Geri

   

 

 

İleri

 

5 - 2

Bezzâr'ın naklinde Büreyde (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: "Mirac gecesi Cebrâil aleyhisselâm Beytü'l-Mukaddes'e geldiğinde orada olan kayayı parınağıyla deldi de Burak'ı oraya bağladı."

Tirmizî'nin rivâyetinde bunun benzeri gelmiştir. Hâlâ Müslümanlar, Kudüs'de o taşı ziyaret ederler. Ebû Saîd'in (radıyallahü anh) rivâyetinde şöyledir: "Beytü'l-Mukaddes'e gelip Burak'ı taşa bağladılar ve Mescid'e girdiler. Meleklerle namaz kıldılar. Namaz tamamlandıktan sonra Cebrâil'e sorup:

— Yâ Cebrâil, bu seninle gelen kimdir? dediler.

Cebrâil:

Allah'ın Peygamberi Muhammed'dir, dedi.

— Ona nübüvvet geldi mi? dediler.

— Evet, dedi.

Ondan sonra Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerini karşılamaya gelip hürmet ve ikram ettiler, onu övdüler. Daha sonra peygamberlerin ruhlarıyla buluştular. Onlar, Hak teâlâ hazretlerine senâlar ettiler. İbrahim Halil hazretleri:

"Hamd o Hak teâlâ hazretlerine ki, beni dost edindi, bana büyük bir mülk verdi ve beni bir kanit ümmet eyledi. [Yâni Allah'ın emriyle hareket eden itaatli bir kimse eyledi. Yalnız İbrahim'e ümmet denilmesi şu fazilet ve kemâlâtı kendinde toplayıcı olduğu içindi ki, onlar ancak pek çok şahıslarda bulunabilirdi; bir kişide toplanınası ihtimali yoktu. Sanki ibrahim, kendi başına bir ümmetti. Yahut "İmâm" mânâsına kendisine ümmet denilmiştir. Hâsılı dedi ki: Hak teâlâ hazretleri beni insanlara İmâm edip "Innî câiluke linnâsi imâmen — Elbette ben seni insanlara İmâm yaptım," (Bakara sûresi: 2/124) hasebince halka mukteda kıldı, tevhid ve tâat ehli bana uyarlar.] Ve beni Nemrud'un ateşinden kurtarıp onu bana selâmetle serin eyledi," dedi.

Ondan sonra Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm:

"Hamd o Hak teâlâ hazretlerine ki, beni kelâmiyle şereflendirip halk içinde beni seçkin kıldı, bana Tevrat'ı indirdi. Fir'avn'ın helâkini ve Benî İsrail'in kurtuluşunu benim elimde kıldı ve benim ümmetimden doğrulukla doğru yola ileten ve adaletle hareket eden bir topluluk yarattı," dedi.

Ondan sonra Hazret-i Dâvud aleyhisselâm senâya başlayıp:

"Hamd o Hak teâlâ hazretlerine ki, bana büyük bir mülk ihsan etti, bana Zebûr'u öğretti. Bana demiri yumuşattı. Dağları bana musahhar eyledi, benimle beraber tesbih ederler. Kuşları bana musahhar kıldı. Bana hikmet ve hitap faslını verdi," dedi.

Hitap faslı diye hakla bâtılı birbirinden ayıran söze denir.

Ondan sonra Hazret-i Süleyman aleyhisselâm senâya başlayıp:

"Hamd o Hak teâlâ hazretlerine ki, bana yelleri ve devleri musahhar etti. Mihraplardan ve suretlerden her ne istersem onu işlerler. Bana kuşların dilini öğretti. Her şeyde üstünlük verdi. Şeytan, insan ve kuş askerlerini bana musahhar kıldı. Bana öyle bir mülk ve saltanat verdi ki, benden sonra başka bir kimseye lâyık olmaz. Benim saltanatımı çok güzel ve temiz bir saltanat kıldı ki, onda hesap yoktur," dedi.

Ondan sonra Hazret-i Îsâ aleyhisselâm senâya başlayıp:

"Hamd o Allahü teâlâ hazretlerine ki, beni kendinin kelimesi* kıldı. Âdem'i topraktan yaratıp sonra ol dediği ve olduğu gibi beni de öyle yarattı. Bana kitabı, hikmeti ve Tevrat'ı öğretti. Balçıktan kuş sureti düzüp ona üfleyince Allah'ın izniyle dirilip kuş oldu. Gözsüzleri ve baras illetine müptelâ olanları Allah'ın izniyle kurtardım ve ölüleri dirilttim. Hak teâlâ hazretleri beni temizledi ve yüksek makamlara çıkardı. Beni ve anamı şeytanın şerrinden korudu, şeytan bize yol bulamadı," dedi.

Ondan sonra nebilerin ve resûllerin iftiharı, Allah'ın yardımları kendisine ve onun yolunda yürüyenlere olan Peygamber Efendimiz hazretleri, "Her biriniz Rabbine senâ etti, ben de ederim," diyerek:

"Hamd o Allah'a ki, beni âlemlere rahmet olarak gönderip bütün insan oğullarına sevindirici ve uyarıcı kıldı. Bana Kur'ân'ı indirdi ki, her şeyin beyanı onda mevcuttur. Ümmetimi orta ümmet kıldı, yâni onları âdil bir topluluk eyledi. Onları en sonda gelen fakat en ileri geçen bir ümmet kıldı. Sadrımı şerhetti. Yâni genişletip Hakk'ın yakarışına ve halkın dâvetine mütehammil etti. Ağır yükü üzerimden indirdi, müşkülâtımı kolaylaştırdı, beni fâtih (doğru yollan açıcı) ve hâtem (tamamlayıcı, kemâle erdirici) kıldı. Yâni yaradılışta her şeyden evvel, görünüşte sair peygamberlerden sonra getirdi," diye buyurdu.

İbn-i Ebî Hâtem'in tefsirinde Enes bin Mâlik (radıyallahü anh)den rivâyet edilmiştir ki: "Fahr-i Kâinat hazretleri, Miracdan yine Beytü'l-Mukaddes'e inip peygamberlerin ruhları ile tekrar namaz kıldı, onlara İmâmlık etti," denilmiştir. Ama Kâdî Iyâd: "En açık olan şudur ki, onlarla beraber namaz kılması uruçtan önce idi," demiştir. Fakat İbn-i Kesir: "Ondan önce ve sonra kılmıştır. Hadîste buna delâlet eden yer vardır, mâni yoktur," demiştir.

— Bu namaz farz namaz mıydı, yoksa nafile miydi? diye ihtilâf etmişlerdir.

Farz namaz olduğu takdirde hangi namazdı? Bazıları, sabah namazıydı, dediler. En yakın olan budur. Ama akşam namazı olması da muhtemeldir, dediler. Akşam namazı olması, uruçtan önce kılmıştı diyenlerin kavline göre uygun düşer. Uruçtan sonra kıldı diyenlere göre sabah namazı olması gerekir, dediler. Zira âlemlerin hocası Efendimiz hazretlerini uykudan kaldırıp almış, gitmişlerdi.

— Uruçtan önce farz namazı kılmak nasıl doğru düşer ki, namazın kendisi miracda farz olundu? diye hatıra gelirse malûm olsun ki: Daha önce vahiyle sabah ve yatsı namazları farz olunmuştu. Miracda beş vakit olması buyruldu.

Bazı kimseler, Peygamber Efendimizin nebilerin ruhlarına İmâmlık etmesi göklerde olmuştu, dediler. İbn-i Kesir bu sözü beğenmez. Rivâyetlerden açıkça anlaşılan şudur ki, Beytü'l-Mukaddes'de vâki olmuştur. Açık olan yine şudur ki, Mirac'dan döndükten sonra oldu. Zira göklerde bazı nebilerle buluştuğunda "Bu kimdir?" diye Cebrâil aleyhisselâm'a bir bir sual ederdi. İbn-i Kesir der ki: "Uygun olanı, döndükten sonra olmasıdır. Zira daha önce matlub olan, o Yüce Huzur'a çıkmaktı. Kendine ve ümmetine ne buyrulduğunu, neyin farz kılındığını öğrenmeyi isterdi. Vakta ki, bu muradı hâsıl oldu, Beytü'l-Mukaddes'e inip nebî kardeşleriyle bir araya geldiler ve onlara İmâmet etmekle hepsinden üstünlüğü ve önceliği olduğu orada zuhura geldi."

İbn-i İshak'ın rivâyetinde: "Beytü'l-Mukaddes'e gelip edeceklerini ettikten sonra bir merdiven getirip koydular. Öyle güzel bir şeydi ki, ondan güzel bir nesne asla görmedim," diye buyurmuştur.

Kâ'b'ın rivâyetinde: "iki merdivendi. Biri altın, biri gümüştü. Birinden Cebrâil aleyhisselâm, birinden kendileri uruç etti," demişlerdir.

İmâm-ı Beyhakî'nin rivâyetinde Ebû Saîd'in (radıyallahü anh) Peygamber Efendimiz hazretlerinden rivâyet ettiği şudur ki: "Şu insanoğullarının ruhlarının göklere çıktığı merdiveni bana getirdiler. Yaratıklar, o merdivenden daha güzel bir şey asla görmemişlerdir. İnsanın öldüğü zaman gözlerini göğe dikmesi, o merdivenin şaşılacak güzelliklerine nazar etmesidir. O kimse onun güzelliği karşısında hayret ve şaşkınlıktan donakalır," diye buyurmuşlardır.

Hadîs-i şerifte, Cebrâil göklerin kapısına varıp melekler "O kimdir?" diye sorduklarında "Cebrâîl'dir," diye haber verirdi, "Benim," demezdi. Zira ben demek büyüklenmeyi ve böbürlenmeyi hatıra getiricidir. Kelâm-ı Sâir'de zikredilmiştir ki, ilkönce ben diyen İblis'ti. Bu yüzden elbette şâki oldu. Ayrıca yalnız ben demek kapalı bir sözdür, açıklamaya muhtaçtır. Bir sebep de bu idi. Bundan dolayı "Ben" demedi.

Yine Beyhakî'nin naklinde: "Gök kapılarından bir kapıya vardı ki, ona Bâbu'lHafaza (Bekçiler Kapısı) derler. Onun vazifeli bir meleği vardır ki, adı İsmail'dir. Elinin altında iki bin melek vardır," diye buyurmuşlardır

Hadîs-i şerifte geçtiği üzre meleklerin Cebrâil aleyhisselâm'a:

Muhammed irsal olundu mu (peygamber olarak gönderildi mi?) diye sormaları, "Semâya dâvet için irsal olundu mu?" demekti.

Yoksa asıl peygamberlik için gönderilmiş olduğu eflâk âleminde de meşhur olmuştu. Bazıları dediler ki: "Meleklerin bu sözü söylemesinden murad, Hak teâlâ hazretlerinin, resûlünün melekler katında tanınmış olduğunu kendine işittirmekti." Zira melekler, "Muhammed irsal olundu mu?" diye sordular. Bundan anlaşılır ki, onlar, Fahr-i Kâinat hazretlerini ve ona Cebrâil'in gideceğini biliyorlarmış. Sadece sordukları, o vuku bulacağını bildikleri işin vukua gelip gelmediği imiş. Onun içindi ki, Cebrâil aleyhisselâm, "Evet," dediği gibi Melekler: Ona merhaba, gelen hoş geldi, safâ geldi," dediler.

Bu sözleri delildir ki, melekler, Peygamber Efendimiz hazretlerinin Allah katında şanının büyüklüğünü, derecesinin yüksekliğini ve risaletinin hakikatini biliyorlardı. Arap âdeti üzre bu söz, son derece büyük bir saygı ve yüceltmeyi göstericidir. Hitap güzelliğinde bundan daha yüce bir mertebe yoktur. Bu sözü, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli ayağinin uğur ve bereketlerinin gökler âlemine daha önceden geçip orada duyulduğunu müşahede ettikten sonra söylemiş olmaları muhtemeldir. Sözde takdim ve tehir vardır. Yâni önce gelmesi gereken sona, sonra gelmesi gereken öne alınmıştır. Bu takdirde: O gelenin gelişi ne güzeldir," dediler.

Hitap sigasiyle "Merhabâ bike — Sana merhaba" demeyip "Merhaba bihi — Ona merhaba" demeleri de kapıyı açmadan, Fahr-i Kâinat hazretlerinden henüz bir söz çıkmadan önce dedikleri içindi. Yahut gayb sigası ile hitabetmede saygı ve yüceltme olduğu içindi, dediler.

Ama gök kapısını açmadan önce Cebrâil aleyhisselâm'a "Men maake — Yanındaki kim?" demeleri şunu gösterir ki, Fahr-i Âlem hazretlerinin geldiğini duydular, fakat kim olduğunu bilemediler. Zira Cebrâil'in beraberinde bir kimse olduğunu duymasalardı "Yanındaki kim?" diye sormazlardı, "Yanında kimse var mı?" diye sorarlardı. Duymalarının sebebi şu idi ki, gökler şeffaftır, cam gibidir. Bir tarafında olan öbür tarafından görünür. Müşahede ettiler de kim olduğunu sordular. Yahut ziyade nur ve başka bir hal gibi mânevî şeylerden bir nesne idi. İbn-i Hacer böyle demiştir.

