Geri

   

 

 

İleri

 

4. Kısım

4 - 8   Peygamberimize Mahsus Fazilet ve Kerametler

Peygamber Efendimiz hazretlerine tahsis edilmiş olan üstünlükler ve bağışlar cümlesinden biri, yaratılış bakımından bütün peygamberlerden önce olmasıdır. Nitekim kitabın başlarında geçmiştir. Hazret-i Âdem, ruh ile ceset arasında iken Kâinatın Efendisi’ne peygamberlik verilmişti. Bu da daha önce zikrolunmuştur. Ahd ve misak (söz, taahhüt ve and) alınanların ilkidir. “Elestü birabbiküm — Ben sizin Rabbiniz miyim?” buyrulduğu gün “Evet” diyenlerin evveli Resûlüllah Efendimiz hazretleri idi.

Biri de şudur ki, Âdem ve bütün yaratıklar, O’nun sebebiyle halkolunmuşlardır. Beyhakî ve başkaları böyle rivâyet etmişlerdir.

Biri de, İbn-i Asâkir’in Kâ’bü’l-Ahbâr’dan rivâyet ettiği üzre, Arş, gökler ve cennetler üzerine şerefli ismi yazılmıştır.

Biri de şudur ki, Hak teâlâ hazretleri bütün peygamberlerden Fahr-i Âlem Hazretlerine îman getirmek için misak (and) almıştı. Kur’ân-ı azîm’de: “Ve iz ehazallahü mîsâkan-nebiyyîne lemâ âteytüküm min kitabin ve hikmetin sümme câeküm resûlün musaddikun limâ meaküm le-tü’minünne bihi ve le-tensurünnehu — Allah peygamberlerden şöyle mîsâk (and, söz) almıştı: Size kitap ve hikmet verildikten sonra yanınızda bulunanı (kitap ve hikmeti) tasdik edici bir peygamber geldiğinde ona mutlaka îman edeceğinize ve ona mutlaka yardım edeceğinize söz veriyor musunuz?” (Âl-i Imrân sûresi: 3/81) buyurması bu mânadadır.

Ali bin Ebî Tâlib (kerremallahü veçhe) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Hak teâlâ hazretleri, Âdem aleyhisselâm’dan Resûlüllah Efendimiz hazretlerine gelinceye değin ne kadar peygamber gönderdiyse hepsinden ahd ve mîsâk almıştır ki, kendi hayatlarında Fahr-i Kâinat hazretleri peygamber olarak gönderilecek olursa O’na îman getirip yardım edecekler ve ümmetlerinden de böyle edeceklerine dair mîsâk alacaklar,” diye buyurmuştur.

Biri de şudur ki, geçmiş kitaplarda O’nun tefsiri vâki olmuştur. Nitekim beyanı, inşâallah ileride gelecektir.

Biri de şudur ki, tâ Hazret-i Âdem aleyhisselâm’dan beri onun temiz nesebinde bir sifâh (zina) vâki olmamıştır. Yâni bütün babalarında ve analarında zinâ vâki olmamıştır. Doğumları ve nesilden nesle çoğalmaları hep nikâhla olmuştur, demektir. Yahut bu kelime sefh-i dem’den (kan akıtmak’tan) olabilir. Bu takdirde mâna, “Haksız yere kan dökücü kimse O’nun nesebinden gelmemiştir,” demek olur. Beyhakî, Taberanî ve Ebû Nuaym böyle rivâyet buyurmuşlardır.

Biri de şudur ki, doğduğu zaman göbeği kesilmiş ve sünnet olmuş olarak doğdu. Temiz, lekesiz ve kutsal olarak vücuda geldi.

Biri de şudur ki, doğduğu an şehadet parınağını kaldırıp secdeye vardı. Ebû Nuaym’ın rivâyetinde İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden böyle rivâyet edilmiştir. Annesi, kendinden bir nur çıkıp ziyasının Şam köşklerine düştüğünü müşahede etmiştir. Melekler Fahr-i Âlem hazretlerinin beşiğini sallardı. Beşikte iken ona Ay konuşmuştur; işaret ettiği yere meyletmiştir. İbn-i Tuğrul (Allah ona rahmet etsin) böyle rivâyet etmiştir. İmâm-ı Vakıdî ve İbn-i Seba’m rivâyetlerinde: “Beşikte iken konuşmuştur. Ama bu hususu kendilerine mahsus kerametler kısmında getirmenin sebebi açık değildir. Zira bu hal Hazret-i İsâ aleyhisselâm’a da vâki olmuştur,” demişlerdir.

Biri de sıcak zamanda üzerine bulutun gölge salması Resûlüllah Efendimiz Hazretlerine mahsus kerametlerdendir. Ebû Nuaym ve Beyhakî rivâyet etmişlerdir. Aynı zamanda köklü ağaç yerinden ayrılıp Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerine geldiği zaman gölgesi O’nun tarafına döndü.

Biri de şudur ki, mübarek sinesi yarıldı. Bunu İmâm-ı Müslim ve başkası da rivâyet etmiştir. Vahyin başlangıcında da Cebrâil aleyhisselâm kendilerini üç kere sıkıca tutup sıkmıştır. Bâzıları bunu da O’na mahsus hasletlerden saymışlardır. İbn-i Hacer: “Vahyin başlangıcında peygamberlerden herhangi birine böyle bir şeyin olduğu nakledilmiş değildir,” demiştir.

Biri de şudur ki, Hak teâlâ hazretleri, Kur’ân-ı azîm’de şerefli uzuvlarını zikretmiştir.

“Nezzele bihi’r-ruhu’l-emînü, alâ kalbike — Onu senin kalbine Emîn Ruh (Cebrâil) indirdi,” (Şuarâ sûresi: 42/193-ı94) buyurduğu yerde şerefli kalbini zikretmiştir.

“Feinnemâ yessernâhü bilisânike — Biz onu (Kur’anı) senin lisanınla kolaylaştırdık,” (K: 19/97) buyurduğu yerde şerefli lisanını zikretmiştir.

“Mâ zâğa’l-basaru ve mâ tağâ — Gözü eğilmedi ve sınırı aşmadı,” (Necın sûresi: 53/17) buyurduğunda mübarek gözünü zikretmiştir.

“Kad nerâ tekallübe vechike fissemâi — Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilip durduğunu görüyoruz,” (Bakara sûresi: 2/144) buyurduğunda mübarek yüzünü zikretmiştir.

“Ve lâ tec’al yedeke mağlûleten ilâ unukıke — Elini boynuna bağlama,”

(İsrâ sûresi: 17/29) buyrulduğunda mübarek elini ve mübarek boynunu zikretmiştir.

“Elem neşrah leke sadreke, ve veda’nâ anke vizreke, ellezî enkada zahreke — Biz senin göğsünü açıp sana genişlik vermedik mi ve sırtını çatırdatan yükü senin üzerinden atmadık mı?” (İnşirah sûresi: 94/1-3) buyrulduğunda mübarek göğsü ile mübarek sırtını zikretmiştir.

Aynı zamanda Peygamber Efendimizin şerefli ismi, Hak teâlâ hazretlerinin Mahmûd (kendisine hamdedilen) isminden çıkmıştır re Ahmed ismi ile isimlendirilmiştir. Ondan önce hiç kimse bu isimle isimlendirilmemiştir. İmâm-ı Müslim böyle rivâyet etmiştir. Ali (Kerremallahü veçhe) rivâyet etmiştir ki, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri: “Bana dört şey verildi, benden önce hiç kimseye verilmemişti,” buyurmuşlar, üçünü zikrettikten sonra “Ve Ahmed diye isimlendirildim,” demişler. Maksat o üçünün ne olduğuna ilişkin olmadığı için onları burada zikretmemişlerdir.

Biri de şudur ki, aç yatıp tok kalkardı. Hak teâlâ hazretleri, O’na cennetten yiyecek ve içecek yedirip içirirdi.

Biri de şudur ki, önünden nasıl görürse arkasından da öyle görürdü. Bunu İmâmı Müslim rivâyet etmiştir.

Biri de şudur ki, gündüz aydınlığında nasıl görürse gece karanlığında da öyle görürdü. İmâm-ı Beyhakî böyle rivâyet etmiştir.

Biri de şudur ki, mübarek koltuğunda kıl bitmemişti, rengi bozulmuş değildi ve kokusu miskden daha güzeldi, demişlerdir. Buna ilişkin sözler daha önce geçmişti.

Biri de şudur ki, mübarek sesi ve işitmesi başkalarının sesinin ve işitmesinin yetişemediği yere ulaşırdı. Aynı zamanda mübarek gözleri uyur, fakat şerefli kalbi uyumazdı. İmâm-ı Buhârî böyle rivâyet etmiştir.

Biri de şudur ki, Peygamber Efendimiz hazretlerinin asla esnediği olmamıştır. İbn-i Ebî Şeybe ve İmâm-ı Buhârî Tarih’inde Yezid bin Esam’m mürselinden rivâyet etmişlerdir ki: “Peygamber Efendimiz hazretleri esnemedi,” buyurmuşlardır. Hitâbî (Allah ona rahmet etsin) Mesleme bin Abdülmelik bin Mervan yolundan rivâyet etmiştir ki: “Hiç bir peygamber esnemedi,” diye buyurmuşlar. Bu takdirde esnememek, sırf Peygamberimize mahsus hasletlerden olmaz. İmâm-ı Buhârî’nin rivâyetinde: “Hiç şüphesiz esnemek şeytandandır,” diye gelmiştir. Peygamberlerden esnemenin vâki olmadığını bu hadis-i şerif te’yid edicidir, dediler.

Biri de şudur ki, asla ihtilâm olmamıştır. Diğer peygamberlerde de hal böyle idi. Taberanî böyle nakletmiştir. Bu takdirde bu keramet de Peygamberimize mahsus hasletlerden olmaz.

Biri de şudur ki, uzun boylu bir adamla beraber yürüdüğü zaman kendileri ondan daha uzun boylu görünürdü. Beyhakî böyle nakletmiştir..

Biri de şudur ki, güneşe ve aya karşı yürüse gölgesi yere düşmezdi. Şu, buna şehadet eder ki, Hak teâlâ hazretlerinden dua edip bütün âzasmda nur yaratmasını dilediği zaman duasımn sonunda: “Allahümme ec’alnî nûren — Allah’ım, beni nur eyle,” diye buyurmuştur.

Biri de şudur ki, mübarek elbisesinin üstüne asla sinek konınazdı, diye rivâyet olunmuştur. Fahr-i Râzî böyle nakletmiştir. Sivrisinek mübarek kanını içmezdi. Hicazî ve başkaları da böyle rivâyet etmişlerdir. Bite ezâ ettiği de olmamıştır. İbn-i Seba’ ve Sebtî böyle nakletmişlerdir.

Biri de şudur ki, nübüvveti diriltilip peygamberlikle gönderildiği zaman kâhinlerin kökü kesildi, onlardan kimse kalmadı. Gökler (veya gönüller) istirak-ı sem’den (işitme hırsızlığından) korundu. Yâni şeytanlar, göklere çıkıp haber dinleyemez oldular; üzerlerine sihâblar (akan yıldızlar) atılır oldu.

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: “Önceleri şeytanlar göklerden men olunınazlardı. Göklere girerler, aldıkları haberleri kâhinlere getirirlerdi. Hazret-i İsâ doğduğunda üç gökten men olundular. Peygamber Efendimiz hazretleri doğduğu zaman bütün göklerden men olundular. Her ne zaman bir şeytan çıkıp gizlice sırları dinlemek istese üzerine sihâb atarlardı. Bu atılan gök kıvılcımları asla hatâ etmezdi; kimini öldürür, kiminin suretini yakar, kimini sakat ederdi. Onlar ıssız yerlerde halkı yoldan azdırırlar, yanlış yerlere sevkederlerdi. Bu husus Peygamber Efendimizin peygamberliğinden önce açık değildi. Onun zamanından önce bu türlü şeyleri kimse zikretmemişti. Onun işinin başında zuhur etti, onun nübüvvetine esas oldu,” dediler.

Ama Muammer’den rivâyet olunmuştur ki: “Ben Zührî’den sual edip:

— Evvelden yıldız atılır mıydı? dedim.

— Evet, dedi.

Ben:

— Hak teâlâ hazretlerinin: “Ve ennâ künnâ nak’udü minhâ — Biz, göğe çıkardık da onun dinlemeğe mahsus olan yerlerine otururdık. Artık şimdi kim dinlemek istese, orada kendini gözetleyen bir ateş parçası bulur,” (Cin sûresi: 72/9) buyurduğu âyeti gördün mü? dedim.

— Evet, önceleri de vardı. Fakat Muhammed hazretleri peygamber olduktan sonra daha ağır ve daha şiddetli kılındı, dedi.”

İbn-i Kuteybe de: “Resûl-i Ekrem Efendimiz hazretlerinin peygamber olmasından önce de recın (taşlama) vardı; yâni şeytanlara akan yıldızların atılması olurdu. Ama bu, peygamberliğinden sonra olan şiddetli koruma derecesinde değildi,” demiştir.

Biri de şudur ki: “Mi’rac gecesinde O’na eğerli ve uyanlı (gemli, yularlı) Burak getirdiler, bindi. Diğer peygamberler çıplak binerlerdi. O gece Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya, varıp oradan en yüksek makama urûc etti. “Lekad reâ min âyâti rabbihi’l-kübrâ — Andolsun o, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü  gördü,” (Necın sûresi: 53/18) hasebince Hak teâlâ hazretlerinin âyetlerinden kübrâ’yı (en büyüğünü) gördü. Yâni: “Vallahi o gece mülkün ve melekûtün şaşılacak şeylerinden gayet büyük âyeti temâşâ etti,” demektir. Yahut “En büyük âyetlerinden bâzı şeyler gördü,” demektir. Yahut da “En büyük âyetlerini gördü” demektir.

Kâdî Iyâd bu zikrolunan üç yönden tefsir etmiştir. Bunların farkları ehline açıktır.

O gece melekler ve peygamberler orada hazır bulunarak onlara İmâm olup namaz kılmışlardır. Hak teâlâ hazretleri, cennet ve cehennemine O’nu muttali kılmıştır. Bu rivâyet İmâm-ı Beyhakî’ye nisbet olunmuştur.

Biri de şudur ki, Hak teâlâ hazretlerini mübarek gözleriyle müşahede edip konuşmuşlardır. Hak teâlâ hazretleri, Fahr-i Âlem hazretlerine hem görüş, hem de konuşuş müyesser etmiştir. Konuşmaları, Hak teâlâ hazretlerine yakınlığın en yüce ve en yüksek makamında vâki olmuştur. Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm’a gözle görüş müyesser olmadı ve münâcâtı (yakarışı, konuşması) Tûr üzerinde vâki oldu.

