4 - 9 Şer’î Hükümleri Dilediğine Tahsis EderBiri de şudur ki, şer’i hükümlerden dilediği hükmü dilediği kimseye mahsus kılardı. Nitekim Huzeyme’nin şehadetini iki kişinin şehadeti yerine tutmuştu. Ebû Dâvud, Ammâre bin Huzeyme bin Sâbit’den, o da Resûlüllah’m ashâbmdan olan kendi amcasından şöyle rivâyet etmiştir: “Alemlerin hocası Resûlüllah hazretleri bir bedeviden bir at satın almıştı. Bedevi, Fahr-i Âlem hazretlerinin arkasına düşüp parasını almağa gidiyordu. Resûlüllah hazretleri de hızlı hızlı önde gidiyordu. Bedevi geride eğlendi. Halk başına üşüştüler, atı pazarlaşmağa başladılar. Resûlüllah hazretlerinin satın aldığını bilmiyorlardı. Bedevi ise daha fazlasına tamah edip başkasına satmak istedi. Onlar, Peygamber Efendimizin aldığı bahadan daha fazlasını vermişlerdi. Sonunda olup bitenlerden haberdar olan müşteriler çekildiler. Bedevi de, Fahr-i Âlem hazretlerine sattığını inkâr edip: — Sana sattığıma şahit getir, dedi. Halk, bedeviyi ayıplamaya başladılar: — Peygamber yalan mı söylüyor? Sen satmışsın! dediler. Bu esnada Huzeyme (radıyallahü anh) çıkıp geldi. Oradaki çekişmeyi işitti. Hemen: — Ben şehadet ederim ki, sen bu atı Resûlüllah’a sattın, dedi.” Ebû Davud’un bu hadîsinde zikredilmiştir ki, Fahr-i Kâinat hazretleri Huzeyme’nin şehadetini iki kişinin şehadeti yerine tuttu, dediler. Sahîh-i Buhârî’de de Zeyd bin Sâbit’in hadîsinde Resûlüllah Efendimiz’in Huzeyme’nin şehadetini iki kişinin şehadeti yerine tuttuğu zikredilmiştir. Peygamber Efendimizin Ummü Atıyye’ye niyâhat (ölü üzerine iyiliklerini sayıp dökerek ağlama) hususunda izin vermesi de bu babdandır. İmâm-ı Müslim, Ummü Atıyye’den rivâyet etmiştir ki: “Kadınlar hakkında: “Yübâyi’neke alâ en lâ yüşrikne billahi şey’en... ve lâ ya’sîneke fî ma’rûfin — Ey Peygamber! Mü’min kadınlar sana gelip hiç bir şeyi Allah’a ortak koşmamak... ve emredilen şeylerde sana karşı gelmemek hususlarında bîat ederlerse, onların bîatini kabûl et,” (Mümtehine sûresi: 60/12) âyet-i kerimesi nazil oldu. Niyâha, yâni ölü üzerine sağu etmek de âyet-i kerime gereğince terki lâzım gelen şeylerdendi. Ben: — Ya Resûlâllah! Niyâha için sadece Al-i Filân (filân aile) hakkında bana izin ver. Zira onlar cahiliyette beni mutlu etmişlerdi; benim de şimdi onları mutlu etmem lâzım, dedim. Bunun üzerine Resûlüllah hazretleri: — İllâ âl-i filân (sadece filân aile için), diye buyurdu.” Yâni hususî olarak bir tâife için izin verdi demektir. İmâm-ı Nevevî: “Bu söz, Ummü Atiyye’ye hâssaten adı geçen kavm için izin vermeye hamledilmiştir. Şeriat koyucu için dilediği şeyi umumdan hususiye çevirmek vardır,” diye buyurdu. Peygamber Efendimiz hazretlerinin, Esmâ binti Umeys’e ihdâd’m terki için izin buyurması da bu babdandır. Ihdâd’m mânası: Kocası vefat eden ve kocası kendisini boşayan kadınların iddeti içinde ziyneti terketmesidir. Yâni giyinip donanınak, kına yakinınak, sürme çekinmek, zaruret olmadıkça misk, amber vesair hoş kokulu nesneler taşımak ve sürünmek onlara caiz değildir. Iddet çıkıncaya dek bu zikrolunan