Bazı âlimler, "Lekad râ min âyâti rabbihi'l-kübrâ — Andolsun ki, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü," (Necın sûresi: 53/18) âyet-i kerîmesinin tefsirinde: "Fahr-i Âlem Efendimiz, kendi mübarek suretini yüce melekûtta en güzel şekil üzre müşahede etti," demişlerdir.

Hadis-i şerifte zikredilmiş olan peygamberlerin göklerde zikredilen tabaka sıraları, İmâm-ı Müslim'in naklinde İbn-i Abbâsın (radıyallahü anh) rivâyetine muvafık olmuştur ki:

Birinci gökte Hazret-i Âdem, ikinci gökte Yahyâ ve İsâ, üçüncüde Yûsuf, dördüncüde İdris, beşincide Hârun, altıncıda Mûsâ, yedincide İbrâhim peygamberlerle buluşup görüştü, demişlerdir.

Ama İbn-i Şihâb, "Bunların menzillerinin nasıl olduğu sabit değildir," diye Zührî'ye muhalefet etmiştir. Zira Zührî'niıı rivâyeti, Katâde'nin mezkûr rivâyetine mutabıktır. Sâbit de bunlar gibi rivâyet etmiştir. Ancak bunların kavli daha kuvvetlidir.

Yezid bin Mâlik de bunların rivâyetine muvafakat etmiştir. Sadece muhalefeti İdris ve Hârun aleyhisselâm hazretlerindedir. Zira o, "Harun dördüncüde, Idris beşincidedir," demiştir.

Şüreyk'in rivâyetinde Enes bin Mâlik (radıyallahü anh)den rivâyet edilmiştir ki: "İdris ikincide, Hârun dördüncüdedir. Biri de beşincidedir, ama ismini hatırımda tutamadım," demiştir. Yine devamla: "İbrâhim altıncıda ve Mûsâ yedincidedir. Allah'ın kelâminin şerefi sebebiyle hepsinden makamı daha yüksek oldu," demiştir. Ama bunun kavline itimat yoktur. Zira sözünün gelişi delâlet eder ki, peygamberlerin menzillerini tam olarak zabtetmemiştir, dediler.

Nihayet zabtedenin rivâyeti daha üstün ve daha kuvvetlidir. Böylece peygamberlerin tabaka sırası yukarıda zikredilmiş olandır. Zira meşhur olan rivâyetler de Mûsâ aleyhisselâm'ın altıncıda ve ibrâhim Halilullahın yedincide olduğu şeklindedir. Mâlik bin Sa'saa'nın hadîsinde, "İbrâhim arkasını Beyt-i Mamur'a dayamıştı," denilmesi bunu tekit eder, dediler. Bazıları bu rivâyetleri birleştirmek isteyerek "Fahr-i Âlem hazretleri yukarı giderken ibrâhim yedincide idi. Aşağı inerken Mûsâ aleyhisselâm yedinciye varıp İbrâhim aleyhisselâm altıncıya inmişti. Zira hâdisenin hikâyesinde namazlar hususunda İbrâhim aleyhisselâm ile konuştuğu zikredilmiş değildir. Mûsâ ile konuştuğu zikredilmiştir. Eğer aşağı inmede İbrâhim yedincide olsaydı ona uğradığı gibi onunla meşveret ederdi. Ondan geçip Mûsâ ile etmezdi. O halde uygun olan şudur ki, inişte Mûsâ aleyhisselâm yedincideydi. Yukarıdan indiği gibi Mûsâ ile karşılaşıp onunla konuşmuştu, dediler. Ancak Peygamber Efendimiz giderken altıncı gökte Hazret-i Mûsâ'ya uğradığında Allah'ın kelâminin şerefinden dolayı onu diğerlerinden üstün tutup yedinci göğe beraber alıp gitmiş olması da muhtemeldir. Faydası da şunda zuhur etti ki, Fahr-i Kâinat hazretleriyle ümmetinin namazına ilişkin şeyler konuşup namazın hafifletilmesine sebep oldu, dediler. Fethü'l-Bârî'de böyle denilmiştir.

İmâm-ı Nevevî de bir miktar bu mânâya işaret buyurmuştur: "Mûsâ aleyhisselâm'ın o gece ağlaması, kendi ümmetine şefkat ve merhametindendi. O mübarek gecede onlara mağfiret olunınası ümidiyle ağlamıştı. Peygamberler, kendi ümmetleri hakkında en üstün şefkat ve merhamet üzere olurlar. O da ümmetinin âsileri için bağışlanına dilerdi," dediler.

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri hakkında gulâm (delikanlı) tabirini kullanınası, kendine nisbetle yaşinin küçüklüğüne işaret etmekti. Arap dilinde gulâm diye henüz bıyığı terlemiş taze civana (genç delikanlıya) derler. Gerçi âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri, o zaman kırk yaşını aşmıştı, ama Arap tâifesi içinde bir kişide kuvvet bâki oldukça ne yaşta olursa olsun, ona gulâm tabirini kullanırlar. Hitâbî böyle demiştir.

Fethü'l-Bârî sahibi der ki: "Bana göre açık olan şudur ki, Hak teâlâ hazretleri, Fahr-i Âlem hazretlerine, erginlik yaşından ihtiyarlık yaşinin evveline dahil olunca kendisine ihsan ettiği sürekli kuvvete işaret etti. Hattâ Medine'ye geldiği zaman Ebû Bekir Sıddîk'ı (radıyallahü anh) devesinin ardına bindirip girmişti. Halk, Fahr-i Âlem hazretlerine "yiğit" ve Ebû Bekir'e "ihtiyar" adını verdiler. Halbuki Fahr-i Âlem hazretlerinin şerefli yaşı, Ebû Bekir'e galipti. Ama şerefli mizaçları kuvvet ve güzellik üzere olduğu için genç gösterirdi.

Ama Hazret-i Idrîs'in: "Merhaba bil-ahi's-sâlih ve nebiyyi's-sâlih — Merhaba ey sâlih kardeş ve sâlih nebî," diye Fahr-i Âlem hazretlerine kardeş demesi nübüvvet kardeşliğine göredir, dediler.

Bazı rivâyetlerde "Merhaba ey sâlih oğul," dediği de varid olmuştur. Zira Hazret-i İdrîs, Peygamber Efendimiz hazretlerinin yüce ceddidir, dediler. Bazıları, semâda kendisiyle buluşup konuştuğu îdris, meşhur ceddi olan nebî değildir; o, meşhur olan llyas aleyhisselâm'dır, dediler. Doğrusunu Allah bilir.

Eğer sual olunup:

— Hadîste zikredilmiş olan peygamberlerin göklerde olup diğerlerinin olmamasinin ve zikredilenlerden her biri bir göğe mahsus olup ikinci gökte ikisinin bulunınasinin münasebeti nedir? denilirse cevap vermişlerdir ki:

Fahr-i Kâinat hazretleriyle buluşup konuşmaya bunlar memur olmuşlardı. Onun için Allah'ın emri gereğince kimi evvel, kimi sonra buluşup konuştu; diğer peygamberler buluşup konuşmadılar. Bunlardan her birinin Fahr-i Âlem hazretleriyle hususî münasebeti olduğu için bunlar memur oldular. Aslî vatandan hicrette Hazret-i Âdem ile münasebeti vardı. O, cennetten ve Resûlüllah hazretleri de Mekke şehrinden hicret etmişlerdir. Sonunda vatanlarına geri dönınüşlerdir. Hazret-i îsâ ve Yahyâ ile münasebetleri, ona vâki olduğu gibi hicretin başlangıcında bunlara da Yahudilerin düşmanlığı vâki olup nice zaman bu düşmanlık üzere geçmişti. Resûlüllah Efendimiz hazretlerine de kötülükler yapmayı kasdetmişlerdi. Hazret-i Yûsuf ile münasebeti, kardeşleri ona düşman oldukları gibi bu Hazret'e de kendi kavmi ve akrabası, yâni Kureyş tâifesi düşman olmuşlardı. Sonunda zafer kendilerinin olup düşmanlarına galip olmuşlardı. Fahr-i Kâinat hazretleri, bu mânâya Mekke'nin fethi gününde işaret buyurup Kureyş'e:

"Size Yûsuf'un sözünü söylerim ki: 'Bugün sizin için kınama yoktur. Allah sizin günahlarınızı bağışlar. O, merhamet edicilerin en merhametlisidir.' (K: 12/92) Gidin, azad olun, hepiniz azadlılarsmız," buyurmuşlar.

Yâni Hazret-i Yûsuf'un kardeşleri sonunda neye uğradıklarını bilip kendilerini utanç kapladığı zaman Yûsuf aleyhisselâm, yüksek lûtfu ile onların günahlarına özür arayıcı olup:

— Tedirgin olmayın! Size kınama yoktur. Allah, merhamet edicilerin en merhametlisidir. Günahlarınızı bugün mağfiret eyler, deyip onları müteselli kılmıştı.

Fahr-i Kâinat hazretleri de Mekke şehrini fethedip Kureyş'i tasarrufunun pençesine geçirdiği gün, "Acaba bize nasıl bir ceza vererek bizi helâk eder?" dedikleri zaman:

— Ben de size Yûsuf'un dediğini derim: Varın, azad olun, siz azadlılarsmız! diye buyurmuştu.

İdris aleyhisselâm ile münasebeti, Allah katında derece yüksekliği cihetindendi. Hârun aleyhisselâm ile münasebetleri, kavimleri kendilerine eziyet ettikten sonra muhabbetlerine rücu etmeleri idi. Mûsâ aleyhisselâm ile münasebeti, kavmi için çalışıp bu uğurda cefalarını çekmesi cihetindendi. Nitekim Kureyş, kendilerine eza ettikleri zaman:

"Mûsâ'ya bundan çok eza olundu da sabretti," diye buyurmuştu.

Ibrâhim aleyhisselâm ile münasebeti, onun Beytü'i-Mamur'a dayanıp Resûlüllah hazretlerinin de ömrünün sonlarında haccın gereklerini yerine getirmesi ve Beytü'lHaram'ın şanını yüceltmesi cihetindendi, dediler.

Arif-i billâh İbn-i Ebt Cemre, her birinin bir semâya ayrılmasinin sebebi hususunda buyurmuştur ki: "Hazret-i Âdem'in birinci gökte olmasinin sebebi şudur ki, o peygamberlerin ilki idi; hepsinin aslı ve babası idi. Oğlunun babası ile üns ve ülfetinin hasıl olması için ilk önce onu Âdem ile buluşturdu.

İkinci gökte ise İsâ aleyhisselâmın olması, diğer peygamberlerden âlemlerin hocası Efendimiz hazretlerine daha yakın olduğu içindi. Ve şeriatı bunun şeriatı ile neshedilmişti. Son zamanda nüzul edip Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şeriatı ile hükmeylese gerekti. İsâ aleyhisselâm'la bu cihetlerden münasebeti vardı. Yahyâ aleyhisselâmın onunla beraber bulunınası şunun içindi ki, o, İsâ'nın teyzesi oğlu idi. Aynı zamanda birbirini gerektirici olup bir tek kişi gibi olmuşlardı. Onun için gökler âleminde de birleştirildiler.

Üçüncüde Yûsuf aleyhisselâmın olmasinin sebebi şu idi ki, Resûlüllah hazretlerinin ümmeti onun güzelliği üzre olup cennete gireceklerdir. Fahr-i Âlem hazretlerini bununla müjdeleyip sevindirmek için üçüncüde Hazret-i Yûsuf'un cemâlini müşahede kıldırdılar.

İdris aleyhisselâmın dördüncüde olmasinin sebebi şu idi ki, orada vefat etti. Yeryüzünde onun kabri yoktur, dediler.

Hârun aleyhisselâmın beşincide olmasinin sebebi şu idi ki, Hazret-i Mûsâ'nın kardeşi ve halifesi idi. Hazret-i Mûsâ ile aynı yerde olmaması, Mûsâ'nın faziletleri çok olup Kelîmullah (Allah'ın Sözcüsü) olduğu içindi. Onun makamı altıncıda gerçekleşti.

İbrahim aleyhisselâmın yedincide bulunınası şunun içindi ki, Halîlullah (Allah'ın Dostu) idi. Fahr-i Kâinat hazretlerinin nebilerden hayırlı babası idi. işte münasebet, âhiret âlemine yöneleceği zamanda onunla buluşması yeni bir üns hâsıl etmesi içindi. Dostluk derecesi öbürlerinden daha yüksek olduğu için mertebesi onlardan yüksek olmuştu. Muhabbet mertebesi dostluk mertebesinden daha yüksek olduğu için de Fahr-i Kâinat Efendimiz ondan daha yüksek mertebelere uruc etti. Hak teâlâ hazretleri, her birine verdiği hasletler bakımından hikmeti gereğince onların mertebelerini takdir etti. Nitekim Hak teâlâ hazretleri:

"Tilke'r-rüsulü faddalnâ ba'duhum ala ba'din minhum men kellemallahu ve refea ba'dahum derecâtin — İşte biz, o rasüllerden kimini kiminden üstün kıldık. Allah onlardan kimisiyle konuştu, kiminin derecelerini yükseltti," (Bakara sûresi: 2/253) buyurmuştur."