Biri de şudur ki, nereye giderse melekler de kendileriyle beraber giderler ve ardınca yürürlerdi. Gazâlarmda kendileriyle beraber cenk ve kıtâl ederlerdi.

Biri de şudur ki, getirdiği kitap tebdil ve tağyirden (değiştirilip bozulmadan) korunmuştur. Hattâ mülhidlerden ve muattaladan, hususiyle Karâmit dedikleri tâifeden çok mel’unlar, Kur’ân-ı azîm’in bâzı yerlerini değiştirip bildikleri gibi yazmaya kalkıştılar. Sonunda mümkün ve müyesser olmadı. Bir kelimesini bile bozmağa muktedir olamaddar. Tek harfinde bile müslümanları şüpheye düşüremeyip âciz kaldılar. “Lâ ye’tihi’l-bâtılü min beyni yedeyhi ve lâ min halfihi — Ne önünden ne de ardından ona bâtıl gelebilir,” (Fussılet sûresi: 41/42) hükmünce hiç bir yanından ona zafer bulamadılar.

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin getirdiği Kitap, bütün kitaplarda bulunan şeyleri kapsamış ve kaplamıştır. Önceki çağların, geçmiş ümmetlerin ve eski şeriatların haberlerini ve hükümlerini kendinde toplamıştır. Kitap ehli âlimlerinden ömürlerini o yolda harcayanlardan başka kimsenin haberdar olmadığı, bilinmeyen kıssaların hepsi Kur’ân-ı azîm’de vârid olmuştur. Ümmetinden nice kimselere Hak teâlâ hazretleri onun ezberlenmesini müyesser etmiştir. “Ve lekad yessernâ’l-kur’âne lizzikri — Andolsun biz, zikir için Kur’ân’ı kolaylaştırdık,” (Kamer sûresi: 54/22) buyurmuştur. Başka ümmetlerden bir kimse kitaplarını ezberlemezdi. Bu kadar aylar ve yıllar geçerdi, kitapları ezberlenmezdi. Kur’ân-ı azîm’i az bir müddet içinde bülûğa ermemiş çocuklara müyesser eyledi, ezberlediler.

Biri de şudur ki, Kur’ân, bize kolay olması, şeref ve rahmet kılinınası için yedi kirâet üzere nâzil olmuştur. Dünya durdukça mûcize olarak duracaktır.

Biri de şudur ki, Kur’ân-ı azîm’in tebdil ve tağyirden korunınasına Hak teâlâ hazretleri kendi kefil olmuştur. Nitekim, “İnna nahnü nezzelnâ’z-zikre ve innâ lehu le-hâfizûne — Elbette o zikri biz indirdik ve onun koruyucusu da elbette biziz!” (Hicr sûresi: 15/9) diye buyurmuştur. Aynı zamanda, “Ve lev kâne min indi ğayrillâhi levecedû fîhi ihtilâfen kesîren — Eğer o (Kur’ân) Allah’dan başka bir kimse katından olsaydı, onda birbirini tutınayan çok şeyler bulurlardı,” (Nisâ sûresi: 4/82) buyurmuştur.

Kur’ânın yedi kırâet üzre indiği, İmâm-ı Buhârî’nin Hazret-i Ömer’den (radıyallahü anh) naklettiği hadîs-i şerif ile sâbit olmuştur.

— Böyle olunca onda ihtilâf olmaz mı? diye bir şüphe gelirse Ca’berî buna cevap verip:

— Müsbet olan ihtilâf teğâyür (çeşitlilik)dir, menfi olan ihtilâf ise tenâkuz (çelişki)dir, diye buyurmuştur.

Hâsılı, ihtilâf yoktur diye buyrulması, bir kırâet başka bir kırâeti nakz ve ibtal etmez, demektir. Mânalarına zarar gelmedikçe şerefli sözlerinde olan teğâyür (çeşitlilik) mü’minlere kolaylık olması içindir ki, her kişi dilediği şekil üzre kırâet edebilsin. Ayrıca nice faydaları ve menfaatleri kapsayıcıdır, demektir.

Eğer sual olunup:

— Madem ki Hak teâlâ hazretleri, Kur’ân’ı korumayı vaad buyurmuştur. Hak

teâlâ hazretlerinin koruduğu bir şey ise tebdil ve tağyirden emin olsa gerektir. O halde sahâbe-i kirâm niçin onun toplanınası ile uğraşmışlardı? denirse İmâm-ı Râzî buna cevap olarak:

— Sahâbe-i kirâm hazretlerinin toplamaları da Hak teâlâ hazretlerinin koruma sebeplerindendir. Vakta ki, Kur’ân-ı azîm’i korumayı murad edindi, sahâbe-i kirâm’ı onun korunınası için getirdi. Onlar topladılar, böylece korunmuş oldu, diye buyurmuştur.

“Kur’ân-ı azîm nasıl korunur?” diye âlimler arasında ihtilâf olmuştur. Yâni âlimler bu hususta değişik görüşler ve izah şekilleri ileri sürmüşlerdir. Bâzılarına göre Kur’ân-ı azîm’in korunınası şu mânayadır: “Hak teâlâ hazretleri, onu, beşer sözünden farklı olarak öyle mu’ciz (başkalarının âciz kalacağı şekilde mükemmel ve tam) etmiştir ki, insanlar ona bir şey eklemeye veya ondan bir şey çıkarınaya muktedir olamazlar. Eğer bir harf ekleseler veya bir harf çıkarsalar her akıllı kişi, bir değişiklik olduğunu hemen idrâk eder.”

Bâzılarına göre de korunınası şu mânayadır: “Allah, onu ifsat ve iptal etmekten halkı âciz bırakır. Belki bir cemaat peyda eder ki, teklifler sona erinceye kadar insanlar arasında onu ezberleyerek korur, okur ve okuturlar, daima onunla meşgul olmaktan uzak durmazlar, demektir.”

Bâzıları da şu mânaya aldılar: “Eğer bir kimse, bir harfini veya bir noktasını değiştirecek olsa, dünya halkı ona yalancı derler. Hattâ eğer hain bir öğretici bir harfini değiştirse, bilen küçük çocuklar, “Hatâ ettin, doğrusu şudur,” derler.”

Hak teâlâ hazretleri, bu aziz kitabı değiştirilme ve bozulmadan himaye etmiştir. Bununla beraber onun değiştirilmesine mülhidler (dinsizler), Yahudi ve Hıristiyanlar daima çalışmaktadırlar. Allah’a hamd olsun ki, bu kadar zaman geçtiği halde korunınası daha ziyade olmaktadır. Bugüne kadar bir harfini bile değiştirmeye muktedir olamadılar. Bundan sonra da olmaları mümkün değildir.

Biri de şudur ki, Fahr-i Âlem Efendimize hâzinelerin anahtarları verilmiştir. Bâzıları dediler ki: “O hazineler, âlemdeki cins ve türlerin hâzineleridir. Âlemin rızkından zuhura gelen her nesneyi, ilâhî isim, ancak ve ancak Muhammed Mustafa sallâllahü aleyhi ve sellem hazretleri canibinden verir. Çünkü anahtarlar O’nun elindedir. Nitekim gaybm anahtarları Hak teâlâ hazretlerine mahsustur. Onları kendinden başka kimse bilmez. Resûlüllah Efendimiz hazretlerine de hâzinelerin anahtarlarının teslimi ile O’na ihtisas makamı vermiştir. Yâni gaybın anahtarları Hak teâlâ hazretlerine, zuhurun anahtarları Resûlüllah Efendimiz hazretlerine mahsustur. Gayb âleminden her ne ki, zuhura gelir, mutlaka Resûlüllah Efendimizin ihtisas makamından geçerek öyle zuhura gelir, demektir.”

Bütün İnsanlara Peygamber Olması

Biri de şudur ki, bütün insanlara peygamber olarak gönderilmiştir. Eğer sual olunup:

— Hazret-i Nuh aleyhisselâm da tûfandan sonra kendisiyle kalan mü’minlere peygamber olarak gönderilmişti. Bu takdirde bütün insanlara gönderilmiş olmak mânası onda da bulunur, denirse İbn-i Hacer buna cevap verip:

— Nuh aleyhisselâm’a vâki olan umumîlik gönderilişinin aslında değildi. Tûfan sebebiyle insanlar yok olup o miktar kimse kalmıştı. Çaresiz olarak onlara peygamber oldu. Yoksa gönderildiği zamanın başlangıcında âlemin bütün halkına peygamber olmağa gönderilmiş değildi. Ama Muhammed Mustafa Efendimiz, asıl gönderilmiş olduğunda bütün insanlara peygamber olarak gönderilmişti. O halde bu mânaya ihtisası, yâni bütün insanlara peygamber olarak gönderilmenin Resûlüllah Efendimiz hazretlerine mahsus olması, sâbittir, diye buyurdu.

Ancak şefaat hadîsinde kıyamet gününde Arasat halkinin Hazret-i Nuh’a: “Arz halkına resul olanların ilki,” demelerinden murad, peygamber olarak gönderilişinin umumîliği değildir. Yâni bütün insanlara gönderilmiş demek değildir. Belki gönderilişinin önceliğini isbattır. Bütün resullerden önce gelen resul demektir.

Nice âyet-i kerîme’de Hak teâlâ hazretleri Nuh aleyhisselâm’ı kendi kavmine gönderdiğini nass ile kesin olarak ifade buyurmuştur. Nitekim: “Innâ erselnâ nûhan ilâ kavmihi — Elbette biz Nûh’u kendi kavmine gönderdik,” (Nûh sûresi: 71/1) diye buyurmuştur . Kavminden başkasına gönderildiğini zikretmemiştir.

Bâzıları Nûh aleyhisselâm’m umuma peygamber gönderildiğini şundan istidlâl ettiler ki, bütün yeryüzünde olan halka beddua etti. Bunun üzerine Hak teâlâ hazretleri, gemi ehlinden başkasını suya gark ederek helâk etti. Eğer bütün yeryüzü halkına peygamber olarak gönderilmiş olmasaydı Hak Teâîâ hazretleri onları helâk etmezdi. Zira Hak teâlâ hazretleri, kadîm kelâmında: “Ve mâ künnâ muazzibîne hattâ neb’ase resûlen — Biz, kendilerine peygamber göndermediğimiz kimselere azâb edici değiliz,” (Isrâ sûresi: 17/15) diye buyurmuştur. Nûh aleyhisselâm’m ise risaleti sâbittir. O, resûllerin ilkidir, dediler.

Bunun cevabı şudur: O helâk olan halkın kendi kavminden başkası, Hazret-i Şuayb aleyhisselâm’m gönderildiği kavmin evlâdı idiler. Onun dini onların üstünde hüküm sürmekteydi, nesholunınamıştı. O zamanda onlar dalâlete düşüp Hazret-i Şît’e karşı inkârcı ve kâfir olmuşlardı. Onun için Hazret-i Nûh’un bedduası ile Hak teâlâ hazretleri onları helâk etti, dediler.

Şöyle de cevap verdiler ki: Bütün insanlara peygamber olarak gönderilmenin Resûlüllah Efendimize mahsus olmasının şu mânada olması da muhtemeldir ki, kıyamete değin şeriatı duracaktır. Nûh ve diğer peygamberler ise kendi zamanları ve kendilerinden sonra gelecek peygamberlerin şeriatı ile sınırlı idiler. Kendilerinden sonra mutlaka bir peygamber gelecek ve şeriatlarının bir kısmını veya tamamını neshedeçekti. Bu itibarla onlar, bütün insanlara gönderilmiş telâkki edilemezler.

Ama bâzı Yahudilerin, “Muhammed (aleyhisselâm) hâssaten Arap kavmine peygamber olarak gönderildi,” demeleri bozuk bir nesnedir. Çünkü bu sözde O’nun hem peygamberliğini tasdik ve hem de tekzib vardır. Zira “Arap taifesine resuldü; gerçekten onlara peygamber gönderilmişti” diye peygamberliğini teslim edince her ne buyurursa sözlerinin doğruluğunu kabûl etmek gerekli olur. Çünkü peygamberlerden yalan söz sâdır olmaz. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin ise bütün insanlara gönderilmek dâvasında bulunduğu tevatürle sâbit olmuştur. Eğer bu dâvasında O’nu tekzib ederlerse tenâkuz lâzım gelir. Peygamber olduğunu tasdik ettikten sonra sözünü tekzib etmeye mecal yoktur.

Biri de şudur ki, ganimet malı Peygamber Efendimiz hazretlerine helâl kılınmıştı. Ondan evvel gelenlere helâl değildi. Zira evvel gelenler iki kısım üzre idiler. Bir kısmına cihad için i-zin verilmemişti. Bir kısmına da cihad için verilmişti, fakat aldıkları ganimetler kendilerine helâl olmazdı. Ganimetleri ateşe atıp yakarlardı. Bâzı âlimler buyurmuşlardır ki: “Fahr-i Âlem hazretlerinin ümmetine gönüllerinin muradı verilmişti. Zira nefisler, o ganimet malından üstün derecede lezzet alırlar. Şu itibarla ki, çektikleri eziyet ve sıkıntılar karşılığında kazandıkları bîr nimettir. Onunla nimetlenmek hazzını kaybetmeye razı olmazlar. Çaresiz Hak teâlâ hazretleri, onların ihtiyaç duydukları şeye uygunluk gösterip helâl kıldı.”

Biri de şudur ki, toprak, Resûlüllah hazretlerine ve ümmetine hem mescid, hem de temiz kılındı. Murad toprağın secde yeri olmasıdır. Yâni bâzı yerde secdenin caiz olup bâzı yerde caiz olmaması değildir. Temiz olduktan sonra her yerde secde caizdir. Şöyle olması da mümkündür ki, söz, namaz için yapılan mekândan mecaz olabilir. Zira arzın her yerinde namaz caiz olunca bu mânada arzın her yeri mescid gibi olur, dediler.

Bâzılan da dediler ki: “Murad, arz bana mescid ve temiz kılındı. Benden başkasına mescid kılındı, fakat temiz kılininadı, demektir. Zira Hazret-i İsâ aleyhisselâm, arzda seyahat ederdi. Nerede namaz vakti yetişse orada kılardı.”

İbnü’t-Teyn böyle demiştir. Bâzılan da dediler ki: “Başkalarına, ancak temiz olduğunu kesinlikle bildikleri yerde namaz kılmak caiz idi. Ama bu ümmete her yerde kılmak caizdir. Meğer ki, pis olduğunu kesin olarak bilsin. Ancak böyle yerde kılmak caiz değildir. Murad olunan bu mânadır.”

