4 - 10Fahr-i Âlem hazretlerinin ümmetine gelince Allah ziyade etsin kıymet ve şeref bakımından ümmetlerin en üstünüdür. Bunlara da bâzı hususiyetler ihsan buyrulmuştur. Bu ihsanlar diğer ümmetlere müyesser olmamıştır. Once malûm olsun ki, Peygamber Efendimiz, inse ve cinne peygamber gönderilmiştir. Bu iki tâifenin beraberce Peygamber Efendimizin ümmeti olduğunda şek ve şüphe yoktur. Fakat o Hazret’in Kendisi ins tâifesinden zuhur edip bunlar arasında olduğu cihetten Hak teâlâ hazretlerinin yardım ve desteklerinin en fazlası O’nun ümmetinin insan zümresine yönelip bu tâifeyi fazlinin kemâlinden: “Küntüm hayre ümmetin uhricet linnâsi — Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet oldunuz,” (Âl-i Imrân sûresi: 3/110) iftihar hil’ati ile şereflendirdi ve nebilerin veresesi kıldı. Ayrıca şer’î hükümlerin çıkarılmasında bunlara içtihat rütbesi müyesser eyledi ki, reylerinin gerekli kıldığı mertebe ile hükmederler. Bu ümmet zamanına kalan peygamberler, yâni Hazret-i İsâ ve Hazret-i Hızır (Allah’ın yardımları bizim peygamberimizin ve onların üzerine olsun), bir şey hakkında hükmedecek olsalar Fahr-i Kâinat hazretlerinin şeriatı ile hükmederler. Hak teâlâ hazretleri, bu şeriatın hükümlerini onlara ilham eder yahut Fahr-i Kâinat hazretlerinin temiz ruhundan feyz alırlar veya Hak teâlâ dilediği bir yoldan onlarda bilgi hâsıl eder, Muhammed ümmeti arasında helâl ve haram kılman şeylerde neye hükmedelerse O’nun şerefli şeriatı ile hükmederler. Kendi peygamberlikleri zamanında olan şeriatla hükmetmez. O halde onlar, bu Hazret’e tâbidirler. Hakim Tirmizî, “Hâtemü’l-Evliya” adlı kitabında buna tenbih etmiş (dikkat çekmiş) tir. Anka-i Mağrib Sahibi (Allah sırrını takdis etsin) de beyan etmiştir. Mevlânâ Sadeddin Teftazânî de bâzı kitaplarında işaret etmiştir. Eğer suâl olunup: — Sahih-i Müslim’de vârid olmuştur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri yemin ederek: “Meryem’in oğlunun (İsâ aleyhisselâm’m) sizin aranıza âdil hâkim olarak inmesi yaklaştı. O iner de haçları kırar, domuzları öldürür ve kâfirlerden cizye kabûl etmez; ya İslâm’ı kabûl ederler, yahut onları kılıçtan geçirir,” buyurmuştur. Böyle etmesi ise şeriatın hükmüne aykırıdır. Zira kitabî olan kâfir cizye verdikten sonra kabûl etmek vaciptir; katli Kur’an’a ve İslâm şeriatma göre caiz değildir. İslâm’a ikrahı da (İslâm dinini kılıç zoru ile kabûl ettirmeye çalışması da) caiz değildir. Böyle olunca îsâ aleyhisselâm’ın bizim Peygamberimizin şeriatı ile hükmedici olması nasıl doğru olur? denirse cevap şudur: — Hazret-i îsâ’nın bu şeriatle hâkim (hükmedici) olacağı kesindir. Cizye husususunun ise aslı şudur: Kitap ehlinden cizye kabûlünün vacip olması, kıyamete değin süren hükümlerden değildir. Belki Hazret-i îsâ’nın inmesine kadar sürecektir. O zaman geldiğinde bu hükmün neshedilmiş olmasını Fahr-i Âlem hazretleri beyan etmiştir. Nesheden Hazret-i İsâ değildir; belki neshi beyan eden Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleridir. O halde delâlet etti ki, o zamanda Hazret-i İsâ’nın cizye kabûl etmemesi yine bizim Peygamberimizin şeriatıdır. İmâm-ı Nevevî, Müslim Şerhi’nde buna işaret etmiştir. Şimdiki zamanda cizyenin kabûl olunup da o zaman gelince kabûl olunınamasinin sebebi, İbn-i Battal’ın zikrettiği üzere şudur: “Şimdi mala ihtiyaç vardır. Ama İsâ’nın inmesinden sonra mal o kadar çok olup o derece değersiz ve itibarsız olacaktır ki, onu kabûl eden kimse bulunınasa gerektir. Onun için kâfirleri ya katledip ya da Allah’a îman etmeyi kabûl ettirse gerektir.” Şeyh Veliyyüddin İbnü’l-Irakî (Allah ona rahmet etsin) de şöyle cevap vermiştir: “Yahudi ve Hıristiyanlardan cizye kabulü şu özür sebebiyledir: Ellerinde Tevrat ve İncil olduğu için cehaletlerinden kendilerinin kadîm (en eski) şeriat üzere olduklarını sanırlar. Kitaplarının hükmünün neshedilmiş olduğunda şüpheleri vardır. Halbuki Hazret-i İsâ (Allah’ın yardımları ve selâmları onun üzerine olsun) indiği zaman işin hakikati açıklığa kavuşup şüpheleri giderilerek özre mecal kalmayacaktır. İşte bundan dolayı lâzım gelir ki, ya îman getirirler, yahut öldürülürler.” Bu cevap, birinciden daha uygundur. En Hayırlı Ümmet OnundurHızır aleyhisselâm’m peygamberliğine ve bu zamana değin bekasına kail olan âlimlerin kavlince o da bu şerefli milletin hükümlerine tâbidir, llyâs aleyhisselâm da, İmâmı Kurtubî’nin tashih ettiği üzre, hayattadır. O da bu şerefli millete tâbi olanlardandır. Velhasıl peygamberler arasında Fahr-i Âlem hazretlerinden başka bir peygamber yoktur ki, ona bir resul tâbi olmuş olsun. Muhammed ümmetine şu şeref yeterlidir ki, tâbi oldukları kerîm resule Hak teâlâ hazretlerinin resulleri tâbi olmuştur. Ve onlar, Hak teâlâ hazretlerinin aziz kitabında: “Küntüm hayre ümmetin — Siz, en hayırlı ümmet oldunuz,” (Âl-i Imrân sûresi: 3/110) hitabı ile şereflenmişlerdir. O halde bu ümmetin yürüdüğü meslek yolunda intizam sâhibi olanlara yaraşan, güzel ahlâklarla sıfatlanınaya bütün gücü ile çalışmaktır. Tâ ki, bunlara takdir edilen ebedî saadete kavuşmaya muvaffak olsunlar. “Küntüm hayre ümmetin — Siz, en hayırlı ümmet oldunuz,” demek “Siz Levh-i Mahfuz’da oldunuz” demektir. Bâzılarına göre “Allah’ın ilminde oldunuz,” demektir. Hâsılı “Hayırlı ümmet olduğunuz Levh-i Mahfuz’da sâbittir,” demektir. Yahut “Allah’ın ilminde sâbittir,” demektir. Mücâhid’den rivâyet edilmiştir ki, bu âyetten murad, “Zikrolunan şartlar üzere olduğunuz zaman, yâni mârufla emredip münkerden yasakladığınız zaman hayırlı ümmet olursunuz,” demektir. Bâzıları da: “Bunların hayırlı ümmet olması, bunlardan müslimîn (kendileri selâmet ve emniyet buldukları gibi başkalarının da kendilerinden sâlim ve emin oldukları müslümanlar) çok olduğu içindir. Ve aynı zamanda münkerden (yasaklanmış, kötü işlerden) nehyin (yasaklamanın, kötülükleri önlemenin) bunlarda yaygın olmasından dolayıdır,” dediler. Bâzıları da dediler ki: “Bu hitap, Resûlüllah hazretlerinin ashâb topluluğunadır. Nitekim Fahr-i Âlem hazretleri: “İnsan oğullarının en üstünü benim zamanımda olanlardır. Yâni benim zamanımda olan müslümanlardır. Onlardan sonra en üstünü onların akabinde gelenlerdir. Onlardan sonra en üstünü onlardan sonra gelenlerdir,” diye buyurmuştur. Bu delâlet eder ki, bu ümmetin başlangıcı sonundan daha üstündür. Büyük âlimlerin mezhebleri budur.” Yine buyurmuşlardır ki: “Ömründe bir kere Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin sohbetine yetişen kimse sonra gelenlerin hepsinden üstündür. Resûlüllah hazretlerinin sohbetine denk olan bir amel yoktur.” Velhasıl çokluğun mezhebi bu zikrolunandır. Ümmetinin Sonra Gelen Bâzıları Bâzı Ashabdan ÜstündürAma Ebû Amr bin Abdü’l-Berr (Allah ona rahmet etsin) şuna zâhib olmuştur: “Sonra gelenler içinde bâzı kimseler vardır ki, sahâbenin bâzısmdan daha üstündür. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin, “İnsanların en hayırlısı benim zamanımda olanlardır,” buyurması umumîlik üzere değildir. Şu delille ki, şerefli zamanında “üstün olan” ve “kendisine üstün olunan” kimseler vardı. Yâni üstünlükte hepsi birbirine eşit değillerdi. Sahâbeden bâzı kimse vardı ki, kebâir ehlinden (büyük günah işleyen kimselerden) idi. Onlara had (ağır cezalar) tatbik olunmuştu. Ebû Umâme’nin (radıyallahü anh) rivâyetinde Fahr-i Âlem Efendimiz’den rivâyet edilmiştir ki: “Ne mutlu o kimseye ki, beni gördü ve bana îman getirdi! Yedi kere ne mutlu o kimseye ki, beni görmediği halde bana îman getirdi!” diye buyurmuştur. Bu hadîste Tûbî, tahsîn (beğenme, takdir etme) kelimesidir. “Ne güzel, ne gökçek, ne mutlu!” demektir. Ebû Dâvud Tayâlisî (Allah ona rahmet etsin), Muhammed bin Ebû Hamîd’den, o da Zeyd bin Eslem’den, o da Hazret-i Ömer’den rivâyet etmişlerdir ki, şöyle dedi: “Ben, Peygamber Efendimiz hazretlerinin huzurunda oturuyordum. Alemlerin Efendisi buyurdu ki: — İman cihetinden insanların en üstünü hangisidir, bilir misiniz? Biz: — Meleklerdir, dedik. — Onlara yaraşan zaten odur. Onlara ne söz! Benim muradım başkasıdır, diye buyurdular. Biz, bu defa: — Peygamberlerdir, dedik. Kâinatın hocası Efendimiz hazretleri: — Elbette onlara yaraşan îman cihetinden insanların en üstünü olmaktır. Onlara ne söz! Benim sualden muradım, başkalarıdır, dedi. Sonunda beyan buyurup: — iman cihetinden ümmetimden en üstün olan topluluk şu kimselerdir ki, benden sonra gelir, beni görmedikleri halde bana îman getirirler; beni görmeden mü’min olurlar. İşte îman cihetinden insanların en üstünü onlardır, dedi.” Ama bazıları, bu hadîs-i şerifin isnadında zaaf vardır, dediler. Rivâyet olunmuştur ki, Benî Ümeyye’den Ömer bin Abdülâziz (Allah ona rahmet etsin), halifelik mesnedine oturduğu zaman: “Bana Ömer bin Hattâb’m (radıyallahü anh) sîretini (ahlâkını ve davranışlarını) yaz, gönder. Ona göre amel edeyim,” diye Sâlim bin Abdullah’ın huzuruna mektup gönderdi. Sâlim, Hazret-i Ömer’in oğlunun oğludur. O da cevap olarak yazdı ki: “Eğer sen, Hazret-i Ömer’in sîreti ile amel edersen Ömer’den daha üstün olursun. Zira senin zamanın Ömer’in zamanı gibi ve senin ricalin Ömer’in ricali gibi değildir,” dedi. Ondan sonra Halife, zamanının âlimlerine mektuplar yazdı. Onlar da böyle haber gönderdiler. Bu hal delâlet eder ki, sonra gelenlerde sahâbenin bâzısmdan daha üstün kimsenin bulunınası mümkün ve muhtemelmiş . Ama doğrusu şudur ki, âlimlerin çoğunun görüşünce, inse ve cinne Allah’ın Peygamberi olan Resûlüllah Efendimizin şerefli cemâlini müşahede edip sohbetine yetişmek gibi şeref olmaz. Sahâbe-i kirâm hazretlerinin üstünlüğüne dair deliller çoktur. Bunlar birbirini destekleyen delillerdir. Bu bahsin geri kalanı, Yedinci Bölümde, Sahabenin Faziletleri’nde inşâallah gelecektir. Bu Ümmetin Faziletleri:Bu şerefli ümmeti Hak teâlâ hazretlerinin bâzı hususî faziletlerle mükerrem kıldığına nice haberler ve eserler delâlet etmiştir. Bu cümleden biri şudur: Ebû Nuaym Ebû Hüreyre’den (radıyallahü anh) rivâyet etmiştir ki, Fahr-i Âlem Efendimiz şöyle buyurdu: “Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm üzerine Tevrat indiği zaman okudu da bu ümmetin zikrini orada buldu. Bunun üzerine: — Ya Rab, ben levhalarda yazılmış bir ümmet buldum ki, âhirûn ve sâbikun onlardır. Yâni bütün ümmetlerden sonra gelip şerefle hepsinden önce gelen onlardır. Onları bana ümmet eyle, dedi. Hak teâlâ hazretleri: — Onlar Ahmed’in ümmetidir, diye cevap verdi. Ondan sonra Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm: — Ya Rab, ben levhalarda bir ümmet buldum ki, onların kitapları göğüslerinin içindedir. Onu âşikâr olarak okurlar. O ümmeti bana ümmet eyle, dedi. Yine Hak teâlâ hazretleri: — Onlar Ahmed’in ümmetidir, diye cevap verdi. Ondan sonra Mûsâ aleyhisselâm: — Ya Rab, ben levhalarda bir ümmet buldum ki, ganimet malı yerler. Onları bana ümmet eyle, dedi. Yine Rabb-ı izzet: — Onlar Ahmed’in ümmetidir, diye cevap verdi. Mûsâ aleyhisselâm yine: — Ya Rab, levhalarda bir ümmet buldum ki, bir hayır işlemeğe niyet etseler de onlar tarafından bir mâni ortaya çıkıp işleyemeseler kendilerine bir hayır yazılır. Eğer müyesser olup da işleseler on hayır yazılır. Halbuki bir günah işlemeğe kasdetseler günah yazılmaz; eğer işlerlerse bir günah yazılır. Onları bana ümmet eyle, dedi. Hak teâlâ hazretleri yine: — Onlar Ahmed’in ümmetidir, diye buyurdu. Ondan sonra Mûsâ aleyhisselâm: — Ya Rab, levhalarda buldum ki, bir ümmete başlangıcın ve sonun ilmi verilecektir. Onlar Deccâl’ı katledeceklerdir. Onları bana ümmet kıl, dedi. Hak teâlâ hazretleri: — Onlar Ahmed’in ümmetidir, diye buyurdu. Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm: — Ya Rab, o halde beni Ahmed’in ümmetinden eyle, dedi. Bundan sonra Hak teâlâ hazretleri, Mûsâ aleyhisselâma iki haslet verip: “Yâ Mûsâ, gerçekten ben seni risaletimle ve kelâmımla insanlar üzerine seç- kin olarak gönderdim. O halde benim verdiğimi al da şükredici kullarımdan ol,” diye buyurdu.” İbn-i Tuğrul Nutk-ü Mefhûm adlı kitabında İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden merfuan rivâyet etmiştir ki: “Hazret-i Mûsâ: — Ya Rab, ümmetler içinde sana benim ümmetimden daha kerîm ümmet var mıdır ki, bunların üzerine bulutu gölgeleyici ettin ve onlara gökten menn ile selvâ (kudret helvası ile bıldırcın kebabı) indirdin, dedi. Hak teâlâ hazretleri buyurdu ki: — Bilmiyor musun ki, Muhammed ümmetinin başka ümmetler üzerine üstünlüğü, bütün yaratıklarım üzerine benim üstünlüğüm gibidir. Ondan sonra Mûsâ aleyhisselâm: — O halde ya Rab, onları bana göster, dedi. Bunun üzerine Hak teâlâ hazretleri: — Ey Muhammed ümmeti! diye nidâ eyledi. Onlar da hep birden: — Lebbeyk, Allahümme lebbeyk! (Buyur, Allah’ım buyur!) dediler. Halbuki daha o zaman onlar babalarının bellerinde idiler. Bundan sonra Hak teâlâ hazretleri: “Benim yardımlarım sizin üzerinizedir. Rahmetim gazabımı ve afvım azabımı aşmıştır,” diye buyurdu. Yine buyurdu ki: “Siz daha benden bir şey dilemeden önce ben sizin dileğinizi kabûl eder, ihtiyacınızı karşılarım. Sizden bir kimse Allah’ın birliğine ve Muhammed’in rasüllüğüne şehadet eder olduğu halde bana kavuşursa ben o kimsenin günahlarım mağfiret ettim.” Resûl-i Ekrem Efendimiz hazretleri dedi ki: — Hak teâlâ hazretleri bununla bana minnet etmek isteyip: “Ya Muhammed, biz senin ümmetine nidâ ettiğimiz, hattâ sözlerini Mûsâ’ya işittirdiğimiz zaman sen Tür dağinin yanında değildin,” (Kasas suresi: 28/44) diye buyurdu.” Katâde’nin rivâyetinde şöyledir: “Hazret-i Mûsâ: — Ya Rab, Muhammed ümmetinin ne güzel sesleri var? Onların seslerini bana bir daha işittir, dedi.” Ebû Nüaym Enes bin Mâlik’den (radıyallahü anh) rivâyet etmiştir ki: “Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri şöyle anlattı: Hak teâlâ hazretleri, Benî İsrail peygamberi Mûsâ aleyhisselâm’a vahyedip: — Ya Mûsâ! Ahmed’in şâm yanımda öyledir ki, bir kimse O’nu inkâr edici olduğu halde bana gelirse ben onu cehennem ateşine sokarım, dedi. Mûsâ aleyhisselâm: — Ya Rab, Ahmed kimdir? dedi: Yüce Rab buyurdu ki: — Ahmed o kimsedir ki, ben, bana ondan daha kerîm bir yaratık yaratmadım. Onun ismini kendi şerefli ismimle Arş üzerine gökleri ve yerleri yaratmadan önce yazmıştım. O ve ümmeti cennetime girinceye kadar başkalarına cennetim haram kılınmıştır. Mûsâ aleyhisselâm: — Ya Rab, O’nun ümmeti kimlerdir? dedi. Hak teâlâ hazretleri: — Çok çok hamdedicilerdir. Her hâle hamdedicilerdir. Ellerini bağlarlar, her taraflarını temizlerler, gündüz sâim (oruçlu), gece râhibedirler. Yâni ıssız yerlerde ibadetle meşgul olurlar. Ve Allah korkusu çekerler. Şehadet kelimesi sebebiyle onları ben cennetime sokarım, diye buyurdu. Hazret-i Mûsâ: — Ya Rab, beni o ümmetin peygamberi kıl, dedi. Hak teâlâ hazretleri: — Onların peygamberi kendilerindendir, buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm: — Ya Rab, beni o peygamberin ümmetinden eyle, dedi. Hak teâlâ hazretleri: — Ya Mûsâ, sen daha önce geldin. O daha sonra gelecektir. Dünyada onunla birleşemezsin. Fakat seninle onun arasını Dârü’l-Celâl’de birleştireceğim, buyurdu.” Vehb bin Münebbih’den rivâyet edilmiştir ki, Hak teâlâ hazretleri Yuşâ Peygamber aleyhisselâm’a vahyedip: — Ben, ümmî bir peygamber göndereceğim ki, O’nunla, sağır olmuş kulakları, kılıfları içinde kalan gönülleri ve kör olan gözleri açacağım. O’nun doğum yeri Mekke’dir. Hicret edip varacağı yer Tayyibe (güzel bir yer) dir. O Mustafa kulum öyle mütevekkil, öylesine arınmış, derecesi yüksek, sevgili, seçkin ve üstündür ki, kötülüğe kötülükle karşılık vermez. Belki afveder, yüz çevirir ve bağışlar. Mü’minleri esirgeyici o Kulum, yükü ağır olan hayvanlar için ağlar, dul kadınların elinde kalan öksüzler için ağlar. Çirkin huylu, ağır ve kaba davranışlı değildir. Pazarlarda âvâzını çıkarıcı ve çirkin sözler söyleyici değildir. Vekarı ve sekîneti öyledir ki, yanan bir mumun yanından geçecek olsa onu söndürmez, dedi. Fahr-i Âlem Efendimizin güzel ahlâkına ilişkin nice vasıflar daha zikredip: — Ben