâki oldu," dedi.

Süheylî, kendi şeyhi Kadı Ebû Bekir bin Arabi'den bu görüşün doğrulandığını zikretmiştir: "Bir kere uykuda olması, bu işin keyfiyetinin kendisine kolaylaştırılması içindi. Nitekim nübüvvetin başlarında da nübüvvet işinin kendisine kolaylaştırılması, biraz alışması için salih rüya ile olmuştu. Zira bu, çok büyük bir iştir. Birdenbire aşikâre görmeğe beşer tâkati dayanamaz. Esrâ da böyledir. Hiç haberdar değilken birdenbire yedi göğün üzerine çıkmak çok büyük bir iştir. Daha önce rüyada bir kere görünce biraz kolay olur," dedi.

Dört kere esrâ (mirac) vâki oldu, dördü de uyanık halde gerçekleşti" diyenler, esrâ hakkında gelen rivâyetlerin sayısını buna delil gösterdiler. Gördüler ki, bazı rivâyetlerde birşey zikrolunmuş, bazısında zikrolunınamış. Bundan, esrâ'nın dört kere vâki olduğunu sandılar. Bunlara cevap verip demişlerdir ki: "Rivâyetlerin çokluğu esrâ'nın çokluğunu gerektirmez. Zira rivâyet edenlerden bazısı, haberin bazı yerlerini, malûm olduğu için çıkarır. Bazıları da unutur."

Netice olarak esrâ'nın birkaç kere vâki olduğu kanaatma varan kimseler vardır. Hatta bazı arifler: "Otuz dört kere esrâ vâki oldu. Biri şerefli cismi ile beraber oldu. Geri kalanı ruh ile rüyada vâki olmuştu," dediler.

İbn-i Kesir dedi ki: "Rivâyetlerin muhtelif olmasına bakıp miracın müteaddit olduğunu söyleyenler, boş ve yanlış bir yöne gitmişlerdir. Böyle birşey seleften bir kimseden asla nakledilmiş değildir. Eğer böyle birşey olsaydı Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri ashâbına sayısını haber verirdi. Halk da sayısını belirterek tekrarlandığını naklederlerdi. Doğrusu şudur ki, esrâ (mirac) sadece bir kere vâki olmuştur. O da ceset ve ruhla uyanıklık hâlinde olmuştur. Bütün rivâyetlerde anlatılmak istenen budur. Hadîs âlimleri ve kelâm ehli fukahanın topunun zahip oldukları mezhep budur. Doğru haberlerin açıkça getirdiği de budur. Bu yoldan başka yöne sapmak doğru değildir. Zira akıl bunu olmayacak birşey görmez."

İmâm Râzî der ki: Tahkik ehlinin buyurduklarına göre Resûlüllah hazretlerini ruh ve cesetle Hak teâlâ hazretlerinin Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksâ'ya alıp gittiğine delâlet eden, Kur'ân-ı Kerim ve hadîs-i şeriftir.

Kur'ân-ı Azim'in delâleti şudur ki, Hak teâlâ hazretleri: "Sübhânellezi esrâ bi-abdihi leylen — O eksikten münezzeh ve kemâl sıfatlarıyla muttasıf olan Allah, kulunu, geceleyin yürüttü," (îsrâ sûresi: 17/1) buyurmuştur. Bundan delilin çıkarılması şöyledir: Gerçekten a b d (kul) kelimesi, ruhla cismin mecınuunun ismidir. O halde bundan, miracın, ruh ve cesedin mecınuu ile olmuş olması lâzım gelir. Buna şu da delâlet eder ki: "Ereeytellezî yenhâ abden izâ sallâ — Bir kul namaz kılarken onu ondan men edeni gördün mü?" (Alâk sûresi: 96/9-ı0) buyrulmuştur. Şek ve şüphe yoktur ki, burada kuldan murad, cisimle ruhun mecınuudur. Cin sûresinde de: "Ve ennehu lemmâ karne abdullahi yed'uhu — Ve Allah'ın kulu, Allah'a yalvarınaya kalktığı zaman.." (Cin sûresi: 72/19) buyurduğunda yine şüphe yoktur ki, kuldan murad, ruh ve cesedin mecınuudur. Bunlar gibi "Esrâ bi-abdihi — Kulunu yürüttü," kavl-i şerifinde de böyledir.

Şu yolla da buna delil getirmişlerdir ki, Fahr-i Kâinat hazretleri: "Esrâ bî — Beni geceleyin alıp gittiler, seyrettirdiler," diye buyurdu. Fiilde hal şudur ki, zahirine hamlolunur. Meğer ki, aksine delil olsun. Bunda ise aksine delil yoktur, dediler.

Şöyle de buyurdular ki: Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, bu Esrâ haberini halka söylediği zaman çok kimse inanınadı. Zayıf imanlı olanlardan nicesi mürted oldu. Ahmaklar itikat etmediler. Eğer murad, bu işin rüyada olması olsaydı niçin uzaklaşmak isteyip inanınasınlardı? Ayrıca Peygamber Efendimizin Burak ile gittiği hakkında yaygın haberler ve söylentiler gelmiştir. Burak ise cisimleri götürmek içindir. Yoksa ruh, Burak'ın götüreceği türden birşey değildir. Allah en iyisini bilir.

Miracın geceleyin olmasinin hikmeti üzerinde bazı izah şekilleri zikretmişlerdir. Bazıları dedi ki: "Geceler sevgililere mahsus olan zamandır. Dost dostun sohbetine geceleyin gider. Bu da onun için böyle vâki oldu."