Ama en açık olan Hitâbî’nin dediğidir ki: “Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinden önce gelenlere namaz, ancak kendine mahsus mekânlarda mubahtı. Meselâ kiliselerde, savmaalarda ve havralarda kılmak gerekti.”

Bu sözü, Ömer bin Şuayb’ın rivâyeti te’yid edicidir ki, Fahr-i Âlem hazretlerinden şu ibareyle nakletmiştir:

“Benden önce gelenler, sadece kiliselerinde namaz kılarlardı. Başka yerlerde kılmazlardı,” diye buyurmuşlar.

Bu takdirde arzın her yerinin mescid olmasının Resûlüllah Efendimiz hazretlerine mahsus olduğu sâbit olur.

Bezzâr’m naklinde İbn-i Abbâsın (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerifte ki, daha önce naklolunan Câbir’in hadîsine uygundur şu da vâki olmuştur ki:

“Peygamberlerden hiç biri, tâ kendi mihrabına yetişmedikçe namaz kılmazdı,” Hitâbî’nin sözünü bu rivâyet de te’yid edici olur.

Mûcizesi Kıyamete Kadar Bâkidir

Biri de şudur ki, Fahr-i Kâinat hazretlerinin mûcizesi kıyamete değin durur. Diğerlerinin mûcizesi sona erip haberinden başka bir şey kalmamıştır. Kur’ân-ı azîm ise günler sona erinceye kadar üstün ve baskın bir hüccet olmaktan hâli değildir. Ona karşı çıkmak ve itiraz etmek mümkün değildir.

Biri de şudur ki, diğer peygamberlerden Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mûcizesi daha çoktur.

Kâdî Iyâd der ki: “Daha çok olanı Kur’ân-ı azîm’dir ki, onun tamamı mûcizedir. Onda icâz bulunanın en azı “înnâ a’taynâ” sûresidir yahut o miktarda bir âyettir.” Bâzılarının mezhebinde her âyeti, gerek az, gerek çok (kısa veya uzun) olsun, mûcizedir. Bâzıları da, “Bir veya iki kelimeden de ibaret olsa her muntazam cümlesi mûcizedir,” dediler.

Kâdî Iyâd dedi ki: “Doğru olan bizim ilkönce zikrettiğimizdir. Zira Hak teâlâ hazretleri, “Fe’tû bi-sûretin min mislihi — Haydi, onun gibi bir sûre meydana getirin!” (Bakara sûresi: 2/23) ve yine: “Kul fe’tû bi-sûretin mislihi — De ki: Haydi, onun bir sûresinin benzerini meydana getirin,” (Yûnus sûresi: 10/38) diye buyurdu. O halde tahaddi (meydan okuma) için en az bir sûre miktarı gerektir.”

Velhasıl “Kur’an’da yetmiş yedi bin miktarında kelime vardır. Bâzılannm kavline göre daha da ziyadedir. Innâ A’taynâ (Kevser) sûresinin kelimeleri on tanedir. Bu takdirde Kur’an, Innâ A’taynâ miktarı yedi bin parçadır. Her parçası kendi nefsinde bir mûcizedir,” diye buyurdu.

Bundan başka Kur’anın i’cazı iki yöndendir: Bir yönü belâğati, bir yönü de nazmıdır. O halde bu bakımdan her parçasında iki mûcize olur. Böylece yedi bin parçasının mûcize sayısı on dört bin olur. Diğer mûcize yönleri ve şekilleri ise daha önce etraflıca geçmiştir. En iyisini Allah bilir.

Peygamberlerin Hâtemi Olması

Peygamber Efendimiz hazretlerinin fazilet ve kerametleri cümlesinden biri de nebilerin ve resullerin Hâtem’i (tamamlayıcısı) olmasıdır. Nitekim Buhârî ve Müslim’in rivâyetlerinde gelmiştir ki:

“Benim meselimle diğer nebilerin meselleri şu kimsenin meseli gibidir ki, bir ev yapıp her yerini güzelce düzer. Ancak köşelerinin birinde bir kerpiç yerini boş bırakır. Ondan sonra halk gelip o evi tavâf eder, beğenirler. Yalnız çok tuhaflarına gidip: ‘Şu kerpiç de yerine konsaydı,’ derler. İşte ben, o kerpicim ve ben nebilerin hâtemi (tamamlayıcısı) yım,” diye buyurmuşlardır.

Şeriatı Ebedîdir

Biri de şudur ki, şerefli şeriatı kıyâmete değin ebedîdir ve diğer peygamberlerin şeriatlarını neshedicidir. Kendisine tâbi olan halk da diğer peygamberlere tâbi olanlardan daha çoktur. Nitekim Şeyhaynın rivâyetlerinde:

“Öyle umarım ki, kıyamet gününde tâbi olanlar bakımından onların, en çok tebaası olan ben olurum,” diye buyurmuştur.

Hâsdı, “Bana tâbi olanlar, diğer peygamberlere tâbi olanlardan daha çok olur,” demiştir.

Cinlere ve Meleklere de Resuldür

Biri de şudur ki, Cin tâifesine de peygamber olarak gönderilmiştir. Hak teâlâ Hazretlerinin, “Li-yekûne lil-âlemîne nezîren — Alemlere uyarıcı olması için...”

(Fürkan sûresi: 25/1) buyurduğu yerde, bütün müfessirler, “Bu âyete cin dahildir” diye ittifak etmişlerdir. Bu mâna, âyet-i kerîmenin lâfzinin gösterdiği şeydir. Yâni âyetin sözü, buna delil olur. Ondan delilsiz ihraç etmek kabil değildir. Yâni cinlerin dahil olmadığını söylemek için mutlaka bir delile ihtiyaç vardır. Eğer “Melekler hariçtir” denilirse onların çıkarılmasında zarar yoktur. Hususî olan umumîlik, âlimlerin ve usûlcülerin çoğunluğu katında kesin delildir. Eğer hususî umumîliklerden delil getirmek bâtıl olursa pek çok delillerle istidlâl etmenin bâtıl olması lâzım gelir.

Nitekim Hak teâlâ hazretleri, Ahkaf sûresinde, cinlerin bir kısminin diğer bir kısmına emirlerini beyan ederken: “Yâ kavmenâ, ecîbû dâiy’allahi — Ey kavmimiz! Allah’ın dâvetçisine uyun!” (Ahkaf sûresi: 46/31) buyurduğu yerde, Fahr-i Âlem hazretlerinin onları dine dâvet etmiş olduğuna delâlet vardır. Onlara peygamber gönderilmiş olmanın mânası da budur, dediler.

Buna sünnetten delil getirmeye gelince, Sahih-i Müslim’de Ebû Hüreyre Hazretlerinden (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri, “Ben altı şeyle üstün kılındım,” buyurduktan sonra bunlardan biri olarak “Ben bütün halka gönderildim,” demiştir. Bu şerefli söz, ins ve cinne şâmildir. Hassaten ins’e hamletmek, delilsiz olarak tahsis etmektir ki, caiz değildir. Kur’ân-ı azîm’de, “Ve mâ erselnâke illâ kâffeten lînnâsi — Biz, seni ancak bütün insanlara gönderdik,” (Sebe’ sûresi: 34/28) buyrulması, risaletinin sırf nâsa (insanlara) tahsis edilmesi için değildir. Belki murad, bütün insanlara yaygınlaştırarak risaletinin insanların bir kısmına mahsus olmadığını bildirmektir. Bundan, insanlardan başkasından risaletinin kaldırılması ve inkâr edilmesi lâzım gelmez. “Kul yâ eyyühen’-nâsü innî resûlüllahi — De ki: Ey insanlar! Ben, sizin hepinize Allah’ın Peygamberiyim,” (A’râf sûresi: 7/158) âyet-i kerîmesinin benzerlerinde hitabın insanlara vâki olması şunun içindir ki, onlar görünürler ve hitap onlarla gerçekleşir. Bütün âyet-i kerîmelerden maksat, insanlara yaygınlaştırmaktır, yoksa diğerlerinden nefyetmek değildir.

Ancak Dahhâk ve ona tâbi olanlar: “Cin taifesinin resulü kendilerindendir. Zira Hak teâlâ hazretleri: “Yâ ma’şere’l-cinni ve’l-insi elem ye’tiküm resulün minküm — Ey cin ve insan topluluğu! Size kendinizden resuller gelmedi mi?” (En’am sûresi: 6/130) diye buyurmuştur,” dediler.

Ama böyle demeleri bu millete göre değildir. Geçmiş milletlere göredir. öahhâk’dan ve başkalarından o mânanın bu millet için de devam ettiği asla nakledilmiş değildir. Yâni Resûlüllah Efendimiz hazretleri peygamber olarak gönderildikten sonra cin tâifesine ondan başka resul geldiği kimseden nakledilmiş değildir. Icınaa aykırı olan bir nesneyi Dahhâk’a nisbet etmek lâyık değildir. Üstelik âlimlerin çoğunluğunun kavli şudur ki, her resul insdendir, cinden resul olmamıştır. Cin ile ins hitapta bir araya geldikleri için “Resûlün minküm — Kendinizden resuller” diye buyruldu. Bunun benzeri, “Yahrucü minhümâ’l-lü’Iüü ve’l-mercânü — Onların (acı ve tatlı denizlerin) ikisinden de inci ve mercan çıkar,” (Rahmân sûresi: 55/22) kavl-i şerifidir. Halbuki onlar tuzlu sudan çıkarlar, tatlı sudan çıkmazlar.

Bâzı âlimler buyurmuşlardır ki: “Cinlerin resulleri, onlara gönderilen beşer resullerinin resulleridir, Allah’ın resülleri değillerdir.”

Biri de şudur ki, iki kavilden biri üzre meleklere de peygamber olarak gönderilmiştir. İmâm-ı Sübkî bu kavli tercih etmiştir. Zira Hak teâlâ hazretleri, “Tebâreke’llezi nezzele’I-fürkane alâ abdihi li-yekûne lil-âlemîne nezîren — Âlemleri uyarıcı olması için kuluna fürkanı (iyiyi kötüden, hayrı serden, doğruyu yanlıştan ayırma ölçüsünü, Kur’ân’ı) indiren o Allah ne güzeldir,” (Fürkan sûresi: 25/1) diye buyurmuştur.

Ve bir çekişme yoktur ki, buradaki kuldan murad Resûlüllah Efendimiz hazretleridir. Âlem ise Allah’dan başka olan her şeydir. Bu takdirde ins, cin ve meleklerden bütün mükelleflere şamildir. Böylece âyet-i kertme, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin bütün yaratıklara resul olduğuna delâlet eder. Meleklerin hariç olduğunu iddia eden kimseden delil istense âciz olur. Zira Fahr-i Kâinat hazretlerinin mi’rac gecesinde veya başka bir zamanda melekleri inzâr etmiş (korkutmuş, uyarmış) olması muhtemeldir. Onları bâzı şeylerde inzâr etmekten ve bu hususta elçilikten, bütün şeriatinde resullük lâzım gelmez. Ama cumhurun mezhebi şudur ki, Fürkan âyetinde âlemler, tahsis olunmuştur. Murad, insle cindir.

Nitekim Sahih-i Müslim’de: “Ben, bütün halka gönderildim,” hadîs-i şerifinde murad ins ve cindir, diye buyurmuşlardır. Halimî ve Beyhakî: “Peygamberimiz, meleklere resul olarak gönderilmiş değildir,” diye tasrih etmişlerdir. İmâm-ı Fahr-i Râzî ve İmâm-ı Nesefî’nin tefsirlerinde, Peygamberimizin meleklere resul olarak gönderilmiş olmadığına dair icmâ hikâye olunmuştur. Nitekim Celâlü’l-Mahlî böyle zikretmiştir. İmâm-ı Nesefî’nin sözü şudur: “Sonra dediler ki, bu âyet ahkâma delâlet eder. Bu bakımdan: “Âlemleri uyarıcı olması için” kavlini, insden, cinden ve meleklerden bütün mükelleflere teşmil ettiler. Fakat aramızda icmâ vardır ki, Resûlüllah Efendimiz meleklere resul olmamış, belki ins ve cinnin tamamına resul olmuştur.”

İmâm-ı Fahri Râzt’nin de sözü budur. Bundan açıkça anlaşılır ki, meleklere resul olarak gönderilmediğine dair icmâ (görüş birliği) vardır.

Ama Kemaleddin ibn-i Ebî Şerif, Celâl Mahlî’ye itiraz edip:

Beyhakî bu sözü Halîmî’den nakledip, “İşte Halîmî’nin sözünün mânası budur” dedi. Beyhakî’nin bu sözünde, kendini bu görüşün sorumluluğundan temize çıkarına ifadesi vardır. Bu ifade olmadığı takdirde de kendi katında bu görüşün benimsendiği hususunda açıklık yoktur. Gerçi Halîmî ehl-i sünnettendir, ama melekleri peygamberlere üstün tutmakta Mutezile’ye uygun hareket etmiştir. Beyhakî’nin ondan naklettiği, meleklerin üstünlüğü görüşüne uygundur. Öyle sanılır ki, bu sözü, o görüşüne dayanarak ileri sürmüştür.

İmâm-ı Fahri Râzî ve İmâm-ı Nesefî’nin zikrettikleri icma kıssasına gelince, bu, itimada elverişli değildir. Zira İmâm-ı Fahri Râzî tefsirinin bâzı nüshalarında “Lâkinnâ ecınaunâ — Fakat aramızda icma vardır,” yerine “Lâkinnâ beynâ — Fakat aramızda fark vardır,” diye vâki olmuştur. Bu takdirde tamamen muhalif olur. Üstelik “Ecınaunâ” ibaresi, icma’-ı ümmet mânasına gelmekte açık ve kesin değildir. Zira böyle bir ibare, birbirine karşı olan iki hasmın icmaında, yâni birleşmesinde kullanılır. İcma-ı ümmet mânasında kullanıldığı açıklanmış olsa bile men olunurdu. Zira Sübkî, “Alemleri uyarıcı olması için” (Fürkan sûresi: 25/1) kavl-i şerifi hakkında buyurmuştur ki: “Bütün müfessirler bunun tefsirinde “Cin ve ins için” demişlerdir. Bâzıları “ve melekler için” demiştir.” Bu takdirde icma kelimesini icma-ı ümmet’e hamletmeğe mecal kalmaz. “Bütün müfessirler ‘cin ve ins için’ dediler,” dedikten sonra “Bâzıları ‘ve melekler için’ dediler,” demenin mânası, “cin ve ins için” mânasında hepsi müttefiklerdir, ama bâzıları “ve melekler için” ihtimalini de vermişlerdir, demek olur.”

