Geri

   

 

 

İleri

 

3. Kısım

4 -7   Peygamberimize Mahsus Mubahlar

Bu cümleden biri dayanıp oturmakla abdesti bozulmazdı. Şâfii âlimlerinden bir kavi üzere kadınlara değip dokunınakla da abdesti bozulmazdı. Onlar katında bu, başka kimselerden vâki olsa abdesti bozucu olur. İmâm-ı Nevevî: “Kesin karar yolu, Fahr-i Âlem hazretlerine de abdesti bozucu olmasıdır,” demiştir.

Birinci görüşü ileri sürenler, Hazret-i Âişe’nin getirdiği örnekten delil çıkarmışlardır ki, Ebû Dâvud’un rivâyetinde gelmiştir: “Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, hanımlarını öperdi, ondan sonra abdest almadan namaz kılardı,” diye buyrulmuştur. Nesâî de böyle rivâyet etmiştir. Ebû Dâvud: “Bu hadis İbrahim Teymi’nin mûrselidir,” demiştir. Yâni İbrahim bu sözü Hazret-i Âişe’den bizzat işitmiştir, dedi. İmâm-ı Nesâî: “Mürsel ise de bu hususta bundan daha güzel hadîs yoktur,” demiştir.

Hanefî âlimleri katında öpmekle abdest bozulmaz, fâhiş mübaşeret (ileri derecede girişim) olmadıkça... Fahiş mübaşeret diye erkekle kadinin ikisi de çıplak olup erkeğin altı harekete gelerek kadinin fercine dokunınasına derler. Bu takdirde ikisinin de abdesti bozulur.

Peygamber Efendimize mubah olan şeylerden biri de şudur ki, ikindi namazinin farzını kıldıktan sonra nafile namaz kılmak hiç kimseye caiz değildir, ama Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine caizdir. Bir zaman öğle sünnetinden iki rek’ati geçirmişti, ikindi namazından sonra eda etti. Ondan sonra âdet edinip ikindiden sonra iki rek’at nafile kılmağa başladı. Hicazî ve diğerleri böyle zikretmişlerdir.

Biri de şudur ki, hayvan sırtında iken vitir namazı kılmak O’na caizdi. Halbuki

o zaman namaz kendine vacipti, dediler. Mühezzeb Şerhi’nde böyle zikredilmiştir.

Biri de İmâm-ı Âzam ve İmâm-ı Mâlik mezheblerinde gaip namazı kılmak Fahr-

i Âlem Efendimiz hazretlerine mahsustu. İmâm-ı Şâfiî katında Peygamberimize mahsus değildir, başkalarının da kılması caizdir. Fahr-i Âlem Efendimiz Necâşi’nin cenaze namazını gaiben kılmıştır. İmâm-ı Âzam ve İmâm-ı Mâlik: “Gaib namazı Resûlüllah Efendimiz hazretlerine mahsus olup başkalarına caiz değildir,” dediler. Şâfiîler: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin işlediği şeyi ümmetinin de işlemesi caizdir,” dediler. Yâni “Asıl, hususiyetin olmamasıdır,” dediler. Bu takdirde hiç bir mubahın Fahr-i Âlem hazretlerine mahsus olduğuna kail olmamak gerektir. Halbuki bâzı şeylerin helâl olmasının ona mahsus bulunduğuna kaildirler.

Kirmanî der ki: “Resûlüllah hazretlerinden perdenin kaldırılmış olduğunu söylemeleri yasaklanmıştır. Kabûl olunsa bile beraber namaz kılan ashâbdan kaldırılmış değildi.” Bunun da cevabı, Resûlüllah hazretlerine iktida halinde caiz olmasından diğer hallerde de caiz olması lâzım gelmez, demektir.

Biri de şehvet kuvvetiyle oruçlu iken hatunlarını öpmektir. İmâm-ı Buhârî Hazret-i Âişe’den rivâyet eder ki:

Resûlüllah Efendimiz oruçlu iken bâzı zevcelerini öperdi, fakat O, kendi uzvuna sahip olmakta sizin en ziyade olanınızdı,” diye buyurmuşlar.