İbnü'l-Münîr dedi ki: "Geceleyin vâki olmasinin sebebi şu idi ki, gecenin hali gündüzden daha gizlidir. Müminlerin gayba iman cihetinden fazlalık bulup kâfirlerin de küfrünün ziyade olması için geceleyin vâki oldu. Eğer Peygamber Efendimiz, gündüzün ellere karşı uruc etseydi gayba iman faziletini müminler kaçırırlardı. Şakilere ve kâfirlere vâki olan fitne hâsıl olmazdı."

İbn-i Merzukî'nin zikrettiği üzre "İşaretler" ehlinin yolunca bunda bir hikmet de şudur ki: "Femahavnâ âyete'l-leyli ve cealnâ âyete'n-nehâri mubsıraten — Gecenin âyetini mahvettik ve gündüzün âyetini aydınlatıcı kıldık," (Isrâ sûresi: 17/12) hükmünce Hak teâlâ hazretleri gündüzü gece üzerine nuraniyette galip edince geceye de ıslah etmek ve eksiğini gidermek için o şerefi verdi ki, Kâinatın Efendisi onda yüce Arş üzerine uruc eyledi. Eğer sual olunup:

— Esrâ (mirac) gecesi mi daha üstündür, yoksa kadir gecesi mi? denirse bunun cevabı, Şeyh Ebû Umâme bin Nakkaş'ın buyurduğu gibidir ki:

— Esrâ gecesi, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri hakkında daha üstündür. Kadir gecesi de ümmeti hakkında daha üstündür. Zira Kadir gecesi Muhammed ümmetine sair ümmetlerin seksen yıllık amelinden hayırlıdır. Ama Esrâ gecesinde olan amelin başka gecelerde olan amel üzerindeki üstünlüğüne dair ne sıhhatli, ne de zayıf herhangi bir haber gelmemiştir. Onun için Fahr-i Kâinat hazretleri, o geceyi ashâbına bildirerek belirtmedi. O'nun büyük ashâbı da (Allah hepsinden razı olsun) doğru dayanaklarla onu belirtmediler. Ve şu âna kadar da doğru ve gerçek olarak onu kimse haber vermemiştir. Eğer o gecede ümmetine azıcık bir fayda ilişkin olsaydı Resûlüllah Efendimiz hazretleri beyan buyururlardı.

Eğer sual olunup:

— Peygamberlerden daha başka peygamberlere Esrâ (Mirac) vâki oldu mu? Yoksa bu, Fahr-i Âlem hazretlerine mahsus mudur? denirse Şeyh Arif Abdülaziz Mehdevî (Allah ona rahmet etsin) buna cevap verip:

— O mertebeye cismiyle geceleyin yürütülmek (yâni mirac etmek) Fahr-i Âlem hazretlerinden başka bir peygambere vâki olmadı, diye buyurmuştur.

Ayet-i kerîmede "Esrâ bi-abdihi — Kulunu geceleyin yürüttü," (K: 17/1) diye buyrulması yürütüp gezdiren ve dolaştıranın Hak teâlâ hazretleri olduğuna işarettir. Bu, Allah katından olmuş bir lûtfun sırf kendisiydi. Fahr-i Âlem hazretlerinin şerefli hatırına hiç gelmemişti. "Bi-abdihi — Kulu ile beraber" kelimesindeki "ba" harfi musahâbet (sahip çıkma, benimseme) içindir. Mânâsı: "O Esrâ'da Hak teâlâ hazretleri ona lûtfu, inayet ve riayetiyle sahipti. O Hazret,'in, "Allahümme ente'ssâhibu fi's-seferi — Allahım, yolculukta sahip sensin," diye buyurması buna şahittir," dediler.

Bu şerefli söze Hak teâlâ hazretlerinin tesbih kelimesini bitiştirip "Sübhanellezi esrâ bi-abdihi — Eksik sıfatlardan münezzeh ve kemâl sıfatlariyle muttasıf olan Allah, kulunu geceleyin yürüttü," (İsrâ sûresi: 17/1) buyurması şunun içindir ki, Hak teâlâ hazretleri hakkında vehim ve hayâl sahiplerinin kalblerine gelen cihet, had ve mekân düşünceleri giderilsin. Bundan ötürü; "Li-nuriyehu min âyâtinâ — Ona âyetlerimizden bir kısmını göstermek için," (isrâ sûresi: 17/1) buyurmuştur. Sanki Hak teâlâ hazretleri şöyle buyurur:

— Ben O'nu başka birşey için değil, sadece âyetlerimi görmesi için mirac ettirdim. Kendi tarafıma mirac ettirmedim. Çünkü benim için taraf ve yan yoktur. Bütün mekânların nisbeti benim için birdir. Benim onu kendime doğru yürütmem nasıl düşünebilir ki, o nerede ise ben orada hazırım. O halde onun miracını bir yön ve cihet içinde bana doğru hareket etmesi şeklinde anlamamak gerekir!

Hak teâlâ hazretlerinin huzuru (hazır bulunınası), ilmi, iradesi ve kudretiyle (yâni bilmesi, istemesi ve istediğini yapacak güce sahip olması ile beliren) hazır olmasıdır. Başkalarının huzuru gibi değildir. Şerefli zâtını mekânlara nisbet etmeye imkân yoktur. O'nun şerefli zâtını göklerde bir mekânda tasavvur ederek oraya doğru maddî bir sefer şeklinde miracı düşünınek mümkün değildir. Celle Şânühu (şânı çok büyüktür ve böyle düşünınekten münezzehtir).

Esrâ kelimesi Arap lisanında "geceleyin seyretmek" demek olduğu kesin iken âyet-i kerîmede ayrıca "Leylen — geceleyin" diye zikredilmesi, insanlardan Esrâ'nın gündüz de olmasinin câiz olduğunu tevehhüm edenlere tenbih içindir. Zira Kur'ân-ı azîm her ne kadar Arap lügati üzre nâzil olmuşsa da hitap bütün insanlaradır, dediler.