Velhasıl Fahri Râzî ve Nesefî’nin tefsirlerinde geçen icma hikâyesi âlimlerin nakilleri olup âlimlerin nakilleri üstüne de hüccet dayandırılamaz. Bu meseleye lâyık olan, hiç bir tarafa kesin iddiayı mutazammın olacak şekilde bahsetmeyip bundan kaçınınaktır.

Alemlere Rahmettir

Biri de şudur ki, kâinatın hocası Efendimiz hazretleri, âlemlere rahmet olarak gönderilmişti. Nitekim Hak teâlâ hazretleri, “Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lilâlemîne — Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik,” (Enbiyâ sûresi: 21/107) diye buyurmuştur.

Alemlere rahmet olmayı birkaç mânaya hamletmişlerdir. Semerkandî, “İns ve cinne rahmet, demektir,” dedi. Bâzıları da: “Bütün halka rahmettir. Mü’minlere hidayetle rahmettir. Münafıklara öldürülmekten emân vermekle rahmettir,” dediler.

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh): “İyilere ve kötülere, günahtan sakınanlara ve günahkârlara rahmettir,” dedi. Zira her peygamber tekzib olunduğu zaman Hak teâlâ hazretleri, tekzib edenleri helâk ederdi. Muhammed aleyhisselâm hazretlerini tekzib edenlerse ölüme yahut kıyâmete te’hir olunmuşlardır. Ama tasdik edenlere hem dünyada rahmettir, hem âhirette rahmettir. Şerefli zâtı, mü’mine ve kâfire şâmil olup hepsini kaplayan bir rahmettir.

Nitekim Hak teâlâ hazretleri, kadîm kelâmında, “Ve mâ kânallahü li-yüazzibehüm ve ente fîhim — Oysa sen onların içinde bulundukça Allah onlara azâb edecek değildi,” (Enfâl sûresi: 8/33) diye buyurmuştur. Madem ki, şerefli cesedi bu arza bitişiktir, Hak teâlâ hazretleri onun hürmetine halktan dünya azabını kaldırmıştır. Geçmiş ümmetlere olduğu gibi bunlara azâb etmez. Dârımî ve Beyhakî’nin rivâyetlerinde İbn-i Abbâs’dan (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: “İnnemâ ene rahmeten mühdâten — Gerçekten ben, rahmetim; hidâyet edilmiş ve hidâyet ediciyim,” diye buyurmuşlardır. Inşâallah Altıncı Bölüm’de tafsilâtı gelecektir.

Biri de şudur ki, Hak teâlâ hazretleri, Kur’ân-ı azîm’de bütün peygamberlere adlı adiyle hitap edip, “Yâ Âdem, yâ Nûh, yâ Zekeriyyâ, yâ Yâhyâ, yâ Mûsâ, yâ İsâ!” diye buyurmuştur; ama Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerine: “Yâ eyyühe’r-resûlü, yâ eyyühe’n-nebiyyü, yâ eyyühe’l-müzzemmilü, yâ eyyühe’l-müddessirü!” diye hitap etmiştir. Bu hitap derecesi, son derece büyütme ve yükseltme ifadesidir.

Ona Hürmet ve Muhabbet Ümmetine Farzdır

Biri de şudur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine ismi ile hitap ederek çağırmak, ümmetine haram kılınmıştı. Kur’ân-ı azîm’de: “Lâ tec’alû duâe’r-resûli beyneküm ke-düâi ba’dıküm ba’den — Peygamberin çağrılmasını kendi aranızda herhangi birinizin diğerini çağırması gibi tutınayın,” (Nûr sûresi: 24/63) diye buyrulmuştur. Yâni: “Fahr-i Âlem hazretlerine nidâ etmeyi, bir kısmınızın bir kısmınıza ismi ile ve yüksek sesle, odaların dışarısından nida ettiği gibi etmeyin. Belki ‘Yâ Resûlâllah, yâ nebiyyallah’ diye vekar, tevazu’ ve alçak sesle nida edin,” demek olur.

Bazıları dediler ki: “Mânası, Peygamber Efendimiz sizi yanına çağırdığında, onun çağırmasını birbirinize ettiğiniz çağırmaya kıyas etmeyin. Yâni birbirinizi çağırdığınız zaman yüz çevirip gitmemek yahut işitmezlikten gelmek gibi şeyler olabilir. Sakın Fahr-i Âlem hazretleri çağırdığı zaman böyle etmeyin, demektir.

Biri de şudur ki, ona yüksek sesle söz söylemek ümmetine haramdı. Nitekim Hak teâlâ hazretleri: “Lâ terfeû asvâteküm fevka savtı’n-nebiyyi ve lâ techerû lehu bil-kavli ke-cehri ba’dıküm liba’dın en tahbeta a’mâlüküm ve entüm lâ teş’urûne — Seslerinizi peygamberin sesinin üstüne çıkarınayın ve birbirinize karşı yüksek sesle konuştuğunuz gibi onunla da öyle yüksek sesle konuşmayın. Yoksa siz farkında olmadan amelleriniz boşa gider,” (Hucürât sûresi: 49/2) diye buyurmuştur.

Bu âyet-i kerîme hükmünce, bir kimse, sesini Resûlüllah hazretlerinin sesinden yukarı kaldırsa yahut ona hitap ettiğinde kendi emsâline söyler gibi sert sert ve dik dik söylese o kimsenin amelinin bâtıl olması lâzım gelirdi. İbn-i Abbâs’dan (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: “Bu âyet indiği zaman Ebû Bekir Sıddık (radıyallahü anh) Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile konuşurken o kadar yavaş sesle konuşur oldu ki, sanki gizli bir sırrım söyleyen kimseler gibi konuşurdu,” demiştir. Yine rivâyet olunur ki, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) o kadar yavaş sesle konuşur oldu ki, Peygamber Efendimiz hazretleri ne dediğini sormayınca sözünü anlayamazdı.

Sâbit bin Kays (radıyallahü anh) yüksek sesle konuşan bir kimse idi. Kulağı da biraz ağır işitirdi. Bu âyet-i kerîme nâzil olduğu zaman Fahr-i Âlem hazretlerinin yanından gitti, görünmez oldu. Peygamber Efendimiz yoklatıp buldurdu ve dâvet etti. Sâbit, gelince:

— Yâ Resûlâllah! Bu âyet sana nazil oldu. Ben ise yüksek sesle konuşan bir kişiyim. Hâsılı amellerimin bâtıl olmasından korkarım, dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri, onu teselli edip:

— Yâ Sâbit! Sen o mertebede değilsin. Sen hayır üzere yaşarsın ve hayır üzere ölürsün. Hiç şüphesiz sen, cennet ehlindensin, diye buyurdu.

Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) der ki: “Âlemlerin hocası Peygamber Efendimizin böyle buyurmasiyle öyle olduk ki, Sâbit’e nazar ederdik. Cennet ehlinden bir kişiydi ve karşımızda geziyordu. Sonradan Yemâme’de Müseyleme cengi olduğu zaman müslümanlar, savaş meydanından bir miktar ayrılıp hezimete uğrama şekli gösterdiler. Sâbit (radıyallahü anh), bu hâli görünce ileri atılıp kâfirlerle çarpıştı. Sonunda orada şehid oldu.”

Bu kıssadan maksat, Fahr-i Âlem hazretlerinin “Sen cennet ehlindensin” diye tayin buyurduktan sonra Sâbit’e şehadet nasip olup sözünün doğruluğunun meydana çıktığım bildirmektir.

Biri de şudur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri saadetli evlerinde iken dışarı çıkıncaya kadar sabretmeyip dışarıdan onu çağırmak haram kılınmıştı. Nitekim, bu mânada: “İnnellezîne yünâdûneke min verâi’l-hucürâti ekserühüm lâ ya’kılûne. Ve lev ennehüm saberî hattâ tahruce ileyhim Iekâne hay ren lehüm — Odaların arkasından sana bağıranların çoğu, aklı ermez kişilerdir. Onlar, sen kendilerinin yanına çıkıncaya kadar bekleselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu,” (Hucürât sûresi: 49/4-5) diye buyrulmuştur.

Bu âyette böyle hareket edenler hakkında “Lâ ya’kılûne — Aklı ermez kişilerdir,” buyrulması şunun içindir ki, akim muktezası edep güzelliğidir, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin hürmet ve haşmetine uygun hareket etmektir. Bunları terkedince aklı olmayan hayvanlar kısmından olmak lâzım gelir. Edebin muktezası da, acele etmeyip sabretmek, Fahr-i Âlem hazretlerinin hürmet hakkına uygun hareket etmektir. Böyle edince kendilerine hayırlı olur. Zira bunda iki hal vardır. Biri edebi muhafaza etmek, biri de Resûlüllah hazretlerini saymak ve O’nun büyüklüğüne yaraşır şekilde hareket etmiş olmaktır. Bu iki haslet de övülmeyi ve sevabı gerektiricidir.

Peygamber Efendimize mahsus olan faziletlerden biri de şudur ki, kendileri Habibullah (Allah’ın Sevgilisi) idi. Muhabbet ve hullet (sevgi ve dostluk) O’nun şahsında toplanmıştır. Bunun tahkiki inşâallah Yedinci Bölüm’ün sonlarında gelecektir.

Biri de şudur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin risaletine, hayatma, şehrine ve zamanına Hak teâlâ hazretleri tarafından yemin edilmiştir. Bunun da beyanı inşâallah Altıncı Bölüm’de gelecektir.

Biri de şudur ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerine İsrafil aleyhisselâm inmiştir. Ondan önce hiç bir peygambere inmiş değildi. İmâm-ı Taberânî’nin (Allah ona rahmet etsin) İbn-i Ömer’den (radıyallahü anh) naklettiği hadîs-i şerif gereğince Resûlüllah Efendimiz hazretlerine kul nebi olmakla hükümdar nebi olmak arasında muhayyer kılinına haberini İsrâfil aleyhisselâm getirmiştir. Nitekim daha önce beyan olunmuştu.

Biri de şudur ki, Peygamber Efendimiz, bütün insanoğullarının seyyidi (efendisi) dir. Nitekim İmâm-ı Müslim’in rivâyetinde: “Ben, kıyamet günü Âdem oğullarının seyyidi (efendisi) yim,” buyrulmuştur. Ebû Hüreyre’den (radıyallahü anh) böyle rivâyet edilmiştir.

Tirmizî’nin naklinde Ebû Saîd’den rivâyet olunan da şudur:

“Ben, kıyamet günü Âdem oğlunun efendisiyim. İftihar etmiyorum. Hamd bayrağı benim elimdedir. Bununla da iftihar etmiyorum,” buyrulmuştur.

Böyle buyurmaktan şerefli muratları, Hak teâlâ hazretlerinin kendine bu derece üstünlük ve seyyidlik ikramını haber verip nimetini izhar etmekti. Tâ ki, ümmetinin kendine imanları ona göre olsun. “İftihar etmiyorum,” buyurması da, “Bu yetiştiğim fazilet ve keramet rütbesi, Allah tarafından bana verildi. O’nun lutuf ve ihsanıdır. Ben kendi kuvvetimle bu dereceyi bulmadım. O halde benim onunla iftihar etmem münasip değildir,” demek olur, dediler.

Biri de şudur ki, günahlarından öncekiler ve sonrakiler afvolunmuştu. Nitekim Kur’ân-ı azîm’de: “Allah senin günahlarından geçmiş ve gelecek olanları bağışladı,” (Fetih sûresi: 48/2) diye buyrulmuştur.

Şeyh îzzeddin ibn-i Abdüsselâm der ki: “Peygamber Efendimiz hazretlerine mahsus hasletlerden biri şudur ki, Hak teâlâ hazretleri ona mağfiret olunduğu haberini verdi. Diğer peygamberlerden hiç birine bu haberi verdiği naklolunınamıştır. Bu da şuna delâlet eder ki, onlar haşir meydanında “Nefsim nefsim,” deseler gerektir.”

İbn-i Kesir de bu âyetin tefsirinde: “Bu hususiyette ona kimse ortak olmamıştır,” demiştir.

Hadîs İmâmlarından Ebû Ya’lâ, Taberânî ve Beyhakî İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) Hazretlerinden rivâyet ederler ki: “Gerçekten Allah, Peygamber Efendimiz hazretlerini gök ehli ve diğer peygamberler üzerine üstün kılmıştır,” diye buyurmuşlar.

Sual edip:

— Gök ehli üzerine üstünlüğü nedir? dediler.

Dedi ki:

— Hak teâlâ hazretleri, gök ehli için “Onlardan her kim, ‘Ben Hak’dan başka bir Hak’yım’ derse biz ona cehennemi ceza kılarız,” dedi. Yâni onlar hakkında böyle buyruldu. Halbuki Muhammed Efendimiz hakkında: “Biz sana büyük bir fetih verdik. Senin günahlarından geçmiş ve gelecek olanları bağışladık,” (Fetih sûresi: 48/1-2) buyurup onun için berat yazdı.

— Ya peygamberler üzerine üstünlüğü nedir? diye sordular.

— Hak teâlâ hazretleri, diğer peygamberler hakkında: “Biz her kavme kendi diliyle hitap eden peygamber gönderdik,” (İbrahim sûresi: 14/4) buyurduğu halde Muhammed Efendimiz hakkında: “Biz seni ancak bütün insanlara peygamber olarak gönderdik,” (Sebe’ sûresi: 34/28) buyurdu ve onu inse, cinne peygamber kıldı, diye cevap verdi.

Biri de şudur ki, kendi şeytanını müslüman etmiştir. Nitekim Müslim bin Mes’ûd’dan ve Bezzâr bin Abbâs’dan öyle rivâyet edilmiştir.

Yanılmaz ve Unutınaz

Biri de şudur ki, Fahr-i Âlem hazretleri üzerine hatâ caiz değil idi. Nitekim İbn-i Ebû Hüreyre, Maverdî ve Hicazî böyle buyurmuşlardır. Bir topluluk ise dediler ki: “Nisyan da etmezdi. Hatâ ve nisyan (yanılmak ve unutmak) m ondan gelmesi caiz değildi.” Nitekim Nevevî, Müslim şerhinde böyle zikretmiştir. Ama yanılma ve unutınanın sâdır olmaması, Allah katından haber verdiği şeylerde olmak gerektir. Yoksa beşeriyet gereğince bunların sâdır olması caizdi. Nitekim Sahih-i Buhârî ve Müslim’de Abdullah bin Mes’ud’dan rivâyet edilmiştir ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri:

“Hiç şüphesiz ben bir beşerim. Sizin unuttuğunuz gibi ben de unuturum. Ben unuttuğum zaman bana hatırlatın,” diye buyurmuştur.