nesnelerden sakininak lâzımdır. Ama Ca’fer bin Ebî Tâlib şehid olduğunda karısı Esmâ binti Umeys’e Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri: — Üç gün matem elbiseni giy de ondan sonra ne istersen eyle, diye buyurdu. Ebû Bürde bin Niyâr’m kurbanı da Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin hususî olarak izin verdiği şeyler babındandır. Berâ’ bin Azib’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: “Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, kurban bayramı günü bize hutbe buyurup: “Kim bayram namazımızı kılar ve kurbanımızı keserse o kişi sünneti yerine getirmiştir. Kim, kurbanı, bayram namazından önce keserse, o kurban değildir, et koyunudur,” diye buyurdu. Ebû Bürde bu sözü işitince yerinden kalktı: — Ya Resûlâllah! Ben, namaza çıkmadan önce kurbanımı kestim. Bugün yemek içmek günü olduğunu düşünerek acele edip böyle yaptım. Kendim yediğim gibi çoluk çocuğuma ve komşularıma da yedirdim, dedi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri: — Kurban yerine geçmez. O ettiğin et koyunudur, dedi. Bunun üzerine Ebû Bürde: — Benim yanımda bir dişi oğlak vardır ki, iki koyundan yeğdir. O oğlak benden yana kurban yerine geçer mi? diye sordu. Ebû Bürde’nin sorusunda geçen teczî kelimesi, vezince ve mânaca takzî demektir ki, “Benden yana kurbanı kazâ eder mi?” yâni kurban yerine geçer mi, demek olur, dediler. Ebû Bürde (radıyallahü anh) böyle deyince Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri: — “Neam, ve len teczî an ehadün ba’deke — Evet, senden kurban yerine geçer. Ama senden sonra bir kimse için geçmez,” diye buyurdu . Hâsılı keçi kısmından kurban câiz değilken cevazı Ebû Bürde’ye mahsus kılındı. Beyhakî’nin rivâyetinde Ukbe bin Âmir’den de oğlak kurbanı makbul olmuştur, diye varid olmuştur. Ebû Bürde’ye mahsus değildir, diye hadîs âlimleri söz etmişlerdir. Her ne kadar Ukbe’nin hadîsi de Beyhakî katında sahih mahreçli ise de Ebû Bürde’nin hadîsi daha sahih mahreçli olan hadîslerdendir, dediler. Bir topluluğun kavlinde gelen mürsel hadîste Peygamber Efendimizin, Kur’an ehlinden bir kimseye bir hatun alıverip Kur’an’dan bir sûreyi mehir yerine itibar etmesi de bu hususî izin verme babmdandır. Ebû Nu’man El-Ezdî’den rivâyet edilmiştir ki, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, bir hatunu Kur’an’dan bir sûre üzre bir kimseye tezvic edip: — “Lâ yekûne li-ehadi ba’deke mehren — Bu, senden sonra kimseye mehir olmaz,” demiştir. Peygamber Efendimize mahsus olan hallerden biri de şudur ki, hummalı (ateşli) olduğu zaman ecrinin kat kat olması için iki kişinin humması kadar humma ârız olurdu. Biri de şudur ki, Allah’ın sevgilisi ve peygamberlerin en itibarlısı olan Efendimiz hazretleri hasta iken hâlini sormağa üç gün Cebrâil aleyhisselâm gönderilmişti. Biri de şudur ki, vefat ettiklerinde üç gün halk bölük bölük gelip üzerine namaz kıldılar. Imamsız ve cenaze duasız cenaze namazını kıldılar. Üç gün defnetmediler ve ayrıca şerefli kabrinin içine kadife döşediler. Uç gün defnolunınamak