O’nu mübeşşir (iyilikleri haber vererek, kolay yolları göstererek sevindirici) ve nezîr (kötülükleri bildirerek, kötü sonuçlarını göstererek sakmdırıcı) olmak üzere göndereceğim, dedikten sonra: — O’nun ümmetini insanlar için çıkarılan ümmetlerin en hayırlısı kılacağım. Çünkü onlar, emr-i bil-mâruf ve nehy-i ani’l-münker ederler (iyilikleri yapar ve yaptırır, kötülüklerden kaçar ve kaçındırırlar). Benim vahdaniyetime şehadet edip bana îman getirirler. Ne güzel, ne gökçek, ne mutluluk o kalblere, yüzlere ve ruhlara ki, bana onlar ihlâs etmişlerdir. Ben, onlara mescidlerinde, meclislerinde, yataklarında ve duraklarında tesbih, tekbîr, tahmîd ve tevhîd ilham ederim. Melekler benim Arş’ımm etrafında saf saf durdukları gibi onlar da mescidlerinde saf saf dururlar. Onlar benim dostlarım ve yardımcılarımda. Putperest olan düşmanlarımdan ben, onlarla intikam alırım. Onlar, bana kıyam, kuud, rükû ve sücûd ile namaz kılarlar. Diyarlarından binlercesi mallariyle çıkarlar, benim rızamı isteyip yolumda düşmanlarla saf saf durarak cenk ederler. Ben, onların kitapları ile diğer kitapları hatmederim (tamamlarım, sona ve kemâle erdiririm), şeriatleriyle diğer şeriatleri hatmederim ve dinleriyle diğer dinleri hatmederim. O halde bir kimse onlara yetişip de kitaplarına îman getirmez, dinlerine ve şeriatlerine tâbi olmazsa, o benden değildir, benden dargındır. Ben o ümmeti ümmetlerin en üstünü kılarım ve onları âdil kimseler ederim. Tâ ki, insanlar üzerine tanıklar, koruyucu ve kollayıcılar, halk arasında dirlik ve düzeni sağlayıcılar olsunlar. Onların hâli şudur ki, gazaba gelseler tehlîl ederler, yâni “Lâ ilâhe illâllah” demek suretiyle gazablarını savuştururlar. Ne zaman birbiriyle çekişecek olsalar beni tesbîh ederler, yâni “Sübhânallah” diyerek çekişmelerini keserler. Yüzlerini, ellerini, ayaklarını ve yüreklerini yıkar, temiz ederler. Eteklerini bellerine sokup yolumda hizmet ederler. Yüce yerler üstüne çıkıp tehlîl ederler. Kurbanları kendi kanlandır ve kitapları kendi göğüslerindedir. Geceleri ıssız yerlerde ibadet ederler, gündüz arslan olurlar. Yâni din düşmanları üzerine hücum ve galebede arslan gibi yiğit ve cesur olurlar. Ne güzel, ne hoş, ne kutlu bir haldir o kimselere ki, o ümmetten olup onların dinleri, şeriatleri ve tarikatleri (yolları) üzere olurlar. Bu, benim fazlımdır ki, dilediğim kimseye veririm. Ben büyük fazl sahibiyim, diye buyurdu. TENBİH:O halde her akıllı kişiye vaciptir ki, kendi nefsini muhasebeye çekip görsün: Eğer bu hadîs-i Şerifte Hak teâlâ hazretlerinin buyurduğu vasıflar, güzel ahlâklar ve iyi huylarla vasıflanmışsa kendini Muhammed ümmetinden bilip şükür ve zikrini ziyade eylesin. Eğer bunun aksi bir hal üzere ise boş yere dindarlık ve müslümanlık iddiasında bulunınasın. Erkenden başinin çaresine baksın. Hak teâlâ hazretleri, bu şerefli ümmetin alâmetlerini ve simalarım haber vermiştir. Ciddiyetle cehdedip onlardan olmağa himmet ve gayret etsin. Tâkati kesilip gereken şeyleri hazırlamaya imkân kalmayınca iş zor olur. O zaman pişmanlık fayda vermez. İmâm-ı Fahreddin buyurmuştur ki: “Mûcizesi çok açık olan peygamberin ümmetinin sevabı az olur.” İmâm-ı Sübkî: “Ancak bu ümmet ki, peygamberlerinin mûcizesi en açık olduğu halde kendilerinin sevabı çoktur,” diye buyurmuştur. Ancak saadet bu ümmetten olanındır. Ama kişinin kendini bunlardan sanınasiyle hakikaten bunlardan olmasinin arasında pek çok fark vardır. Hak teâlâ Hazretleri, bu mânayı teşhis ve idrâk müyesser etsin. Bu ümmetin hasletleri cümlesinden biri de şudur ki, ganimet malinin helâl olması peygamberler arasında Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerine mahsus olduğu gibi ümmetler arasmda bu ümmete de öyle mahsus kılınmıştır. Her yerde namaz kılmak, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine nasıl mahsus ise bunlara da öyle mahsustur. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine mahsus oluşu peygamberlere nisbetledir. Bunlara mahsus oluşu da geçmiş ümmetlere nisbetledir. Arzın temiz kılinınası da böyledir. İmâm-ı Buhârî’nin naklinde Ebû Ümâme’den rivâyet edilmiştir ki, Peygamber Efendimiz hazretleri: “Bütün arz (yeryüzü ve toprak) benim için ve ümmetim için mescid (secde yeri) ve temizleyici kılındı,” diye buyurmuşlardır. Hadîste geçen Tahûr’dan murad, mutahhardır. Yâni temiz edicidir. Cünüplük ârız olan yahut abdesti bozulan bir kimse su bulamayıp teyemmüm etse temiz olur. İmâm-ı Müslim’in rivâyetinde de Huzeyfe’den rivâyet edilmiştir ki: “Arzın, her yeri bize mescid, su bulamadığımız zaman da toprağı bize temizleyici kılınmıştır; bizi pâk eyler,” buyurulmuştur. Bu büyük ümmetin hasletlerinden biri de abdest almaktır. Zira önceleri abdest almak peygamberlere buyrulmuştu, ümmetlerine buyrulmuş değildi. İmâm Halimi böyle zikredip İmâm-ı Buhârî’nin naklinde vâki olan şu hadîs-i şerifi delil göstermiştir: Hadîste geçen kelimelerden ğarrâ, eğarr kelimesinin çoğuludur. Eğarr da, alnında beyaz (alnı akıtınalı) olan ata denir. Muhaccelîn kelimesi de muhaccel’in çoğuludur. Muhaccel, ayağı sekili olan ata denir. Arap tâifesi içinde bu vasıftaki at çok makbûl ve muteber olduğu için ümmetini ona tesbih edip buyurmuştur ki: “Benim ümmetim kıyamet günü mahşer arasında bu sıfatla dâvet olunurlar. Yâni abdest suyu dokunan yerleri nuraniyet üzre olur. Yüzleri, elleri ve ayaklan, geri kalan âzalarından ak ve nuranî olur.” Ama Fethü’l-Bâri Sahibi böyle mâna vermeye karşı bâzı görüşler ileri sürüp dedi ki: “Sahîh-i Buhârî’de Hazret-i Sâre’nin kıssasında geçtiğine göre ‘Hâcer’i Sâre’ye veren melik Sâre’ye yaklaşmak istediği zaman Sâre kalktı, abdest alıp namaz kılmakla meşgul oldu,’ denilmiştir. Ayrıca yaralı rahip kıssasında: ‘O kalktı, abdest aldı ve namaz kıldı,’ denilmiştir. Bundan anlaşılır ki, geçmiş ümmetlerin de abdestleri varmış. O halde açık olan şudur ki, bu ümmete mahsus olan ğarre ve tahcîl (yâni alnı, elleri ve ayakları nuranî bir aklıkla işaretli) olmasıdır. Abdestin kendisi değildir.” Fakat Halimî’nin muradı, abdest âyetinde vâki olduğu şekilde abdest bu ümmete mahsustur, demektir. Kabûl edelim ki, geçmiş ümmetlerde de abdest varmış. Ama bu şekilde abdestin onlarda da bulunduğu nereden sâbit olur? Mümkün değil midir ki, onların abdesti yalnız el yıkamak yahut el ile yüz yıkamak şeklinde olsun. Tâ bu ümmetin abdesti gibi iki eli dirseklere kadar yıkamak, yüzü tamamen yıkamak, başı meshetmek ve ayakları topuklara dek yıkamak şeklinin onların abdestlerinde de bulunduğu nereden sâbit oldu? Namazlarının da bütün yönleriyle bu ümmetin namazı gibi olduğu nereden sâbit olmuştur? Mademki bunun delili yoktur, Fethü’LBârî Sâhibi’nin ileri sürdüğü görüşler de vârid değildir. Biri de beş vakit namazdır. Bu ümmetten başkasına beş vakit namaz buyrulmamıştır. Tahâvî Ubeyd bin Muhammed’den, o da Hazret-i Âişe’den (radıyallahü anhâ) rivâyet etmiştir ki: “Âdem peygamberin tevbesi sabah vaktinde kabül edildi. O zaman kalkıp iki rek’at namaz kıldı. O, sabah namazı oldu. Ishak aleyhisselâm için öğle vaktinde fidye gönderildi. O da dört rek’at namaz kıldı. O namaz öğle namazı oldu. Üzeyir aleyhisselâm vefat edip yüz sene sonra dirildiğinde: — Ne kadar yattın? dediler. — Bir gün, dedi. Sonra güneşe bakıp: — Yahut birkaç saat, dedi. Ve dört rek’at namaz kıldı. O namaz ikindi namazı oldu. Dâvud aleyhisselâm, akşam güneş battığı zaman bağışlandı. Dört rek’at namaz kılmak için kalktı, üçüncü rek’atte oturdu. O namaz akşam namazı oldu. Ama yatsı namazını ilk kılan, bizim peygamberimiz, nebilerin ve resullerin efendisi Muhammed Mustafa (Allah’ın yardımları O’nun ve bütün peygamberlerinin üzerine olsun) hazretleridir. Yatsı namazı Fahr-i Kâinat hazretlerine mahsus olan şeylerdendir.” Ebû Dâvud Sünen’inde, İbn-i Şeybe kitabında ve Beyhakî Sünen’inde Muâz bin Cebel (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet etmişlerdir ki: “Bir gece Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, yatsı namazını öyle geciktirdi ki, başkaları onun kıldığını sandılar. Ondan sonra Peygamber Efendimiz çıkıp: “Bu namazı, ufkun aydınlığı kaybolup karanlık zamanı geldiğinde kılın. Gerçekten siz bu namazla diğer ümmetlere üstün kılındınız. Bunu sizden önce gelen ümmetler kılmadılar,” diye buyurdu.” Bu ümmete mahsus olan fazilet ve kerametler cümlesinden biri de ezandır. Başka biri kamet ve biri de besmele’dir. Şeyh Şihâbeddin El-Halebî En-Nahvî, tefsirinde, “Besmele, bizden önce gelenlerden kimseye nazil olmamıştır. Besmele de bu ümmete mahsus olan şeylerdendir,” diye buyurdu. Biri de Te’mîn, yâni âmin demektir. İmâm-ı Ahmed’in (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde Hazret-i Âişe-i Sıddıka (radıyallahü anhâ) buyurmuştur ki: “Bir zaman Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin yanında idim. Bir Yahudi izinle Fahr-i Âlem hazretlerinin şerefli huzuruna girdi. Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz bir hadîs-i şerif buyurdu. O hadîste: “Yahudi taifesi, bizim hidayet olunduğumuz cuma günleri İmâm ardında âmin dememize haset ettikleri gibi hiç bir şeye haset etmemişlerdir,” dedi. Hâfız İbn-i Hacer: “Bu hadîs-i şerif gariptir. Bu sözlerle bu şekilden başka şeklini bilmiyoruz,” demiştir. Fakat bir hadîs-i şerif daha gelmiştir ki, onu İbn-i Mâce ihraç etmiş ve İbn-i Huzeyme tashih etmiştir, ikisi de Sehl bin Ebî Sâlih’den, o da kendi babasından, o da Hazret-i Aişe’den (radıyallahü anhâ), o da nebilerin iftiharı Efendimiz hazretlerinden rivâyet etmişlerdir ki: “Yahudiler, bizim selâm vermemizi ve âmin dememizi kıskandıkları kadar hiç bir şeyi kıskanınazlar,” diye buyurmuşlardır. Bu ümmete mahsus olan şeylerden biri de rükû’dur. Hazret-i Ali’den (Allah onun varlığını mübarek kılsın ve ondan razı olsun) rivâyet edilmiştir ki: “Bizim ilk rükû ettiğimiz namaz ikindi namazıdır. Ben, bu rükû üzerine: — Ya Resûlâllah! Bu nedir? dedim. Resûlüllah Efendimiz: — Ben bununla emrolundum, diye buyurdular,” demiştir. Hadîs İmâmlarından Bezzâr ve Beyhakî böyle rivâyet etmişlerdir. Bundan istidlal edilen şudur ki, ondan önce öğle namazını kıldı. Beş vakit namaz farz olunınadan önce gece namazlarını kılardı. Onlarda rükû etmezdi. Bâzı âlimler: “Peygamber Efendimizin mezkûr ikindi namazından önce kıldığı namazlarda rükû etmemesi, eski ümmetlerin namazlarının rükûdan hâlî olduğuna karinedir,” diye buyurdular. Müfessirlerden bir topluluk: “Verkeû mea’r-râkiîne — Rükû edenlerle beraber rükû ediniz,” (Bakara sûresi: 2/43) âyet-i kerîmesinin tefsirinde: “Rükûun şeriata dahil olması bu millete mahsustur. Benî İsrail’in namazında rükû yoktu. Onun için Hak teâlâ hazretleri, onlara, ‘Muhammed ümmeti ile beraber rükû edin,’ diye buyurdu. Bu da delildir ki, eski ümmetlerde rükû yoktu,” dediler. Ama Hak teâlâ hazretlerinin “Yâ meryemu’knutî li-rabbike vescüdî verkei mea’rrâkiîne — Ey Meryem, Rabbine itâat, inkıyâd ve ibadette kaim ol; O’na secde edip rükû edenlerle beraber rükû et,” (Al-i Imrân sûresi: 3/43) diye buyurmasını Hazret-i Meryem’e cemaatle namaz kılmak emredilmişti diye tefsir ederek “Bu âyet-i kerime o kavle aykırıdır,” dediler. ' Bâzıları da te’vil edip: “Meryeme emrolunan kunut, itâat ve ibadette devamlı olmak mânasınadır. Nitekim “Emmen hüve kanitün ânâe’l-leyli sâciden ve kaimen — Onlar mı, yoksa o gecenin bir saatinde kalkıp secde ve kıyam ederek Rabbine itâat ve inkıyâd edenler mi daha hayırlıdır?” (Zümer sûresi: 39/9) kavi-i şerifinde murad o mânadır. Secdeden murad namazdır. Bir parçasını zikrederek bütününü kasdetmek kabilindendir. Nitekim: “Fesebbihûhü ve edbâre’s-sücûdi — Ve secdelerin arkasında onu tesbih et,” (Kaf sûresi: 50/40) kavl-i şerifinde de “secdelerin” arkasında demek, “namazdan” sonra demektir. Yâni secdeler diyerek namaz kasdolunmuştur. Rükû’dan murad da huşû ve tevazudur,” dediler. En iyisini Allah bilir. Bu ümmete mahsus hasletlerden biri de meleklerin saflan gibi namazda saf bağlamaktır. Biri de cuma günüdür ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri: “Biz, o sonra gelenleriz ki, kıyamet gününde ileri varıcılarız. Ancak şu kadar var ki, geçmiş ümmetlere bizden önce kitap verildi. Ondan sonra bu cuma günü o gündür ki, Hak teâlâ hazretleri onlara farz etmişti. Gittikçe onun hakkında ihtilâfa düştüler. İşte bunun üzerine Hak teâlâ hazretleri bizi o güne hidâyet eyledi. Bundan dolayı insanlar o gün üzerinde bize uyarlar. Yahudiler bizim günümüzün ertesi gününe, Hıristiyanlar ise onun ertesi gününe uyarlar,” diye buyurdu. Biri de cuma gününde duaların kabûl edildiği saattir. Bu saatin tayini hakkında otuzdan fazla görüş ileri sürülerek ihtilâf edilmiştir. “Levâmiu’l'Envâr fî'l-Ed-iyetii ve’U Ezkâr" adlı kitabında Müellif (Allah ona rahmet etsin) demiştir ki: “Mezkûr saatin doğru ve kesin olarak kimseye bildirilmiş olmaması, o şerefli günde her kişinin tâat, ibadet ve zikirlerle meşgul olmaları içindir. O günü bu halle geçirip boş ve değersiz şeylere harcamayanlar, bu sayede o saate rast gelirler.” Ama bazıları, “İkindi namazından akşam namazına varıncaya kadardır,” diye vaktini kesinlikle tayin etmişlerdir. Bâzıları da, “Ezan ile hutbe arasındadır,” dediler. Bundan başka daha çok vakitler zikretmişlerdir. Biri de şudur ki, mübarek Ramazan ayinin ilk gecesi geldiği gibi Hak teâlâ hazretleri bu ümmete nazar eder. Nazar ettiği kimseye aslâ azâb etmez. Cennet de o gecede süslenir. Oruçluların ağızlarının kokusu, Allah katında misk kokusundan daha güzeldir. Her gece melekler, Muhammed ümmeti için istiğfar ederler. Tâ onlar oruçlarını açıncaya kadar Hak teâlâ hazretlerinden onların bağışlanınasını isterler. Ramazan ayinin son gecesi olunca onların hepsi bağışlanırlar. İmâm-ı Beyhakî, böylece rivâyet etmiştir. Bezzâr’m naklinde: “Denizdeki büyük balıklar, tâ iftar edinceye kadar onlar için istiğfar ederler,” diye buyurulmuştur. Muhammed ümmetinin ay’ı olan o mübarek ayda şeytanlar zincire vurulurlar. İmâm-ı Ahmed ve Bezzâr böyle rivâyet etmişlerdir. Biri de sahurdur, yâni gerçek sabahın doğmasından önce yemek yemektir. Ayrıca akşam yemeğinde acele etmektir. Şeyhayn’ın rivâyetlerinde böyle gelmiştir. Ayrıca fecrin doğuşuna kadar eşler arasında birleşmenin caiz olması da bu ümmete mahsustur. Eski ümmetlere ilk günden sonra haramdı. İslâmiyetin başlarında da böyleydi. Sonradan nesholunup caiz oldu. Ama “Ramazan orucu bu ümmete mahsus mudur, değil midir?” denilirse, “Kemâ kütibe alâ’l-lezîne min kabliküm — Sizden öncekiler üzerine yazıldığı gibi,” (Bakara sûresi: 2/183) buyrulduğu yerdeki açık benzetmeye bakılırsa bizden önce gelenlere de Ramazan orucu farz olunmuş olur. İbn-i Ebî Hâtem, Abdullah bin Ömer hazretlerinden merfuan rivâyet etmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri: “Allah, Ramazan orucunu sizden önce gelenler üzerine de yazdı,” buyurmuşlar. Fakat bunun isnadında meçhul vardır. Doğruluğu kesinleşmiş olsa geçmiş ümmetlere de farz olunduğu kesinleşmiş olurdu. Ama âlimlerin toplumunun kavli şudur ki: — “Sizden öncekiler üzerine yazıldığı gibi sizin üzerinize de oruç yazıldı,” (Bakara sûresi: 2/183) âyet-i kerimesinde tesbih, mutlak olarak oruç’a göredir; onun miktarı ve vakti kasdedilmiş değildir, dediler. Bu ümmete mahsus olan hasletlerden biri de musibet zamanında istirca’ (Allah’a dönüşü istemek) tir; yâni “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn — Biz Allah’a âidiz ve O’na dönücüleriz,” (K: 2/156) demektir. Saîd bin Cübeyr (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: “Musibet vaktinde bu ümmete öyle bir şey verilmiştir ki, hiç bir peygambere onun benzeri bir şey verilmemişti. “Innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn,” (K: 2/156) bunlara verilmiştir. Eğer peygamberlere verilmiş olsa Yâkub peygamber’e, Hazret-i Yûsuf’un ayrılık ıstırabında: “Yâ esefâ alâ yûsufe — Vay benim Yûsuf üzerine ıstırabım!” (Yûsuf sûresi: 12/84) dediği zamanda verilirdi.” Biri de şudur ki, Hak teâlâ hazretleri, diğer