Yine Sahihayn’da Ummü Seleme’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki:

“Şüphesiz ben bir beşerim. Bana dâvacı ve dâvalılar gelir. Bunların bâzısı diğerinden daha belâğatli konuşabilir. Ben de onu doğru sanıp lehinde hüküm verebilirim. Böyle bir kimseye bir müslümanın hakkını verirsem o ateşten bir parçadır. O kimse, ister onu atsın, isterse sırtında taşısın,” diye buyurmuştur.

Yine Sahih-i Müslim’de Râfi’ bin Hadîce’den rivâyet edilmiştir ki:

“Şüphesiz ben bir beşerim. Size dininiz hakkında bir şey emrettiğim zaman onu tutun. Kendi görüşümle bir şey emrettiğim zaman bilin ki, ben ancak bir beşerim,” diye buyurmuşlardır.

Zikrolunan hadîs-i şeriflerin özü şudur ki: Dine müteallik olan şeylerde hatâ ve nisyan (yanılma ve unutına) vâki olmaz. Ama diğer şeylerde olması caizdir.

Biri de şudur ki, O’nunla Hak teâlâ hazretleri üzerine kasem (yemin, and) etmek caizdir; diğer peygamberler, melekler ve veliler ile kasem etmek caiz değildir, dediler. Meselâ: “Allahümme innî es’elüke’l-cennete bi-hakkı Muhammedin — Allahım, Muhammed hakkı için senden cenneti isterim,” demek caizdir. Ama “Bihakkı Mûsâ — Mûsâ hakkı için” demek caiz değildir. Zira diğerlerinden onun tabakasında olan kimse yoktur. Bu keramet ancak O’na mahsustur, dediler.

Zevcelerinin Alınınası Başkasına Haramdır

Biri de şudur ki, kendilerinden sonra temiz zevcelerinin başkalarına nikâh edilmesi haram kılınmıştır. Hak teâlâ hazretleri: “Ve ezvâcühu ümmehâtühüm — Ve O’nun zevceleri onların anneleridir,” (Ahzâb sûresi: 33/6) buyurmuştur. Yâni: “Peygamber Efendimizin eşleri mü’minlerin analarıdır,” demektir. O Resûlüllah Efendimiz hazretlerine saygı ifadesi olarak Hak teâlâ hazretleri, nikâhın haramlığında O’nun zevcelerini analar derecesinde tutmuştur.

Bu hüküm (yâni nikâhın haramlığı), Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri âhirete intikal ettiği zaman nikâhlısı bulunan hatunlar hakkında kesindir. Her zaman için onlann başkalarına haram olduklarında şüphe yoktur. Ama muhayyer kılındıkları takdirde dünyayı ihtiyar edip ayrılmış olsalar, bir kavilde onların başkasına helâl olduğu kesindir. İmâm-ı Gazâli bu kavli ihtiyar etmiştir.

Mü’minlerin analarına nazar etmenin caiz olmasında da iki vecih vardır. En meşhuru bunun caiz olmasıdır. Onlara analık hükmünün sabit olması, nikâhlarının haram olmasında, saygılı davranınanın gerekli bulunınasmdadır. Yoksa halvette, nafakada ve mirasta değildir.

Hâsılı Peygamber Efendimiz hazretlerinin temiz zevcelerinin mü’minlerin anaları olmaları, nikâhları haram olup onlara îzâz ve ikrâm etmenin gerekli olması mânasmdadır. Yoksa kendi anaları gibi bir evde yalnız kalmak yahut onlara nafaka vermek ya da miraslarını almak mânasında değildir.

Bu husus, sadece Peygamberimizin temiz zevceleri hakkındadır, onların sınırını aşmaz. Yâni “Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin hatunları, mü’minlerin analarıdır,” denir, ama “Kızları, mü’minlerin kız kardeşleridir,” denilmez.

Bâzı âlimler: “Mü’minlerin analarının nikâhlarının başkasına haram olması şunun içindir ki, Resûlüllah Efendimiz kabrinde hayat üzeredir,” dediler. Bu sebepten Maverdî, “Onlara ölüm iddeti gerekli değildir,” diye hikâye etmiştir.

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin hayatında kendisinden ayrılmış olduğu hatunlar, müstaîze (sığınına isteyen kadın) gibi ve o bir hatun gibidir ki, Fahr-i Kâinat hazretleri onun bedeninde beyaz bir yer görüp ailesine göndermişti bunlar hakkında üç vecih buyurmuşlardır:

1. Onların nikâhları haramdır. Şâfiî katında kesin âyet hükmünün gerekli kıldığı vecih budur. Ravza’da bu vechi tashih etmiş (doğru gördüğünü bildirmiş)tir. Zira bu husustaki âyet-i kerîmede * umumîlik vardır. Ayetteki “Min ba’dihi —kendisinden sonra”dan murad, ölüm sonralığı değildir, nikâh sonralığıdır.

2. Diğer bir izah şekline göre haram değildir.

3. İmâm-ı Haremeyn’in ve Rafiî’nin doğru gördükleri izah şeklidir ki, “Kadınlardan kendileriyle birleşme vâki olanı haramdır,” demişlerdir. Yâni: “Kendileriyle cimâ halleri vâki olan hatunların başkasına nikâhı ondan sonra haram olur,” dediler. Zira rivâyet olunmuştur ki, Eş’as bin Kays (radıyallahü anh) o müstaîze hatuna Hazret-i Ömer zamanında nikâh edince Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) Eş’as’ı taşlamak istediğinde:

— Ya Emire’l'Mü’minîn! O hatun, Peygamberimizin kendisiyle birleştiği bir kadın değildi, diye haber verdiler.

Bunun üzerine Ömer vazgeçti.

Peygamber Efendimizin, tasarruf ettikten sonra ayrılmış olduğu cariye hakkında da üç vecih buyurmuşlardır. Bunlardan birine göre mutlak olarak haramdır. Diğerine göre caizdir. Üçüncü veçhe göre, eğer Fahr-i Âlem hazretleri hayattayken satmışsa nikâhı caiz olup eğer ölümle kendisinden ayrılmışsa nikâhı haramdır.

Yine Peygamber Efendimize mahsus olan faziletlerden biri de şudur ki, “Temiz zevcelerinin şahıslarını görmek haramdı,” dediler. Yâni tamamen elbiseleriyle örtündükten sonra boylarına ve endamlarına nazar etmek haramdı, dediler. Ama bu görüşün doğruluğu hakkında değişik sözler vardır. Zira İbn-i Hacer: “Peygamberimizin temiz zevceleri hakkında kendi şahıslarını göstermemenin farz olduğuna dair hiç bir delil yoktur. Zira Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden sonra onlar giyinirler ve örtünürlerdi. Hattâ işleri gerektirdiği zaman dışarı çıkarlardı. Sahâbe, onlardan hadîs-i şerif dinlerlerdi. Öyle bir halde ki, bedenlerinden bir yer açık değildi. Ama kendi şahısları apaçık meydanda görünürdü,” diye buyurdu.

Biri de şudur ki, kızlarının çocukları kendine nisbet olunurdu. Hazret-i Hasan (radıyallahü anh) için: “Inne ibnî hazâ seyyidün — Hiç şüphesiz bu seyyid (efendi) benim oğlumdur,” diye buyurmuştur. Murad, kendi sulbünden olan oğlundan farkı yoktu, nisbette ve şerefde öyle idi, demektir.

Biri de şudur ki, kıyamet gününde her nisbet ve sebep kesilir, ancak Resûlüllah hazretlerinin neseb ve sebebi kesilmez. Neseb delaletiyle sebep, kocalık dolayısiyle olan bağdır, dediler. Bâzıları da: “Mânası, O’nun ümmeti O’na intisapla kıyamet gününde faydalanırlar. Diğerleri böyle değildir, demektir,” dediler. Bundan da anlatılmak istenen, diğer peygamberler o gün “Nefsim, nefsim!” makamındadır. Ümmetlerine şefaat makamında değillerdir, demek olur.

Biri de şudur ki, mükerrem kızları üzerine evlenmek caiz değildi. Misver bin Mahreme’den rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz, bir gün minber üzerinde dedi ki:

— Hişâm bin Mugîre oğulları benden kızlarını Ali bin Ebî Tâlib’e vermek için izin istediler...

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri böyle buyurduktan sonra üç kere:

— Ben onlara izin vermem, diye buyurdu.

Ondan sonra ilâve ederek:

— Meğer ki, Ali, benim kızımı boşayıp onların kızını alsın. Zira benim kızım benden bir parçadır. Ona kerahet veren şey, bana da kerahet verir. Ona acı veren şey bana da acı verir, diye buyurdu.

Bu hadîs-i şerifi Şeyhayn ihraç edip Tirmizî doğrulamıştır.

Yine Misver’den rivâyet edilmiştir ki, Ali bin Ebî Tâlib (radıyallahü anh), Ebû Cehil’in kızını almak istedi. Hazret-i Fâtıma (radıyallahü anhâ) bunu işitince Fahr-i Kâinat hazretlerinin huzuruna gelip:

— Senin kavmin diyorlar ki, sen kızlarından ötürü kimseye kırılıp incinmezmişsin. Yani kızlarını incitenlere aldırmazmışsın, işte Ali, benim üzerime Ebû Cehil’in kızını alıyor, dedi.

Bunun üzerine Kâinatın İftiharı Efendimiz hazretleri:

— Fâtıma benden bir parçadır. Ben onun incitilmesini kerih görürüm. Vallahi Allah’ın resulünün kızı ile Allah’ın düşmanının kızı bir kişinin yanında asla bir araya gelemezler! diye buyurdu.

Hemen Hazret-i Ali (kerremallahü veçhe) vazgeçti. Ebû Cehil’in zikrolunan kızinin adı, Cüveyriye’dir. Resûlüllah hazretlerine bîat edip İslâm’a gelmiştir. Bunun üzerine Attâb bin Esiyd (radıyallahü anh) onunla evlenmiştir.

Ebû Dâvud (Allah ona rahmet etsin) dedi ki: “Hazret-i Fâtıma üzerine evlenmeği Hazret-i Ali’ye Hak teâlâ hazretleri haram etti: Zira, “Ve mâ âtâkümü’r-resûlü fehuzûhü ve mâ nehâküm anhü fentehû — Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan kaçinin,” (Haşr sûresi: 59/7) buyurdu.

Bu âyet-i kerimenin gereği şudur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin yasakladığı bir şeyden sakınınak ve çekinmek gerektir, onu işlemeye kalkışmak haramdır. Hazret-i Fâtıma’yı incitmelerinden Resûlüllah hazretleri de incinirdi. Şüphe yoktur ki, Fahr-i Âlem hazretlerini incitmek haramdır. O halde Hazret-i Fâtıma’yı da incitmenin haram olması lâzım gelir.

Bâzıları bu hususta müşkülât görüp dediler ki:

— Kadınların kocalarını kıskanınası bilinen bir şeydir. Fâtıma (radıyallahü anhâ) kendi kocasını nasıl kıskanırsa Resûlüllah hazretlerinin hatunları da kendisini birbirinden öyle kıskanırlardı. Ya ne hoş, kendi kızinin hatırını sayardı, hatunlarının hatırını saymazdı!..

Yâni: “Ne hoş, kendisi hatunlarının üstüne evlenirdi, Fâtıma’nın üstüne evlenmeğe izin vermedi,” dediler.

Buna şöyle cevap vermişlerdir:

— O zaman Fâtıma’mn (radıyallahü anhâ) hatırı kırılırdı. Anası ve kızkardeşleri vefat etmişlerdi. Yanına varıp hâlini konuşabileceği bir kimsesi yoktu. Ama kendi hatunlarından her birinin kavmi, kabilesi, aşiret ve akrabası vardı. Onlar kendi kavimleriyle gönüllerini eğlerlerdi. Üstelik onlar, bütün varlıkların övüncü ve sevinci olan, en güzel dualar ve senâlar kendisine mahsus bulunan Efendimiz hazretlerinin güzel iltifatları ve cömert lûtufları ile gönül ferahlığı kazanırlardı. Resûlüllah hazretlerinin yüce ahlâkı, onlarda elem ve ıstırap bırakmazdı. Güzel huyu, tatlı sözü ve güler yüzü ile onların gönüllerinden her üzüntüyü giderirdi. Onlardan her ne sadır olsa yanlarında mâzur görülürdü. Beşeriyet icabı olarak nihayet hatırlarına bir kırgınlık gelse bile Resûlüllah hazretlerini gördükleri gibi zâil olurdu. Aslı bu idi, dediler*.

Biri de şudur ki, Peygamber Efendimiz hazretlerinin namaz kıldığı mihrabın sağma veya soluna ictihad etmek caiz değildir. Yâni, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin namaz kılmış olduğu bir mihrabın kıblesi doğru mudur, yoksa daha sağma veya daha soluna mıdır demek caiz değildir. Hattâ bir kimse, şerefli mihrapların eski durumu üzere olduğunu itiraf ettikten sonra “Ben ictihad ederim (kıbleyi araştırırım), ondan sonra namaz kılarım,” dese Şeyhülislâm İbn-i Irakî, o türlü kimsenin irtidadma fetva verip “O, mürteddir” demiştir. Eğer “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin zamanındaki hali üzre değildir, değiştirilmiştir. Onun için içtihad ederim,” dese irtidadına hükmolunınaz. Her ne kadar bu te’vil doğru olmasa da böyledir, demişlerdir.

Onu Rüyada Gören Gerçekten Görmüştür

Biri de şudur ki, bir kimse Resûlüllah Efendimiz hazretlerini rüyasında görse gerçekten O’nu görmüştür. Zira mel’un şeytan O’nun sûretine giremez. Bu hususta gelen hadis-i şeriflerin bâzıları şunlardır:

İmâm-ı Müslim’in rivâyetinde:

 “Beni düşünde gören, uyanık halde beni görecektir. Zira şeytan benim şeklime giremez,” diye buyurmuşlardır.

İsmailî’nin rivâyetinde “feseyerânî — beni görecektir” yerine “fekad reânî — beni gördü” diye vâki olmuştur.

Yine Müslim’in naklinde Ebû Katâde’den:

“Beni gören Hakk’ı gördü,” diye rivâyet olunmuştur *. Yine Müslim’in naklinde Câbir’den:

“Beni düşünde gören gerçekten beni görmüştür. Çünkü şeytan için bana benzemek nasip olmaz,” diye varid olmuştur.

İmâm-ı Buhârî’nin Ebû Saîd’den naklettiği hadîs-i şerifte de:

“Çünkü şeytan benim görünüşüme giremez,” diye vâki olmuştur. Yâni: “Lâ yetekünenî kûnî — Benim görünüşüme giremez” demektir. Muzaf hazfolunup muzafun-ileyh fiile bitişik kılınmıştır.