İbn-i Hacer der ki: “Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) bu sözle işaret etmiştir ki, mubah olmak nefsine hâkim olan kimseyedir. Yoksa nefsine mâlik olmayana değildir.”

Hammâd’m rivâyetinde ve İmâm-ı Nesâî’nin naklinde gelmiştir ki: “Esved (radıyallahü anh) anlattı:

— Oruçlu olan kimsenin mübaşeret etmesi (karısıyla öpüşmesi, oynaşması, başlangıç hareketlerine girişmesi) caiz midir? diye Hazret-i Âişe’ye sordum.

— Caiz değildir, dedi.

Ben:

Resûlüllah Efendimiz oruçlu iken mübaşeret etmez miydi? dedim.

Bunun üzerine Hazret-i Âişe:

— Hiç şüphesiz O, kendi uzvuna sâhip olmakta sizin en ziyade olanınızdı, dedi.

Murad, “Hepinizden daha fazla o, nefsine mâlikti,” demek olur. İbn-i Hacer der ki: “Bu sözün zâhirinden anlaşılan şudur ki, Hazret-i Âişe bu hâlin Resûlüllah Efendimiz hazretlerine mahsus olduğuna îtikad etmişti. İmâm-ı Kurtubî böyle buyurmuştur.”

Yine İbn-i Hacer der ki: “Bu husus Aişe’den içtihattır. Sözü delâlet eder ki, oruç olan kimsenin karısını öpmesi haramdır dememeli. Bu Resûlüllah hazretlerine mahsustur da dememeli.”

İmâm-ı Mâlik’in Mûtâ’da rivâyet ettiği şudur ki: “Âişe binti Talha, bir gün mü’minlerin anası Âişe (radıyallahü anhâ) hazretlerinin yanında idi. Kocası Abdullah bin Abdurrahman geldi. Mezkûr Abdullah, mü’minlerin anası Hazret-i Âişe’nin kardeşinin oğludur. Ona:

— Niçin karının yanına gelip onunla oynamıyorsun ve onu öpmüyorsun? dedi.

Abdullah da:

— Ben oruçlu iken onu öpmem caiz midir? dedi.

Hazret-i Âişe:

— Evet, diye buyurdu.”

Şöyle malûm olsun ki, Hanefî İmâmları katında bir kimse nefsinden emin olursa, yâni öpmekle inzal vâki olmayacağını yahut nefsinin sıkıştırması ile daha fazlasına tamah etmeyeceğini bilirse oruçlu iken öpmek caizdir. Nefsinden emin olmayan kimsenin öpmesi ise mekruhtur. Kerahet vâki olur, ama orucu bozulmaz. Meğer ki, inzal veya idhal vâki olsun.

Biri de visal orucu (birbirine bitiştirerek arada iftar etmeksizinoruç tutına) dır. Bu da başkalarına haram, Fahr-i Âlem hazretlerine helâldir. Nitekim tafsilâtı ileride gelecektir. Imamü’l-Haremeyn, “Resûlüllah hazretleri hakkında visal orucu yakınlık sebebidir,” demiştir.

Biri de şudur ki, bir kimsenin yiyeceği ve içeceği bulunup kendisi onlara muhtaç olsa, Fahr-i Âlem hazretlerinde de onlara ihtiyaç bulunsa, o kimsenin Peygamber Efendimiz hazretlerini kendi nefsinden önde tutup yiyecek ve içeceğini Fahr-i Enbiya hazretlerine bezletmesi vaciptir. Zira Hak teâlâ hazretleri: “En-nebiyyü evlâ bilmü’minîne — Peygamber, mü’minlere kendi canlarından önde gelir,” (Ahzâb sûresi: 33/6) diye buyurmuştur.