Keşşaf sahibi ile Beydâvî (Allah onlara rahmet etsin): "Leylen — geceleyin" diye zikredilmesinin faydası, tenkir ile (harf-i tarifsiz, belirsiz olarak) esrâ zamanının azlığına delâlet eder. Bazı kıraette "Mine'l-leyli — gecenin bir kısmında," diye varid olmuştur, dediler.

Hak teâlâ hazretleri mekândan münezzeh olup o Hazret'i gökler üzerine çıkarınasinin, sırf O'nu şereflendirmek, yüceltmekle beraber mülkünün ve melekûtunun bazı acayiplerini seyrettirmek için olduğu malûm olduktan sonra buyurmuşlardır ki: "O gecede on mertebe uruc (yükseliş) vâki olmuştur. Yedisi gökler üzerine varıncaya kadar, sekizincisi Sidretü'l-Müntehâ'ya varıncaya kadar, dokuzuncusu Müstevî'ye (vücupla imkân âlemlerini iki eşit parçaya bölen istivâ çizgisine), yâni kalemlerin sesinin işitildiği yere varıncaya kadar, onuncusu Arş'a varıncaya kadardı. Münâcât (konuşma), hitabı işitme, hakikati keşfetme ve müşahede orada müyesser oldu.

Bu hususta yazılan kitaplardan Kâdî Iyâd'ın Şifâ'smda ve başkalarında zikredilmiş olan Esrâ hadîsini rivâyet eden sahâbe-i kirâmden bazısı şunlardır:

Enes bin Mâlik, Übey bin Kâ'b, Câbir bin Abdullah, Semure bin Cündüb, İbn-i Abbâs, İbn-i Ömer, İbn-i Mes'ûd, İbn-i Amr, Huzeyfe, Şeddâd bin Evs, Suheyb, Ali bin Ebî Tâlib, Ömer bin Hattâb, Mâlik bin Sa'saa, Ebû Umâme, Ebû Eyyûbü'l-Ensârî, Ebû Habbe, Ebû Zerr, Ebû Saîdü'l-Hudrî, Ebû Süfyân, Ebû Hüreyre, Âişe-i Sıddıka, Esmâ binti Ebû Bekr, Ümmü Hânî, Ümmü Seleme. Allah onların hepsinden razı olsun.

İmâm-ı Buhârî'nin rivâyetinde Katâde ve Enes bin Mâlik'den (Allah onlardan razı olsun) geldiğine göre Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Mirac Gecesinden ashabına haber verip buyurdu ki:

"Bir gece Kâbe'nin Hatim denilen yerinde yanım üstüne yatmış uyuyordum. Bir kişi geldi, sinemi yardı, kalbimi çıkardı. Sonra altın bir leğen getirdiler. İçi iman dolu idi. Böylece o kişi, benim kalbimi yıkayıp iman ile doldurdu. Ondan sonra yerine koyup bana katırdan alçak ve eşekten yüksek ak bir burak getirdiler. Öyleydi ki, adımını gözünün yetiştiği yere basardı. Beni ona bindirdiler. Ondan sonra Cebrâil aleyhisselâm, beni dünya göğüne alıp götürdü. Gök kapısını açtırmak isteyince:

— Kimdir o? diye sordular.

— Cibril'im, diye haber verdi.

Yanında olan kimdir? dediler.

Muhammed Mustafa'dır, dedi.

Onlar da:

Muhammed irsal olundu mu (peygamber olarak gönderildi mi)? dediler.

Cebrâil:

— Evet, dedi. Melekler:

— Hoş geldi, safa geldi, dediler.

Ondan sonra kapı açıldı. Dünya göğüne ulaştım. Orada Hazret-i Âdem aleyhisselâm'a rast geldim. Cebrâil:

Bu, senin baban Âdem'dir; ona selâm ver, dedi.. Ben de selâm verdim. Selâmı alarak:

— Merhaba, sâlih (iyi, yararlı) oğul ve sâlih peygamber, diye buyurdu.

Ondan sonra bu üslûp üzre ikinci göğe vardık. Orada Yahya ve İsâ aleyhisselâmlara rast geldim. Cebrâil:

Bunlar, Yahya ve İsâ'dır, bunlara selâm ver, dedi. Ben de selâm verdim, selâmımı aldılar:

— Merhaba, sâlih kardeşimiz ve sâlih peygamber, diyerek merhaba ettiler.

Ondan sonra üçüncü göğe vardık. Orada Yûsuf aleyhisselâm'a rast geldim. Aynı şekilde Cebrâil bildirdi, ona da selâm verdim. Selâmımı aldı ve onlar gibi merhaba etti.

Daha sonra dördüncü göğe vardık. Orada İdris aleyhisselâm'ı gördüm. Ona da selâm verdim. Selâmımı alıp merhaba etti.

Ondan sonra beşinci göğe vardık. Orada Hârun aleyhisselâm'ı gördüm. Selâmımı alıp o da merhaba etti.

Ondan sonra altıncı göğe vardık. Orada Mûsâ aleyhisselâm'ı gördüm. Selâm verdim, selâmımı alıp merhaba etti. Sonra yukarı geçip gittiğim zaman Hazret-i Mûsâ ağladı. Niçin ağladığını sordular. O da:

Şunun için ağlıyorum ki, bir oğlan benden sonra peygamber olarak gönderildi. Onun ümmetinden cennete girenler, benim ümmetimden cennete girenlerden çoktur, dedi.

Ondan sonra yedinci göğe vardık. Orada ibrahim aleyhisselâm'ı gördüm. Ona da selâm verdim. Selâmımı alıp merhaba etti.

Daha sonra Sidretü'l-Müntehâ'ya* vardım. Meyvesinin büyük küplere ve yapraklarının fil kulağına benzediğini gördüm. Cebrâil aleyhisselâm:

— Bu ağaç Sidretü'l-Müntehâ'dır, dedi.