Buhârî katında Ebû Katâde’den: “Lâ yeterânî — Benim gibi görünemez,” diye vâki olmuştur. Bu kelimenin, yeteâtî vezni üzre mânası: “Benim şeklime girmeğe güç yetiremez,” demektir.

Velhasıl bu hadîs-i şeriflerin hepsinden hâsıl olan mâna şudur ki: “Bir kimse Resûlüllah Efendimiz hazretlerini düşünde görse gerçekten onu görmüştür. Zira şeytan onun suretine giremez ve girmeğe muktedir de değildir. Hak teâlâ hazretleri, şeytana, istediği surete girme kudreti vermemiştir.”

Şöyle malûm olsun ki, “Beni gören, gerçekten beni görmüştür; şeytan benim suretime giremez,” demenin mânası, bir cemaatin kavli üzere şöyledir: “Beni kendi suretimde gören” demektir. Yoksa “Her ne türlü surette olursa olsun gören,” demek değildir, dediler. Bunun neticesi şudur ki, “Resûlüllah Efendimiz hazretleri gerçekte ne surette ise şeytan o surete giremez. Yoksa suretlerden herhangi birine girip rü’yada bir kimseye kendini Peygamber Efendimiz olarak göstermesi mümkündür demektir.” Hattâ bâzıları dediler ki: “Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri vefat ettiği sırada ne suret üzre idiyse, hattâ mübarek sakalinin beyazı yirmi kıl kadar yoktu, tâ böyle görmek lâzımdır.”

Hammâd bin Zeyd’den rivâyet edilmiştir ki, şöyle derdi: “İbn-i Sîrîn’in yanına

bir kimse gelip:

Peygamber Efendimiz hazretlerini düşümde gördüm, dese:

— Nasıl gördün? Bana tarif et, derdi.

Eğer Peygamber Efendimizin vasfına aykırı olarak tarif ederse:

— Sen, Peygamber Efendimiz hazretlerini görmemişsin, diye buyururdu.”

Bu naklin senedi sahihtir.

Hâkim, Asım bin Küleyb yolundan ihraç etmiştir ki: “Babam bana hikâye edip: İbn-i Abbâs hazretlerine bir kere:

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerini rü’yada gördüm, dedim.

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh):

— Nasıl gördün, tarif et, dedi.

Ben de:

— Hazret-i Hasan bin Ali’ye benzer şekilde gördüm, dedim.

İbn-i Abbâs hazretleri:

— Gerçek görmüşsün. Zira Hazret-i Hasan (radıyallahü anh) Fahr-i Kâinat hazretlerine gayet benzerdi, dedi,” diye buyurdu.

Bu naklin de senedi güzeldir. Fakat İbn-i Ebî Âsım’ın Ebû Hüreyre’den (radıyallahü anh) rivâyet ettiği buna aykırıdır ki, onun rivâyetinde Peygamber Efendimizin şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir:

“Bir kimse beni düşünde görürse, gerçekten beni görmüştür. Zira hiç şüphesiz ben, her surette görünürüm.”

Ama bunun senedi İbn-i Tev’em’de vardır. O zayıf bir kimsedir. Zira onda akıl bozukluğu vardı. Bu hadîs-i şerifi ondan dinleyen, akıl bozukluğundan sonra dinlemiştir, dediler.

Kadı Ebû Bekir bin Arabi (Allah ona rahmet etsin) der ki: “Peygamber Efendimiz hazretlerini rü’yada bilinen sıfatı üzre gören kimse hakikati üzre görmüştür. Başka sıfatla gören kimse, misâliyle idrâk etmiştir. Zira doğru olan şudur ki, toprak, peygamberlerin cesedini değiştirip bozmaz. Mübarek zâtını idrâk hakikîdir, sıfatını idrâk ise misâlini idrâktir. “Feseyerânî — Beni görecektir,” buyurmasinin mânası, gördüğü nesnenin tabiri, “Beni görse gerektir” demektir. Zira haktır ve gaiptir. Hâsılı, o rü’yamn tabiri benim, beni görecektir. Zira O’nu görmek haktır ve gaiptir, dediği doğrudur. Sadece O’nu gayb âleminde görmekle kalmaz, zâhirde de görse gerektir, demek olur.” Yine dedi ki: “Fekeinnemâ reânî buyurması tesbihtir. Mânası: Eğer beni uyanık görse düşte gördüğüne mutabık bulur, demektir. Bu zikrolunanlar Peygamber Efendimizi bilinen ve tanınan sureti üzre görmeğe göredir. Eğer bu suretine aykırı olarak görürse o misâldir. Şöyle ki, eğer kendine iltifat eder görürse hayırdır, bunun aksini görürse aksi vâki olur.”

Kâdî Iyâd: “ihtimaldir ki, Fekad reânî (Beni gördü) yahut Fekad ree’l-hakk (Hakk’ı gördü, gerçek olarak gördü) buyrulmasmdan murad, Resûlüllah hazretlerini dirilik halindeki bilinen sureti üzre gören kimsenin rü’yası haktır (gerçektir). Başka surette görenin rü’yası ise te’vile muhtaçtır demektir,” dedi.

İmâm-ı Nevevî dedi ki: “Kadı’nın bu sözü zayıftır. Belki doğrusu şudur ki, Onu gören hakikat üzre görür. Gerek bilinen sureti üzre görmüş, gerekse başka bir surette görmüş olsun.”

İbn-i Hacer dedi ki: “Kadı’nın sözünde Nevevî’nin sözüne aykırı olan bir şey yoktur. Belki sözünün açık mânası şudur ki, gören kimselerin her iki halde de gördükleri hakikat üzredir. Fakat birinci halde, yâni bilinen sıfatı üzre görmede, tabire ihtiyaç yoktur. İkinci halde ihtiyaç vardır, demektir.”

Bâzıları: “Hadîs-i şerifin mânası, hakikî sureti ile gören, görmüştür, demek olur,” dediler. Ama bundan, başka surette görenin rü’yasınm karışık rü’yalardan olması lâzım gelir. Bu, bilindiği gibi çok olur. Dünyada olduğu sıfata benzemeyen başka bir sıfat üzre görünür. Bu takdirde ise mel’un şeytanın Fahr-i Âlem hazretlerinin suretine girmek şeklinde bâzı telbîse (hak suretinde görünerek aldatmaya) kadir olması lâzım gelir. Bu da “Hiç şüphesiz şeytan benim suretime giremez” hadîsinin umumî ifadesine aykırı düşer. Resûlüllah Efendimiz Hazretinin şerefli zâtına yaraşan, bu mertebelerden de tenzih olunınasıdır.

O halde doğrusu, hadîs-i şerifin te’vilinde şöyle demektir: Rü’yada o Hazret her ne durum ve şekilde görülürse görülsün bunda şeytanın bir dahli yoktur. O görüş haktır, bâtıl değildir. Hak teâlâ hazretleri katmdandır, karışık rü’yalardan değildir.

Kadı Ebû Bekir bin Tayyib ve diğerleri böyle demişlerdir. Bu sözü, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin, “Beni gören gerçekten beni gördü” demesi te’yid edici olur. İmâm-ı Kurtubî buna işaret etmiştir.

İbn-i Battâl: “Hadîs-i şerifte geçen “Feseyerânî fi’l-yakaza — Uyanık halde de beni görecektir” sözünün mânası, rü’yamn doğruluğu, sağlamlığı ve gerçek üzre zuhurudur. Yâni tabir itibariyle neye delâlet ederse gerçekleşecektir, demektir. Yoksa ‘Beni düşünde gören, âhirette görse gerek’ demek değildir. Zira kıyamet gününde O’nu bütün ümmeti görecektir. Düşünde gören de, görmeyen de görecektir,” diye buyurdu.

Marezî dedi ki: “Eğer hadîs-i şerifin sözlerinde mahfuz olan ‘Fekeinnemâ reânî

— Beni görmüş gibidir,” sözü ise mânası açıktır. Yâni tesbihtir, uyanık halde gören gibidir, demek olur. Eğer ‘Feseyerânî fi’l-yakaza — Uyanık halde beni görecektir,” sözü ise ihtimaldir ki, şerefli muradı kendi zamanı halkıdır.

Hâsılı şöyle demek olur: Bana muhaceret edip beni görmeyen ümmetimden bir kimse bulunduğu diyarda beni rü’yasında görse bu, o kimsenin beni uyanık halde de göreceğine delâlet eder. Neticede beni müşahede etmek ona nasip olur. Bu mânayı Hak teâlâ hazretleri kendisine vahiy etmiş olur.”

Kâdî Iyâd buna cevap verip dedi ki: “İhtimaldir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerini rü’yasmda bilinen sıfatı üzre görmek, âhiret yurdunda gören kimsenin büyük derece sahibi olmasını gerektiricidir. Rü’yet hâssasmı iktiza eder. Derece yükseklikleri ile türlü hususiyetleri ifade edici olur. Resûlüllah Efendimize yakınlık ve komşuluğa sebep olup şefaatine vesile olur.” Ayrıca: “Hak teâlâ hazretlerinin bâzı günahkârlara kıyamette bir müddet âlemlerin hocası Efendimiz hazretlerini göstermemesi olmayacak bir şey değildir,” diye buyurmuştur.

Hâsılı bu sözler, İbn-i Battâl’m “Âhirette o Hazret’i bütün ümmeti görecektir. ‘Feseyerânî — Beni görecektir’ şerefli sözünden murad âhirette görmek mânası değildir,” demesine cevaptır.

İbn-i Ebî Cemre, başka bir mânaya hamledip dedi ki: “Sahâbe-i kirâmden İbn-i Abbâs yahut bir başkası, bir kere Resûlüllah Efendimiz hazretlerini rü’yasmda gördü de uyanıp bu hadîs-i şerifi düşünmeye başladı. Ondan sonra kalkıp mü’minlerin analarından birinin yanına vardı. Galiba yanına gittiği, kendinin halası Meymune (radıyallahü anhâ) idi. Ona rü’yasını anlatınca o da Peygamber Efendimiz hazretlerinin aynasını çıkarıp İbn-i Abbâs hazretlerinin eline sundu. Hazret-i İbn-i Abbâs, bakınca aynada Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin şerefli cemâlini müşahede edip kendi suretini görmedi. İşte O Hazret’in, ‘Beni düşünde gören, uyanık halde de görse gerektir,’ diye buyurmasından murad, bu kıssada anlatılan keyfiyetti.”

İmâm-ı Gazalî dedi ki: “Peygamber Efendimizin ‘Fekad reânî — Beni gördü’ buyurmasından murad, cismimi ve bedenimi gördü, demek değildir. Belki ‘Bir misâl gördü ki, o misâl, benim nefsimde olan mânayı müşahedeye bir âlettir (vasıtadır),’ demek olur. ‘Feseyerânî — Beni görecektir’ buyurmasında da murad, bu mânadır. Yoksa ‘Cismimi görür’ demek değildir.”

Sonra yine dedi ki: “Alet bâzen hakikî olur, bâzen hayalî olur. Nefs dedikleri o misalden başka bir şeydir. Hâsılı, bir kimse rü’yasmda Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerini görse, gördüğü O’nun misâlidir. Yoksa şahsı ve ruhu değildir. Bunun benzeri, rü’yada Hak teâlâ hazretlerini görmektir. Gerçekten Hak teâlâ hazretlerinin temiz zâtı, suretten ve şekilden münezzehtir. Fakat ta’rifâtı (taninınası), o görünen hususî misâl vasıtasiyle insana ulaşır. O misâl, ta’rifte (tanımada) vasıta olmak hususunda gerçek bir âlet olur. Hak teâlâ hazretlerini düşümde gördüm diyen kimse, zâtını gördüm demeyi murad edinmez. Belki bir misâl gördüm ki, ma’rifete (Hakk’ı tanımaya) vasıta oldu, demeyi murad edinir.”

Yine Gazalî hazretleri (Allah ona rahmet etsin) bâzı fetvalarında dedi ki: Bir kimse, rü’yada Resûlüllah Efendimiz hazretlerini görse gördüğü, Medine’deki Ravza’da (Peygamberimizin kabrinde) olan şahsın hakikati değildir. Belki suret ve şekilden mukaddes olan temiz ruhunun misâlidir.”

Tayyibî de der ki: “Mânası, bir kimse beni rü’yada görse, her ne sıfat üzre olursam müşahede etse, o kimse sevinsin ve bilsin ki, hak rü’ya görmüştür. Yâni o görüş haktır, bâtıl değildir, demektir. ‘Fekad reânî — Beni gördü, demesi, beni öyle bir görüşle gördü ki, bu görüşün ötesinde bir şey yoktur, demektir. Zira şart ile karşılığinin birleşik olması son derece kemâle delâlet eder.”

Nihayet cevapların özü ve sonucu, hadîs-i şerifin tesbih üzerine dayanınasıdır. “Fekeinnemâ reânî fi’l-yakaza — Beni uyanık halde görmüş gibidir,” buyurması buna delâlet eder.

İkinci cevap, uyanık halde o rü’yanın te’vilini hakikat üzre görecektir, demektir.

Üçüncü cevap, zamanesi halkından kendini görmeyip îman getirenlere mahsus demektir.

Dördüncü cevap, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin aynasında görmek manasınadır. Ama İbn-i Hacer, “Bu yorum, çok uzak bir şeydir,” diye buyurdu.

Beşinci cevap, kıyamet gününde o Hazret’i rü’yada görmeyenlerin görüşünden görenlerin görüşünün daha ziyade hususiyet üzere olmasıdır.

Ama doğru olan şu cevaptır ki, daha önce Fahr-i Kâinat hazretlerini herhangi bir hal üzere görmek bâtıl değildir. Belki haktır. Hak teâlâ hazretleri katmdandır,’' denilmişti. Sözün neticesi şudur ki: Fahr-i Kâinat hazretlerini, bilinen suretlerinden bir suret üzre gören, hakikat üzre bir görüşle görmüştür. Asıl görmek, böyle görülmesidir. Ama bâzen olur ki, bundan başka türlü görülür. Bu takdirde rü’ya gören kimsenin kendi haline ilişkin bir görüş olur. Bâzı âlimler buyurmuşlardır ki, Peygamber Efendimiz hazretlerini ihtiyar halde görmek, son derece iyi halli olmaya delâlet eder. Genç şeklinde görmek gayet cenkçi olmaya delâlet eder.