Varlıkların iftiharı Efendimiz hazretleri mü’minlere kendi canlarından önde gelince mallarını ona bezledip canlarını uğruna feda etmek vacip olur. Eğer bir zalim, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine kasdetse hazır bulunan kimseye, onun yoluna nefsini harcamak vaciptir. Uhud gazâsında Talha (radıyallahü anh) Fahr-i Âlem hazretlerini kendi nefsi ile siyanet edip ona havale kılman silâhlara kendini karşı verirdi.

Biri de şu idi ki, yabancı kadınlara nazar etmek Resûlüllah Efendimiz Hazretlerine mubahtı. Onlarla ıssız evde olmak da mubahtı. Buna delâlet eder ki, Ümmü Haram binti Milhânın (radıyallahü anh) evine gider, orada yatıp uyurdu. Ümmü Haram Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mübarek başını ve saçlarını düzeltirdi. Bununla beraber aralarında karı-kocalık ve mahremiyet yoktu. Zira namus tarafı şaibelerle suçlanınaktan temiz ve uzaktı, eminlikten başka bir ihtimal yoktu.

Biri de dört kadından fazla kadın nikahlamak Resûlüllah hazretlerine mubahtı. Diğer peygamberlere de dörtten fazla almanın caiz olduğunda ihtilâf vardır. Kadın tarafından hibe sözü ile o Hazret’e nikâh caizdi. Meselâ bir kadın, “Vehebtü nefsî leke — Ben nefsimi sana hibe ettim,” deseydi nikâh olurdu. Nitekim Hak teâlâ Hazretlerinin: “İn vehebet nefsehâ linnebiyyi — Bir de nefsini sana hibe eden kadınları nikahlamanı... yalnız sana mahsus olarak helâl kıldık,” (Ahzâb sûresi: 33/50) bu mânayı ifade eder. Ama Fahr-i Kâinat hazretlerinin kendi tarafından nikâh yahut evlenme sözü lâzımdı. En doğrusu budur. Zira Hak teâlâ hazretleri, aynı âyette: “İn erâde’n-nebiyyü en yestenkihaha — Eğer peygamber de onunla nikâhlanınayı dilerse,” buyurmuştur.

Bu âyetin zâhiri, o sözlerden birinin söylenmesinin gerekli olduğuna delâlet eder, dediler. “İn erâde’n-nebiyyü — Eğer peygamber dilerse” sözü delâlet eder ki, mücerret kadinin Fahr-i Âlem hazretlerine nefsini hibe etmesiyle nikâh tamamlanınaz. Fahr-i Kâinat hazretlerinin de dilemesi gerektir. Şerefli muradinin olması, kabul mânasını ifade edicidir, dediler. Yine aynı âyette: “Hâlisaten leke — Sırf sana mahsus olmak üzere” diye buyurulmasmda âlimler üç kavil zikretmişlerdir.

Biri şudur ki, “Kadın nefsini Fahr-i Âlem hazretlerine hibe eylese üzerine sıdk vacip olmaz. Diğer mü’minlerde böyle değildir,” demek olur. Enes bin Mâlik ve ibn-i Müseyyeb’den (radıyallahü anh) böyle rivâyet edilmiştir.

Biri de şudur ki, velisiz ve şahitsiz bir kadinin nikâhlanınası hâssaten sana caizdir, demek olur. Bu kavi Katâde’den rivâyet edilmiştir.

Bir kavi de şudur ki, hibe sözü ile nikâh akdine mâlik olmak sana mahsustur, başka mü’minlere caiz değildir, demek olur. Bu kavi İmâm-ı Şâfiî ve İmâm-ı Ahmed’in kavlidir. Allah onlara rahmet etsin. Ama İmâm-ı Âzam katında diğer mü’minlere de hibe sözü ile nikâh akdedilmiş olur. En iyisini Allah bilir.