ve kabri içine kadife döşenmek O’na mahsustu. Başkalarına caiz değildir. Nitekim tafsilâtı inşâallah aşağıda gelecektir. Cesedi ÇürümezBiri de şudur ki, şerefli cesedi aslâ çürümez. Peygamberler hep böyledir. Ebû Davud’un rivâyetinde: — “El-arzu lâ te’külü ecsâdü’l-enbiyâ — Toprak, peygamberlerin cesedlerini yemez,” buyrulmuştur. Biri de şudur ki, O’ndan miras alınınazdı. Diğer peygamberlerin de mallan vârislerine geçmezdi. Bunun izah şeklinde bâzılan, “Mülkü üzerinde bâkidir. Yâni onlar ölmezler. Onun için onların mirası olmaz,” dediler. Bâzılan da “Sadaka olur, onun için miras olmaz,” dediler. İmâm-ı Nevevî, Ravzâ’nın ilâvesinde: “Doğrusu, mülkünün zail olup müslümanlara sadaka olduğuna hükmolunınasıdır,” dedi. Bu takdirde Resûlüllah Efendimizin bütün malını fukaraya vasiyet etmesi caizdi. Ama başkalarının üçte birden fazlasını vasiyet etmesi caiz değildir. Diğer peygamberlerin de mallarının miras olmadığına delil şudur ki, Peygamber Efendimiz hazretleri Nesâi’nin rivâyetinde: — Hiç şüphesiz peygamberler zümresi miras bırakmazlar,” diye buyurmuştur. Bunun gereği, bütün peygamberlerin mallarının kimseye miras olmamasıdır. Bu takdirde Kur’ân-ı azîm’de: “Ve verise süleymânü dâvude — Ve Süleyman Davud’a mirasçı oldu,” (Nemi suresi: 27/16) buyrulmasmdan ve ayrıca: “Rabbi heblî min ledünke veliyyen yerisünî — Rabbim, bana, kendi katından bir veli (dost) lütfet ki, bana mirasçı olsun,” (Meryem sûresi: 19/5-6) buyrulmasmdan ne anlamak gerekir? diye sorulursa buna şöyle cevap verilir: — Âyet-i kerimelerde geçen mirasçılıktan murad, ilim ve peygamberliğin tevarüsüdür, yoksa mal ve mülkün tevarüsü değildir. Kabrinde DiridirBiri de şudur ki, Peygamber Efendimiz, şerefli kabrinde hayat (dirilik) üzredir. Diğer peygamberler de böyledirler. Bazılarının kavlince kabrinde ezan ve kametle namaz kılar. İbn-i Zebâle ve tbn-i Neccâr hikâye etmişlerdir ki, Haccâc bin Yusuf’un Medine’ye vardığı, eyyâm-ı harre (sıcak günler) denilen fitne zamanında üç gün Medine’de ezan terkolundu. Halk, şehirden dışarı çıkmışlardı. Saîd bin Müseyyeb (radıyallahü anh) Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mescidinde idi. O anlattı: “Bana korku ve ürküntü geldi de şerefli kabrin yanına vardım. Öğle zamanı olduğu gibi şerefli kabirde ezan okundu. Sonra öğle namazını kıldım. Ondan sonra üç gece tamam oluncaya kadar her namaz vaktinde şerefli kabrinde ezan okunup kamet olundu. Sonradan halk şehre gelip müezzinler ezan okumağa başladılar. Ezanlarını, şerefli kabirden işittiğim gibi işittim,” diye buyurdu. Şerefli muradı, “Şeksiz ve şüphesiz, müezzinlerin ezanı nasıl işitilirse öyle işitilirdi,” demektir. Bu da sâbittir ki, peygamberler, hac ederler ve “lebbeyk” derler. Eğer sual olunup: — Nasıl hac ederler ve nasıl “Lebbeyk” derler? Halbuki onlar ölüdürler. Âhiret yurdu ise teklif yurdu değildir. O halde namaz ve haccın aslı nedir? denirse cevabı şudur: — Onlar şehidler gibidir. Belki onlardan da üstündürler. Şehidler ise Hak teâlâ hazretleri katında diridirler, rızıkları