Resûlüllah hazretlerinin, diğer peygamberleri ne tarzda gördüğü hususunda âlimler ihtilâf etmişlerdir.

Bazıları: "Hazret-i isâ aleyhisselâm'dan başkasını ruhları ile gördü. Hazret-i İsâ aleyhisselâm'ı cesediyle gördü. Zira göğe cesediyle kaldırılmıştır," dediler.

Bazıları: "İdris aleyhisselâm'ı da cesediyle gördü," dediler.

Beytü'l-Mukaddes'de namaz kılanlar hususunda da ruhlar olması ve ruhlarla beraber cesetler olması muhtemeldir, dediler. Ve başka olmayacak ihtimaller daha zikrettiler.

Hadîs-i şerifte Sidretü'l-Müntehâ'ya vardığında "Dört ırmak gördüm" diye buyurması, Buhârî'nin naklinde: "Feizâ fî asluhâ erbaatü enhâr — Sidrenin dibinde dört ırmak gördüm," diye varid olmuştur. İmâm-ı Müslim'in naklinde: "Yahricu min asluhâ — Dibinden çıkar," denilmiştir. Yine Müslim'in naklinde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)den rivâyet edilmiştir ki:

"Erbaatü enhâr mine'l-cenne en-nîl ve'l-furât ve seyhân ve ceyhân — Cennetten dört ırmak: Nil, Fırat, Seyhan ve Ceyhandır," buyrulmuştur.

Nil, Mısır'da bulunan ve tanınmış olan büyük ırmaktır. Fırat, Küfe ırmağıdır. Seyhan, Şam vilâyetinde (bugün Seyhan vilâyeti diye anılan Adana vilâyetinde) dir. Ceyhan, Şam'la Rum (Anadolu) arasındadır. Bu, Cihân kelimesinden Arapçalaştırılmıştır. (Cihân kelimesi Farsçadır). Hâlâ yine Türkmen içinde Cihân Suyu diye taninınaktadır. Ama Ceyhun ve Seyhun ırmakları bunlardan başkadır. Ceyhun, Harzem'in yanından akan sudur. Seyhun iki tanedir. Biri Mâveraünnehr'de, biri de Hindistan'dadır.

O halde Ebû Hüreyre'nin rivâyetinden anlaşılır ki, Sidretü'l-Müntehâ denilen ağaç cennette dikilmiştir. Zikrolunan ırmaklar onun dibinden çıkarlar. "Nehirler" hususunda değişik ibarelerle bazı kaviller daha gelmiştir. En doğru ve en kuvvetli olanlar, zikrolunanlardır. "Sidretü'l-Müntehâ" diye isimlendirilmesinin sebebi hakkında İmâm-ı Müslim, İbn-i Mes'ûd'dan nakletmiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz hazretlerine Mirac vâki olduğu zaman:

— Beni Sidretü'l-Müntehâ'ya ilettiler. O Sidretü'l-Müntehâ altıncı göktedir. Yeryüzünden uruc eden nesne ona müntehi olur (varır) ve oradan kabzolunur (alınır), diye buyurdu."

İbn-i Ebî Cemre'nin: "Ameller orada nihayet bulur ve oradan emir nâzil olur. Hafaza ve diğerleri onun katında dururlar. Onu tecâvüz etmezler," demesi bu mânâyı ifade eder.

O halde aşağıdan yükselen ameller ve yukarıdan inen emirler orada vukuf ettiği (durduğu, anlaşıldığı ve idrâk edildiği) için ona müntehâ demişler.

İmâm-ı Nevevî: "Meleklerin ilmi orada nihayet bulup Fahr-i Kâinat hazretlerinden başka kimse oradan öteye geçmediği için ona müntehâ (varılacak son nokta) denildi," demiştir.

İbn-i Mes'ûd hadîsinde "Sidre altıncı göktedir" denilmesi buna aykırı değildir. Zira aslinin, yâni ağacın kökünün altıncıda ve dallarının yedincide olması mümkündür. Fethü'l-Bârî'de böyle denilmiştir.

Buharî'nin naklinde Ebû Zerr'den rivâyet edilmiştir ki:

"Bazı renkler o Sidre'yi örttü. Bilmiyorum ne idi?" buyrulmuştur.

İmâm-ı Müslim'in naklinde zikrolunan İbn-i Mes'ûd'un hadîsinde:

"Allahü teâlâ'nın 'İz yağşâ's-sidrete mâ yağşâ — Sidre'yi örten şey örttü,' (Necın sûresi: 53/16) buyurduğu hakkında, 'Ferâşun min zeheb — Altın pervaneler (gece kelebekleri),' buyrulmuştur. Yezid bin Ebî Mâlik'in hadîsinde de: "Cerâdun min zeheb — Altın çekirgeler," diye vâki olmuştur.

Hâsılı o Sidre'yi (ağacı) ihata edip örten nesne için bazıları "Altın pervanelerdi", bazıları da "Altın çekirgelerdi", dediler.

Kadı Beydâvî: "Ferâş, yâni pervaneler denilmesi temsil yoluyla olmuştur. Çekirge ve ona benzer şeylerin üzerine konınası ağacın şanındandır. Altından olması da hakikattir. Zira Allah'ın kudreti öyle etmeğe elverişlidir," demiştir.

Ebû Saîd'in hadîsinde Enes'den ve İbn-i Abbâs hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: "Teğşâhâ'l-melâiketü — Onu örten meleklerdi," buyrulmuştur. Ali (radıyallahü anh)nin hadîsinde: "Alâ külli varakatü minhâ melekün — Üzerine gelip konan meleklerdi; her yaprağinin üstünde bir melek vardı," buyrulmuştur.

Müslim'in naklinde Sâbit'den ve Enes bin Mâlik'den rivâyet edilmiş olanda:

"Üzerine konan nesneler, Allah'ın işinden her ne ise, gelip ihata ettikleri zaman evvelki şekli değişip öyle bir hal bağladı ki, Allah'ın yarattıklarından hiç kimse onun güzelliğini anlatmaya muktedir olamazdı," diye vâki olmuştur.

Beyt-i Mamur hususunda Taberî Saîd bin Ebî Urve'den, o da Katâde'den rivâyet etmişlerdir ki, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri:

"Beyt-i Mamur semâda bir mesciddir. Kâbe'nin beraberindedir; eğer aşağı düşecek olsa Kâbe'nin üstüne düşerdi. Ona her gün yetmiş bin melek girer. Çıkan melek bir daha girmez," diye buyurdu.

Bu hadîs-i şerifte Hak teâlâ hazretlerinin azîm kudretine açık delil vardır ki, Hak teâlâ hazretleri yaratıkları yaratalıdan beri her gün yetmiş bin melek o mescide girer ve bir kere giren bir daha girmez.

Bununla beraber şu da rivâyet olunmuştur: "Göklerde ve yerlerde bir karış miktarı yer yoktur ki, orada bir melek alnını koyup secdeye varınamış olsun. Ondan sonra deryalarda bir damla yoktur ki, ona bir melek memur edilmemiş olsun."

İşte gökler, yer ve denizler böyle olunca o Beyt-i Mamur'a giren melekler nereye giderler?.. Nihayet bu, Hak teâlâ hazretlerinin azîm kudretidir ki, buna, hiç bir nesne asla benzemez. Bunda şuna delil vardır ki, melekler, yaratıkların en çok olanıdır.

İbn-i Ebî Hâtem'in naklinde Ebû Hüreyre'den rivâyet edilmiştir ki: "Gökte bir ırmak vardır; ona hayvân (dirilik) ırmağı derler. Cebrâil aleyhisselâm her gün ona girer, kendini batırır da çıkıp silkinir. Ondan yetmiş bin damla düşer. Her damlasından Hak teâlâ hazretleri bir melek yaratır, işte onlardır ki, Mescid-i Aksâ'ya girip namaz kılarlar," diye buyurmuştur.

İmâm-ı Fahr-i Râzî, "Ve yahluku mâ lâ ta'lemûne — Ve daha sizin bilmediğiniz nice şeyler yaratmaktadır," (Nahl sûresi: 16/8) âyet-i kerîmesinin tefsirinde der ki: "İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, Arşın sağ yanında nurdan büyük bir ırmak vardır, dedi. Denizler, gökler ve yerler misilli bir ırmaktır. Cebrâil aleyhisselâm her seher ona girip yıkanır da nuru ve güzelliği artar. Ondan sonra silkinir. Kanatlarından dökülen her damladan Hak teâlâ hazretleri bin melek yaratır. Onlardan her gün yetmiş bin melek Beyt-i Mamur'a girer. Ondan sonra bir daha geri dönmez. Yâni bir giren bir daha girmez. Ta kıyâmet kopuncaya kadar hal böyle devam eder." .

Şu da rivâyet olunmuştur ki: "Orada melekler Hak teâlâ hazretlerini tesbih ederler. Her tesbih karşılığında Hak teâlâ hazretleri bir melek halkeder. Bunlar, o taabbüd (ibadet etme) için yaratılmış olan meleklerden başkadır. Yine bunun gibi nebata ve erzaka müvekkel olan melekler, hafaza melekleri, insanın tasvirine memur olan melekler, bulutlara inenler, cuma günlerinde halkı yazanlar, cennet hazinedarları, teâkub edenler (yâni yeryüzüne nöbetle inenler), göklere uruc edenler, namaz kılan kimsenin kıraetine âmin ve "Rabbenâ leke'l-hamd — Ey Rabbimiz, övgü sana mahsustur" diyenler, namazı gözleyen kimseye dua edenler, kocasinin döşeğinden kaçan kadına lânet edenler, bunların hepsi o tesbih karşılığında yaratılan meleklerden başkadır. Hak teâlâ hazretlerinin ezici kudretini tasavvur edip bir kere iradesi ilişmekle her nesnenin vücuda geldiğini düşünen kimse, böylesine meleklerin ve sair yaratıkların çokluğunda asla tereddüt etmez. İşittiği an onu anlayarak kabul eder.

Haberde gelmiştir ki: "Dünya semâsı, su ile dumandan yaratılmıştır. Onda melekler vardır; su ile yelden yaratılmışlardır. Üzerlerine Ra'd (gök gürlemesi) adlı bir melek koymuşlardır. Bulutlara ve yağmurlara memur olan melek odur. O meleklerin hepsi:

"Mülkün ve melekûtun (görünür ve görünmez âlemlerin) Sahibini, eksik sıfatlardan tenzih ve kemâl sıfatlariyle takdis ederiz," diye tesbih ederler.

İkinci gökte türlü türlü renklerde melekler vardır; yüksek sesle:

"Yücelik ve üstün kudret sahibini, eksik sıfatlardan tenzih, kemâl sıfatlariyle takdis ederiz," diye tesbih ederler.

Orada bir melek vardır ki, bedeninin yarısı ateşten ve yarısı kardandır. Ne kar ateşi söndürür, ne de ateş karı eritir. O melek:

"Ey karla ateşi bağdaştırıp birleştiren kudret sahibi Hak, kullarının kalblerini bağdaştırıp birleştir," diye dua eder.

Üçüncü gökte melekler vardır ki, onların pek çok kanatları, türlü türlü suretleri, çeşit çeşit sesleri vardır. Onlar, yüksek sesle:

"Seni eksik sıfatlardan tenzih ve kemâl sıfatlariyle takdis ederiz ki, ölümsüz hayat sahibi Allah Sen'sin," diye tesbih ederler.

Onlar, sağlam duvarlar gibi saf saf kıyam edip durmuşlardır. Allahü teâlâ hazretlerinin korkusundan kendi halleriyle öyle meşgullerdir ki, bir melek yanındaki meleğin renginin nasıl olduğundan haberdar değildir.

Üçüncü gök demirdendir.

Dördüncü, bakırdandır. Burada olan melekler üçüncüde olanın zayıflarıdır. Diğerleri de altında olan semâya nisbetle böyledir. Gittikçe çoklukta daha zayıflama üzeredir. Hâsılı burada olan meleklerden birini Hak teâlâ hazretleri bir hizmete salıp gitse ve gelse, yanındaki melek bundan haberdar olmaz. İbadetle (Hakk'a hizmet ve kulluk etmekle) öylesine meşgullerdir. Bir kısmı kıyâmda, bir kısmı rükûda ve bir kısmı secdededir. Bunlar:

"Subbûhun kuddûsun rabbenâ errahmenu'Hezi lâ ilâhe illâ hüve — Ayıplardan münezzeh ve temiz olan Rabbimiz, kendisinden başka ilâh bulunınayan Rahman'dır," diye tesbih ederler.

Beşinci gök gümüştendir. Burada olan meleklerin ibadetleri rükû ve sücuddur. Asla başlarını kaldırıp yukarı bakmazlar. Kıyâmete değin bu minval üzere ibadet ederler. Yine de kıyâmet koptuğu zaman: "Rabbena lem na'budeke hakka ibadeke — Ey Rabbimiz, biz sana hakkiyle kulluk edemedik," derler.