Biri de şudur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine nikâh, başlangıçta ve sonda mehirsiz caizdi. Yâni bir kadını nikâhlasa ona mehir vermesi lâzım değildi. İmâm-ı Nevevî der ki: “Bir kadın nefsini Peygamber Efendimize hibe ettiği zaman o da mehirsiz onu alıp evlense O’na helâl olurdu. Sonradan duhul veya başka bir şeyle üzerine mehir vacip olmazdı. Ama başka mü’minler için böyle değildir. Elbette başkalarının nikâhı mehrin gerekliliğinden hâli değildir. Onlara ya mehr-i müsemmâ, ya mehr-i misil gerektir.”

Biri de, ihram giymişken nikâh ona caizdi. Nevevî, Müslim Şerhi’nde der ki: “Şâfiî ileri gelenlerinden bir topluluk, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin ihram halinde tezevvüc etmesi caizdi ve böyle etmek ona mahsus olup ümmetine mahsus değildi, dediler. Bu görüş, bizim katımızda iki yönden en doğrusudur.”

Resûlüllah Efendimize mubah olan şeylerden biri de şu idi ki, bir kadinin nikâhına rağbet eylese o kadına, bunu kabul etmek lâzım olurdu. Eğer o kadinin kocası varsa kocasına da boşamak lâzım olurdu.

İmâm-ı Gazâlî der ki: “Boşamanın koca üzerine vacip olmasının sırrı, öyle sanırım ki, onun imanını imtihandır. Zira âlemlerin hocası Resûlüllah Efendimiz buyurmuştur ki:

“Sizin herhangi biriniz, ben kendisine onun kendi nefsinden, ehlinden, çoluk çocuğundan ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça, îman etmiş olamaz.”

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin halası kızı olan Zeyneb binti Cahş’m (radıyallahü anh) kıssası buna delâlet eder. Tafsilâtı şöyledir: Zeyd bin Hârise (radıyallahü anh) Resûlüllah Hazretlerinin peygamberlik zamanından önce O’nun mâlik olduğu kölesi idi. Kendisini âzâd edip oğul edinmişti. Ondan sonra zikrolunan Zeyneb’i Zeyd’e alıvermek istedi. Zeyneb ve kardeşi Abdullah razı olmadılar. Sonradan, “Allah ve Resûlü bir iş hakkında hüküm verdiği zaman artık mü’min bir erkeğe ve mü’min bir kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlüne karşı çıkarsa apaçık bir sapıklığa düşmüş olur,” (Ahzâb sûresi: 33/36) âyet-i kerîmesi nâzil olduğu zaman rıza verdiler. Cahiliyet devrinde ve İslâm’ın başlarında âdet şu idi ki, bir kimse bir oğlanı oğul (evlât) edinse halk ona “Filânın oğlu” diye çağırırlardı. Onun mirasını alırlardı; karısını almak haram olurdu. Hak teâlâ hazretleri, “Ud’ûhüm liâbâihim — Onları kendi babalarına nisbet ederek çağırın,” (Ahzâb sûresi: 33/5) şerefli sözü ile “Filânın oğlu” demekten nehiy buyurdu. Miras almak ve diğer hükümler nesh olundu.

Bu kıssanın vukuuna sebep, sözle ve fiille hükmün sâbit olmasıydı. Ondan sonra Hak teâlâ hazretleri, Resûlüllah Efendimize vahyetti: “Yakın zamanda Zeyd Zeyneb’i boşayacaktır, sen Zeyneb’i alacaksın,” diye buyurdu. Ve Zeyd’in kalbine kerahet yerleştirdi; Zeyneb’den ayrılmak ister oldu. Sonra Fahr-i Kâinat Efendimize geldi:

— Ya Resûlâllah! Karımdan ayrılmak istiyorum, dedi.

Resûlüllah hazretleri:

— Niçin ayrılıyorsun? Bir şey mi gördün? dedi.

Zeyd:

— Hayır, vallahi. Hayırdan başka bir şey görmedim. Ancak şu kadar var ki, şerefi ile bana karşı böbürleniyor, lisanı ile beni incitiyor, dedi.