Orada dört ırmak gördüm. İkisi bâtın, ikisi zâhirdi. Ben:

— Ey Cebrâil, bu ırmaklar nedir? dedim. Cebrâil:

O bâtın ırmaklar cennetin içindedir. O zâhir ırmaklar da Nil ve Fırat ırmaklarıdır, dedi.

Sonra Beyt-i Mamur'a yükseldik*. Ona her gün yetmiş bin melek girer.

Ondan sonra bana bir kâse şarap, bir kâse süt ve bir kâse bal getirdiler. Ben sütü tercih ettim. Bunun üzerine Cebrâil:

O senin tercih edip aldığın süt, senin ve ümmetinin fıtratıdır, dedi.

Bunlardan sonra bana gecesi ve gündüzüyle her günde elli vakit namaz farz oldu. Ben de o makamdan geri dönüp Hazret-i Mûsâ'ya geldim.

— Ne ile emrolundun? diye bana sordu.

Ben de:

— Her gün elli vakit namaz ile, dedim.

Hazret-i Mûsâ:

Senin ümmetin günde elli vakit namaza kudret yetiştiremezler. Vallahi ben, senden önce insanları tecrübe ettim. Benî İsrail ile çok uğraşıp çok çalıştım. Âdemoğullarının hali bana malûmdur. Hemen Rabbine geri dön ve ümmetin için bu yükü hafifletmesini iste, dedi.

Ben de geri döndüm. Hak teâlâ hazretleri, bana on vakit namazı bağışladı. Tekrar Mûsâ'ya geldim. Hazret-i Mûsâ, yine evvelki gibi söyledi. Tekrar dönüp hafifletme dileğinde bulundum. Hak teâlâ hazretleri on vaktini daha bağışladı. Yine Mûsâ'ya geldim. Hazret-i Mûsâ, yine önceki sözünün benzerini söyledi. Tekrar döndüm, Hak teâlâ hazretleri on vakit daha bağışladı. Hâsılı bu üslûp üzre on vakit namazla emrolundum. Yine Hazret-i Mûsâ'ya geldim. Tekrar bana o sözü söyledi. Yine dönüp hafifletme istedim. Hak teâlâ hazretleri, beş vakit namaz buyurdu. Her gün beş vakit namaz kılmakla emrolundum. Yine Hazret-i Mûsâ'ya döndüm.

Ne ile emrolundun? diye sorduğunda:

— Beş vakit namazla, dedim.

Senin ümmetin buna da muktedir olamazlar. Ben insanları tecrübe ettim. Senden önce Benî israil arasında çok çalıştım. Yine Rabbine dön, O'ndan bunu daha hafiletmesini talep eyle, dedi.

Bunun üzerine ben:

Rabbimden isteye isteye utanır oldum. Artık geri dönemem. Razı olup kabul ettim, diye cevap verdim.

O yeri geçtiğim zaman Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak hazretlerinden (kayıtsız ve sınırsız bolluk, bereketler bağışlayıcı Allah tarafından) nida geldi ki:

Farizamı imza ettim ve kullarımın yükünü hafiflettim, diye buyurdu."

Hâsılı, "Hafifletilecek hafifletildi ve kesinleşecek kesinleşti. Sadece şimden sonra beş vakit namaza devam edin," demek olur.

Mezkûr hadis-i şerifin mânâsı bu anlatıldığı şekildedir. Ama bir rivâyette de şu sözlerle gelmiştir:

"Bir kimse geldi de sinemi yardı. Ondan sonra Zemzem suyu ile yıkadı. Sonra hikmet ve imanla dolu bir altın leğen getirdi. Ondan sinemin içine döktü ve yarasını bitiştirdi," diye buyurmuşlardır*.

O gelen kimse Cebrâil aleyhisselâm'dı, dediler.

Esrâ (Mirac) hadîsi, daha başka birkaç ibareyle de gelmiştir.

Zührî'nin rivâyetinde Enes'den ve Ebû Zer'den: "Ben Mekke'de idim ve evimin çatısı yarıldı..." diye varid olmuştur.

Vâkıdî'nin rivâyetinde: "Ebû Tâlib oymağından (veya yolundan) gece yolculuğuna (miraca) çıktım," diye zikrolunmuştur.

Taberânî'nin rivâyetinde Ümmü Hânî'nin hadîsinde: "Benim evimdeydi. Gecenin bir vaktinde kalktı ve 'Gerçekten bana Cibrîl geldi,' dedi..." diye gelmiştir.

Birinci rivâyete göre evin çatısı yarılıp oradan gidildiği anlaşılır.

İkinci nakle göre Ebû Tâlib'in oymağı denilen yerden gidildiği anlaşılır.

Üçüncü kavle göre Ümmü Hânî'nin evinden gidildiği görülmektedir.

— O halde bunlar nasıl olacak? denirse, Fethü'l-Bâri sahibi İbn-i Hacer zikredilen kavillerin arasını bulup hepsini birleştirerek buyurmuştur ki:

Resûlüllah Efendimiz Ümmü Hânî'nin evinde yatmıştı. Onun evi Ebû Tâlib oymağinin yanındadır. O gece orada evin çatısı yarıldı; oradan melek inip Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerini evden alıp çıkardı. Mescid-i Haram'a iletti. Orada yanı üzerine yatırdı. Henüz Fahr-i Âlem Efendimiz uyuklama halindeydi. Mescid-i Haram'dan da alıp çıkardı, buraka bindirdi, demektir.

Gerçekten böyle olunca müşkülât kalmaz. İbn-i Hacer dedi ki: "İbn-i İshak'ın rivâyetinde Hasan'dan rivâyet edilmiş olan mürsel hadîste: "O, beni alıp Mescid'e götürdü ve buraka bindirdi," sözleriyle gelmiştir ki, bu da zikredilen birleştirmeyi teyid edici olur."