Altıncı gök altındandır. Orada Hak teâlâ hazretlerinin büyük askeri Kerûbiyyûn (Allah'a en yakın melekler) vardır. Onların sayısını ve sınırını Allah'dan başka kimse bilmez. Onların üzerine memur olan bir melek vardır ki, ona mahsus yetmiş bin melek vardır. Onların da her birine mahsus yetmiş bin melek vardır. Bütün bunlar o meleğin askeridir. Hak teâlâ hazretlerinin dünya ehline bazı işler için gönderdiği melekler bunlardır. Bunlar da yüksek sesle tesbih ve tehlil ederler.

Yedinci gök kızıl yakuttandır. Bunda olan melekler, daha önce zikrolunandan fazladır. Bunların üzerine memur olan bir melek vardır ki, yedi yüz bin melek ona hizmetkâr tayin olunmuştur. Bunda o kadar melek vardır ki, yağmurların damlası, kumlar, kayalar, taşlar, ağaçlar ve yapraklar hesabmca ve Hak teâlâ hazretlerinin yaratmış olduğu her ne varsa onların hepsinin sayısmcadır. Bunun mânâsı, "Ve mâ ya'lemu cünûde rabbike illâ hüve — Rabbinin askerlerini kendinden başka kimse bilmez," (Müddessir sûresi: 74/31) gereğince Allah'dan başka kimse onların ayrıntılarını bilmez.

Hameletü'l-Arş (Arş'ın taşıyıcıları) sekiz melektir. Onlar güzel ses ve hoş nağme ile tesbih ve tahmîd ederler. Onların dördü:

"Sübhaneke ve bihamdike alâ hilmike ba'de ilmike — Seni tesbih ederiz ve ilminden sonra hilmin üzerine seni överiz," derler.

Dördü de:

"Sübhâneke ve bihamdike alâ afvike ba'de kudretike — Seni tesbih ederiz ve kudretinden sonra afvın üzerine seni överiz," derler.

İmâm-ı Taberanî'nin naklinde İbn-i Abbâs'dan rivâyet edilmiştir ki, Fahr-i Âlem hazretleri, Cebrâil'e:

— Yâ Cebrâil! Sen, neyin üstüne memursun? diye buyurdu.

Cebrâil:

— Ben, yel üstüne ve Hak teâlâ hazretlerinin askerleri üstüne memurum, dedi.

— Ya Mikâil neyin üstüne memurdur? dedi.

Cebrâil:

Nebatlar ve damlalar (yağmurlar) üzerine memurdur, diye cevap verdi.

Ya ölüm meleği neyin üstüne memurdur? dedi.

Cebrâil:

Ruhları kabzetmeye memurdur, diye cevap verdi.

Bu hadîsin isnadında Muhammed bin Abdurrahman bin Ebî Leylâ vardır ki, onun ezberlemesi kötü olduğu için hadîsi zaafa nisbet etmişlerdir; ama terk olunınamıştır.

Ama Tirmizî'nin naklinde Saîd'den merfuan rivâyet olunmuştur ki:

"Semâ ehlinden benim iki vezirim, Cebrâil ve Mikâil'dir," buyrulmuştur.

Kasdedilen, onların şanını yüceltmektir. Yoksa Hak teâlâ hazretleri, vezir ve müşire muhtaç olmadığı gibi âlemlerden de zengin ve müstağnidir.

Bazı rivâyetlerde Isrâfil, ilk secde edendir ve Levh-i Mahfuz'un velâyetiyle mükâfatlandırıldı, demişlerdir.

"Sonra beni uruc ettirdi. Öyle bir makama kadar çıktım ki, ondan kalemlerin sesini işitiyordum," diye buyurmuşlardır.

Malûm olsun ki, kader mektubu (yazısı) ezelî kadîmdir ve kalemin işitilen cızırtısı hâdisenin (zuhura gelişinin) yazılışıdır. Haberlerin zahiri delâlet eder ki, semâvat ve arzın halkı hakkında Levh-i Mahfuz'un yazılmasından ferağ hâsıl olup kalem çekilmiştir. O halde bu yazinin, meleklerin kendi sayfalarına yazılan yazı olması gerekir, dediler. Yâni Levh-i Mahfuz'da olan hükümlerin bir suretini alır, yazarlar. İşte Peygamber Efendimiz hazretlerinin kalemlerin cızırtısını işittiği yazılma, onun yazılmasıdır, dediler.

Hadîs'te geçen sarîf-i kalem, sarîr-i kalem demektir ki, ikisi de kapinin açılırken çıkardığı gıcırtı ve kalemin yazarken çıkardığı cızırtı mânasınadır. Kalemin yazarken çıkardığı ses hakkında her ikisi de kullanılır. Mahv ve isbat bunların yazdığında vâki olur. Eserde böyle varid olmuştur. Eser diye sahâbenin sözlerine derler. Bazı âlimler, Peygamber Efendimiz hazretlerinin hadîslerine de eser derler.

İbnü'l-Kayyum der ki: "Kalemler on iki tanedir. En yücesi ve en şereflisi kader kalemidir. Daha önce geçmiştir ki, Hak teâlâ hazretleri, yaratıkların makadirini (miktarlarını ve güçlerini) kaderin başında yazmıştır. Nitekim Sünen-i Ebî Dâvud'da Ubâde bin Sâmit'ten rivâyet edilmiştir ki:

"Fahr-i Âlem hazretlerinden işittim ki, gerçekten Hak teâlâ hazretlerinin ilk yarattığı, kalemdir. Allah, onu yarattıktan sonra:

— Yaz! diye ona emretmiştir.

— Yâ Rab! Ne yazayım? demiştir.

Hak teâlâ hazretleri de:

Kıyamet kopuncaya kadar zuhura gelecek olan her şeyin makadirini (nicelik ve niteliğini, sayısını ve derecesini) yaz! demiştir.

Böylece bu kalem, kalemlerin ilki ve en ulusu oldu," diye buyurdu.

Tefsir ehlinden çok kimse, "Hak teâlâ hazretlerinin üzerine yemin ettiği kalem işte o kalemdir," demişlerdir.

İkinci kalem, Vahiy Kalemi'dir.

Üçüncü kalem, Hak teâlâ ve Resûlüllah yönünden olan Tevki' (fermanlara nişan koyma, emirleri icra ve infaz edilebilir hale getiren imzalama) Kalemi'dir. Sadece böylece icmal etmişlerdir.

Dördüncü kalem, Tıbb-ı Ebdân (Bedenleri Düzeltme) Kalemi'dir ki, bedenlerin sıhhati onunla korunur.

Beşinci kalem, hükümdarlara ve onların vekillerine ilişkin olan Tevkî' Kalemi'dir ki, ülkelerin zabtı onunla olur.

Altıncı kalem, Erzak Kalemi'dir.

Yedinci kalem, Hüküm Kalemi'dir ki, haklar onunla sabit olur ve kaziyyeler onunla geçerlilik bulur.

Sekizinci kalem, Şehadet Kalemi'dir ki, hukuk (haklar) onunla korunur.

Dokuzuncu kalem, Tabir Kalemi'dir. Rüyaların vahyine, onların tefsir ve tabirine ilişkin olan kalemdir.

Onuncu kalem, âlemin hâdiselerini ve vakitlerini yazan Tevârih Kalemi'dir.

On birinci kalem, lisanlara ve onların ayrıntılarına ilişkin olan Lügat Kalemi'dir.

On ikinci kalem, Câmi' (hepsini kendinde toplayıcı olan) Kalem'dir ki, mübtellerin (iptal edilmiş olanların) reddine ve muharreflerin (tahrif edilmiş olanların) def edilmesi şüphesine ilişkindir.

Velhasıl âlemin işlerinin intizamı bu on iki kalemle hâsıl olur. Kalemin şanının ne kadar büyük olduğunu takdir için şu yeter ki, Hak teâlâ hazretlerinin kitapları onunla yazılmıştır. Ayrıca Hak teâlâ hazretleri, azîm Kur'anında onun üzerine kasem (yemin) etmiştir."

Kitabu Aksâmu'l-Kur'ân'dan kısaltılarak naklolundu. Doğrusunu Allah bilir.

"Bir ırmak üzerine geldim ki, iki yanında inciden kubbeler vardı," buyrulmuştur. Yine Müslim başka bir şekilde de Enes'den rivâyet etmiştir ki:

Bazı rivâyetlerde Resûlüllah Efendimiz'in o gece cennete girdiği varid olmuştur. İmâm-ı Müslim'in naklinde Ebû Zer (radıyallahü anh)den rivâyet edilmiştir ki:

"Sonra cennete girdim. Orada inciden kubbeler gördüm. Toprağı da miskti," buyrulmuştur.

Bu hadîs-i şerifte açıkça bildirildiğine göre cennete girip orada inciden kubbeler görmüş ve cennetin toprağinin misk olduğunu müşahede etmiştir. Hadîsin metninde geçen "cenâbiz" kelimesi, "kubbeler" demektir. Teki cünbüz'dür; günbez (kümbet) kelimesinden Arapçalaştırılmıştır.

İmâm-ı Buhârî'nin naklinde Katâde'den ve Enes'den rivâyet olunan hadîs-i şerif bu rivâyeti teyid edicidir ki:

"Cennette gezip dolaşırken bir ırmağa rast geldim. İki yanında içi boş incilerden kubbeler vardı. Balçığı misk-i ezfer (keskin kokulu misk) idi. Cebrâil aleyhisselâm haber verip:

Bu ırmak Kevser ırmağıdır, dedi," buyurmuşlardır.

İmâm-ı Beyhakî'nin rivâyetinde Ebû Saîd-i Hudrî (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilen hadîsin mânası şudur: "Yedinci göğe çıkıp Sidretü'l-Müntehâ'yı görmüştür. Onun her bir yaprağı bu ümmeti setreyler," demiştir. Yine Peygamber Efendimizden şöyle nakletmiştir ki: "O semâda akan bir çeşme vardır. Ona Selsebil Çeşmesi derler. Onun ayağından iki ırmak ayrılır. Birine Kevser Irmağı, öbürüne Rahmet Irmağı derler. Ben, o Rahmet Irmağı'ndan yıkandım. Geçmiş ve gelecek günahlarım bağışlandı. Ondan sonra beni cennete girdirdiler. Karşıma bir câriye çıktı.

— Sen kimin câriyesisin? diye sordum

— Zeyd bin Hârise'nin câriyesiyim, dedi," demiştir.

Bir rivâyette cennetin meyvelerinin nasıl olduğunu anlatıp "Narları kovalar gibidir," dîye buyurmuştur.

Ondan sonra devam edip: "Bana cehennemi gösterdiler. Hak teâlâ hazretlerinin gazabinin, azabinin, belâ ve meşakkatlerinin o cehennemde olduğunu gördüm. Eğer onun içine taşlar ve demirler atılsa onları yerdi. Ondan sonra benim yanımda yine kapısını kapadılar," demiştir.

Bazı rivâyetlerde Cebrâil aleyhisselâm'dan ayrılıp binlerce hicabı (perdeyi) geçtikten sonra "Kabe Kavseyni Ev Ednâ Makamı"na ulaşmıştır.

Şöyle malûm olsun ki, bu hicaplar mahlûka göredir, Hâlık'a göre değildir. Zira Hak teâlâ hazretleri hicaptan münezzehtir. Zira hicap, sınırlı ve hissedilebilir olanı örter. Yaratıkların hepsi, isim, sıfat ve fiillerin mânaları ile o yüce Hazret'den hicaplanmışlardır. Nihayet gerek insan ve gerek diğerlerinden her birinin kendi haline göre bir hicabı vardır. Kiminin hicabı zulmânî, kiminin hicabı nurânîdir.

Hazret-i Hakk'a en yakın olan yaratıklar Hâfûn'dur; yâni Arş'ı ihata eden meleklerdir. Aynı zamanda Kerûbiyyûn adı verilen melekler de Hakk'a en yakın olan yaratıklardır. Bunlar, mehabet, azamet, kibriyâ, celâl, kuds ve kayyumiyet nuru ile mahcubdurlar. Bu mahcupluk (perdeli ve örtülü olma keyfiyeti) zâtın sıfatla mahcub olması gibidir.

Mahcupluk da muhtelif tabakalar üzredir. Her birinin bir derecesi ve bilinen bir makamı vardır. Velhasıl bazı kimseler, nimetleri görmekle nimetvericiden mahcubdur; nimetleri görür, fakat nimetvericiyi görmez. Bu kıyas üzre bazı kimseler de ahvâl ile muhavvil'den mahcubdur; yâni halleri görür de halden hale çevireni görmez. Bazı kimseler de esbâb ile müsebbib'den mahcubdur; yâni sebepleri görür de o sebeplerin sebebi olan Allahü teâlâ hazretlerini görmez. Bazdan, ilimle ilimden, anlayışla anlayıştan ve akılla akıldan mahcubdurlar. Bunların hepsi, "Hicâbu niam ani'lmün'im ve'l-mevâhib ani'l-vehhâb — Nimetvericiyi örten nimetler ve hediye edeni örten hediyeler perdesi" mânasmdadır, dediler.