Resûlüllah Efendimiz, onu böyle şeyler düşünmekten men edip:

— Hatununa riayet eyle. Olur olmaz şey için boşamaya kalkma, dedi.

Zeyd işini görüp Zeyneb’den beklediği bir şey kalmayarak ondan ayrılınca Hak teâlâ hazretleri: “Zevvecnâkehâ — Biz, o kadını sana nikâhladık,” (Ahzâb sûresi: 33/37) diye buyurup Zeyneb’i Efendimiz hazretlerine tezvic etti. Mânası, nikâh akdi vasıtası olmadan tezvicine emirdir, dediler. Bu mânaya delâlet eder ki, Zeyneb (radıyallahü anhâ), diğer temiz zevcelere:

— Beni Hak teâlâ hazretleri evlendirdi. Nikâhımın velisi Odur. Sizi kendi velileriniz evlendirdi, derdi.

Bu hususta da tefsir kitaplarında tafsilât yazılıdır. Fakat mühim olan kadarı burada söylenmiştir.

Biri de daha önce işaret olunduğu üzre bir kadinin velisi ve şahitleri hazır olmadan Resûlüllah Efendimiz hazretlerine nikâhı sahih idi. Nevevî der ki: “Bizim ileri gelenlerimiz (yâni Şâfiîler) katında böyle olması onlara hâcet olmadığı içindi. Zira veliye itibar olunınası küfüvün (eşler arasındaki denkliğin) muhafazası içindir. Yâni şerefte birbirine uygunluk muhafaza olunup kendinden aşağı derecede olana varınasından sakininak içindir. Fahr-i Kâinat hazretleri varlıkların en şereflisi idi. Bu mâna onun hakkında düşünülemezdi ki, bu cihetten bir çekişme çıkması mümkün olsun. Şahit de nerede nikâh olunduğunu inkârdan emin olmak içindir. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin kendisinin ise inkâr etmesi ihtimali yoktu. Hatunu inkâr etse onunla amel olunınazdı. Irakî, Mühezzeb Şer/ıi’nde: “Belki inkâr etse Fahr-i Âlem hazretlerini tekzib etmiş olacağı için o kadın kâfir bile olurdu,” demiştir. Bu cihetten de şahide ihtiyacı kalmadı. Bir hatunu, velisinin kendi izni yokken dilediği kimseye tezvic etmek de Resûlüllah Efendimiz hazretlerine mahsustu.”

Biri de şudur ki, mü’minlerin anası Safiyye (radıyallahü anhâ) Resûlüllah Efendimizin cariyesi idi. Onu âzâd etti ve âzâdlık bedelini ona mehir etti. Yâni mehrini tayin etmedi. Bunun mânasında ihtilâf etmişlerdir. Bâzıları: “Safiyye’yi tezevvüc etmek şartı ile âzâd etti. Bundan dolayı kıymetini Fahr-i Kâinat hazretlerine vermek Safiyye’nin üstüne vacip oldu. Kıymetinin ne olduğu ise malûmdu. Hemen tezevvüe etti, kıymeti mehir yerine geçti, demektir,” dediler.

Bu mânayı, Buhârî’nin Meğâzi’de Enes bin Mâlik’den (radıyallahü anh) rivâyet ettiği haber te’yid edici olur ki, Resûlüllah hazretleri Safiyye’yi esir etti de âzâd edip tezevvüc eyledi, demiştir.

Sâbit (radıyallahü anh):

— Safiyye’ye mehir olarak ne verdi? diye sordu.

Enes (radıyallahü anh):

— Nefsini verip âzâd etti, dedi.

Bir rivâyette de Enes (radıyallahü anh) buyurmuştur ki:

— Safiyye, Peygamber Efendimize rücu’ etti. Yâni ganimette Fahr-i Âlem hazretlerinin hissesine düştü. Sonradan tezevvüc etti. Âzâd etmesini ona mehir eyledi.