verilir. O halde hac etmek ve namaz kılmak, ihtimal ve imkândan uzak olmaz. Yahut şöyle denir: — Berzah âleminde ki, ölümleri gününden kıyamet gününe varıncaya kadar olan zamandır, o zamanda onlara amel çokluğu, ecir ve sevap fazlalığı için dünya hükmü verilir. Âhirette kesilen tekliftir, amel değildir. Amelin hoşa giderek hasıl olması, zorluk duyarak olmaması mümkündür. Onun içindir ki, Kur’an okurlar ve tesbih ederler. Fahr-i Âlem hazretlerinin şefaat zamanında secdeye varınası da bu kısımdandır. Eğer sual olunup: — Nasıl onlara hayat (dirilik) isbat olunur ki, Kur’ân-ı azîm, Fahr-i Âlem Hazretlerinin ölümünü bildirip: “Inneke meyyittin ve innehüm meyyitûne — Sen de ölüsün, onlar da ölüler,” (Zümer sûresi: 39/30) buyurmuş ve hadîs-i şerifte de: “Innî makbuzun — Ben kabz olunmuşum,” diye vârid olmuştur? Bunlar, Fahr-i Kâinat hazretlerinin ölü ve şerefli ruhunun kabzolunmuş olduğuna delildir. Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk de: “Inne muhammeden kad mâte — Şüphesiz Muhammed ölmüştür,” demiştir. Müslümanlar da Fahr-i Âlem hazretlerine ölü demekte birleşmişlerdir. Bütün bunlardan sonra diridir demek nasıl doğru düşer? denirse Şeyh Takiyyüddin Sübkî cevap verip buyurmuştur ki: — O ölüm müstemir (sürekli) değildi. Gerçi vefat ettiler, fakat sonradan yine hayat verildi. Onun içindir ki, arkalarında bıraktıkları, mirasçılarına intikal etmedi. Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh), ehline ve hizmetçilerine ondan nafaka verirdi. Mal ve mülkün intikali, sürekli ölüm şartına bağlıdır. Yâni hemen ölüp gidip kıyamete değin hayat bulmayanların mal ve mülkü mirasçılara intikal eder. Yoksa bunlarmki etmez. Sonra gelen hayat uhrevî hayattır. Şüphe yoktur ki, bu hayat, başka hayattan daha tam ve daha mükemmeldir. Bu hayatın ruha ait olduğu sabittir. Hiç bir güçlük olmaksızın şu da sabittir ki, peygamberlerin bedenleri çürümez. Sahih hadîste diğer ölülerin ruhlarının bedenlerine geri döndüğü de sabittir. Nerde kaldı ki, şehitler ve nerde kaldı ki, peygamberler bu derecede olmasın?.. Bu mertebelerde şüphe yoktur. Sadece söz şundadır ki, ruh bedene geri döndükten sonra devamlılık ve süreklilik üzre bedende durur mu? Beden, onunla dünyadaki durumu üzre sağ olur mu? Yoksa ruh, Hak teâlâ hazretlerinin dilediği yerde durup beden, ruhsuz olarak hayat bulur mu? Bu mâna, yâni ruhsuz sağ olmak, Hak teâlâ Hazretinin kudretinden uzak değildir. Bedende bir hal yaratması ve onunla bedenden bazı fiillerin sâdır olması mümkündür. Akıl, bu mertebeyi uygun görür. Şöyle ki, işitme yolu ile gelen gerçek deliller de olabilir; ona uymak lâzım olur. Halbuki âlimlerden bir topluluk bu mânayı zikretmişlerdir. Mûsâ aleyhisselâm’m kabrinde namaz kılması buna şahittir. Zira namaz, sağ beden ister. Miraç gecesinde peygamberlerden sâdır olan sıfatın hepsi cisimlerin sıfatıdır. Bu hayatın hakikî hayat olmasından bedenin dünyadaki gibi ruh ile beraber olması lâzım gelmez ki, yemeye ve içmeye muhtaç olsun, diğer geçim zaruretleri ne ise onları gerekli