Bazı kimseler mübah şehvetlerle, bazıları haram kılınmış, asilik ve kötülük şehvetleriyle mahcubdurlar. Bazı kimseler de mal, çoluk çocuk ve dünya hayatinin ziynetleriyle mahcubdurlar, buyurmuşlar.

"Allahım, dünyada kalblerimizi ve âhirette gözlerimizi Sen'den perdelenmiş eyleme; ey ziyade cömertlik sahibi Allahım!"

Sahih hadîste Enes bin Mâlik'den rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

"Cebrâil beni Sidretü'l-Müntehâ'ya yükseltti. Yüce kudretli Rabbim bana yaklaştı. O kadar sarktı ki, iki kavs kadar, belki daha az kaldı ve bana vahyettiğini etti," buyurmuştur.

Hadîs-i şerifin mânası, Mirac gecesi Hak teâlâ hazretlerinin lütuf ve ihsaniyle Fahr-i Âlem hazretlerine takarrübünü (yaklaşmasını) beyândır. Burada zikredilmiş olan "Denû ve tedellâ — Yaklaştı ve sarktı" ki, mânevî yakınlıktan ibarettir. Necın sûresinde zikredilmiş olandan başkadır. Gerçi sözleri birdir, fakat mânaları birbirinden ayrıdır. Zira doğrusu şudur ki, âyet-i kerîmede murad, Cebrâil aleyhisselâm'dır. Sûrenin başından "Ve lekad reâhu nezleten uhrâ — Andolsun, onu bir kez daha görmüştü," (Necın sûresi: 53/13) sözüne varıncaya kadar Cebrâil aleyhisselâmın vasfı zikredilmiştir. Âlemlerin hocası Resûlüllah Efendimiz hazretleri böyle tefsir etmiştir.

Sahih hadiste Hazret-i Âişe'den rivâyet edilmiştir ki:

"Resûlüllah'a bu âyetten sual ettim. Bana: O Cebrâil'dir. Ben onu kendi sürerinde ancak iki kere gördüm, dedi," diye buyurmuştur.

Velhasıl âyette zikredilmiş olan "Denû ve tedellâ — Yaklaştı ve yere doğru sarktı," Fahr-i Âlem hazretlerine Cebrâil'in yaklaşmasından ibarettir. Ama hadîs-i şerifte zikredilmiş olan, Hak teâlâ hazretlerinin mânevî yaklaşmasından ibarettir.

Kur'ân-ı Kerîm'in lâfzinin, Cebrâil'den başkasinin murad olunınadığına delâlet etmesi birkaç yöndendir.

Biri şudur ki, "Allemehu şedîdü'l-kuvâ — Onu, müthiş kuvvetleri olan biri öğretti," (Necın sûresi: 53/5) buyrulmuştur. Şedîdü'l-Kuvâ'dan murad, Tekvîr süresinde (âyet: 81/20) kuvvetle vasfolunan Cebrâil'dir.

İkincisi şudur ki, "Zû mirretin — Üstün akıl ve kudret sahibi," (Necın sûresi: 53/6) buyrulmuştur. Mânası, "Güzel yaratılış sahibi" demektir. Bundan da murad, yine Tekvîr sûresinde zikredilmiş olan "kerîm" dir. O da Cebrâil'dir.

Üçüncüsü şudur ki, "Festevâ ve hüve bil-ufiku'l-a'lâ — Doğruldu ve o yüce ufuktaydı," (Necın sûresi: 53/6-7) buyrulmuştur. Ufk-ı A'lâ'dan murad, gök nahiyesidir. Istivâ da Cebrâil'in istivâ'sıdır. Ama Rabbü'l-lzzet'in istivâsı ki, istilâ (kaplama) mânasınadır ve o Arş'ı istilâ'dır.

Dördüncüsü şudur ki, "Sümme denâ fetedellâ — Sonra yaklaştı, yere doğru sarktı," (Necın sûresi: 53/8) buyrulmasmdan murad, Cebrâil'in yaklaşmasıdır.

Beşincisi şudur ki, "Ve lekad reâhu nezleten uhrâ inde sidreti'l-müntehâ — Andolsun, onu Sidretü'l-Müntehâ'nın yanında bir kez daha görmüştü," (Necın sûresi: 53/13-ı4) buyrulmuştur. Sidretü'l-Müntehâ'nın yanında olan Cebrâil'dir. Fahr-i Kâinat hazretleri böyle tefsir etmiştir.

Altıncısı şudur ki, "Lekad reâhu — Onu görmüştü" sözünde de, "Denâ fetedellâ — Yaklaştı ve yere doğru sarktı" sözünde de, "Festevâ — Doğruldu, kapladı" sözünde de, "Ve hüve bil-ufiku'l-a'lâ — O yüce ufuktaydı" sözünde de olan zamirlerden murad aynı şeydir. Delilsiz olarak müfessirler arasında muhalefet olması câiz değildir.

Yedincisi şudur ki, Hak teâlâ hazretleri bu "yaklaşıp yere doğru sarkan"ın "yüce ufukta" bulunduğundan haber vermiştir. Bu ufuk ise gök ufkudur. Belki altındadır, yere doğru sarkıp Resûlüllah Efendimiz hazretlerine inmiştir.

Ayrıca O Hazret'in Allah'ın huzurunda edebinin yüksekliğinden haber verip "Mâ zâğal-basaru ve mâ tağâ — Onun gözü bir tarafa kaymadı ve sınırı da aşmadı," (Necın sûresi: 53/17) buyrulmuştur.

Yâni: "Fahr-i Âlem hazretlerinin gözü, gördüğü şeyden meyletmedi ve başkasına tecâvüz etmedi. Belki onu sahih isbatla isbat etti," demektir. Yahut "Hak teâlâ hazretlerinin görmesini emrettiği acayibi görmekten yüz çevirmedi ve onu tecâvüz etmedi," demektir.

Kadı bu zikrolunan iki şekilde tefsir etmiştir. Hâsılı, hükümdarların ve sultanların karşısında bulunan edepli kimseler, gözlerini nasıl muhafaza edip o makamın edeplerine riayet ederlerse Fahr-i Âlem hazretleri de Kurb-u Hazret'te lâyık olan edeplere öyle riayet etti, demektir. Âyet-i kerime'den murad, bu mânayı beyandır.

"Feevhâ ilâ abdihi mâ evhâ — Böylece kuluna vahyettiğini vahyetti," (Necın sûresi: 53/10) âyet-i kerîmesinin tefsirinde İmâm-ı Ca'fer Sâdık buyurmuştur ki: "Sevgili sevgiliye gayet yakınlıkla yaklaştığı zaman ziyade heybete (korku ve saygı hissine) kapıldı. Bunun üzerine Hak teâlâ hazretleri, sevgilisine gayet güzellikle muamele etti, ona hoş davrandı. "Böylece kuluna vahyettiğini vahyetti," buyurması bu güzel davranışı ifade eder. Mânası: "Olan oldu ve geçen geçti," demektir," diye buyurdu.

Hâsılı âyet-i kerîmede o Hazret'e ne vahyolunduğu müphemdir; açıklanmış ve belirtilmiş değildir. Sadece, Hak teâlâ hazretleri kuluna vahyettiği nesneyi vahyetti, demektir. Ama vahyolunan şeyin ne olduğu beyan olunınamıştır. Onun için

İmâm-ı Ca'fer: "Olan oldu, giden gitti. Dost dost ile muamelesini tamam etti. Arada olan sırları gizlilik perdesinde kaldı. Ne vahyettiğini kimse bilmedi. Ancak kendisine vahyettiği kimse bildi," demek mânasına aldı.

Bazıları dediler ki: "Âyet-i kerîmede vahyolunanın müphem kılininası şanının büyüklüğünden ötürü sanki şöyle demektir: O öyle şanı büyük bir şeydir ki, hiç kimse onun hakkmda bilgi sahibi olamaz. Sadece lâzım olan, ona iman getirmekle kulluğunu göstermektir, demek olur."

Bazılarının kavline göre müphem değildir. Belki gelen haberlerle tefsir edilmiştir. Yâni ne ki vahyolundu ise Fahr-i Âlem hazretleri onu ümmetine tebliğ ederek haber vermiştir, dediler.

Saîd bin Cübeyr (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: "Hak teâlâ hazretleri, Resûlüne vahyedip:

"Biz seni yetim bulup himayemize almadık mı ? Biz seni şaşırmış bulup doğru yoia hidayet etmedik mi? Biz seni fakir bulup zengin etmedik mi? (K: 93/6-8) Biz senin göğsünü açıp sana inşirah vermedik mi? Ve ağırlığından sırtını çatırdatan yükü senin üzerinden atmadık mı? Ve senin zikrini yükseltmedik mi?" (K: 94/14) diye buyurdu."

Hâsılı, "Biz seni yetim bulmadık mı?" demek, "Biz seni yetim bilmedik mi?" mânasınadır. Yetim kelimesi ikinci mef'uldür. Bu takdirde ilmin vücudu mânasına olmuş olur. Mânası: "Ben seni yetim bilip himayeme almadım mı?" demek olur. Yahut "Elem ecidke yetîmen"deki "ecid" kelimesi, tesadüf etmek mânasına olan vücuddandır. Türkçe "Bulmak" mânasına gelir. "Yetîmen" de, vâki olan hal olur. Bu takdirde mânası: "Ben seni yetimlik halinde bulup himayeme almadım mı?" demek olur.

Kadı, Duhâ sûresinde "Elem yecidke yetîmen feâvâ — O seni yetim bulup himayesine almadı mı?" (Duhâ sûresi: 93/6) âyet-i kerîmesini böyle tefsir etmiştir.

Yine bu şekilde, "Seni doğru yoldan sapmış bilip hidayet etmedik mi?" Yâni ilim, hikmet ve ahkâmdan sapmış bilip vahiy, ilham ve yardım bakışiyle hidayet etmedik mi? Biz senin sadrını şerh edip Hakk'a yakarınaya ve halkı dâvete yeterli ve dayanıklı etmedik mi? Sana ağır gelen nesneleri üzerinden indirmedik mi? Seni fakir ve çoluk çocuk sahibi bilip ticaret kazancından hâsıl olanla seni zengin kılmadık mı? Peygamberlikle ve diğer şeylerle senin güzel adinin zikrini yükseltmedik mi? Yâni âlimler ve âlemler içinde peygamberlik fazileti ve diğer şeylerle senin güzelce anılmanı yükseltmedik mi?" demektir. Bütün bu nimetleri saymaktan murad, "Sana geçmiş zamanda nasıl ihsanlar ettikse gelecek zamanda da öyle ihsan ederiz," demeğe tenbihdi.

Sa'lebî ve Kuşeyrî derler ki: "Hak teâlâ hazretlerinin Fahr-i Âlem hazretlerine vahyettiği şey, 'Yâ Muhammed! Cenneti, bütün peygamberlere, sen girmeden önce haram ettim. Diğer ümmetlere de senin ümmetin girmeden önce haram ettim,' demekti."

Bazıları da, "Kevser havuzunu Fahr-i Kâinat hazretlerine mahsus kıldığını vahyetmişti," dediler. Bunu Kuşeyrî zikretmiştir. Şunu da o zikretmiştir ki: "Fahr-i Âlem hazretlerine vahyettiği, diğer peygamberlere vahyettiği idi. Zira kadîm kelâmında: "Mâ yukalu leke illâ mâ kad kîle lirrüsuli kablike — Sana söylenen, senden önceki peygamberlere söylenenden başka bir şey değildir," (Fussilet sûresi: 41/43) buyurdu. Bundan anlaşılır ki, onlara vahyolunan her ne ise Fahr-i Âlem hazretlerine vahyolunan da odur."

Bazı âlimler de: "Vahyolunan beş vakit namazdı," dediler. Hâlin hakikatini ancak Allah bilir.

Bazı Mirac haberlerinde İbn-i Merzûk'un zikrettiği üzre varid olmuştur ki, Peygamber Efendimiz hazretleri, Hak teâlâ hazretlerine yakınlıkta "Kâbe Kavseyni Ev Ednâ" makamına ulaştığında:

"Gerçekten sen geçmiş ümmetlere dünya azabını musallat kıldın. Bazı ümmetler üzerine taş yağdırdın. Bir kısmını yere geçirdin. Bazılarını insan sûretinden döndürüp başka hayvan sûretine koydun. Ya benim ümmetime ne eyleyeceksin?" dedi.

Hak teâlâ hazretleri:

"Senin ümmetine edeceğim şudur: Üzerlerine rahmet indiririm. Günahlarını hayırlara ve iyiliklere tebdil ederim. Onlardan bir kimse bana dua eylese ben duasını kabul ederim ve istediğini veririm. Bana tevekkül edenlerine ben kifayet ederim. Asilerinin ayıplarını dünyada setredip âhirette onlar hakkında senin şefaatini kabul ederim. Eğer dost dosta sitem etmesini sevmeseydi senin ümmetini hiç hesaba çekmezdim," diye buyurdu.