Meleğin evin kapısından gelmeyip de çatı yarılıp oradan gelmesinin izahı hakkında bazı âlimler dediler ki: "Melek gökten nasıl indiyse asla yolundan sapmadan doğru gelmiştir,' demektir. Bundan da maksat, o işin çok aceleyle ve ansızın olduğuna dikkati çekmekti. Ve Resûlüllah hazretlerini, Mûsâ aleyhisselâm'ın talep üslûbu üzre sonuna kadar dinlediğini bildirmekti. Bütün bunlar, Fahr-i Âlem hazretlerinin yüceltilmesine yöneliktir.

İhtimaldir ki, çatinin yarılması, mübarek göğsünün yarılmasını düzenlemek ve kendilerini daha önceden ona hazırlamak içindir. Yâni çatı yarılıp asla zarar ve ziyan vâki olmadan yine bitişip yerine geldiğini müşahede edince mübarek göğsü yarıldığında kalbi yıkanıp yerine konarak yarası bitişinceye kadar hatırına birşey gelmesin, onu da çatıya kıyas edip tekrar bitişeceğini ve asla eseri kalmayacağını anlasın diye böyle olmuştur, demek olur. O gece yarılmasinin sebebi, o uruc edeceği mukaddes derecelere istidat hâsıl edip bu istidadı gölgeleyebilecek lekelerden temizlenmiş olarak gitmesiydi. Mûsâ aleyhisselâm'a bu hâlet vâki olmadığı için kendisine rüyet (görüş) müyesser olmadı. Nübüvvetin başlarında da yarılmıştı. Onun hikmeti ise, vahyolunan şeyi temizliğin en mükemmeli üzre ve kuvvetli bir kalb ile alması idi.

Bu yarılma hususlarında gerekli olan, zahiri üzre kabul ve teslim olunınasıdır. Başka mânâya ilişilmesin ki, zahirinden daha güzel mânâ düşünülmüş değildir. Hak teâlâ hazretlerine zor gelen birşey yoktur.

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin bir kere de çocukluk çağında mübarek göğsü yarılmıştı. Gerçek ve doğru olan şudur ki, Efendimiz hazretlerinin mübarek göğsü üç kere yarılıp derunu temizlenmiştir. Hâlin hakikatini en iyi Allah bilir.

Bundan sonra:

— Altın leğen kullanılması şerefli şeriatta mekruh iken o hususta kullanılmasinin sebebi nedir? diye sorulursa, Ârif bin Ebû Cemre (Allah ona rahmet etsin) cevap verip buyurmuştur ki:

— Altın kullanınak dünya yurdunda mekruhtur. Ama o, âhiret yurdunda müminlere mahsustur. Nitekim: "Altın, dünyada kâfirlere, âhirette bize mahsustur,"* buyrulmuştur. Böyle olunca o gecede vâki olan muamele âhirete ilişkindir.

Ebû Cemre böyle bildirdikten sonra bir cevap daha verip:

Altın leğeni kullanına Peygamber Efendimiz hazretleri tarafından vâki olmadı. Belki melekler onu kullandı. Onların elindeydi. Altın leğen getirmeleri onun derecesinin yüksekliğinin bir nişanıdır, dedi.

İbn-i Hacer: "Altın kullanınanın haram kılinınası Medine'de vâki oldu," diye hükmetmiştir. Bu takdirde ise aslâ sual hatıra gelmez. Zira Mirac, Mekke'de iken vâki olmuştur. Bu hususta bazı münasebetlerle zikredip buyurmuşlardır ki:

— Altın leğen cennet kaplarındandır. Ateş ve toprak onu yemez, çürütmez. Aynı zamanda pas tutınaz ve cevherlerin en ağırıdır. Muhammed Aleyhisselâm hazretlerinin şerefli kalbi de cennet kaplarındandır. Şu bakımdan ki, ilâhî sırrın mahzenidir. Ateş ve topraktan zarar görmesi ihtimali yoktur. Ateş görmediği açıktır. Topraktan zarar görmemesi de şundan dolayıdır ki:

"Gerçekten Allah, nebilerin cesetlerini yemeyi toprağa haram etmiştir, " buyurmuştur.

Onların şerefli cisimleri, topraktan bozulma kabul edici değildir ve paslanınaz. Cihanı kendinde gösteren aynalarının görünüşü, şüphe ve riya lekelerinden temizlenip parlatılmıştır. Kalblerinin sükûnet bulmasından altın gibi ağır ve kıymetlidir. Allah'ın yardım ve selâmı, O'nun, soyunun, büyük ve cömert arkadaşlarının üzerine olsun.

— İman ve hikmetin leğen içinde olmasinin mânâsı nedir? denirse, cevabı şudur:

Leğen içinde bir nur vardı ki, iman ve hikmetin kemâli onunla hâsıl olurdu. O halde ona iman ve hikmet buyrulması mecaz yoluyladır. Hakikati üzre olması ihtimali de vardır. Mânâları cisimleştirerek anlatmak câizdir. Nitekim Bakara sûresi kıyâmette sâyebân (gölgelik, çadır) gibi gelecektir. Ayrıca ölüm bir koç suretinde gelecektir. Ameller de cisimleşerek teraziye konacaktır.

Kadı Beydâvî der ki: "Bunun temsil kısmından olması muhtemeldir. Nitekim cennet ve cehennem, Peygamber Efendimiz hazretleri için temsil olunup etrafı çevrili bir yer içinde gösterilmiştir."

Temsil'den murad, birşeyin bir örneğini ortaya koyup göstermektir. Hâsılı iman ve hikmetin misâli o surette gösterildi, demek olur.