ümmetler üzerinde olan ağır külfet ve yükleri, bu ümmetin üzerinden kaldırıp gidermiştir. Meselâ önceleri şöyleydi: Taammüden adam öldürmede kısas nasıl lâzımsa hatâen öldürmede de öylece lâzımdı. Bu ümmetten o kaldırılıp hatâda diyet gerekli olmuştur. Uzvun telef edilmesinde de böyleydi. Necaset bulaşan yerin kesilmesi gerekti. Onların tevbeleri, kendilerini öldürmekti. Benî İsrail’den bir kişi günah işlese sabah kalkıp kapısinin üstünde: “Senin günahinin keffareti şudur ki, iki gözünü çıkarasın!” diye yazılmış bulurdu. O da gidip gözlerini çıkarırdı. Bu belâları Hak teâlâ hazretleri, nebilerin efendisi Peygamber Efendimiz hazretlerinin hürmetine bu ümmetin üzerinden kaldırdı. İşlenmesinde zorluk ve eziyet olan her iş bunların üzerinden kaldırılmıştır. Bu şerefli dinde güçlük yoktur. Nitekim Hak teâlâ hazretleri, “Ve mâ ceale aleyküm fi’d-dîni min harecin — Ve Allah size dinde bir güçlük yüklememiştir,” (Hac sûresi: 15/78) buyurmşutur. Hâsılı bunlara güç olan şey buyrulmamıştır. Bir kimse kıyama kadir olmasa oturduğu yerde namaz kılması caizdir. Yolcu olan kimseye oruç tutınamak intibahtır; kısa günlerde kazâ etmek de doğrudur. Bunlardan güçlüğün kaldırılmasinin mânası budur, dediler. Bâzıları da: “Her günahtan bir kurtuluş yolunun tayin edilmiş olmasıdır. Tevbe kapıları bunlara açık olup Allah’ın haklarından keffaretin bunlara meşru olmasıdır. Kul haklarında diyetler ve irşler tayin olunınasıdır,” dediler. İrş diye, yaraların diyetine denir. Meselâ bir kişi, bir kimseyi yaralasa onun vermesi gereken mala irş derler. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Güçlükten murat, Benî İsrail üzerine takdir olunan külfet ve ağırlıklardır,” diye buyurmuşlardır ki, onlar zikrolunmuştu. Kâ’bu’l-Ahbar’dan rivâyet edilmiştir ki, Hak teâlâ hazretleri, bu ümmete üç şey vermiştir: 1. Bu ümmeti, “Şühedâe alâ’n-nâsi — İnsanlar üzerine şâhid” (Bakara sûresi: 2/143) eyledi. 2. Dinlerinde harec (zorluk) vermedi. Yâni güç ve ağır şeyler buyurmadı. “Allah, hiç kimseye gücünün yetmeyeceği yükü yüklemez,” (Bakara: 2/286) buyurdu. 3. “Üd’ûnî estecib leküm — İsteyin, vereyim,” (Mü’min sûresi: 40/60) buyurdu. Yâni: “Benden muradınızı dileyin, duanızı kabûl edeyim,” diye buyurdu. Biri de şudur ki, yanılma, unutına ve ikrah (cebir altında bulunına) sebebiyle kınanına bunlardan kaldırılmıştır. Bir günahı, yanılarak veya unutarak yahut başkasinin cebir kullanınası altında işlemiş olsalar onların üzerine o günah yazılmaz. Beni İsrail, yanılma ve unutına ile bir günah işleseler, sadece cezası ta’cil olunurdu (cezası âhirete bırakılmayıp dünyada verilirdi). O günah yönünden yemekten veya içmekten bir şey kendilerine haram kılınırdı. Bu şerefli ümmet, bunlardan muaftır. Âlemlerin hocası Peygamber Efendimiz hazretleri: “Benim ümmetimden hatâ (yanılma), nisyân (unutına) ve onlara cebren bir şey yaptırılması kaldırılmıştır,” diye buyurmuştur. İmâm-ı Ahmed, İbn-i Hibbân, Hâkim ve İbn-i Mâce böyle rivâyet etmişlerdir. Biri de şudur ki, şeriatları, geçmiş ümmetlerin şeriatinden daha tam ve daha mükemmeldir. Bu mâna öyle açıktır ki, delile muhtaç değildir. Mûsâ aleyhisselâm’ın şeriatı, kahır ve celâl şeriatı idi. Ümmetinin mücrimlerinin kendi kendilerini öldürmeleri buyrulmuştu. İçyağı yemek, tırnaklı hayvanların etini yemek ve tayyibattan nice nesne daha haram kılınmıştı. Ganimetler haram kılınmıştı. Günahlara verilen cezalardan nice nesne ta’cil olunmuştu. Başkalarına teklif olunınayan belâlardan nice nesne onların üzerine yüklenmişti. Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm, vekar, heybetlilik, hışım, gazab ve hiddette öyle bir derecede idi ki, Âdemoğlu onun yüzüne bakamazdı. Bütün bu hiddet ve şiddeti Allah içindi. Hazret-i İsa aleyhisselâm, cemâl (güzellik) mazharı idi. Şeriatı, fazl ve ihsan şeriatı idi. Onda mukatele ve muharebe yoktu. Hıristiyanların savaşması dinlerinde haramdır. Savaşmaları dinlerinin gereği değildir. Bu hususta şeriatlarına isyan ve muhalefet ederler. İncil’de hüküm şöyledir ki: “Bir kimse senin yüzüne bir tokat vursa öbür tarafını da tutuveresin. Bir kimse gelip arkandaki elbiseni çekerse salıveresin. Bir kişi güçle seni bir mil yere sürerse onunla beraber yürüyüp iki mil yere gidesin,” diye buyrulmuştur. Daha bunun benzeri teslimiyet, sabır ve tahammüle ilişkin nice nesneler ferman olunmuştur. Şeriatlerinde riyazet ve meşakkatler yoktur. Bunları ruhbanlar sonradan ortaya çıkarmışlardır. Kendi bid’atleridir, yoksa dinlerinde üzerlerine lâzım kılınmış nesneler değildir. Sözün kısası, onların şeriatları bu üslûp üzere idi. Ama bizim efendimiz, iki cihanın iftiharı Muhammed Mustafa (sallâllahü aleyhi ve sellem) hazretlerinin şeriatı, kemâl mazhaıı, adalet ve itidal mizanıdır. Yerinde hiddet ve şiddet, yerinde rahmet ve re’fet sudûr ve zuhûr eder. O şeriatlerin ikisinde olan hasletleri kendinde toplayıcıdır. Allah’ın hikmetinin gereği olarak yerli yerine sarf olunur. O halde varlıkların iftiharı Peygamber Efendimiz hazretlerinin şeriatı, şeriatların en mükemmelidir. Ümmeti de ümmetlerin en şereflisidir. Bunların halleri hallerin en mükemmeli ve hasletlerin en üstünüdür. Bu şeriatta zulüm haramdır, adalet farz ve vaciptir. Fazl ve ihsan müstehaptır. Nitekim Hak teâlâ hazretleri, kerîm kitabında buyurmuştur ki: “Ve cezâü seyyietin seyyietün mislühâ — Ve bir kötülüğün karşılığı yine onun gibi bir kötülüktür.” (Şûrâ sûresi: 42/40) Bu mertebe adalet mertebesidir. Yine aynı âyeti kerîmenin devamında buyrulmuştur ki: “Femen afâ ve aslaha feecruhu alâllahi — Bir kimse kendisine kötülük edeni afvetse de arayı ıslah eylese onun ecir ve sevabı Allah üzerinedir.” (Şura: 42/40) Yâni, o afvedene ecirler vermeği Hak teâlâ hazretleri kendi üzerine gerekli kılmıştır. Bu mertebe ise fazl ve ihsan mertebesidir. Aynı âyet-i kerîmenin sonunda: “Innehu lâ yühıbbü’z-zâlimîne — Hiç şüphesiz O (Allah), zâlimleri sevmez,” (Şura: 42/40) buyurması zulmü haram kılmaktır. Yine bir âyet-i kerîmede de: “Ve in âkabtüm feâkıbû bimisli mâ ûkıbtüm bihi — Eğer azâb edecekseniz, size yapılan azabın misliyle (aynıyla) azâb edin,” (Nahl sûresi: 16/126) buyurmuştur. Yâni size yapılanın mislini tecavüz etmeyin demektir ki, bu da adalet mertebesidir. Meselâ bir kimsenin bir dişini çıkarsalar, o çıkaranın da bir dişini çıkarınak gerek. Daha fazlasına tecavüz etmemek gerektir. Aynı âyet-i kerimenin devamında: “Ve lein sabertüm lehüve hayrün lissâbirîne — Ama sabrederseniz, andolsun ki, o, sabredenler için daha hayırlıdır,” (Nahl sûresi: 16/126) buyrulması fazl (üstünlük) mertebesidir. Yâni: “Eğer sabrederseniz, sabretmek size intikam almaktan daha hayırlıdır,” demek olur. Bu ümmete haram kılınan her şey, onları korumak ve himaye etmek için haram kılınmıştır. Ama geçmiş ümmetlere bâzı şeyler ceza olmak için haram kılınırdı. Nitekim işareti daha önce geçmiştir. Kötü ve zararlı olan her nesne bu ümmete haram kılınmıştır. Güzel ve faydalı olan her şey de bunlara helâl kılınmıştır. Bunları ümmetlerin en hayırlısı kılıp başkalarında ayrı ayrı bulunan güzellikler bunlarda toplanmıştır. Nitekim diğer peygamberlerde de ayrı ayrı bulunan güzellikler bunların peygamberinde toplanmıştır. Allah’ın yardımı ve selâmları O’nun üzerine olsun. Geçmiş kitaplarda ayrı ayrı bulunan güzellikleri de Allah bunların kitabında toplamıştır. Keza şeriatlarında da diğer şeriatların bütün güzelliklerini toplamıştır. Bunları, insanlar içinde seçkin ve gözde kılmıştır. “Hüve’ctebâküm — O, sizi seçti,” (Hac sûresi: 22/78) bu mânayı ifade eder. Bunların faziletlerinden biri de şudur ki, dalâlet üzerinde ittifak etmezler. İmâm-ı Ahmed, İmâm-ı Taberanî ve diğerlerinin nakillerinde Ebû Nusretü’l-Gıfârî’den (radıyallahü anh) merfuan rivâyet olunmuştur ki: “Rabbimden, ümmetimin dalâlet üzerinde içtima etmemesini diledim. Rabbim de bana dilediğimi verdi,” buyrulmuştur. Yine Taberanî ve İbn-i Ebî Asım’dan, o da Ebû Mâlik El-Eşarî’den merfuan rivâyet etmişlerdir ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri bir hadîs-i şerifinde: “Gerçekten Hak teâlâ hazretleri sizi üç nesneden kurtarmıştır,” diye buyurduktan sonra onlardan birini, “Ve inne lâ tectemiü alâ dalâleti — Şüphesiz siz, dalâlet üzerinde birleşmezsiniz,” diye zikretti. Nihayet meşhur olan hadîs, yukarıda metni geçen hadîstir. Pek çok isnatlarla ve müteaddit şahitlerle gelmiştir. Merfu’da ve diğerlerinde varid olmuştur, dediler. Biri de şudur ki, bunların icmaı (bir görüş üzerinde birleşmesi) hüccet ve ihtilâfı (birbirinden ayrı görüşlerde olmaları) rahmettir. Daha önce gelen ümmetlerin ihtilâfı ise azâb idi. Beyhakî’nin rivâyetinde İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Benim yakın arkadaşlarımın ihtilâfı sizin için rahmettir,” diye buyrulmuştur. Ama bunun isnadında zayıflık vardır, dediler. Bâzı rivâyette de: “Ümmetimin ihtilâfı insanlar için rahmettir,” sözleriyle varid olmuştur. ihtilâflarının rahmet olmasinin mânası şudur: Gerçeği bulmak ve açıkça ortaya koymak için değişik görüşler ileri sürmeleri rahmet sebebi olur demektir. İmâmlardan çok kimse bunun aslinin olmadığı zannında bulunmuşlardır. Ama Hitâbî, Garîbü’lHadis’de bir münasebet düşürüp: “Bu hadîse iki kişi itiraz etti. Bunlardan biri mâcin (hile yolunu öğreten), biri mülhid (dinsiz) dir,” diye buyurdu. Bunlardan muradı, İshak Musulî ile Câhiz idi. Onlar bu hadîse itiraz edip ileri geri bâzı sözler söylemişlerdi. “İhtilâf rahmet olunca ittifakın azâb olması gerekir,” demişlerdi. Hitâbî bu sözün reddiyle meşgul oldu ve kendi katında bunun sâbit olduğunu haber verdi. Yahyâ bin Saîd’den rivâyet edilmiştir ki: “ilim ehli, genişlik ehlidir. Vakit olur ki, bir nesnenin birisi helâllığına fetva verir, birisi de haramlığına fetva verir. Böyle etmek onlara ayıp olmaz,” demiştir. Bunun açıklama şekli şudur: Bir zaman olur ki, halk bir nesneye mütehammil olurlar. Onlarda iyilik hali galip bulunur. O zaman o şeyin cevazına fetva verilir. Bir zaman da olur ki, insanlar ona mütehammil olmazlar. Onlarda fesat galip olur. O vakit caiz görerek fetva vermezler. Meselâ bir kimse karısına talâk verdiği sırada sözüne bitişik olarak kendinin işiteceği kadar bir sesle “İnşâallah” dese talâk vâki olmaz. Sonradan böyle ettiğine yemin etse tasdik olunur. Alimler, fesadın açıkça anlaşılmadığı yerlerde bunun gereği üzre fetva verirler. Ama bâzen fâcir ve mezhebsiz bir kimse olur ki, karısinin boş olmaması için yalan yere yemin edip ömrü oldukça zina etmeyi ihtiyar eder. Bu türlü kimselere itimat olmadığı için fetva vermezler. Diğer ihtilâfların da birer hikmeti vardır. Murad gerçeği açıkça ortaya çıkarınak olup nefsanî bir garaz olmayınca zarar etmez. Biri de şudur ki, tâun (veba) bunlara şehadet ve rahmettir. Sahih-i Buhârî ve Müslim’de Ebû Hüreyre (radıyallahü anh), Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden rivâyet etmiştir ki: “Şehit beş kısımdır: Tâun (vebâ) çıkaran, içağrısından giden, suya garkolan, duvar altında kalan ve Allah yolunda gazâda şehit olandır,” buyurmuşlardır. Halbuki vebâ, kâfirlere azâb için gönderilmiştir. Nitekim İmâm-ı Ahmed ve Taberânî’nin rivâyetlerinde: “Vebâ, ümmetime şehadet ve onlar için rahmettir. Kâfirler üzerine ise azâbdır,” buyrulmuştur. Hadîs metninde geçen kâfirler hakkında ricz olması, azâb mânasına gelir. Biri de şudur ki, bu ümmetten iki kişi bir kulun iyiliğine şahitlik etseler Hak teâlâ hazretleri o kula cenneti gerekli kılar. Halbuki bunun için geçmiş ümmetlerden yüz kişinin şahitlik etmesi gerekirdi. Ancak yüz kişinin şahitlik etmesiyle bu mertebe elde edilirdi. Biri de şudur ki, bu ümmet, bütün ümmetlerin amel bakımından en aza, ecir ve fazilet yönünden en çoğa sahip olanıdır. Yâni amelleri az, fakat sevapları çoktur. Bunlara azıcık bir ömür içinde en öncekilerin ve sonradan gelenlerin bilgileri verilmiştir. Diğer ümmetlerden sonra gelip onların kabahatleri bunlara malûm olmuş, bunların kabahatleri başka bir ümmete malûm olmamıştır. Hak teâlâ hazretleri, diğer ümmetler içinde rüsvay olmaktan bunları esirgemiştir. Bu ümmetin hususiyetleri cümlesinden biri de şudur ki, bunlara isnâd verilmiştir. İsnâd, bunların faziletlerinden çok yüksek bir fazilet ve kuvvetli sünnetlerden yüce bir sünnettir. Muhammed bin Hâtem bin El-Muzafferûn’dan rivâyet edilmiştir ki: “Hak teâlâ hazretleri, bu ümmeti, isnâd ile diğer ümmetler üzerine üstün kılıp yüceltmiştir. Ümmetlerin en eskilerinde ve sonradan gelenlerinde bundan başka bir ümmet yoktur ki, onlarda isnâd olsun. Gerçi onların ellerinde kitapları vardır, fakat haberlerini karıştırmışlardır. Gökten inenleri hangisidir, sonradan katılan sözler hangisidir, birbirinden ayırmaya kadir değillerdir. Aynı zamanda haberleri güvenilir kimselerden rivâyet edilmiş değildir. Ama bu şerefli ümmetin halleri şudur ki: Bir haber, tâ nihayetine varıncaya kadar isnâdla güvenilir kimselerden rivâyet olunur. Yâni zamanında doğruluk, eminlik ve dine bağlılıkla tanınmış olan kimselerden rivâyet olunur. Ondan sonra âlimler, en yüksek ihtİmâmlariyle özünü araştırırlar ki, rivâyetçilerin hangisi en iyi ezberinde tutmuştur, hangisi en iyi zabtetmiştir ve kendinden yukarı olanla hangisi en çok beraber bulunmuş, hangisi en az beraber bulunmuştur? Ondan sonra bir hadisi yirmi şekilden fazla şekille yazıp karışıklıktan ve yanılmadan temizlerler. Harflerini sayarlar, zabtederler. Bunlara verilen isnâd’m mânası budur .” Ebû Hâtem Râzî’nin buyurduğu üzre Hak teâlâ hazretleri Âdem aleyhisselâm’ı yarattığı zamandan beri Muhammed ümmetinden başka nebilerin ve resullerin haber ve eserlerini titizlikle muhafaza eden bir ümmet gelmemiştir. Geçmiş ümmetlerin peygamberlerinin hepsinin kıssaları, haberleri, diğer ahlâk ve davranış yolları bunlar katında zabtolunmuştur. Yüz binlerce hamd ve senâ Hak teâlâ hazretlerinin cenâbı kibriyâsına olsun ki, bunun gibi nice büyük nimetlerle bu ümmeti şereflendirmiştir. Bâzı büyüklerden rivâyet edilmiştir ki, Hak teâlâ hazretleri, üç nesneyi bu ümmete mahsus kıldı. Daha önce gelenlere bunlar verilmemişti. Birisi isnâd, birisi ensâb, birisi de i’râb’dır diye buyurmuşlardır. I’râb’dan murad, beyân (düzgün konuşma ve hakikati açık seçik sözlerle belirtme) dir. Gayb Ricali Bu ÜmmettendirBüyük bir keramet de şudur ki, bunların arasında aktâb, evtâd, nücebâ ve abdâl vardır. Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, abdâllar, kırk erkek ve kırk kadından ibarettir. Her ne zaman bunlardan biri vefat etse yerine birini daha getirirler. Er kişi yerine er kişi, hatun kişi yerine hatun kişi getirirler. Hilâl, Keramet-i Evliyâ’da böyle rivâyet etmiştir. İmâm-ı Taberanî Evsafında şu lâfızla rivâyet etmiştir: “Yeryüzü Halîl aleyhisselâm gibi kırk kişiden boş kalmaz. Halk onlar sebebiyle suvarılırlar. Gökten yağmurun inmesi onların berekâtiyledir. Onlar sebebiyle yardım görür ve muzaffer olurlar. Onlardan biri Hak teâlâ hazretleri onun yerine bir başkasını getirmedikçe vefat etmez.” İbn-i Adiy (Allah ona rahmet etsin) şu ibareyle nakletmiştir. “Abdallar kırk kişidir. Yirmi ikisi Şam diyarmdadır ve on sekizi Irak memleketin dedir. Her ne zaman onlardan biri vefat etse Hak teâlâ hazretleri yerine başka bir kimseyi getirir.” Bâzı rivâyette otuz kişidir diye vârid olmuştur. İmâm-ı Ahmed ve Hilâl: “Halîlü’r-Rahmân gibi otuz kişi bu ümmetten hiç giderilmez. Onlardan biri vefat ettiği zaman Hak teâlâ hazretleri onun yerine başka bir eri geçirir,” diye nakletmişlerdir. Taberanî, Kebîr’inde şu ibareyle de getirmiştir: “Arz, onlar sebebiyle durur, arz ehli onlar sebebiyle yağmurlanırlar ve onlar sebebiyle nusret olunurlar.” Ebû Nuaym, Hilye’de, İbn-i Ömer (radıyallahü anh) hazretlerinden merfuan rivâyet etmiştir ki: “Benim ümmetimin seçkinleri, her çağda beş yüz kişidir. Abdallar kırk kişidir. işte ne o beş yüz eksilir, ne de o kırk eksilir. Her ne zaman onlardan biri vefat etse Hak teâlâ hazretleri onun yerine bir başkasını bedel kılar. Onlar arzın her yerinde