Fahr-i Âlem hazretleri, malûm makamdan geri dönmek dilediği vakit:

— Ya Rab! Her seferden gelenin bir arınağanı olur. Benim ümmetime arınağanım nedir? dedi.

Hak teâlâ hazretleri:

Hayatta oldukça ben onlarla beraberim, öldüklerinde onlarla beraberim, kabirlerinde onlarla beraberim, dağılmalarında onlarla beraberim, diye buyurdu.

Murad, "Bu ümmete her hallerinde yardım ve inayetini yakın ve arkadaş kılmaktır. Lütuf ve ihsanım daima onlarla bitişiktir, onlardan ayrılmaz," demektir.

Malûm olsun ki, Peygamber Efendimiz hazretlerinin Mirac gecesinde Rabbini gördüğünde âlimler, başlangıçta da, daha sonra da ihtilâf edegelmişlerdir.

İmâm-ı Buhârî rivâyet etmiştir ki, Mesrûk (radıyallahü anh) dedi: "Müminlerin anası Hazret-i Aişe'den sual edip:

— Ey benim anam! Muhammed Rabbini gördü mü? dedim.

Hazret-i Aişe, sözlerine bazı âyetleri de katarak netice olarak dedi ki:

Ya Mesrûk! Sakın gafil olma. Her kim ki, sana üç şeyden haber verir, yalan söyler.

Birincisi, bir kimse Muhammed Rabbini gördü derse yalan söyler. Zira Hak teâlâ hazretlerinin Kur'an'da buyurduğu üzre: "Gözler onu görmez; O gözleri görür. O, lûtfedici, haber vericidir." (En'âm sûresi: 6/103). "Allah bir insanla karşılıklı konuşmaz. Ancak vahiyle yahut perde arkasından konuşur." (Şûrâ sûresi: 42/51)

İkincisi, bir kimse sana yarın ne olacağını biliyorum derse yalan söyler. Zira Kur'an'da beyan buyrulmuştur ki: "Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez." (Lokman sûresi: 31/34).

Üçüncüsü, bir kimse sana Muhammed ketmetti dese, yâni Hak teâlâ hazretlerinin vahyettiğini sakladı, söylemedi derse yalan söyler. Çünkü o, Hak teâlâ hazretlerinden kendisine indirilen şeyi tebliğe, saklamamaya memurdur. Nitekim, "Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun rasüllüğünü yapmamış olursun," (Mâide sûresi: 5/67) buyrulmuştur. O halde Hak teâlâ hazretlerini görmek olmadı. Fakat Cebrâil'i iki kere kendi sûretinde gördü, diye buyurdu.

İmâm-ı Müslim'in naklinde Aişe'den şu ibareyle rivâyet edilmiştir ki:

"Her kim sana, Muhammed Rabbini gördü, derse gerçekten o yalan söylemiş olur," diye buyurdu.

Hâsılı, "Fahr-i Âlem hazretlerine, Hak teâlâ hazretlerini gördü diyen kimse yalan ve iftira eyledi," demektir.

İmâm Nevevî, başkasına uyarak buyurdu ki:

"Hazret-i Aişe rü'yetin vukuunu merfû hadise dayanarak reddetmedi. Eğer kendinin hatırında merfû hadîs olsaydı onu zikrederdi. Sadece âyet-i kerîmenin zahirine dayandı. Halbuki sahâbe-i kirâmden bazıları bu sözde Hazret-i Aişe'ye muhalefet etmişlerdir. Her ne zaman ashâbdan bir kimse bir söz söylese de yine ashâbdan başka kimseler onun sözüne muhalefet etseler bu sözün hüccet olmayacağı hususunda âlimlerin ittifakı vardır.

Hâsılı merfû hadîs diye ona derler ki, rivâyet eden kimse, "Fahr-i Kâinat hazretlerinden işittim, böyle buyurdu," diye rivâyet eder. Aişe-i Sıddîka (radıyallahü anh) ise böyle demedi. Belki âyet-i kerîmelerin zahirinden anladığı üzre, "Hak teâlâ hazretlerinin görülmesi mümkün değildir. Resûlüllah hazretleri de görmedi," diye buyurdu. Bu söz, Hazret-i Âişe'nin kendi içtihadıdır. Bu türlü işlerde sahâbe-i kirâmden ittifak vâki olur yahut sükût vâki olursa o söz bize hüccet olur. Ona göre itikat ve amel ederiz. Ama birinden böyle muhalefet vâki olursa o söz hüccet olamaz."

İmâm Nevevî'nin dediği budur.

Fakat Hâfız Ebû'l-Fazl Askalânî der ki:

"Nevevî bu sözünde İbn-i Huzeyme'ye tâbi olmuştur. Ne şaşılacak bir şeydir ki, Âişe'nin rüyetin vukuunu merfû hadisle reddetmediğine hükmetmiştir. Halbuki Sahih-i Müslim'de Âişe'den merfû hadîs sâbit olmuştur. Nevevî Sahih-i Müslim'i şerhetmiştir. Böyleyken yine hatırlayamaması gariptir, işte İmâm-ı Müslim katında varid olmuştur ki, bir gün Mesrûk (radıyallahü anh), Hazret-i Âişe'ye bu husustan söz açtı da Âişe (radıyallahü anh) dedi ki: 'Bu hususu Fahr-i Âlem hazretlerine bu ümmetten soranların ilki, benim. Bir gün Resûlüllah hazretlerine:

— Hel reeyte rabbeke (Sen Rabbini gördün mü)? dedim.

— Lâ, innemâ reeytü cibrîle münhabıtan (Hayır, Rabbimi görmedim. Ancak Cebrâîl'i aşağı iner halde gördüm), diye buyurdu.'

Hâsılı Hazret-i Âişe'den merfû hadîs sâbit olmuştur. Ama şu kadar var ki, Hazret-i Âişe'nin âyet-i kerîmeyle delil getirmesine İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) muhalefet etmiştir.

İmâm-ı Tirmizî, İbn-i Abbâs hazretlerinden rivâyet eder ki, bir gün:

— Reâ muhammedün rabbehu (Muhammed Rabbini gördü), dedi.

— Hak teâlâ hazretleri, "Lâ tüdrikûhu'l-ebsâru — Gözler onu görmez," (En'âm sûresi: 6/103) demedi mi? O halde Resûlüllah hazretleri onu nasıl görür? dediler.

Bunun üzerine:

"Yazıklar olsun sana! O görülmediği zaman kendi zâti nuru ile tecelli ettiği zamandır. Gerçekten Fahri Âlem hazretleri, Rabbini iki kere gördü," diye buyurdu.

İmâm Kurtubi der ki: "Âyet-i kerîmede geçen El-Ebsâru (Gözler) kelimesinde cem mahalli lâm harfidir. Bu takdir üzre tahsisi kabul eder. Yâni bundan bütün gözlerin değil, belirli bazı gözlerin kasdedildiği anlaşılır. Hâsılı görmemek kâfirlere mahsustur; onlar görmezler. Nitekim âyet-i kerîmede: "Kellâ innehum an rabbihim yevmeizin le-mahcûbûne — Hayır, doğrusu o gün onlar, Rablerinden perdelenmişlerdir," (Mutaffifîn sûresi: 83/15) buyrulmuştur. Bunun gerektirdiği netice şudur ki, kıyamet gününde kâfirler Hak teâlâ hazretlerinin güzel yüzünü göremezler. "Gözler onu göremez"den murad, budur. Ama müminlerin müşahede edecekleri, "Vücûhun yevmeizin nâdıratün. İlâ rabbihâ nâzıretün — Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parlar. Ve Rabbine bakar," (Kıyâmet sûresi: 75/22-23) âyet-i kerîmesiyle sâbit olmuştur. O halde âhirette görmek mümkündür. Zira vaktin görülene nisbet edilmesi mütesavidir."

Gerçekten bu istidlâl güzel bir istidlaldir. Kâdî Iyâd der ki: "Allah'ın görülmesi mümkündür. Akılda bunu muhal görecek bir nesne yoktur. Mümkün olduğuna Mûsâ aleyhisselâmın suâli delildir: "Rabbi erinî enzur ileyke — Rabbim, bana yüzünü göster, seni göreyim," (A'râf sûresi: 7/143) diye Hak teâlâ hazretlerini görmeyi diledi. Nebiler muhal olan nesneyi dilemezler. O halde bundan anlaşıldığına göre rüyetullah (Allah'ın görülmesi) mümkün imiş."

Bundan sonra yine dedi ki: "Şerefli şeriatta rüyetin muhal olduğuna ve mümkün olmadığına dair delil yoktur. "Lâ tüdrikûhu'l-ebsâru — Gözler onu görmez," (En'âm süresi: 6/103) âyet-i kerîmesinden rüyetin reddedildiği ve mümkün olmadığı sonucu çıkaranların hücceti yoktur. Bu âyet-i kerîme üzerinde muhtelif teviller vardır."

İbn-i Ebî Hâtem'in İsmail bin Ali'den rivâyet ettiği şudur ki, âyet-i kerîmenin tevilinde: "Hâzâ fi'd-dünyâ — Bu rüyet dünyada olan rüyettir," diye buyurmuştur. Bazıları, "Gözler onu idrâk etmez," yâni "Bütün gözler" diye tevil ettiler. Yâni: "Bütün gözler onu müşahede edemez; bazıları müşahede eder. O müşahede edenler müminlerdir ki, âhirette rüyetleri âyet-i kerîmeyle sâbit olmuştur," dediler.

Mu'tezile tâifesi, bu âyetten kendi anlayışlarına dayanarak, "Allahü teâlâ hazretlerinin rüyeti câiz değildir. Ne dünyada görünür, ne de âhirette," dediler. Cevazına delil olan başka âyete bakmadılar. Sünnet ve cemaat ehline muhalefet ettiler. Allah'ın kitabına ve Resûlüllah'ın sünnetine cehil isnat etmek kötülüğünde bulundular. Allah'ın kitabında cevazına delâlet eden âyetler şunlardır:

— "Vücûhun yevmeizin nâdıretün. İlâ rabbihâ nâzıretün — Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parlar. Ve Rabbine bakar." (Kıyâmet sûresi: 75/22-23). Müminlerin görmesinin câiz olduğuna bu âyet-i kerîmenin delâlet ettiğinde şüphe yoktur.

— "Kellâ innehum an rabbihim yevmeizin le-mahcûbûne — Hayır, doğrusu onlar, o gün Rablerinden perdelenmişlerdir." (Mutaffifîn sûresi: 83/15). Bu delâlet eder ki, kâfirler göremezler.

İmâm-ı Şafiî: "Bu âyet-i kerîme, müminlerin kıyamet gününde Hak teâlâ hazretlerinden perdelenmiş olmayacaklarına delâlet eder," demiştir. Yâni: "Mahrumluk ve ümitsizlik perdesinde kalmazlar; kıyâmette Allah'ın dîdârını (güzel yüzünü) müşahede ederler," demektir.

Sünnetten delil de şudur: Sahâbe-i kirâmden Ebû Saîd, Ebû Hüreyre, Enes bin Mâlik, Cerîr, Suheyb, Bilâl ve daha niceleri, Fahr-i Kâinat hazretlerinden rivâyet etmişlerdir ki: "Gerçekten müminler, âhiret yurdunda Arasat'ta ve cennet bahçelerinde Hak teâlâ hazretlerinin dîdârını müşahede edeceklerdir."

Bu âlimler de dediler ki: "Görmenin sâbit olmasıyla idrâkin reddedilmesi arasında birbirine zıtlık durumu yoktur. Zira idrâk, görmeden daha hususîdir. Daha hususî olanın reddedilmesinden umumî olanın reddedilmesi lâzım gelmez."

Bunun üzerine böyle diyenler de:

O halde reddedilen idrâk, nasıl bir şeydir? diye ihtilâf ettiler.

Kimi dedi ki:

İdrâkten maksat, marifetin (Allah'ı tanımanın) hakikatidir. Zira gerçi müminler Hak teâlâ hazretlerini görürler, fakat kendinden başka kimse hakikatini bilemez. Nitekim ay'ı görenler onu müşahede ederler, fakat hakikati nedir, idrâk edemezler. Bir şeyin görülmesi, onun hakikatini ve mahiyetini idrâk etmekten başka bir şeydir.

Bazıları da dediler ki:

İdrâkten maksat, ihatadır. İhatanın olmamasından, rüyetin (görmenin) olmaması lâzım gelmez. Nitekim ilimle ihatanın olmamasından, ilmin olmaması lâzım gelmez. Sahih-i Müslim'de: "Ya Rab, senin kendi nefsine senâ ettiğin gibi ben sana senâ edemem," diye varid olmuştur. Bundan, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin Hak teâlâ hazretlerini hiç senâ etmemesi lâzım gelmez. Bu da böyledir. İhatanın olmamasından rüyetin olmaması lâzım gelmez.