Eğer sual olunup:

— Maksat, Efendimiz hazretlerinin derununu temizleyip hikmet ve imanla doldurmak ise mübarek sinesini yarınak ne lâzımdı? Hak. teâlâ hazretleri, yarınadan da dilediği gibi etmeye kadirdi. Bunun hikmeti nedir? denilirse, Ârif bin Ebû Cemre buyurmuştur ki:

— "Hak teâlâ hazretleri, Habîb-i Ekrem'ine iman ve hikmet çokluğu, tasdik kuvveti ihsan buyurduğu zaman sinesini ve şerefli kalbini açmakla onu da ihsan etti ki, kendi Hazret'ine tam itimatla tehlikelerden korkmaz olsun. Allah'ın inâyetine ziyade yakın olunca âdi tehlikelerin zarar etmediğini kendi nefsinde müşahede kılsın. Bunun içindi ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri, insanların en yiğidi idi. Gazâlarında ellere korku ve ürkme gelip dağıldıkları zaman kendisi katırını ileri ileri sürerdi. Sahâbe-i kirâmden bazıları:

— Ya Resûlâllah! Ne yapıyorsun? diyerek onu tutarlardı.

Halbuki kendisinin rengi ve hâli asla değişmezdi. Mirac gecesi Cibril'in makamına geldikleri zaman Cebrâil aleyhisselâm:

— Ben bundan öteye gidemem! dediği zaman Peygamber Efendimiz tereddüt etmeyip kendini nur içine saldı da başka bir yere iltifat etmeyip gitti; En Yüksek Makama vusul buldu.

Hak teâlâ hazretlerinin Kur'ân-ı azîm'de: "Mâ zâğe'l-basaru ve mâ tağâ — Gözü başka yere eğilmedi ve onu aşmadı," (Necın sûresi: 53/17) buyurması bunu ifade eder. Böylece Fahr-i Âlem hazretlerinin gözü, gördüğü şeyden meyletmedi ve onu tecavüz de etmedi. Belki doğru olarak isbat etti, demektir, dediler."

Şerefli kalbinin Zemzem suyu ile yıkanınasinin sebebi, Zemzem suyunun kalbi takviye ve teskin edip melekûtun görülmesine kuvvet hâsıl etmesi içindi, dediler.

Şeyhülislâm Belkınî buradan istidlâl ederek: "Zemzem suyu Kevser suyundan daha üstündür. Zira âlemlerin hocası Efendimiz hazretlerinin şerefli kalbini yıkamağa hangisi daha üstünse onu getirmişlerdir," demiştir.

Burak hususuna gelince, bir rivâyette zikredilmiş, bir rivâyette zikredilmemiştir. Sadece "Cebrâil elime yapıştı, beni semâya uruc ettirdi," diye buyrulmuştur. Ancak, bunda da murad burak ile urucdur, demişlerdir. Her ne kadar insanın havada yürümesi, hususiyle burakla yürümesi, âdete aykırı ise de yerde yürüten Hak teâlâ hazretleri, eksiksiz kudretiyle havada da yürütür. Onun kudreti âdete bağlı değildir.

Kâinatın hocası Efendimiz hazretleri, "Şakiler kıyâmet gününde yüzleri üzerinde yürüyecekler," diye buyurduğunda:

— Ey Allah'ın sevgilisi, yüz üstü yürümek nasıl kabildir? diye sordular.

Buyurdu ki:

— Dünyada ayakları üzere yürüten kimse, kıyâmette yüzleri üzre yürütmeye kadirdir.

Burak kelimesinin iştikakı (hangi kelime kökünden geldiği) hususunda bazıları, "berîk"dandır dediler ki, ışık, parıltı, parıldamak demektir. Bazıları, berk şimşeklendir, seyrinin sür'atli oluşundan ötürü böyle denildi, dediler. Bazıları da: "İki rengi vardı. Onun için burak denilmişti. Verka'dan alınmıştır. Verka' diye ak yünü olup yer yer siyahlan bulunan koyuna derler," dediler.

Bazı rivâyetlerde mezkûr burak, dağa çıktığı zaman arka ayakları uzar, aşağı inerken ön ayaklan uzardı, demişlerdir.

Mirac gecesinde Peygamber Efendimiz'in gördüğü şeylerden bazısı şunlardır:

İmâm-ı Beyhakî, Delâil'inde der ki: "Cebrâil aleyhisselâm, Peygamber Efendimizi alıp gittiği gece önce hurmalık bir yere uğradılar. Cebrâil:

Ya Resûlâllah! Burada in, namaz kıl, dedi.

Fahr-i Kâinat hazretleri inip namaz kıldı. Cebrâil:

Yesrib vilâyetinde kıldın, dedi.

Ondan sonra berrak topraklı bir yere geldiler. Yine Cebrâil işaret etti. Fahr-i Âlem hazretleri inip orada namaz kıldı. Cebrâil:

— Medyen'de, yâni Hazret-i Şuayb'ın köyünde kıldın, dedi.

Ondan sonra bir yere daha uğradılar. Aynı şekilde orada da kıldırdı. Ondan sonra Cebrâil:

— İsâ aleyhisselâm'n doğduğu yerde kıldın, dedi.

Bir rivâyette yol üzerinde Hazret-i İbrahim, Mûsâ ve Îsâ aleyhisselâmlara rast geldi. Selâm verdiler, selâmlarını aldı. Bir rivâyette de Hazret-i Mûsâ'nın kabrinin yanına uğradı. Mûsâ aleyhisselâm kabrinin içinde namaz kılıyordu.

Enes der ki: Bir söz söyledi. Ondan sonra:

— Eşhedü enneke resûlüllah (Şehadet ederim ki, sen Allah'ın resûlüsün), dedi."