olurlar,” buyrulmuştur. “Onlar arzın her yerinde olurlar” demekten murad, onların bir mekâna mahsus olmaları söz konusu değildir, demektir. Bu hususa ilişkin hadîs-i şerifler Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden nice yolla gelmiştir. Yine Hilye’de.Ebû Nuaym, Abdullah bin Mes’ud (radıyallahü anh) hazretlerinden merfuan rivâyet etmiştir ki: “Benim ümmetimden kırk kişi hiç giderilmez. Öyle kırk kişi ki, kalbleri İbrahim aleyhisselâm’m kalbi üzredir. Yâni kalbleri O’nun kalbi gibidir. Hak teâlâ hazretleri, onlar sebebiyle yeryüzü halkından belâları savar. Onlara abdâl denir. Bu mertebeye onlar, namazla yetişmediler, oruçla ve farz olan sadaka ile (zekâtla) yetişmediler. İbn-i Mes’ud dedi ki: — Ey Resûlâllah! Ya ne ile yetiştiler? Fahri Âlem hazretleri buyurdular ki: — Sehâ (cömertlik) ve müslümanlara nasihat ile yetiştiler,” diye buyurmuşlardır. Nasihat, müslümanları hayırlı şeylere ve iyi işlere irşât etmeğe derler. Mâruf-ı Kerhî buyurmuşlar ki: “Bir kimse her gün ‘Allahümme erham ümmeti Muhammedin — Allahım, Muhammed ümmetine ziyade rahmet eyle,’ dese Hak teâlâ hazretleri onu abdâllardan yazar.” Ama Hilye’de şöyle vâki olmuştur: “Bir kimse her gün on kere: “Allahım, Muhammed ümmetini ıslah et. Allahım, Muhammed ümmetini üzüntü ve darlıktan kurtarıp sevindir. Allahım, Muhammed ümmetine ziyade rahmet eyle,” dese Hak teâlâ hazretleri onu abdâllardan yazar.” Abdâlların alâmeti odur ki, onlardan evlâd gelmez, demişlerdir . Bir hadîs-i şerifte şöyle gelmiştir ki: “Ümmetimin abdalları o kimselerdir ki, onlar gerçekten hiç bir şeye aslâ lanet etmezler,” diye buyurmuştur. Demek ki, abdâl tâifesinin hasletleri, hiç bir şeye asla lânet etmemekmiş. Yezîd bin Hârun (Allah ona rahmet etsin): “Abdâllar, ilim ehlidir,” demiştir. İmâm-ı Ahmed (Allah ona rahmet etsin) ise: “Eğer hadîs ehli değillerse o halde kimlerdir?” diye buyurmuştur. Yâni “Abdâllar ilim ehli olunca ilim ehli içinde hadîs âlimleri olmaları gerekir,” diye buyurmuştur. Tarih'i Bağdad’da Hatîb, Ketâni’den rivâyet etmiştir ki: “Nukabâ üç yüz kişidir. Nücebâ yetmiş kişidir. Budelâ (abdâllar) kırk kişidir. Ahyâr yedi kişidir. Amed dört kişidir. Gavs bir kişidir. Nukabâ’nın meskeni (oturduğu yer) mağriptir. Nücebâ’nın meskeni Mısır’dır. Abdâl’ın meskeni Şam’dır. Ahyâr’ın belli bir meskeni yoktur. Onlar seyyahtırlar, yeryüzünde gezip dolaşırlar. Amed, arzın köşelerinde olurlar. Gavs’ın meskeni şerefli Mekke’dir. Her ne zaman insanların işlerinde umuma ait bir ihtiyaç olsa, meselâ yağmur lâzım olsa yahut yel gerekse önce Cenâb-ı Izzet’e ihtiyaç için Nukabâ (nakîbler, en yakın yardımcılar) yakarırlar. Ondan sonra Nücebâ (necîbler, temiz ve soylu kişiler) yakarırlar. Onlardan sonra Abdâllar, onlardan sonra Ahyâr (en hayırlı kişiler) ve onlardan sonra da Amed (amîdler, kalbi aşk ile yanan ve her kavmin ulusu olan kişiler) yakarırlar. Eğer duaları kabûl edilirse ne âlâ. Aksi halde Gavs yakarınaya başlar. Tâ kabûl edilinceye kadar dua ederler. Onun duası muhakkak kabûl olunur,” diye buyurmuşlar *. Bu ümmetin faziletlerinden biri de şudur ki, kabirlerine günahlariyle girerler ve istiğfar eden mü’minler mağfiret olunup (bağışlanına dileyen mü’minler bağışlanıp) günahsız çıkarlar. Hak teâlâ hazretleri onları günahtan temiz ve arınmış kılar. İmâm-ı Taberanî Evsafında Enes’den (radıyallahü anh) şu ibareyle rivâyet etmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri: “Benim ümmetim kendilerine rahmet olunmuş bir ümmettir. Onlar, kabirlerine günahlariyle girer, günahsız olarak çıkarlar. Bunlar, bağışlanına dileyerek günahtan yüz çevirmiş halis mü’minlerdir,” buyurmuşlardır. Biri de şudur ki, kabirlere diğer ümmetlerden sonra girerler ve hepsinden önce oradan çıkarlar. Ebû Nuaym’m rivâyetinde ibn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri: Ben, kendisi için yerin yarıldığı kimselerin ilkiyim ve ümmetim de ümmetlerin ilkidir. Bunu böbürlenmek için söylemiyorum,” buyurmuşlar. Biri de şudur ki, kıyamet gününde ümmetler, peygamberlerin tebliğlerini inkâr edecekler. Hak teâlâ hazretleri de, işin hakikatini en iyi bilici iken o münkirleri susturmak için peygamberlerden tebliğ ettiklerine dair şahit isteyecek. Onlar da Muhammed ümmetini şahit getirecekler. O ümmetler, bu ümmete: — Siz, bunların bize tebliğ ettiğini nereden biliyorsunuz? diyecekler. Bunlar da: — Hak teâlâ hazretleri, bize Kur’ân-ı azim’de haber vermiştir. Oradan biliyoruz, diyecekler. Bunun üzerine Fahr-i Âlem hazretlerini getirip ümmetinin hallerinden sual edecekler. Resûlüllah hazretleri, adaletlerine şahitlik edip onların doğruluğunu ortaya koyarak şahitliklarının kabûl edilebileceğini isbat edecektir. Kur’ân-ı azîm’de: “Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara şahit olasınız, Peygamber de size şahit olsun,” (Bakara sûresi: 2/143) buyurulması bu mânayı ifade eder. Biri de şudur ki, amellerinin yazılı olduğu belgeler sağ ellerine sunulacaktır. Biri de şudur ki, kendileri, bizzat ettikleri sa’yin sevabını buldukları gibi başkalarının kendileri için ettiklerinin de sevabını bulurlar. Meselâ bir kişi bir mü’min için oruç, hac ve gazâ ediverse sevabı ona vâsıl olur. Geçmiş ümmetlerde bu hal yoktu. Sadece her kişi ne amel ederse onun sevabını bulurdu. Bu kavi Ebû Cehil’in oğlu Ikrime’den nakledilmiştir. Ama Hak teâlâ hazretlerinin: “Ve en leyse lil-insâni illâ mâ seâ — Ve insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur,” (Necın sûresi: 53/39) diye buyurduğu âyet-i kerimeye gelince ki, bunun mânası, müfessirlerin buyurdukları üzere, “Bir kimse başkasinin günahı ile kınanınadığı gibi başkasinin fiiliyle de sevap kazanınaz,” demektir, bunun üzerinde âlimler birçok şekillerde cevaplar vermişlerdir . Bu cevaplardan biri şudur ki, bu âyet mensuhtur (hükmü kaldırılmıştır), dediler. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, “İman edenlere, imanda kendilerine tâbi olan zürriyetlerini de ilhak ederiz. Amellerinin mükâfatından bir şey eksiltmeyiz. Herkes kendi kazandığına rehindir,” (Tûr sûresi: 52/21) âyet-i kerîmesi bunu neshetmiştir. Zira bu âyet-i kerîme gereğince Hak teâlâ hazretleri, mü’minlerin zürriyetlerini, cennete girişte ve derecede onlara ilhak edecektir.Nitekim Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Hak teâlâ hazretleri, mü’minin zürriyetini mü’minin derecesine yükseltecektir. Her ne kadar zürriyetinin halleri kendinden daha aşağı derecede olsa da yine kendi derecesine çıkaracaktır. Tâ ki, mü’min sevinsin ve hoşnûd olsun,” diye buyurdu. Ondan sonra bu âyet-i kerîmeyi okudu. Bundan anlaşıldı ki, bir kimse başkaları sebebiyle kendi amelinin ecrinden daha fazla ecir ve fazilete mazhar olurmuş. Ayrıca, “Babalarınızdan ve oğullarınızdan hangisinin faydalı olmak bakımından size daha yakın olduğunu bilmezsiniz,” (Nisâ sûresi: 4/11) âyet-i kerîmesinin tefsirinde, “Hak teâlâ hazretleri, babaların oğullar ve oğulların babalar hakkında şefaatini kabûl eder,” diye buyurmuşlardır. İkinci cevap şudur: “O âyet-i kerîme’de buyurulan şey kâfirlere mahsustur. Mü’minler, başkalarının çalışmasından faydalanırlar,” demişlerdir. İmâm-ı Kurtubî: “Bu kavle hadîs-i şeriflerden çok nesne delâlet etmiştir. Mü’minlere başkasından sâdır olan sâlih amellerin sevabı vâsıl olur,” diye buyurmuştur. Sahih’de Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Bir kimse üzerinde oruç varken vefat etse, velisi onun için oruç tutsun. O borcu ondan savsın,” buyurmuşlar. Başkası için hac eden kimseye de: “Önce kendin için hac et, sonra başkası için hac et,” diye buyurmuştur. Hazret-i Âişe’den de (radıyallahü anhâ) rivâyet edilmiştir ki, kendi kardeşi Abdullah için itikâf etmiş ve köle âzâd etmiştir. Mûtâ’da Abdullah bin Bekir’den, o da halasından rivâyet etmiştir ki, halası, Küba mescidine yürüyerek gitmeği üzerine vacip etmişti. Bunu yerine getiremeden vefat etti. Sonradan Abdullah bin Abbâs fetva verdi ki, oğlu yürüyüp gitsin, onun için o işi yerine