Bu rivâyette Sâbit, Abdülâziz’e dedi ki:

— Ya Ebâ Muhammed! Sen Enes’e sordun mu ki, Fahr-i Âlem hazretleri mehir olarak ne vermişti?

O da:

— Nefsini mehir verdi, dedi.

Ondan sonra Sâbit tebessüm etti. O halde bundan açıkça anlaşılır ki, mehir kılması kendinin âzâd edilmesiydi, dediler.

Bu hususta da bâzı açıklama şekilleri zikredilmiştir. İmâm-ı Taberanî ve Ebû’şŞeyh’in rivâyetlerinde Hazret-i Safiyye’den rivâyet, edilmiştir ki:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri beni âzâd etti ve âzadlığımı bana mehir eyledi, buyurmuştur.

Bu hadîs, Enes’in (radıyallahü anh) hadîsine uygundur.

İmâm-ı Nevevî Müslim Şerhi’nde dedi ki: “Muhakkiklerin seçkin tuttukları görüş şudur ki, ivazsız ve şartsız teberru olarak âzâd etti. Sonradan Safiyye’nin rızasiyle mehirsiz olarak evlendi.”

İbn-i Hacer (Allah ona rahmet eylesin) böyle demiştir.

Buraya gelinceye kadar yazılan sözler Şâfiî âlimlerinindir.

İmâm-ı Âzam ve İmâm-ı Muhammed’in mezheplerinde şöyledir: Bir kimse, kendi cariyesini, kendini ona tezvîc etmek şartiyle âzâd etse, cariye de âzâd olunca kendini ona tezvîc etse, mehr-i mislinin cariyeye verilmesi lâzım olur. Zira. ıtk (âzâd etme) mal değildir; mehir olmağa elverişli olmaz.

Ebû Yusuf katında itkin (âzâd etmenin) mehir olması caizdir. Zira Resûlüllah Efendimiz hazretleri Safiyye’yi nikâhlandi ve âzadlığım ona mehir etti, demiştir. Ancak Ebû Yusuf’a cevap verip: “Mehirsiz nikâh Fahr-i Âlem hazretlerine mahsustu,” dediler. En iyisini Allah bilir.

Peygamber Efendimize mahsus olan mubahlar cümlesinden biri de, taksim edilmeden önce ganimet malından kendilerinin neyi dilerse almasıdır. Gerek cariye ve gerekse diğer eşya ve elbiselerden olsun...

Biri de, Mekke’de kıtâl ve katlin ona mubah kılınmış olmasıdır. Mekke’ye ihramsız girmek de mutlak olarak O’na mubah kılınmıştı. İbnü’l-Kass böyle zikretmiştir. Enes (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Mekke’yi fethedip girdiği gün mübarek başında miğfer vardı,” demiştir. Ihramlı olan kimsenin başinin açık olması vaciptir. Eğer ihramlı olsaydı miğfer giymezdi. Câbir, Zührî ve Mâlik (Allah onlardan razı olsun): “İhramlı değildi,” diye tasrih etmişlerdir. Ama İbn-i Dakîku’l-İyd: “Mübarek başını bir özür sebebiyle örtmüş olması muhtemeldir,” demiştir.

İbn-i Irakî, bu söze itiraz edip: “Câbir, Zührî ve Mâlik, ihramlı değildi diye tasrih ettikten sonra bu te’vil reddedilmiş olur,” dedi. Ondan sonra yine dedi ki: “Bu istidlal, meşhur olan ihtilâf noktasından başka husustadır. Zira o gün Peygamber Efendimiz, savaş çıkması korkusundan silâhlı olarak Mekke’ye girmişti. Böyle olan kimsenin, bizim katımızda, ihramsız girmesi caizdir. Bu hususta ne bizim katımızda ihtilâf vardır, ne de bildiğimiz âlimlerden bir kimse katında ihtilâf vardır.”