Bazı âlimlerden rivâyet edilmiştir ki: "Yüce Rab, görülür, fakat idrâk olunamaz. Zira idrâk, ihatadan ve sonuna kadar bütününün kavranınasından ibarettir. Allahü teâlâ ise sondan ve sınırdan münezzeh ve mukaddestir. Eğer "Görünınez" diyenler, Hazret-i Mûsâ'ya "Len terânî — Sen beni hiç bir zaman göremezsin," (Arâf sûresi: 7/143) buyrulmasını esas alır ve "Len" harfi ebedi olarak nefyi (olmazlığı) ifade edicidir derlerse, sözlerinin münasebeti yoktur. Belki Hak teâlâ hazretlerinin bu şerefli sözü, rüyetin cevazına dair delillerin en açık olanıdır. Zira eğer görmek muhal olsaydı, rüyetin cevazına itikat etmiş olanların sapık ve kâfir olması lâzım gelirdi. Bir kimse ki, Hak teâlâ hazretleri onu resûllük ve nebîlikle seçkin kılıp türlü fazilet ve kerametlerle yüceltsin, kendisiyle konuşmasinin şerefiyle şereflendirsin, onu kutlayıp zamanının halkına üstün kılsın, mucize delilleri ve bürhanları ile teyid etsin... böyle bir kimse, Hak teâlâ hazretleri için câiz olmayan bir mânanın câiz olduğuna nasıl itikat eder? Ve gayb âlemine ilişkin olan bir işte nebilerden şek ve şüphe olması nasıl düşünülür? O halde âyet-i kerîmeyi, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın itikadına göre rüyetin cevazına (mümkün olmasına) hamletmek vaciptir. Ancak şu var ki, Mûsâ aleyhisselâm, hemen o saat görmek câiz olur zannetmişti. Hak teâlâ hazretlerinin cevabı: "Şimdi göremezsin, ya Mûsâ!" demekti. Mûsâ aleyhisselâm gelecekte görmeyi dilemedi ki, reddetme neticeye ait olsun. Yâni "Gelecekte göremezsin," demek olsun. Cevap, suâle münasip olur."

Kadı Beydâvî, tefsirinde demiştir ki: "Bu âyette Allah'ı görmenin nihayet câiz olduğuna delil vardır. Zira muhal olan bir şeyin istenmesi nebiler bakımından muhaldir. Hususiyle ki, Allah'ı tanımamayı gerektirici olur. Onun içindir ki, Hak teâlâ hazretleri, "Len terâni — Sen beni göremezsin" diye reddetti; "Len erî — Ben görünmem" diye reddetmedi." Yâni eğer Hak teâlâ hazretlerinin görünmesi câiz olmasaydı Hazret-i Mûsâ kendisini görmek istediği zaman "Sen beni göremezsin" demezdi, belki "Ben görünınem" derdi. Halbuki böyle demedi. O halde bundan anlaşıldı ki, dilediği kuluna dilediği zaman görünınesi câizmiş.

Kâdî Iyâd, Ebû Bekr Hezlî'den nakleder ki: "Ayet-i kerîmeden murad, şöyle demektir: Dünyada beşer bana nazar etmeğe mütehammil değildir. Nazar eden tâkat getiremez, helâk olur."

Seleften ve onlardan sonra gelenlerden bazıları buyurmuşlardır ki: "Dünyada Allah'ın görülmesi mümtenidir (olmayacak bir şeydir). Zira dünya ehlinin terkibi zayıftır, kuvvetleri azdır ve bütün halleri sürekli değişiklik üzeredir, zail olması ve fenâ bulması kabildir. İşte bu cihetlerden rüyete tâkatleri yoktur. Ama âhiret yurdunda başka bir terkip üzere kılınıp kendilerine sâbit ve bâki kuvvet verilerek göz ve görüş nurları kemâl bulduğunda rüyete kadir olurlar."

İmâm-ı Mâlik buyurmuşlar ki: "Hak teâlâ hazretleri dünyada görülmez. Zira bâki'dir. Bâki olan, fâni gözle görülmez. Ama âhiret yurdunda bâki gözler verildiğinde Bâki bâki ile görülür." '

O halde bu dünyada görülmesinin câiz olmaması beşerin terkibinin zayıflığından olunca Hak teâlâ hazretleri, dilediği kuluna terkip kuvveti ve kudret erginliği vermeye ve dünyada görünmeye kadirdir. Bunda aklın kabul etmeyeceği bir nesne asla yoktur. Sahih-i Müslim'de bu ayırmayı teyid edici olan hadîs gelmiştir.

Velhasıl, dünyada rüyet gerçi aklen câizdir, ama işitme yoluyla gelen haberlere göre olmayacak bir şeydir. "Fakat Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri için rüyetin sâbit olduğuna inanan bir kimse, kelâmcıların bütün sözleri karşısında kınanamaz demek câizdir," diye buyrulmuştur ki, bu sözün özü şudur: Dünyada rüyetin câiz olduğunu akıl muhal görmez. Ama dünyada muhal olduğuna dair bazı hadîs-i şerif gelmiştir. Fakat Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin öyle buyurmasından "Ben de göremem" demek mânası çıkmaz; kendisinin görmesi câiz olur. Meselâ Sultanın hareminin seçkinlerinden bir kimse dışarı çıkıp Divan erbabına:

Bugün padişah görülmez, diye haber verse bu sözden "Ben de göremem" demek mânasını çıkarınak lâzım gelmez. En iyisini Allah bilir.

İmâm-ı Abdürrezzak, Hasan-ı Basrî hazretlerinden rivâyet eder ki: "İnne Muhammedün erâ rabbehu — Gerçekten Muhammed, Rabbini gördü," diye yemin etmiştir.

İbn-i Huzeyme, Urve bin Zübeyr'den ihraç etmiştir ki, "Peygamber Efendimiz hazretleri, Hak teâlâ hazretlerini gördü," diye isbat etmiştir. Bütün ashâb, İbn-i Abbâs hazretleri de buna kail olmuşlardır. Kâ'bu'l-Ahbar, Zührî, Muammer ve başkaları kesin olarak buna hükmetmişlerdir. Ebû'l-Hasanu'l-Eş'ârî'nin ve ona tâbi olanların çoğunun görüşleri de budur. Ancak:

— Baş gözüyle mi gördü, yoksa gönül gözüyle mi gördü? diye bu hususta ihtilâf etmişlerdir.

İbn-i Abbâs hazretlerinden mutlak haberler gelmiştir. Yâni haberlerin bir kısmında sadece "gördü" diye buyurmuşlar, ama hangisiyle gördüğünü açıklamamışlar. Bir kısmında da takyit etmişlerdir. O halde haberlerin mutlakinin mukayyedine hamlolunınası gerektir.

Rüyetin sübutuna delâlet eden hadîs-i şerifler cümlesinden biri de şudur ki, İmâm-ı Nesâî sahih isnatla ihraç edip Hâkim doğrulamıştır; İkrime yoluyla İbn-i Abbâs hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki:

"Halilliğin İbrahim'e, Kelimliğin Mûsâ'ya ve rüyetin Muhammed'e mahsus olmasına siz şaşar mısınız?" diye buyurmuşlar.

Biri de şudur ki, İmâm-ı Müslim, Ebû 1-Âliye yoluyla İbn-i Abbâs hazretlerinden rivâyet etmiştir: "Mâ kezzebe'l-fuâdu mâ reâ — Gözünün gördüğünü gönlü yalanlamadı," (Necın sûresi: 53/11) âyetinin tefsirinde: "Reâ rabbehu bifuâdihi merreteyni — Peygamber Efendimiz hazretleri, Hak teâlâ hazretlerini iki kere kalbiyle gördü," diye buyurmuşlar. Yine Atâ yoluyla İbn-i Abbâs hazretlerinden: "Reâhu bi-kalbihi — O'nu kalbiyle gördü," diye rivâyet eylemiştir.

Bundan da sarih olanı şudur ki, İbn-i Merdeveyh Atâ yoluyla İbn-i Abbâs hazretlerinden:

"Lem yere Resûlüllah ve innemâ reâhu bi-kalbihi — Resûlüllah, Allah'ı ancak kalbiyle gördü," diye rivâyet eylemiştir.

Velhasıl bu hadîs-i şerifte niyetin gözle görüş olmayıp sadece kalb ile olduğu açıktır. Bu takdirde İbn-i Abbâs'ın isbatiyle Hazret-i Âişe'nin nefyini birleştirmek kabildir. Hazret-i Âişe'nin görmedi demesi baş gözüyle görmedi demektir. İbn-i Abbâs'ın gördü dediği de gönül gözüyle gördü demektir.

Fakat İmâm Taberanî, Evsa/inda İbn-i Abbâs hazretlerinden sözüne güvenilir kimselerin isnadıyla rivâyet etmiştir ki:

"Inne Muhammeden reâ rabbehu merreteyni merreten bi-basarihi ve merreten bi-fuâdihi — Gerçekten Fahr-i Kâinat hazretleri, Rabbini iki kere gördü. Bir kere gözüyle, bir kere de kalbiyle gördü," diye buyurmuşlar.

Malûm olsun ki, kalb ile görmekten murad, mücerret ilim husulü değildir. Zira Resûlüllah Efendimiz hazretleri, sürekli olarak Allah hakkında ilim (bilgi) sahibi idi. Belki kasdedilen, "Ona hâsıl olan rüyet, şerefli kalbinde yaratıldı, başkalarına hâsıl olan niyetin gözlerinde yaratıldığı gibi," demektir. Aklen rüyet için hususî bir âlet olması lâzım değildi. Yâni, gerçi âdet bakımından görüş gözle olur, fakat Hak teâlâ hazretlerinin göze koyduğu haleti başka bir uzva koyması ve onunla görüşün hâsıl olması kabildir.

İbn-i Huzeyme, Enes bin Mâlik'den kuvvetli isnatla rivâyet etmiştir ki: "Reâ Muhammedün Rabbehu — Muhammed Rabbini gördü," diye buyurmuşlar.

Sahih-i Müslim'de Ebû Zer (radıyallahü anh)den rivâyet edilmiştir ki, şöyle dedi: "Fahr-i Âlem hazretlerine bu husustan sual ettim. Yâni:

— Ya Resûlâllah! Rabbini gördün mü? dedim.

— "Nûrâniyyun erâhu Onu nurdan ibaret görelim," diye buyurdu."

Zikredilen bu sözü, yâni "Hicabı nurdur, ben onu nasıl görürüm? Nur, onu görmekten beni men etti" demektir diye tefsir ettiler.

İmâm-ı Ahmed'in rivâyetinde: "Reeytü nûren — Bir nur gördüm," diye buyurmuşlar. Ama Hak teâlâ hazretlerinin şerefli zâtinin nur olması muhal kısmmdandır. Zira nur, cisimdir. Hak teâlâ hazretleri ise cisim olmaktan münezzehtir.

Velhasıl bu mes'elede ihtilâf etmişlerdir. Bazıları rüyet vâki oldu, bazıları olmadı demişlerdir. Oldu diyenler de, rüyet gözle mi oldu yoksa gönül gözüyle mi oldu, diye ihtilâf etmişlerdir. Her birinin bir delili vardır. Delillerin zahirine göre bir yol tutulmuştur. Hâlin hakikati Hak teâlâ hazretlerine bırakılmıştır. Onun için İmâm-ı Kurtubî, Müfehhem adlı kitabında bu hususta duraklamayı tercih etmiştir. En uygun olanı bu hususta duraklamaktır, herhangi bir yana kesin hüküm vermemektir. Zira bu mes'elede kesin delil yoktur. Tarafların tuttukları yol, delillerin birbirine zıt olan zahirlerine yapışmaktır. Bunların her birinin tevili kabildir. Mes'ele amele ait şeylerden değildir ki, burada zannî delillerle iktifa olunsun. Belki itikada ait hususlardandır. Bunda ise zannî delillerle iktifa olunamaz, ancak kesin delille iktifa olunur. Mademki kesin delil yoktur, o halde bir tarafa itikat etmek câiz değildir.

Mirac hadîsinde: "Namaz bana farz oldu," buyrulmuştur. Resûlüllah Efendimiz hazretlerine farz olan bir şey ümmetine de farz olur. Meğer ki, müstesna olsun. Gece namazı ve kuşluk namazı gibi, kendilerine mahsus şeylerden olsun. Bunlar, o Hazret'e vacipti, ümmetine vacip değildir. Ümmetine farz olan her nesne o Hazret'e de farz olmuştur.

İmâm Nesâî'nin naklinde Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) iki âlemin Peygamberi Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden rivâyet eder ki:

"Mirac gecesi mülkün ve melekûtun şaşılacak şeyleri seyrettirildikten sonra bana denildi ki: Gerçekten ben, gökleri ve yeri halkettiğim gün sana ve ümmetine elli vakit namaz farz ettim. O halde sen ve ümmetin, o elli vakit namazı yerine getirin," buyurmuşlardır.