kılsın. Belki başka bir hal üzre olur. Bu hususî dirilik tarzinin kendine mahsus bir hükmü de olur. Velhasıl onlara bu tür bir dirilik isbâtmdan akıl kaçınınaz. Ama bilme ve işitme türünden idrâklerin onlara ve diğer ölülere sâbit olduğunda şüphe yoktur. Şeyh Zeynüddin El-Merağî, bunu hikâye edip: “Ama bu, her kişiye nasip olmaz; çok az bulunur,” demiştir. Biri de şudur ki, şerefli kabrinde bir melek durup ümmetinin ettikleri salâvatı Resûlüllah Efendimiz hazretlerine sunar. İmâm-ı Ahmed, Nesâî ve Hâkim bunu rivâyet etmişlerdir. Hâkim, şu ibare ile tashih etmiştir: “Gerçekten Allah’ın yeryüzünde seyahat eden melekleri vardır. Ümmetimin selâmını bana yetiştirirler,” diye buyurmuşlardır. Isfahânî’nin rivâyetinde Ammâre’den şöyle rivâyet edilmiştir ki: “İnne lillâhi meleken a’tâhu sem’al-ibâdi küllihim femâ min ehadin yüsalli aleyye illâ bellâğtühâ — Gerçekten Allah’ın bir meleği vardır. Allah, bütün kullarının sözlerini işitmeyi o meleğe vermiştir. Yâni ona öyle bir işitme kuvveti vermiştir ki, her kişi ne derse o işitir. Bir kimse bana salât edip de o meleğin onun salâtmı bana getirmemesi mümkün değildir,” diye buyrulmuştur. Ümmetinin amelleri de Peygamber Efendimiz hazretlerine sunulur ve onlar için istiğfar eder. Abdullah bin Mübârek Saîd bin Müseyyeb (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet eder ki: “Hiç bir gün yoktur ki, gece gündüz Resûlüllah Efendimiz hazretlerine ümmetinin amelleri arz olunınasın. Peygamber Efendimiz hazretleri, onları, simâları ve amelleri ile bilir,” diye buyurdu. O halde her kişiye, bu durumu düşünüp ona göre amel işlemek gereklidir. Biri de şudur ki, Peygamber Efendimiz hazretlerinin şerefli minberi havuzunun üstündedir. Bir rivâyette Peygamber Efendimizin minberi cennet tür’alarından birinin üzerindedir. Tür’a diye aslında yüksek yerde olan bahçeye derler. Düz yerde olunca ona ravza derler. Alimlerden hiç kimse, bunun zahirî üzre olduğuna aykırı bir söz söylemedi. Bu haktır, mahsûs (hissedilir, aşikâr) ve mevcuttur. Zira Allah’ın kudretine elverişlidir. Zira onda aslâ acz yoktur. Muhbir-i sâdık’m (doğru habercinin) haber verdiği her şeye îman etmek gereklidir, dediler. Biri de şudur ki, minberiyle şerefli kabrinin arası cennet bahçelerinden bir balıçedir. Bu sözün hakikat ve mecaz olması muhtemeldir. Hakikat olmasinin açıklama şekli şudur: Resûlüllah Efendimiz haber vermiştir. O aralığın cennet yerinden bir parça olması mümkündür. Hacer-i Esved cennet taşlarından bir parça olduğu gibi bu da cennet toprağından bir parça olabilir. Bunun gibi Nil ve Fırat ırmakları da cennet ırmaklarmdandır. Hindistan meyveleri de Hazret-i Âdem’in cennetten çıkardığı yapraktandır. Hak teâlâ hazretlerinin hikmeti gereğince cennetin taşından, toprağından, suyundan ve meyvesinden dünyada olması caizdir. Mecaz olmasına gelince bunun açıklama şekli de şudur: Müsebbibin ismini sebebe vermek yoliyle mecaz yapılmıştır. Yâni o şerefli yerde ibadet etmek cennete girmeğe sebep olduğu için kısaca oraya cennet bahçesi denilmiş