getirsin. Müfessirlerden bâzısı, “O âyette insandan murad Ebû Cehildir,” dediler. Bâzıları, “Ukbe bin Ebû Muayt’tır” dediler. Bâzıları da “Velid bin Muğîre’dir” dediler. Allah onlara lânet etsin. Bâzı âlimler de: “Bizim katımızda geçerli olanlardan murad haberlerdir. Bizim şeriatımız ise kişinin kendi çalışmasından ve başkasinin çalışmasından faydalandığına delâlet etmiştir,” dediler. Bâzıları dedi ki: “İnsan, hayra çalışmak ve güzel muamele etmek sebebiyle bâzı dostlar kazanır ve kendisine onlardan hayırlar yetişir. Vefat ettikten sonra onların sevabinin kendisine rücu etmesi yine kendi çalışmasından ötürü olur. Âyet-i kerîmenin mânası budur.” Bâzıları: “İnsandan murad, diri kimsedir, ölü olan değildir,” dediler. Yâni “Sağ olan kimseye ne yetişirse sadece kendi çalışmasından dolayı yetişir,” demek olur. Bu takdirde ölüye, başkasinin çalışmasından ötürü menfaat yetişmesi caiz olur. Keşşaf Sahibi: “İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur,” (K: 53/39) kavl-i şerifinin tefsirinde buyurmuştur ki: “Ölüden yana sadaka vermek ve hac etmek sahih haberde gelmedi mi? O halde bu âyet-i kerîmede böyle buyrulmasımn açıklaması nedir? dersen bunun iki şekilde cevabı vardır. Biri şudur: Vakta ki, başkasinin çalışması kişiye faydalı olmayıp ancak kendi çalışmasına dayandığı takdirde faydalı oldu ise, yâni kendi çalışması sağlam ve gerçek olduğu için faydasını elde etti ise başkasinin çalışması da kendi çalışması gibi kılındı demektir. Zira o, buna tâbidir ve bununla kaimdir. İkincisi şudur: Başka kimse, ameli kendi nefsi için işlese bunun kimseye faydası olmaz. Eğer başka kimse için niyet edip işlese onun vekili ve yerine geçen kimse gibi olur. Böylece amel, o kimseden sâbit olmuş gibi olur,” diye buyurdu. Doğru cevap şudur ki, daha önce zikrolunduğu üzre âyet-i kerîme hususî olanı umumileştirmiştir. Birinin sevap olan amelinin başkasına tecavüz etmemesi kâfire göredir. Mü’minlere göre değildir. Mü’minler birbirlerinin çalışmasından faydalanırlar. En doğrusunu Allah bilir. Âlimler, Kur’an okumanın sevabı ölüye ulaşır mı, ulaşmaz mı, diye ihtilâf etmişlerdir. Ekserisi ulaşmaz demişlerdir. Hanefî ve Şâfiî âlimlerinden çok kimse, ulaşır demişlerdir. İmâm-ı Ahmed de buna kail olmuştur. “Fakat kabir üzerinde okunınası bid’attir,” demiştir. İmâm-ı Ahmed’den rivâyet edilmiştir ki: “Her nesne ölüye ulaşır. Sadaka, namaz, hac, kırâet, zikrullah ve daha başka her ne varsa hepsi ruhuna yetişir,” diye buyurmuştur. Şeyh Şemseddin bin Kattânu’l-Askalâni: “Gerek akrabadan ve gerek yabancılardan olsun kırâet sevabı ölüye ulaşır. Doğrusu budur. Nitekim sadaka, dua ve istiğfar icma’ ile ulaşır,” diye buyurmuştur. “Kabir üzerinde Kur’an okumak için ücretli adam tutmak caizdir. Nitekim ezan için ve Kur’an öğretmek için ücretli adam tutmak da caizdir,” diye Kadı Hüseyin fetva vermiştir. “Ölü için dua etsinler, dua ulaşır. Kur’an okunınasından sonra dua, kabûl edilmeye daha yakındır ve bereketi de daha çoktur,” demişler. Biri de şudur ki, okuyup tamamladıktan sonra hâsıl olan sevabı ölüye bağışlamak gerek. Yoksa “Ölü için okuyorum” diye niyet edip başlasa ölüye ulaşmaz, demişlerdir. Zira sevabı, hâsıl olmadan önce vermiş olur. Ama okuduktan sonra bağışlayınca hâsıl olduktan sonra bağışlamış olur. Bu takdirde ulaşır, dediler. Ama kayıtsız şartsız olarak dua ölüye faydalı olur denilmesine bazıları itiraz edip “Dua kabûl edilmeye bağlıdır. Bu söz nasıl doğru düşer?” dediler. Bazıları da buna cevap verip: “Hak teâlâ hazretlerinin fazlinin ve rahmetinin genişliğine güvenilerek kayıtsız şartsız dua ölü için kabûl edilir demek mümkündür,” diye buyurdular. İmâm-ı Şâfiî buyurmuştur ki: “Bir kimse, ölü için sadaka verse Hak teâlâ hazretleri kadirdir ki, hem ölüye ecir ve sevap versin, hem de sadaka verene.” Bâzı âlimler de buyurmuşlardır ki: “Kişinin, babası ve anası niyetine sadaka vermesi müstehaptır. Zira Hak teâlâ hazretleri, sevabını hem onlara ulaştırır, hem de sadaka verene. Sevabı onlara ulaşmakla kendi ecrinden de bir şey eksilmez.” İdde Sahibi: “Bir kimse, hayatında bir pınar çıkarsa yahut bir kuyu kazsa yahut bir ağaç dikse veya bir mushaf vakfetse yahut öldükten sonra başka bir kimse onun ruhu için bunları ediverse sevabı ölüye ulaşır,” demiştir. İmâm-ı Nevevî ve Râfiî buyurmuşlardır ki:, “Bu zikrolunanlar sağ kimseden sâdır olursa câri sadakalardan olur. Ölümünden sonra da sevapları kendisine ulaşır. Nitekim haberde böyle gelmiştir. Hüküm sırf mushaf vakfına mahsus değildir. Belki her vakıfta hal budur. Bu kıyas, ölü için bayram kurbanı kesmenin caiz olmasını gerekli kılar. Zira o da sadakadan bir nevidir.” Fakat Tehzib’de şöyle yazılmıştır ki: “Bir kişi emretmeden onun için kurban kesmek caiz değildir. Ölü için kesmek de caiz değildir. Meğer ki, vasiyet etmiş olsun.” Ama Hazret-i Ali (Allah varlığını mübarek kılsın) Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin vefatından sonra O’nun için kurban keserdi, diye rivâyet etmişlerdir. Ebü’l-Abbâs Muhammed bin İshaku’s-Sirâc: “Fahr-i Kâinat Efendimiz için yetmiş kurban kestim,” diye buyurmuştur. Ama Kur’ân okuyup Resûlüllah Efendimize hediye etmek hususunda hiç bir haber ve eser malûm değildir. Zira bu hususu, büyük sahabeden hiç kimse nakletmemiştir. Bu sebeple bir topluluk onu inkâr etmiştir. Bâzıları da bunu bid’at gördüler. Zira Peygamber Efendimiz, ondan müstağnidir. Çünkü ümmetinden herhangi bir kişi hayırlı bir iş işlese o işin ecri Fahr-i Âlem hazretlerine hâsıl olur. Yine de o işi işleyenin ecrinden bir şey eksilmez, demiştir. İmâm-ı Şâfiî buyurmuştur ki: “Hiç bir hayır yoktur ki, Fahr-i Kâinat hazretlerinin ümmetinden bir kimse onu işlesin de Fahr-i Kâinat hazretleri ona bitişik olmasın. Ümmetinin işlediği her hayırda Fahr-i Kâinat hazretleri beraberdir.” Tahkîku’n-Nusre Sahibi bâzı muhakkiklerden nakledip der ki: “İslâm ehlinin hasenatinin ve salih amellerinin sevapları Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin sahifelerinde yazılıdır. O kadar kat kat fazlasiyle ki, katlarının sayısını ve sınırını Allah’dan başka kimse bilmez. Zira kıyâmete kadar gelen her mühtedi ve amel edici bir iş işlese şeyhine de onun bir misli ecir ve fazilet hâsıl olur. Şeyhinin şeyhine iki o kadar sevap hasıl olur. Üçüncü şeyhine dört o kadar ecir hasıl olur. Dördüncü şeyhine sekiz o kadar ecir hasıl olur. Bu üslûp üzere tâ Fahr-i Kâinat hazretlerine çıkıncaya kadar her mertebede sayısı katlanır. Önce gelenlerin sonra gelenlerden daha üstün tutulmasinin sebebi bundan anlaşıldı. Meselâ Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden sonra on mertebe bulunduğu farzedilse bu hesap üzre Fahr-i Âlem hazretlerine bin yirmi dört ecir hasıl olur. On bir mertebeye varan Fahr-i Âlem hazretlerinin ecri iki bin kırk sekiz adet olur. Sonsuza kadar bu hal üzre gider.” Yukarıda zikri geçen hususta müşkülât görenlere şöyle cevap verip demişlerdir ki: Fahr-i Kâinat hazretleri için Kur’an okuyan kimsenin O’na şeref fazlalığı ile dua etmesi, bütün şeref nevilerinde Fahr-i Âlem hazretlerinin mükemmel olduğu bilinirken, şu mânaya gelir ki, sanki dua eden kimse şöyle düşünür: Kendinin duasinin kabûlü, şeyhine ve muallimine (öğreticisine) kendinin ecri gibi ecir hasıl olup Fahr-i Âlem hazretlerine varıncaya kadar kat kat artarak ecirler hasıl olmasını kapsar. Bütün bunlardan sonra duanın faydası, dua edenin kendisine râci olur. Şu bakımdan ki, duanın kabûlünü şümûlü içine almıştır. Nitekim bir kimse Kâ’be’yi görüp “Allahım, bu evin şerefini ve yüceliğini arttır,” dese faydası dua eden kimsenin kendisine râcidir. Efendimiz hazretlerine salâvat vermek hususunda da böyle demişlerdir. İbn-i Hacer bunun benzerliğine işaret buyurmuştur. Kâinatın Efendisi Resûlüllah hazretlerine dua ile Kâ’be’ye duanın münasebeti, dua edenin duasinin kabûlünü gerektirici olmaları yönündendir. Farkları ise şu yöndendir ki, Resûlüllah hazretlerine kat kat hasenat hasıl olur. Kâ’be’ye hasıl olmaz. |