Ebû Saîd Ahmed bin Muhammea dedi ki: “Bir kimse Resûlüllah Efendimizi gayet güzel suret üzre görse, gören kimsenin dininde güzel olmağa delâlet eder. Azasından birini noksan olarak görse, gören kimsenin dininde bir noksan bulunduğuna delâlet eder.” Doğru söz bu sözdür. Nice kere tecrübe edilip böyle bulunmuştur, dediler. Bu takdirde Peygamber Efendimizi rü’yada görmenin çok büyük faydası olur. Her kişi kendi halini müşahede eder. Noksanı varsa tamamlamaya çalışır. Güzel hali varsa onları daha da arttırmaya heves eder, şükür üzere olur. Velhasıl Resûlüllah Efendimiz hazretleri parlak bir ayna gibidir ki, onda asla bulanıklık ve keder tozları bulunınaz. Ona bakan kimse, kendi suretini müşahede eder. Güzelse güzel görünür, çirkinse kendi çirkinliğini müşahede eder. Rü’yada işitilen sözü hakkında da böyle demişlerdir. Meselâ bir kimse, rü’yasmda Resûlüllah Efendimizden bir söz işitmiş olsa sünnetine tatbik eder; eğer uygun düşerse haktır, eğer aykırı gelirse o işitenin kendi bozukluğu yüzündendir. Şerefli zâtını görmek haktır. Aykırılık ve noksanlık olursa gören kimsenin kendi halinin öyle olmasındandır. En iyisini Allah bilir.

Ama Resûlüllah Efendimiz hazretlerini ölümünden sonra uyanık halde görmek hususunda Müellif (Allah ona rahmet etsin), kendi şeyhinden rivâyet eder ki: “Sahâbe-i kirâmden ve sonra gelenlerden hiç bir kimseden bu haber bize ulaşmamıştır. Hazret-i Fâtıma (radıyallahü anhâ), Fahr-i Âlem hazretlerinin vefatından o kadar şiddetli hüzün çekti ki, üzüntü ve kederinden altı ay sonra kendi de vefat etti. Hazret-i Fâtıma’mn evi, Resûlüllah hazretlerinin münevver Ravza’sinin yanında idi. O Hazret-i gördüğü, ondan asla naklolunınadı,” diye buyurdu.

Ama bu halin bâzı salihlerin kendilerine vâki olduğu, muteber kitapların bir kısmında görülmüştür. BehcetU'n-Nüfûs’da İbn-i Ebî Cemre der ki: “Selef ve haleften rivâyet edilmiştir ki, bir cemaat, “Beni rü’yada gören kimse, uyanık halde de görecektir,” hadîs-i şerifine itikat ederlerdi. Sonunda Resûlüllah Efendimizi rü’yada gördüler. Ondan sonra uyanık halde âşikâre gördüler. Zihinlerini karıştıran bâzı şeylerden suâl ettiler. Resûlüllah hazretleri, onlara şifa olacak yolda haber verdi. İşin sonunda buyurduğu gibi gerçekleşti; eksiksiz ve fazlasız...”

Yine demiştir ki: “Bunu inkâr edici olan kimse şundan uzak değildir: Evliyanın kerametini ya tasdik edicidir veya değildir. Eğer tasdik edici değilse onunla bahse girişmek kabil değildir. Çünkü söz ondan sâkıt olmuştur. Zira açık seçik delille sünnetin isbat ettiği şeyi yalan saymış olur. Eğer tasdik ederse bu da o kabildendir. Zira evliyaullah, ulvî ve süflî âlemde nice şeyi harikulâde bir şekilde müşahede ederler. Onların gözlerinden perdeyi giderirler. Eşya münkeşif (açılmış) olur, keşif yoluyla Resûlüllah hazretlerini de müşahede ederler. Bu. yolla şerefli sözünü de işitirler.”

İbn-i Mansur bir risalesinde yazmıştır ki: “Şeyh Ebü’l-Abbâs Kastalânî (Allah ona rahmet etsin) bir kere Ravza-i Mutahhara’ya (Peygamber Efendimizin şerefli kabrine) girdi. Resûlüllah hazretleri, ona:

— Ehazallahü bi-yedike yâ Ahmed! (Ey Ahmed, Allah elinden tutsun) diye buyurdular.”

Şeyh Ebû’s-Suûd’dan rivâyet edilmiştir ki: “Bir zamanlar Mısır’ın sâlihlerinden Şeyh Ebü’l-Abbâs ve diğerlerini ziyaret edip şerefli huzurlarına varır, hizmetlerinde bulunurdum. Vakta ki, onlardan kesilip işlerimle uğraşmaktan huzurlarına gidemez oldum, Hak teâlâ hazretleri bana da fetih (açılış) müyesser etti. Peygamber Efendimiz hazretlerinden başka şeyhim kalmadı. Her namaz akabinde O’nunla musafaha ederdim,” diye buyurmuşlardır.

Yine Şeyh Ebü’l-Abbâs’dan rivâyet edilmiştir ki: “Bir kere Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin şerefli huzurlarına girip durmadan evliyaullah için velayet menşurlarını (makam tevcihi fermanlarını) yazdığını gördüm. Onlarla beraber kardeşim Muhammed için de bir menşur yazdı. Ben:

— Ya Resûlâllah! Kardeşime yazdığınız gibi bana da birini yazmaz mısınız? dedim.

— Etürîdü en tekûne kumhâren? (Sen, Kumhâr olmak mı istiyorsun?) diye buyurdu.”

Kumhâr, Endülüs diyarının lügatidir. Hâsılı, “Sen bunların mertebesini mi istiyorsun?” demek olur. Bundan anlaşılıyor ki, Ebü’l-Abbâsın özge bir makamı varmış, dediler .

Hüccetü’l-İslâm Gazalî (Allah ona rahmet etsin) El-Münkızu Mine’d'Dalâl adlı kitabında: “Evliyaullah, melekleri ve peygamberlerin ruhlarını müşahede ederler, seslerini işitirler ve onlardan faydalar alırlar,” diye buyurmuştur.

Şeyh Sühreverdî (Allah ona rahmet etsin) Avârifü’UMaârif inde Abdülkadir-i Geylânî (Allah yüce sırrını takdis etsin) hazretlerinden hikâye etmiştir ki: “Tâ mevcudatın iftiharı Efendimiz hazretleri bana “Evlen!” demedikçe ben evlenmedim,” diye buyurmuşlar.

Seyyid Nureddin El-Eycî’den de hikâye olunmuştur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin Ravza-i Mutahhara’sını (şerefli kabrini) ziyarette bir kere selâm verdiği zaman Peygamber Efendimiz:

— Aleyke’s-selâmü yâ veledi! (Selâm sana, ey oğlum!) diye selâmına karşılık vermişlerdir.

Bu hususun nesepleri sahih olan bâzı seyyidlere de vâki olduğu meşhur ve bilinen bir şeydir.

Bedreddin Hasan bin El-Ehzel (Allah ona rahmet etsin) rü’yet mes’elesinde buyurmuştur ki: “Bu hususun büyük evliyaya vâki olduğu mütevâtir (çok yaygın söylentilerle sâbit) olmuştur. Bunun hakkmdaki bilgi çok kuvvetlidir. Şek ve şüphe kalmamıştır. Evliyaullahm haberlerinin tevatür halinde taallûk ettiği bir hususta şüphe kalmaz. Fakat bu hal, bâzılarına vecd ve murakabe âleminde vâki olur. Gözlerini yumarlar da öyle müşahede ederler. Zira kendilerine öyle bir hal gelir ki, o sözle anlatılır bir şey değildir.

Bu rü’yette de mertebeler derece derece birbirinden farklıdır. Çok olur ki, rivâyet edenlerinde yanılma olur. Kendilerine güvenilir kimselerden kesintisiz olarak gelen sahih rivâyetlerde çok az yanılma olur. Güvenilmeyen kimselerden yalanın da gelmesi mümkündür. Uykuda ve hislerini kaybettikleri zamanda gördüklerini, uyanık halde gördük sanınaları muhtemeldir. Nihayet bütün bunlardan, Resûlüllah Efendimizin ölümünden sonra O’nu uyanık halde ve baş gözü ile görmenin fasit olduğunun akılların hemen idrâk edeceği şeyler kısmından olduğu anlaşılır. Zira bundan, ölümünden sonra şerefli kabrinden çıkıp yollarda gezmesi, halk ile konuşup görüşmesi, şerefli kabrinin temiz cesedinden boş kalması ve halkın mücerret boş kabri ziyaret etmeleri lâzım gelir ki, bunlar hep mâkul olmayan şeylerdir, aklın kabûl edeceği şeylerden değildir.”

İmâm-ı Kurtubî de, bunun fesadına işaret edip: “En aşağı derecede aklı olan bir kimse, bunu söylemez,” demiştir.

Hâsılı, baş gözü ile görmek mânasına âlimlerden hiç kimse razı olmuş değildir. Zira bu, akla aykırı olan bir şeydir. Ama salihlerden riyazet ve mücahede erbabinin kendi murakabeleri âleminde kalb gözü ile müşahede mânasını kimse inkâr etmez. Bu takdirde “Feseyerânî fi’l-yakaza — Beni uyanık halde de görecektir,” buyurulmasinin mânası: “Benim müşahedemi tasavvur eder de nefsini benim yanımda hazır olmak derecesine indirir. Bu bakımdan âdâb ve sünnetim dairesinden dışarı çıkmaz, şeriat ve tarikatim caddesi üzre yürür,” demek olur.

Şeyh Ebü’l-Abbâs El-Müressî’nin:

 “Eğer Resûlüllah hazretleri bir göz açıp kapayacak miktarı benden örtülü ve gaip olsaydı, ben O’nu müşahede etmeseydim, kendimi müslüman saymazdım,” diye buyurması o mertebelerdendir, dediler .

Ehzel, Ebü’l-Abbâs’dan bu sözü hikâye ettikten sonra: “Burada mecaz yoliyle söyleyiş vardır. Bunun benzeri olan sözler, büyük meşayihden vâki olur. Şeyhin muradı, “Eğer gaflet ve nisyan hicabı (perdesi) ile mahcub ve mestur (örtülmüş) olup O’ndan kalbim bir an gafil olsaydı, kendimi müslüman saymazdım,” demektir. Yoksa şahsi ruhundan mahcub olmak mânası kasdedilmiş değildir. Zira o muhaldir,” diye buyurdu. En iyisini Allah bilir.

Peygamber Efendimiz hazretlerine mahsus olan fazilet ve kerametlerden biri de şudur ki, O’nun şerefli ismi ile isimlenmek, mübarek ve uğurludur; dünyada ve âhirette pek çok fayda ve menfaatleri vardır. Enes (radıyallahü anh) Fahr-i Âlem hazretlerinden rivâyet etmiştir ki:

“Kıyamet gününde Hak teâlâ hazretlerinin kullarından iki kulu şerefli huzuruna getirip durdururlar. Ondan sonra Hak teâlâ hazretleri:

— İkisi de cennete varsınlar, diye emreder.

Onlar:

— Ey Rabbimiz, biz, ne sebeple cennet ehli olduk? Biz, kendimiz bir amel işlemedik ki, onun karşılığı olarak bize cenneti veresin, derler.

Bunun üzerine Hak teâlâ hazretleri buyurur ki:

— Cennete girin. Zira ben yemin edip ismi Ahmed veya Muhammed olan kimseleri cehenneme koymamayı nefsim üzerine gerekli kılmışımdır. Onlar cehenneme girmezler,” diye buyurmuşlardır.

Ayrıca Ebû Nuaym’ın rivâyetinde Fahr-i Âlem hazretleri buyurmuştur ki:

“Hak teâlâ hazretleri bana buyurdu: Yüceliğim ve büyüklüğüm hakkı için ben, senin ismini taşıyan bir kimseye ateşle azâb etmem.”

Ahiret gününde azâb yeri cehennem olduğu için “Ateşle azâb etmem” diye buyurmuştur. Murad cehennemde azâb etmem demektir. Yoksa murad, başka yerde azâb etmenin cevazı değildir. Mağfiret sebebi Peygamber Efendimizin şerefli ismi olunca aslâ azâb etmem demek olur. Hak teâlâ hazretlerinin vaadinde duracağına binaen onlara azâb olunınaması kesin olduğu için “azâb etmem,” diye buyurulmuştur.

Bu kudsî hadîs gereğince Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin isimlerinden her şerefli isimle isimlenmiş olan, âhiret azâbmdan, Allah’ın fazlıyla bağışlanmıştır.

Hazret-i Ali (Allah varlığını mübarek kılsın) buyurmuştur ki: “Her ne zaman bir yere bir sofra konsa da o sofrada Muhammed veya Ahmed isimli bir kimse hazır bulunsa Hak teâlâ hazretleri o menzili her gün iki kere takdis eder.”

Takdis, temizlikle yâd etmektir. Burada da murad, o menzil ehline (orada oturanlara) kötülüklerden temizlenme nimetini ikram eder, demektir.

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli ismi ile isimlenmiş olmakta bu denli fazilet ve keramet vardır. Ama künyeleri ile künyelenmeğe izin yoktur. Yâni Ebü’lKasım diye künye koymak yasaklanmıştır. İster adı Muhammed olsun, ister olmasın, dediler. Bâzıları: “Adı Muhammed olup da künyesinin Ebü’l-Kasım olması mekruhtur. Yoksa Muhammed ismiyle birleşmedikçe yalnız Ebü’l-Kasım diye isim koymak caizdir,” dediler. Bu sözün en doğru olduğu anlaşılır. Ayrıca doğruya en yakın olan şudur ki: “Yasaklanmış olmak, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin yaşadığı zamanda idi. Tâ ki, Peygamber Efendimiz hazretleri ile o kimsenin isimleri birbirine karışmasın diye... Yoksa sonradan caiz olmuştur,” dediler.

Peygamber Efendimize mahsus olan fazilet ve kerametlerden biri de şudur ki, hadîs-i şerifini okuyan kimseye gusletmek ve güzel kokular kullanınak müstehaptır. Aynı zamanda o mecliste bulunanların seslerini yükseltmemeleri, yaşadığı zamanda konuşma âdabına riayet etmek nasıl gerekli ise hadîs-i şerifi naklolunduğu zaman da öyle gereklidir. Zira şerefli sözünün şanının yüksekliği, yaşadığı zamanla ölümünden sonra farklı olmaz. Sözü yine o sözdür. O’nun sözünü nakleden kimsenin yüksek yerde oturması da gerektir.

Matrif’den nakledilmiştir ki: “İmâm-ı Mâlik (Allah ona rahmet etsin) hazretlerine bir kimse gelse kapıya hizmetkâr çıkıp:

—Hadîs mi istiyorsunuz, yoksa bir mes’ele mi sormak istiyorsunuz? İmâm soruyor, derdi.