İmâm-ı Taberânî'nin naklinde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)den rivâyet edilmiştir ki: "Bir topluluğa rast geldi. Durmadan ekip biçerlerdi. Her biçtiklerinde yerine yenisi biterdi. Cebrâil'e:

— Bunlar kimlerdir? diye sordu.

Cebrâil aleyhisselâm:

— Bunlar mücahidlerdir ki, haseneleri yedi yüze kadar katlanır. Ve Allah yolunda ne harcadılarsa Hak teâlâ hazretleri onu yine yerine getirirdi, dedi.

Ondan sonra bir tâifeye daha uğradı ki, durmadan taşlarla başlarını yararlar, tekrar yaraları bitişir, eskisi gibi olurdu. Bu hal üzre vakit geçirirlerdi. Fahr-i Kâinat hazretleri, Cebrâil'e:

— Bunlar kimlerdir? diye sordu.

Cebrâil aleyhisselâm:

Bunlar, o kimselerdir ki, farzları kılmaktan başları ağırlaşırdı. Yâni gevşeklik ve tembellik edip farz namazları kılmazlar, namazsızlardır, dedi.

Ondan sonra bir kavme daha uğradılar ki, bir parça örtü önlerinde ve bir parça örtü arkalarında var, geri kalan yerleri çıplak. Hayvanlar gibi gezip yürürler. Cehennemin zari', zakkum ve razf'ını yerler. Yâni kuru bir diken, zehir gibi acı bir ağaç yemişi ve kızmış cehennem taşlarını yerler. Fahr-i Âlem hazretleri, Cebrâîl'e:

— Bunlar kimlerdir? diye sordu.

Cebrâil aleyhisselâm:

Ya Resûlâllah! Bunlar, mallarının zekâtını vermeyenlerdir, dedi.

Ondan sonra bir tâifenin daha üstüne geldiler ki, önlerinde bir parça murdar çiğ et var ve bir miktar kaplar içinde de pişmiş et var. O pişmiş etten yemezler, o murdar çiğ etten yerler. Âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri, Cebrâil'e:

— Ya bunlar hangi tâifedir? diye sorunca Cebrâil aleyhisselâm:

— Ya Resûlâllah! Bunların erkekleri o kimselerdir ki, helâl hatunlarını bırakır da fahişe kadınları tasarruf ederler. Dişileri de o kadınlardır ki, helâl erlerini bırakır da haram erkeklerle zina ederler. Velhasıl bunlar, zina edicilerdir, diye cevap verdi.

Ondan sonra bir kimsenin üzerine gelirler ki, bir kucak odun toplamış, kaldırıp davara yüklemek ister, fakat kaldıramaz. Çalışıp belâ çekmektedir. Fahr-i Kâinat hazretleri:

— Ya bu kimdir? dedi.

Cebrâil:

Bu, senin ümmetinden o kimsedir ki, üzerinde halkın emanetleri olur da onları sahiplerine teslim edemez. Ama bu hususta teslim edememesinin kendi yönünden bir çeşit gevşeklik, tembellik ve kusurlulukla olması gerektir ki, azab görücü olsun. Yoksa mücerret teslim edememekle azaba müstahak olmaz, dedi.

Ondan sonra bir kavmin daha üstüne uğrarlar ki, demirden makaslarla durmadan dudakları ve dilleri doğranır. Fakat her doğrandığında yerine yenisi biter gelir, eskisi gibi olur. Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri:

— Yâ Cebrâil! Bunlar kimlerdir? dedi.

Cebrâil aleyhisselâm:

Bunlar, fitne hatipleridir, dedi. Yâni şu halk içinde dilleriyle fitne ve fesat çıkaranlar vardır ya, işte o topluluğun azabı bu yolladır, dedi.

Ondan sonra bir yere geldiler ki, bir delikten bir nur çıkar, sonra tekrar yerine girmek ister, fakat giremez. Fahr-i Kâinat hazretleri:

— Ya bu nedir? diye sordu.

Cebrâil:

Bu, o kimsedir ki, büyük bir söz söyler, yâni saklanınası gereken büyük bir sözü saklamaz, söyler de sonra pişman olup sözü döndürmek ister, ama döndüremez, dedi.

Oradan gittiler, bir vâdiye geldiler. Orada güzel, serin bir hava ve misk kokuları buldular. Bir ses işittiler. Fahr-i Âlem hazretleri:

— Ya Cebrâil! Bu nedir? diye sual buyurdu.

Cebrâil aleyhisselâm:

— Yâ Resûlâllah! Bu cennetin sesidir ki, Hak teâlâ hazretlerine: "Ey Rabbim, bana vaad ettiğini ihsan buyur. Bende yeme, içme ve zevklenme sebepleri çoğaldı," der. Hak teâlâ tarafından da nida gelip:

— Sana bütün erkek müminleri ve kadın müminleri, erkek müslümanları ve kadın müslümanları verdim. O kimseler ki, bana ve resûllerime iman getirdiler, güzel işler işlediler, şirkten kaçındılar, hiçbir şeyi bana emsâl tutınadılar ve o kimseler ki, benden haşyet (sakinına) üzere oldular, onlara korku yoktur. Onlar, korkusuzluk, emniyet ve selâmet üzredirler. Bir kimse ki, benden ister, ben ona veririm. Bir kimse ki,

"Elbette ben Allah'ım, benden başka ilâh yoktur. Ben vaadimden dönınem: Muhakkak iman edenler felaha ulaştılar. Yaratıcıların en güzeli olan Allah ne kutlu ve ne cömerttir," diye buyurur.

Buna karşılık cennet de:

Gerçekten razı oldum, ya Rab, der, dedi.