olabilir. İbn-i Ebî Cemre böyle demiştir. Bâzıları “Orada ibâdet etmenin mânası ibadet edenin cennete girmesi olduğu için oraya cennet bahçesi denildi,” demişlerdir ki, bu da İbn-i Ebi Cemre’nin dediği sözdür. Yine Behçetü’n-Nüfûs adlı kitabında bir kavil hikâye etmiştir ki, “O yer ayniyle cennete naklolunur ve cennet bahçelerinden bir bahçe olur,” demişlerdir. Kendi der ki: “En açık olanı, bu iki kavlin arasını bulup ikisini birleştirerek şöyle demektir: Orada ibadet cennetin sebebi olduğu için o yerin cennet bahçesi olması ve o yerin ayniyle cennete naklolunınası dolayısiyle oraya cennet bahçesi denilmesi, bunun ikisi de vâkidir. Aralarında zıtlık yoktur.” Daha fazla tafsilât, inşâallah son bölümde gelecektir. Biri de şudur ki, Peygamber Efendimizin kabri herkesin kabrinden önce şak olacaktır. İmâm-ı Müslim’in rivâyetinde: “Toprağı yarıp çıkanların ilki benim,” diye varid olmuştur. Sûrun üflenmesinde yıldırım yetişenlerin (çarpılanların), yâni aklı başından gidip kendinden geçenlerin ilk iyileşeni âlemlerin hocası Resûlüllah Efendimiz hazretleri olacaktır. Nitekim Sahîh-i Buhârî’de Ebû Hüreyre’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri: “Ben, sûr çalındıktan sonra başını kaldıranların ilki olacağım. O zaman birden Mûsâ aleyhisselâm’ı Arş’ın ayaklarından birine yapışmış görürüm. Benden evvel mi kalktı, yoksa Tûr dağında vâki olan yıldırım yetip sûrun üflenmesindeki yıldırım ona erişmedi mi, bilemem,” diye buyurmuştur. Yine Peygamber Efendimiz Sırat’ı herkesten evvel geçecektir. İmâm Buhârî, Ebû Hüreyre’den böyle rivâyet etmiştir. Ayrıca kabrinden kalktığı zaman yetmiş bin meleğin arasında çıkacaktır. Nitekim Kâ’bu’l-Ahbâr’dan (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: “Her sabah yetmiş bin melek inerler de Peygamber Efendimizin şerefli kabrinin etrafını çevirirler. Ta akşam oluncaya kadar kanat vurup dönerler. Ondan sonra ilk melekler göğe çıkar, yetmiş bin melek daha iner. Ta Peygamber Efendimizin şerefli kabri yarılıp, çıkıncaya kadar bu hal üzre olurlar. Kabrinden kalktığı zaman yetmiş bin melek arasında çıkar. Melekler onu tâzim ve tekrim ederler,” diye buyurmuştur. İmâm-ı Buhârî, Medine Tarihi’nde böylece rivâyet etti. Yine Peygamber Efendimiz, buraka binip haşir yerine varacaktır. Taberfnin naklettiği üzre Hâfız Silefî böyle rivâyet etmiştir. Peygamber Efendimiz Haşir yerinde cennet hüllelerinin (giysilerinin) en şereflisini giyeceklerdir. Beyhakt’nin rivâyetinde: “Bana bir hülle giydirirler ki, beşer ona kıymet biçemez,” demişlerdir. Kâ’b bin Mâlik’den (radıyallahü anh) şu lâfızla rivâyet olunmuştur: “Kıyamet günü insanlar haşrolunacaktır. Ben ümmetimle beraber bir tepenin üstünde olacağım. Rabbim bana yeşil bir hülle giydirecektir,” diye buyurmuşlar. İmâm-ı Taberanî böyle rivâyet etmiştir. İbn-i Ebî Şeybe’nin naklinde: “İnsanlar bir tepenin üstünde ve benim ümmetim de bir tepenin üstünde haşrolunur (toplanır)” diye gelmiştir. Bir rivâyette: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri, ümmeti ile