Eğer gelen kimse, “Bir mes’ele sormak istiyoruz,” derse hiç eğlenmeden dışarı çıkardı. Eğer “Hadîs istiyoruz” derlerse gidip yıkanına yerine girer, yıkanır, güzel kokular sürünür, yeni elbiselerini giyerdi. Sarığı ve taylasanı ile çıkıp bir kürsünün üzerine otururdu. Huşû’ ve huzû’ (alçak gönüllülük) ile hadîs-i şerif naklederdi. Sözlerini bitirinceye kadar şerefli meclisinde öd yanardı. Hadîs-i şerif nakletmediği zaman o kürsüye çıkmazdı. Kendilerinden sual edip:

— Ya İmâm! Neden böyle ediyorsunuz? dediler.

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli hadîsine saygı göstermeyi ve O’nun sözünü yüceltmeyi severim, diye cevap verdi.”

Bâzıları, “İmâm-ı Mâlik, bu şekilde davranınayı Saîd bin Müseyyeb’den (radıyallahü anh) gördü,” dediler.

Katâde, Mâlik ve bir cemaat: “Abdestsiz hadîs-i şerif nakletmek çirkin ve mekruhtur,” dediler. Hattâ A’meş abdesti olmasa teyemmüm ederdi. Kâinatın Efendisine böyle hürmet ettikleri için Hak teâlâ hazretleri İslâm İmâmlarına şöyle izzet ve ikram eyledi: Alem halkı kıyamete değin onlara da hürmet ederler. Allah onlara uçsuz bucaksız rahmetlerini ihsan buyursun.

Peygamber Efendimizin şerefli hadîslerini okuyan kimselerin, dışarıdan adam gelince kalkmaları mekruhtur. Zira başka bir şey için şerefli hadîsi kesmek edep ve hürmet azlığıdır. Kalkmanın kendisi bid’at olan bir şeydir. Bid’atten ötürü kesmek son derece çirkindir. Selef (Allah onlara rahmet etsin) şerefli hadisler üzerinde iken kendilerine bir zarar da yetişse hareket etmezlerdi. Bir gün İmâm-ı Mâlik hazretlerinin başına şöyle bir şey geldi: Hadîs-i şerif naklederken elbisesinin arasına bir akrep girdi. Şerefli cismini nice yerden soktu. İmâm hadîs naklini tamamlayıncaya kadar aslâ hâlini açığa vurmadı ve hareket etmedi.

Biri de şudur ki, Peygamber Efendimiz ile bir lâhza bir arada bulunan kimseye sohbet ve sahabet (arkadaşlık) sâbit olur. Yâni cüz’i bir zaman şerefli huzurunda bulunup kendileriyle görüşen kimse ashâb-ı kirâmdan sayılır. Ama Tâbiîn’in sahâbî ile çok zaman bir arada bulunınası gerektir ki, onlar arasında sohbet sâbit olsun. Usûl âlimleri katında en doğrusu budur. Zira Fahr-i Kâinat Efendimizin cömertliği, risalet makaminin büyüklüğü ve nübüvvet nuru öyle bir derecede idi ki, mücerret şerefli nazara  ilişmekle ahmak bir bedevi Allah’ın hikmetiyle konuşmaya başlardı.

Ashabı Adalet Üzeredir

Biri de şudur ki, Peygamber Efendimiz hazretlerinin bütün ashâbı adalet üzre idi. Kitap ve sünnetin açık ifadeleri buna delâlet etmiştir. Diğer râvilerin adaletlerinden söz edilmesi caizdir. Ama büyük ashâbm adaletleri üzerinde söz edilmesi caiz değildir. Hak teâlâ hazretleri, o zamanda mevcut olan* İslâm ehline hitap edip: “Ve kezâlike cealnâküm ümmeten vasatan — Böylece sizi orta bir ümmet kıldık,” (Bakara sûresi: 2/143) diye buyurmuştur.

Yâni: “Orta ümmeti, Âdil bir ümmet,” diye tefsir etmişlerdir. O halde bu âyet-i kerîme gereğince adaletleri sâbittir. Onlar, ne buyurdularsa gerçektir. Ona uymak gerektir. Fahr-i Kâinat hazretleri:

 Benim ashâbıma sövmeyin. Nefsim elinde bulunan Allah hakkı için eğer sizin biriniz Uhud dağı kadar altın infak etse, ashâbımdan birinin bir müddüne ve nasîfine yetişmez,” diye buyurmuştur.

Müdd, küçük bir ölçektir. Nasîf de, onun yarısı bir ölçektir. Hâsılı, “Siz o kadar altın verseniz, sahâbe-i kirâm da arpa veya buğdaydan birer küçük ölçek verseler, sizin sevabınız onlarınkine eşit olmaz. Hak katında onların tâatlerinin kabulü böyledir,” diye yakınlık derecelerini beyan etmektir.

Yine Peygamber Efendimiz hazretleri:

“İnsanların en hayırlısı benim çağımdakiler, sonra onları tâkip edenlerdir,” diye buyurmuştur.

Bu hadîs-i şerif gereğince insan oğullarının en üstünü, Resûlüllah hazretlerinin zamanında olan müslümanlardır. Onlardan sonra en üstünü, ikinci çağda olan müslümanlardır ki, onlara tâbiîn derler. Velhasıl, pek çok âyet ve hadîslerle büyük sahabenin adaletleri sabittir. Hiç birisine ta’n etmek caiz değildir. Gerek fitneye uğramış olsunlar, gerekse olmasınlar. Onlara hüsnüzan gereklidir. Fitneye uğrayanları, içtihatları sebebiyle uğradılar. Nefislerinin hevasına tâbi olmakla değil. O hallerine bakmak gerekir ki, Peygamber Efendimiz hazretlerinin şerefli emrine nasıl itâat ve inkıyâd üzere idiler; yoluna ne denli çalıştılar, ne kadar memleketler fethettiler? Kitap ve sünneti halka nasıl tebliğ ettiler ve insanları nasıl hak yola hidayet ettiler? Namaz ve zekâta müdavemetleri, Allah yolunda gazâlarda olanı şecaatleri, her birinin cömert lûtfunun ve güzel ahlâkinin ne derecelerde olduğunu, bütün bunları görmek gerektir. Ayrıca dünya yönüne iltifatları ne kadardı? Bunu düşünmek gerek. Onlardan sâdır olan fazilet ve kerametler eski ümmetlerin hiç birinden sâdır olmamıştır. Daha sonra gelenlerden bir kimsenin onlar mertebesine ulaşması mümkün değildir. Bu saadetlerin hepsi, onlara, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin mübarek nazarının te’siri bereketleri idi. Allah onların hepsinden razı olsun.

Onların bir kısminin diğer kısmına nazaran şeref ve kerametinin nisbetine ilişkin söz, inşaallah ileride gelecektir.

Biri de şudur ki, bir kimse namaz içinde iken Fahr-i Kâinat Efendimiz kendisini çağırsa namazını bırakıp o Hazret’e varınak vacip olurdu. Saîd bin Muallâ’nın hadîsi buna şahittir ki, bir zaman namaz kılarken Resûlüllah hazretleri Saîd’i çağırdı. O da namazını tamamlayıp ondan sonra gitti.

— Niçin eğlendin? diye buyurduğunda:

— Ya Resûlâllah! Namazdaydım, dedi.

Fahr-i Âlem Efendimiz:

— Hak teâlâ hazretleri buyurmadı mı ki: “Estecîbû Iillâhi ve lir-resûli izâ deâküm limâ yuhyîküm — Sizi yaşatacak şeylere çağırdıkları zaman Allah’ın ve Resülünün çağrısına koşun.” (Enfâl sûresi: 8/24)

İşte bu âyet-i kerime hükmünce dâvete icabet farzdı. Namaz içinde olanı da davet etse hemen gitmek gerekti. İcabeti terk etmekle kişi âsi olurdu. “Ama o namaz nasıl olur? Tekrar baştan başlamak mı gerek, yoksa geri kalanını mı kılmak gerek?” diye bu hususta söz ettiler. Bâzı âlimler: “Geri kalanını kılmak gerek. Resûlüllah hazretlerinin çağrısına uymakla namaz bozulmaz,” dediler. Bazıları da: “Namaz bozulur. Yeni baştan kılmak gerek. Ama bozulmasiyle kimseye bir şey lâzım gelmez. Zira Hak teâlâ hazretlerinin emri bunun üzerinedir ki, Resûl dâvet etse icabet farz olurdu. Varsın, sonradan yine namazını kılsın,” dediler.

Biri de şudur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine iftira etmek, başkasına iftira etmek gibi değildir. Hadîs âlimlerinden bir topluluk: “Resûlüllah hazretlerine iftira edenin aslâ rivâyeti makbul olmaz,” dediler.

İmâm-ı Abdürrezzak’ın naklinde Saîd bin Cübeyr’den rivâyet edilmiştir ki: “Bir kişi, Fahr-i Âlem hazretlerinin üzerine iftira etti. Fahr-i Âlem hazretleri, Hazret-i Ali’yi ve Hazret-i Zübeyr’i gönderip:

— Eğer yetişip bulursanız onu öldürün, diye emretti.”

Onun için İmâmü’l-Haremeyn, kendi babasından hikâye etmiştir ki, “Bir kimse Fahr-i Kâinat hazretlerinin üzerine kasıtlı olarak yalan söylese kâfir olur,” demiştir. Fakat İmâmlardan hiç kimse, bu sözde ona muvafakat etmemiştir. Doğrusu şudur ki, büyük günahlardandır. Pek çirkin bir iştir. Fakat küfür lâzım gelmez. Meğer ki, bunun helâl olduğuna itikat etsin, dediler.

İmâm-ı Nevevî zikrolunan sözleri O Hazret hakkında yalan söylemekten şiddetle ve zorla uzaklaştırmaya, böylece cezasını ağırlaştırmaya hamledip: “Seçkin olan görüş, şartlarına uygun olarak tevbelerinin sıhhatine kesin hüküm verilmesidir. Şeriat kaideleri üzere geçerli olan görüş budur. Alimler, kâfirden müslüman olanın rivâyetinin sıhhati hakkında ittifak etmişlerdir. Şehadet ile rivâyetin bu mânada farkı yoktur. Bâzı âlimler buyurdu ki: ‘Tevbesi kabul olunınaz diyenlerin sözü şu türlü kimseler içindir ki, yalan hadîs düzüp Fahr-i Kâinat hazretlerine isnat ederler ve halk onu gerçek hadîs sanıp ezberler ve kitaplara yazarlar. Bu türlü yalan olunca gerçekten günahı ortadan kalkmaz, belki ebedî olarak boynunda kalır. Zira bir kimse, Peygamberimizin bir sünnetini terketse onun günahı ve onu işleyenin günahı kıyamete değin o kimsenin üzerinedir. Bu takdirde tevbenin hakikati müşkül olur.”

Biri de şudur ki, Peygamber Efendimiz, günahın küçük ve büyüğünden, bilerek veya yanılarak işleneninden mâsum idi. Diğer peygamberler de böyle idiler.

Biri de şudur ki, delilik ârız olması, onun hakkında mümkün değildi. Zira eksikliktir. Uzun süren baygınlık da onun hakkında mümkün değildi. Şeyh Ebû Hâmid böyle zikretmiştir. Belkıynî de buna kesinlikle hükmetmiştir. Diğer peygamberler de böyle idiler.

Sübkî: “Âmâ olmak da peygamberler için caiz değildir. Zira eksikliktir. Hiç bir peygamber âmâ olmamıştır. Hazret-i Şuayb’m iki gözü yoktu, dedikleri sâbit değildir. Hazret-i Yâkub’un gözüne perde inmişti, sonradan yine zâil oldu,” demiştir.

İmâm-ı Fahri Râzî, Hak teâlâ hazretlerinin Hazret-i Yâkub hakkında: “Vebyeddat aynâhü mine’l-huzni — Ve üzüntüden gözleri ağardı,” (Yûsuf sûresi: 12/84) buyurması üzerine dedi ki: “Hazret-i Yâkub: ‘Yâ esefâ alâ yûsufe — Ey benim Yûsuf üzerindeki acılarım!” (Yûsuf sûresi: 12/84) dediği zaman ağlamak ona galebe etti. O durumda kişinin gözleri yaşla dolar. O göz yaşinin beyazından göz ağarmış gibi olur. ‘Ve üzüntüden gözleri ağardı’ buyrulması onun olmasıdır. Bu sözün doğruluğunun delili şudur ki, ‘mine’l-hüzni — üzüntüden’ diye buyrulmuştur. Hüznün te’siri ağlamanın galebesindedir, yoksa âmâ olmakta değildir. Eğer ‘ağarınanın’ mânasını ağlamanın galebesine hamledersek onu hüzünle delillendirmek güzel olur. Eğer âmâya, yâni gözsüzlüğe hamledersek münasip olmaz. Hâsılı bizim dediğimiz daha uygundur,” diye buyurdu.

Ondan sonra: “Bu hususta âlimler ihtilâf etmişlerdir. Bâzıları: “Galebe ile kör olmuştu, sonradan Hak teâlâ hazretleri yine onu görür etti,” dediler,” diye nakletti.

Çok ağlamaktan, üzüntü ve kederden görüşünde zayıflık hâsıl olmuştu. Çak az görüyor ve etrafındaki kimseleri güçlükle teşhis edebiliyordu. Hazret-i Yûsuf’un gömleğini getirip üstüne attıkları ve Hazret-i Yûsuf’un sağlık haberini getirdikleri zaman sevincinin şiddetinden ve gönlünün ferahlayıp genişlemesinden üzüntüsü gitti, görüşüne kuvvet geldi. Gözünde aslâ zayıflık ve eksiklik kalmadı, dediler.

Biri de şudur ki, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine bir kimse hâşâ söğse yahut hakkında eksiklik verecek bir şey söylese katli gerekli olur. Şafiî âlimleri katında, tevbe ederse katlolunınaz. Ama İmâm-ı Âzam katında, özrü ve tevbesi aslâ makbul değildir, elbette katlolunınası lâzımdır. Zira kati, ona hadden vacip olmuştur, tevbe ile sâkıt olmaz. Nitekim kazf haddi (namuslu kadınlara zina iftirasında bulunanlara verilen ceza) tevbe ile sâkıt değildir. Hak teâlâ hazretlerine sövenin tevbesi makbuldür. Zira bu, Allah’ın hakkındadır. Ama peygamberlerden birine sövenin tevbesi makbul değildir. Zira peygamber beşer cinsindendir. Ona kusur atfedilmesi kabildir. Halbuki Hak teâlâ hazretleri bütün ayıplardan münezzehtir. O halde peygamberlere sövene katilden kurtuluş yoktur. Ama söven, eğer kâfirse, müslüman olmakla kurtulur.