Ondan sonra bir vâdiye gelirler. Münker bir ses işitir ve çirkin bir koku duyarlar. Fahr-i Kâinat hazretleri sual edip Cebrâil:

Ya Resûlâllah! Bu ses cehennemin sesidir ki, "Ya Rab, bana vaad ettiğini ver. Bende ikab ve azâb sebepleri pek çoğaldı," der. Hak teâlâ hazretlerinden nida gelir ki: "Ey Cehennem! Sana müşrik erkekleri ve müşrik kadınları, kâfir erkekleri ve kâfir kadınları, hesap gününe iman getirmeyen cebbarları verdim," diye buyurur. O da: "Ya Rab, razı oldum," der, dedi.

Oradan gidip Beytü'l-Mukaddes'e yetiştiler.

Ebû Saîd'in rivâyetinde geldiğine göre bir kavmin daha üstüne uğradılar ki, karınları evler gibi büyümüş. Ayak üstüne kalktıkça düşerler. Fahr-i Âlem hazretleri:

— Bunlar kimlerdir? dedi.

Cebrâil:

— Bunlar ribâ yiyenlerdir, dedi.

Ondan sonra bir kavme daha uğradılar. Bunların dudakları deve dudaklarına benzerdi. Durmadan ateş parçalarını yutarlar, yine aşağılarından çıkarırlardı. Peygamber Efendimiz:

— Bunlar kimlerdir? diye sordu.

Cebrâil:

Bunlar yetim malını yiyenlerdir, dedi.

Ondan sonra bir kavme daha rast geldiler. Yanlarından birer parça et keserler de yine kendilerine yedirirlerdi. Peygamber Efendimiz:

— Bunlar kimlerdir? dedi.

Cebrâil:

bana borç verir, yâni yoluma sadaka verir, ben ona mükâfat, ecir ve karşılıklar bağışlarım. Bir kimse ki, bana tevekkül eder (güvenip dayanır), ben ona yeterim.

Bunlar gammazlardır, müslümanların ırzını yıkanlardır, dedi.

Şu da hadîs-i şerifte zikredilmiştir ki, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri dedi: "Geçip giderken sağ yanımdan bir kimse çağırdı, cevap vermedim. Sol yanımdan da birisi çağırdı, cevap vermedim. Ondan sonra kollarını sıvamış bir kadın geldi. Üzerinde Allah'ın yarattığı ziynetlerden her ne varsa hepsi mevcuttu:

— Ya Muhammed! Bana bak, sana bir şey soracağım, dedi.

Ona iltifat etmedim. Cebrâil dedi ki:

-İlk çağıran, Yahudi dâvetçisi idi. Eğer cevap verseydin ümmetin Yahudi olurdu. Sonra çağıran Hıristiyan dâvetçisi idi. Eğer ona cevap vermiş olsaydın ümmetin Hıristiyan olurdu. O görüp iltifat etmediğin kadın da dünyadır."

Velhasıl o gece Fahr-i Âlem hazretlerine her şeyden bir misâl gösterdiler. Tâ ki, onları tanıyıp ümmetine haber versin.

Bezzâr ve Hâkim'in rivâyetlerinde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)den rivâyet edilmiştir ki:

"O gece Peygamber Efendimiz Beytü'l-Mukaddes'de meleklerle namaz kıldı. Nebilerin ruhları orada hazır bulunduruldu. Hak teâlâ hazretlerine senâ ettiler," demiştir.

Bundan anlaşıldığına göre Peygamber Efendimiz, namazı ancak meleklerle kılmış. Şu da zikredilmiştir ki, İbrahim aleyhisselâm, diğer peygamberlere: "Muhammed Mustafa hazretleri, sizden üstün oldu, fazileti arttı," diye buyurdu.

Ama Abdurrahman bin Hişâmın rivâyetinde: "O gece Âdem aleyhisselâm ve ondan sonra gelen nebiler hep gönderildi. Peygamber Efendimiz hazretleri, o gece onlara İmâm oldu," diye gelmiştir.

Bu rivâyette namazı peygamberlerle kıldığı sarihtir. Peygamberlerin iftiharı Efendimiz hazretlerine bir kadeh süt, bir kadeh şarap getirildiği zaman sütü ihtiyâr etmiş, şarabı almamıştı*. Bununla beraber o zaman şarap henüz haram olmamıştı. Sonra Medine'de haram oldu.

Sebep ne idi ki, ikisi de mübah iken sütü aldı da şarabı almadı? dediler.

— Sebebi şu idi ki: Çok yakında haram olacağını biliyordu. Ona işaret etti ve sakındı, ondan perhiz etti, dediler.

Gerçi o getirdikleri şarap, cennet şarabı idi. Fakat görünüşte dünya şarabına benzediği için onu değil, sütü ihtiyâr etti. Böyle etmek perhizde daha üstün olmaya delâlet eder, dediler.

Ahmed Kastalânî (Allah ona rahmet etsin) der ki: "Bundan anlaşılmış olur ki, bir kimse nar suyunu veya başka bir şerbeti alsa, kadehe koyup şehvet ehlinin üslûbu üzre şarap içer şekilde içse, gerçi kendisine had vurulmaz, ama çok kötü bir iş işlemiş olur. Yemen fakirleri ve başkaları Mekke-i müşerrefe'de vesair yerlerde kışru'l-ben suyunu alıp içerler ve ona kahve derler. Kahve ise şarap (içki, içilecek şey) isimlerindendir. Hâsılı bunda da dikkate alınacak noktalar vardır."

Muradı, "Bu isimle isimlendirilip şarap üslûbunda ve kadeh içinde içilse haram olur," demektir. Yoksa o mübarekte haramlığı gerektiren sarhoş edicilik keyfiyeti yoktur. Yübûseti (kuruluğu) sebebiyle nihayet bedenin dik durmasına sebep olduğu için bazı mizaçlar onu kullanıp faydasını müşahede ederler. Arap tâifesi ona çok müptelâdırlar. Büyük ihtimalle adı geçen şeyhin kendisi de ondan içmişlerdir.