İmâm-ı Nevevî Mühezzeb Şerhi’nde bu sözü müşkül görüp: “Bu nasıl uygun düşer ki, Şâfiî mezhebinde Mekke sulhan fetholunmuştur. İmâm-ı Âzam’ın mezhebinde kahren (zorla) fetholunmuştur. Sulhan fetholunduğu takdirde ise korku olması gerektir. Ya savaş korkusundan dolayı silâhı ile girmiş demenin mânası ne olur?” Yine cevap verip dedi ki: “Ebû Süfyân ile sulh etmişti. Ama Mekke halkinin hâinliğinden emin değildi. Sulh ile girdi, fakat hâinlik ihtimali ile silâhsız girmedi, silâhiyle girdi.”

Mekke’nin fethinde vâki olan ihtilâfın tafsilâtı Birinci Bölüm’de geçmiştir. Şöyle malûm olsun ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden başkası için her ne zaman korku bulunınasa ve girmesi tekerrür eder kısmından da olmasa yâni şu şehre eşya taşıyan zenciler ki, tekrar tekrar girer, çıkarlar; eğer bu tâifeden değilse ihramın vacip olmasında Şafiîler katında iki kavil vardır. Ekseri katında en doğru görülen, vacip olmamasıdır. Ama onlardan bâzıları vacip olmadığına kesinlik vermişlerdir. Eğer şehre giriş tekrarlanır kısmından ise bunda da ihtilâf vardır. Ama bunlarda vacip olmaması evlâdır.

Hanbelîler katında ihramla girmek vaciptir. Meğer ki, kendisi için korku bulunsun veya kendisi tekerrür eden ihtiyaç sahiplerinden olsun.

Mâlikîlerden meşhur olan da şudur ki, tekerrür eden ihtiyaç sahiplerinden başkasına vaciptir. Hanefî âlimleri katında mutlak olarak vaciptir. Meğer ki, o kimse mîkata dahil olsun. Ona vacip değildir.

Neticesi şudur ki, Şâfiî mezhebinden meşhur olan kavil üzre mutlak olarak vacip değildir. Diğer üç İmâmın mezheplerinde vaciptir. Ancak şu istisna ettikleri yerlerde vacip değildir. Doğrusunu Allah bilir.

Resûlüllah Efendimiz hazretlerine mahsus olan hasletlerden biri de, ihtilâfsız olarak, kendi ilmiyle kazâ etmesi (hüküm vermesi) idi. Kendi nefsi yahut çocuğu için kazâ etmesiydi. Gazab halinde fetvâ ve kazâ, O’na mekruh değildi. Nevevî, Müslim Şerhi’nde böyle zikretmiştir. Zira garazdan mâsumdu. Rıza hâlinde ne söylerse gazab hâlinde de söylediği o idi. Bir hususta Zübeyr’in hasmı Fahr-i Âlem hazretlerini gazaba getirdikten sonra Zübeyr’e hüküm verdiği olmuştur.

Biri de “Salât” kelimesi ile dilediği kimseye dua etmek Resûlüllah Efendimiz hazretlerine mahsustu. Meselâ: “Allahümme salli alâ Zeydin, Allahümme salli alâ Amrin,” dese caizdi. Ama bizim dememiz caiz değildir. Meğer ki, peygamberlere veya meleklere denilsin. Başkalarına demek caiz değildir.

Biri de emândan sonra katletmedir. Bu da Resûlüllah Efendimize mahsustu.

Biri de bir yeri fethetmeden önce araziyi mukataaya (kiraya, mahsulünü kesime veya biçime) vermektir. Bunun sebebi şudur: Hak teâlâ hazretleri bütün arzı O’na temlik etmişti. Onun için caiz idi.

İmâm-ı Gazalt: “Fahr-i Âlem hazretlerinin Temim Dârî evlâdına verdiği yerler hususunda onlara karşı gelenin küfrüne fetva vermiştir. Fahr-i Kâinat hazretleri, cennet toprağını dilediğine bağışlardı, nerde kaldı ki, dünya toprağını bağışlamasın,” diye buyurdu.