diğer insanların üzerinde yüksek bir tepe üstünde haşrolunur (toplanır), diye buyurmuşlardır. İbn-i Mes’ud’un (radıyallahü anh) Resûlüllah hazretlerinden rivâyet ettiği üzere Resûlüllah Efendimiz Arş’m sağ yanında duracaktır. O’ndan başka kimse orada durmayıp önce ve sonra gelenler gıpta ederek: “Nolaydı, biz de orada dursaydık!” diyeceklerdir. Biri de şudur ki, Resûlüllah Efendimize Makam-ı Mahmûd (övülen kişi olma makamı) verilecektir, tınam-ı Beğavî der ki: “Makam-ı Mahmud’un mânası, Mücâhid’in kavlince, Arş üstüne otursa gerektir, demektir. Abdullah bin Selâm’m kavlince, Kürsü üzerine otursa gerek, demektir.” Daha fazla tafsilâtı inşâallah aşağıda gelecektir. Biri de şudur ki, Hak teâlâ hazretleri kıyamet günündeki bekleme yerinde orada bulunanlar arasında üstünlükleri hükme bağladığında Peygamber Efendimiz hazretlerine en büyük şefaat hakkı verilmiştir. Bütün insanlar diğer peygamberlerden sonra Fahr-i Âlem hazretlerine sığındıkları zaman şefaat O’na mahsustur. Bir kavmi hesabına bakılmaksızın cennete koymak şefaati O’na mahsustur. Ayrıca cennette bir taifenin derecelerini yükseltmek için şefaat edecektir. Bu mertebeler başka peygamberlere müyesser değildin Bunun da tafsilâtı son bölümde inşâallah gelecektir. Biri de şudur ki, kıyamet günü Livâ-i Hamd (Övgü Bayrağı) sahibi olacaktır. İmâm-ı Müslim’in (Allah ona rahmet etsin) naklinde geçtiğine göre Hazret-i Âdem ve ondan sonra gelenler hep O’nun bayrağı altında olacaklardır. Ayrıca cennet kapısını ilk açtıran O Hazret’tir. Nitekim İmâm-ı Müslim’in naklinde Enes hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Ben, kıyamet günü insanların en çoğunun kendisine tâbi olduğu kimseyim ve cennet kapısını ilk açtıran da benim,” buyurmuştur. Yine Müslim’in naklinde Enes hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Kıyamet günü cennet kapısına gelirim ve kapıyı açtırmak isterim. Cennetin kapıcısı: — Sana açmak için emrolundum. Senden önce hiç kimse için açmam, der,” buyrulmuştur. Taberanî’nin rivâyetinde şu da varid olmuştur ki, cennetin kapıcısı: “Ve lâ ekumi li-ehadin ba’deke — Senden sonra hiç kimseye de kalkmam,” der. Bu da Resûlüllah Efendimizin hususiyetlerinden başka bir şeydir ki, cennetin kapıcısı Rıdvân aleyhisselâm o Hazret’ten başka kimseye kalkmaz ve herkesten evvel cennete o girip mü’minlerin fakirleri de O’nunla beraber girecektir: Tirmizî’nin rivâyetinde gelmiştir ki: “Cennet kapısinin halkasını ilk hareket ettiren benim. Allah onu benim için açtı ve mü’minlerin fakirleri ile beraber oraya girdik. Bunu böbürlenmek için söylemiyorum,” diye buyurmuştur. Allah, bizi de Efendimiz Muhammed Mustafa’nın şefaatinin rahmet ve bereketleriyle rızıklandırsm. Biri de şudur ki, Kevser ırmağı Resûlüllah Efendimizin havuzuna akacaktır. Aktığı yerler inci ve yakutla bezenmiş olacaktır. Suyu baldan leziz ve kardan ak olsa gerektir. Bu da O’na mahsus olan faziletler cümlesindendir. Biri de Vesîle’dir ki, cennette olan derecelerin en yücesidir. Resûlüllah Efendimiz hazretlerine mahsustur. |