Ondan sonra daha önce tafsilâtı geçtiği üzre konuşma makamından dönüp Mûsâ aleyhisselâm'a uğradığını, onun da "Ne oldu?" diye sorup namaz beş vakit oluncaya kadar geçen muameleleri tamamen zikretmiştir. Hazret-i Mûsâ'nın "Senin ümmetin elli vakit namaza güç yetiremez," deyip "Sen ve ümmetin güç yetiremezsiniz," dememesinin sebebi şu idi ki, Fahr-i Âlem hazretlerinin kendilerinin âciz olmadıkları kesindi. Belki daha fazlasına bile güç yetirirdi. Kıldıkça şevki artıp galip olurdu. "Kurretü aynî fî's-salâti — Gözümün aydınlığı, safâ ve sevinci namaz içindedir,"buyurmuştu.

Ârif bin Ebû Cemre, namazın Mirac gecesi farz olmasinin hikmeti hakkında der ki: "O gece Fahr-i Âlem Efendimiz semavâta uruc etti. Meleklerin ibadetlerini gördü. Kimisi kıyam eder, kuud ve sücud etmezdi. Kimisi rükû eder, kıyam, kuud ve sücud etmezdi. Kimisi de sucud eyler, diğerlerini etmezdi. Bunun üzerine Hak teâlâ hazretleri, hepsinin ibadetini bir rik'atte toplayıp Muhammed ümmetine verdi. Tâ ki, şartlar, edepler ve ihlâs ile onu edâ eden her kimse, bütün meleklerin ibadet ve tâat faziletlerini elde etmiş olsun."

Bu ümmete namaz hususunda Mûsâ aleyhisselâm'dan vâki olan iyilik, başkasından vâki olmamıştır. Bu mânaya Ebû Saîd'in rivâyetinde Resûlüllah Efendimiz hazretleri de işaret edip namazın hafifletilmesine Mûsâ aleyhisselâmın nasıl sebep olduğunu zikrederek "Mûsâ sizin için ne güzel bir arkadaş oldu," buyurmuştur.

İmâm Taberânî ve Bezzarın rivâyetlerinde gelen Ebû Hüreyre'nin hadîsinde de işaret edip:

"İlk uğrayıp geçtiğimde Mûsâ bana diğerlerinden daha sert davrandı. Sonra geri dönüp geldiğimde onların en hayırlısı oldu," diye buyurmuşlardır.

Zira önce Mûsâ aleyhisselâm, "Bir delikanlı benden sonra peygamber olarak gönderildi. Benim ümmetimden daha çok onun ümmeti cennete girecektir," diye gıbta edip ağlamıştı. Sonradan Fahr-i Âlem hazretlerine, "Senin ümmetin bu kadar namaza tâkat getiremezler. Git, Allah'dan bu yükü hafifletmesini iste," diye ihtar etmişti. Meşakkatin bu denli hafifletilmesine o sebep olmuştu. Fahr-i Kâinat hazretlerinin, "Sonradan öbürlerinden daha hayırlı oldu," demesinin mânası budur.

İmâm-ı Süheylî'nin buyurduğu üzre Hazret-i Mûsâ'nın bu ümmet hakkında iyilik ve şefkat göstermesinin sebebi şu idi: "Daha önce zikrolunduğu üzere levhalarda bunların fazilet ve şereflerini görmüş ve onların kendi ümmeti olmalarını temenni etmişti. Hak teâlâ hazretleri de, "Onlar, Ahmed'in ümmetidir," diye cevap vermişti. Her mertebede böyle cevap verip sonunda Mûsâ aleyhisselâm, "Ya Rab, o halde beni onun ümmetinden kıl," demişti. Bu cihetten Hazret-i Mûsâ'nın bu ümmetle münasebeti vardı. Kendi kavim ve kabilesine çalışıp hizmet ve himmet edenler gibi Hazret-i Mûsâ da bu ümmet için çalışıp himmet etti," diye buyurdu.

İmâm Kurtubî der ki: "Hazret-i Mûsâ'nın ümmeti başkalarından daha fazla namazla mükellef olup âciz oldukları için Muhammed ümmetini esirgeyerek böyle demiş olması muhtemeldir. Bu mânaya: "Innî cerebetü'n-nâse kableke — Gerçekten ben, senden önce insanları tecrübe ettim" demesi delâlet eder."

Bazı Ehlullahın sözlerinde gelmiştir ki: "Hazret-i Mûsâ, Hak teâlâ hazretlerinin dîdârını görmeyi taleb ettiği zaman ona müyesser olmadı. Şevk ve harareti kalbinde kaldı. Nebilerin iftiharı ve resûllerin efendisi Resûlüllah hazretlerine Hak teâlâ hazretlerini görüş devletinin ihsan buyrulduğunu Mûsâ aleyhisselâm biliyordu. Bârî teâlâ hazretlerinin cemâlini müşahede edeni görmekten son derece yüksek bir lezzet aldığı için tekrar tekrar Fahr-i Kâinat hazretlerini Cenâb-ı Izzet'e gönderip namaz hallerini arz ettirirdi," dediler.

Böylece her kişi kendi zevkine ve meşrebine göre bir açıklama şekli beyan etti.

Rivâyet olunur ki, Peygamber Efendimiz hazretleri, Mirac yolculuğundan geri döndüğü zamanda Beytü'l-Mukaddes'den Mekke'ye gelirken yolda Kureyş'in kervanlarını gördü. Buğday yükletmiş, geliyorlardı. İçlerinde bir erkek deve vardı. Yükünün bir hararı (büyük çuvalı) ak, bir hararı siyahtı. Fahr-i Âlem hazretleri devenin yanına gelir gelmez deve ürküp yıkıldı.

Bir rivâyette, kervan halkı bir deve kaybetmişlerdi. Aralarından filân adındaki kimse getirip katara kattı. Resûlüllah hazretleri dedi ki: "Kervan'a selâm verdim. Aralarından bazı kimseler:

— Bu ses Muhammed'in sesidir, dedi," diye zikrettiler.

Ondan sonra kâinatın hocası Efendimiz hazretleri, sabah olmadan Mekke'ye ge lip gördüklerini kavmine haber verdi. Ve:

Söylediğim sözün şahidi şudur ki, filân yerde sizin kervanınıza rast geldim, diye nişanlarını ve hallerini bildirdikten sonra:

— Develerinden birini kaybetmişlerdi. Filân kimse bulup getirdi ve filân yere kondular, Inşâllah filân gün size gelirler, diye haber verdi.

O gun olunca halk çıkıp kervanın yolunu beklediler. Öğle vakti yaklaştığı zaman kervan geldi. Onları Fahr-i Kâinat hazretlerinin anlattığı hal üzre buldular. Biri ak, biri siyah iki harar taşıyan ve Peygamber Efendimizin Kureyş'e tarif etmiş olduğu deve, hepsinden ileri geliyordu.

Bir rivâyette, "Kervan ne gün gelir?" diye sorduklarında Peygamber Efendimiz hazretleri: "Çerşamba günü gelir," diye haber vermişti. O gün olunca çok beklediler, gelmediler. Gün batmaya yaklaştı. Fahr-i Kâinat hazretleri dua etti; Hak teâlâ hazretleri güneşi batmaktan nehyetti. Henüz güneş batmadan kervan gelip yetişti.

Hazret-i Âişe'den rivâyet edilmiştir ki, Peygamber Efendimiz hazretlerini Mescid-i Aksâ'ya mirac ettirdikleri gece sabah olunca halka haber vermeğe başladı, iman getirmiş olanlardan bir taife buna inanınayarak dinden döndüler. Müşrikler Hazret-i Ebû Bekir'e gittiler:

— Arkadaşın bugün şöyle garip sözler söyledi. Sen buna inanır mısın? dediler.

Ebû Bekir:

— Gerçekten bu sözü söyledi mi? diye sordu.

— Evet, dediler.

Bunun üzerine Ebû Bekir:

Eğer söylediyse gerçektir, dedi.

Onlar:

Ya Ebâ Bekir! Sen böyle bir söze gerçekten inanıyor musun? dediler

— Evet, bundan daha olmayacak bir şey olsa, sabah ve akşam göklerde olanlardan haber verse yine onu tasdik ederim, dedi.

Ebû Bekir'e bunun için Sıddîk (tasdik edici, doğrulayıcı, dosdoğru kişi) adı verildi. Hâkim, Müstedrek'inde rivâyet etmiştir.

İbn-i İshakın rivâyetinde şu da zikredilmiştir ki: "Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh), oradan kalkıp Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin şerefli huzuruna geldi:

— Ya Resûlâllah! Müşrikler senin için "Bu gece Beyt-i Mukaddes'e gittim," diye söylüyor, dediler. Gerçek midir? dedi.

Resûlüllah hazretleri:

— Evet, diye buyurdu.

Ebû Bekir:

— Ey Allah'ın peygamberi! Bana Beyt-i Mükaddes'in vasıflarını söyle. Ben oraya gitmişimdir, dedi.

Bu sözden miladı kendine itikat gelmesi değildi. Belki doğruluğunun meydana çıkması için söyletip kavmine işittirmekti. Çünkü Hazret-i Ebû Bekir'e itimatları vardı. O tasdik edince ona muhalefet edemezlerdi. Dillerini kesip susarlardı. Yoksa kendisi işitir işitmez tasdik etmişti.

Ondan sonra Hasan'ın rivâyeti üzre Fahr-i Kâinat hazretleri dedi ki: "Gözümden perde kaldırıldı. Beytü'l-Mukaddes'e nazar ettim."

Böylece başladı Beytü'l-Mukaddes'e bakarak onun vasıflarını Ebû Bekir'e bir bir haber vermeğe. Bir nesnesini haber verdiği her defasında Ebû Bekir:

Doğru söyledin. Şahitlik ederim ki, sen Allah'ın resûlüsün, derdi.

İmâm-ı Buhârî'nin naklinde Peygamber Efendimiz hazretleri:

"Feceliyallahu lî beytü'l-mukaddes — Allah Beytü'l-Mukaddes'i bana görünür hale getirdi," diye buyurmuştur. Yâni: "Beyt-i Mukaddes ile benim aramdaki perdeleri açtı. O kadar ki, Beyt-i Mukaddes'i âşikâr olarak gördüm," demektir.

İmâm Müslim'in rivâyetinde:

"Halk bana bazı nesnelerden sual ettiler. Ben onları iyice hatırıma almamıştım. Böyle bir şeyle karşılaşınca çok huzursuz oldum. Öyle üzüldüm ki, hiç öyle üzüldüğüm olmamıştı. Bunun üzerine Hak teâlâ hazretleri gözümden perdeyi kaldırdı. Beytü'l-Mukaddes karşımda duruyor, ben de ona bakıyordum. Bana her ne sordularsa ona bakıp cevap verdim," diye buyurmuştur.

İmâm-ı Ahmed ve Bezzârın rivâyetlerinde: "Mescidi getirip Dâr-ı Ukayl yanına koydular. Ben ona bakarak onlara evsafını söylerdim," diye buyurmuşlar.

Bunda imkânsızlık yoktur. Göz açıp kapayıncaya kadar geçen kısa zaman içinde Belkısın tahtını huzura getirten üstün kudret sahibi, Resûl-i Ekrem'ini doğrulamak için Mescid-i Aksâ'yı getirtse acep midir? Gerçekten bir nesne göz önünde hazır bulunınadıkça cüz'iyyatmdan haber vermek zordur. Bir kişiye ömrü boyunca devam ettiği camilerin cüz'î ayrıntılarından sual etseler gıyabında ona cevap vermekte âciz ve şaşkın kalır. Nerde kaldı ki, bir kere görülmüş olsun. O da geceleyin görülmüş bulunsun. Yine de her ne sorulursa ona hakikate uygun cevap verilsin!.. Bu öyle açık seçik bir mucizedir ki, başka bir delile ihtiyaç bırakmaz.

Ümmü Hânî'nin (radıyallahü anh) rivâyetinde gelmiştir ki: "Mescidin kaç kapısı vardır? diye sual ettiler. Resûlüllah Efendimiz hazretleri buyurdu ki: Önceden kapılarını saymamıştım. Cevap verdiğimde nazar edip kapı kapı sayar, öyle cevap verirdim."

Ebû Ya'lâ'nın kavlince: "Beytü'l-Mukaddes'in sıfatından sual eden, Mut'im bin Adiy idi ki, Cübeyr (radıyallahü anh) hazretlerinin babasıdır," dedi.

İbn-i Ebî Cemre (Allah sırrını mübarek eylesin) işaret etmiştir ki: "Âlemlerin hocası Efendimiz hazretlerini Beytü'l-Mukaddes'e mirac ettirmenin hikmeti şu idi ki, eğer

Mekke'den uruc ettirilse inkâr ve inat eden kâfirleri susturmaya yol kalmazdı. Beytü'l-Mukaddes'e götürülmesi vâki olduğu zaman, önceden onu görmediğini biliyorlardı. Nişanlarını sorunca bir bir haber verdi. Kendilerinin içinde de görmüş olan kimseler vardı. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin haberi gerçeğe uygun düştü. Böylece susturuldular. Bu gerçek olunca göklere çıkmasinin da gerçek olması lâzım gelirdi. Kâfirlerin ve inatçıların şekavetleri artıp mümin ve muvahhitlerin imanlarının kuvvetlenmesine sebep oldu," diye buyurdu.

Bundan başka daha nice hikmetlerinin olması da mümkündür. En iyisini Allah bilir.