2. Kısım 4 -6 Peygamberimize Mahsus HaramlarPeygamber Efendimiz hazretlerine mahsus olarak haram kılman şeyler cümlesinden biri, zekât malını almaktır. Yâni kendi nefsine ve ailesine harcamak için almak... Sahih, meşhur ve nassa dayanan bir kavil üzere kendilerine sadaka almak da haramdı. İmâm-ı Müslim’in rivâyetinde: “Hiç şüphesiz biz sadaka yemeyiz,” diye buyurmuştur. Ama sadaka mubahtı diyenler, “Yemekten kaçmakla haram olmak lâzım gelmez. Sadakanın kendilerine mubah olması, ama tenzihen yemeyi terketmiş olması mümkündür,” dediler. Ancak bu söz, hadîsin açık ifadesine aykırıdır. Şeyhü’l-İslâm İbn-i Irakî der ki: “Her zaman sadaka yemekten imtina buyurduğu sâbittir. İster vücûben, ister tenzihen olsun. Bunun hikmeti, şerefli makamını insanların mallarının pisliğinden korumaktı.” Biri de çirkin kokusu olan nesneleri yemektir. Meselâ soğan ve sarımsak gibi nesneler yemek kendisine haramdı. Zira her saat vahiy ve melâike gelmesi ihtimali vardı. Biri de yazı yazmak ve şiir söylemek kendisine haramdı. Yâni bunlara girişmek ve bunlarla uğraşmak haramdı, demektir, dediler. Bâzılarmın kavline göre şiir söylemek mutlak olarak bütün peygamberlere haramdı. Bu haramlık sadece Peygamber Efendimiz hazretlerine mahsus değildi. Tâ ki Allah tarafından gönderilen vahiy, şiire nisbet edilmekten sâlim olsun. Biri de “Ve lâ temnün testeksiru — Daha fazlasını istemek için verme, yahut, İbâdetinin fazlalığı ile Rabbini minnet altında bırakma,” (Müddessir sûresi: 74/6) hükmünce daha çoğunu elde etmek için bir şey vermek kendisine haramdı. Yâni “Çok şey almak için kimseye bir şey verme, verirsen Allah için ver,” demektir. Hak teâlâ hazretleri tarafından âdabın en şereflisini öğretmedir. Müfessirlerin ekseri böyle buyurmuşlardır. Dahhâk ve Mücâhid: “Bu haramlık, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine mahsustur, ümmetine değildir,” dediler. Katâde der ki: “Dünyevî karşılık için verme, Allah için ver,” demektir. Katâde’nin kavli üzere: “Eğer az eğer çok, dünya ivazı için bir şey verme, hâlisen ve muhlisen Allah için ver,” demektir. Hasan-ı Basrî (Allah ona rahmet etsin) hazretleri: “Amelinle Allah’ı minnet altında bırakıp onu çok görme, demektir,” dedi. Bazıları da: “Peygamberlikle halkı minnet altında bırakıp onun üzerine dünyevî mükâfat ve karşılık bekleme, demektir,” dediler. Biri de, “Lâ temüddenne ayneyke ilâ mâ metta’nâ bihi ezvâcen minhüm — Onlardan bâzı çiftlere verdiğimiz metâlara göz dikme,” (Hicr sûresi: 15/88) hükmünce kâfirler sınıfına verilen dünyevî sebepler tarafına tamah gözüyle bakma, yâni bunun benzeri mallar bana da verilse diye arzu etme. Zira dünya metâları sana verilen şeye nisbetle hor ve hakirdir, demek olur. Rivâyet olunur ki, Ezriât dedikleri yerde Fahr-i Kâinat Efendimiz ashâbı ile Yahudi kâfirelerine rast geldiler. Türlü türlü malları ve mücevherleri vardı. Müslümanlar bunu görünce: — N’olurdu, bizim de bu türlü mallarımız olsaydı da hayırlara ve iyiliklere harcayıp Allah yolunda sarf etseydik, dediler. Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz hazretleri: “Gerçekten size yedi âyet verildi ki, onlar, bu mallardan daha hayırlıdır,” diye buyurdu. Burada yedi âyetten murad, Fatiha süresidir. Resûlüllah Efendimiz hazretlerine “Lâ temüddenne ayneyke — Gözünü dikme,” diye buyrulmasına da sebep bu idi, dediler. Biri de ‘hâmetü’l-a’yen’dir. Yâni öldürülmesi mubah olan birinin katline yahut dövülmesine gizlice işaret etmektir. Nitekim Mekke ehlinden İbn-i Ebî Sürh dedikleri şahıs, cahiliyet zamanında çok fesat edip Fahr-i Âlem Efendimiz’e nice eziyetler vermişti. Mekke fetholunduğu zaman Fahr-i Âlem hazretleri Mekke halkına emân verip sadece dört kişinin katlini kararlaştırmıştı. Bunlardan biri de adı geçen şahıstı. O gün kaçıp Hazret-i Osman’ın evinde saklanmıştı. Sonradan Resûlüllah Efendimiz halkı bîata dâvet ettiği zaman Hazret-i Osman da İbn-i Ebî Sürh’ü getirdi: — Ya Resûlâllah! Bununla da bîatlaş, dedi. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri üç defa bakıp bîattan kaçındı. Sonunda dördüncü mertebede bîat etti. Ondan sonra ashâbına dönüp: — Ben şunun bîatmdan kaçındığım zaman sizin aranızda kalkıp onun boynunu vuracak bir erkek yok muydu? diye buyurdu. Ashâb: — Ya Resûlâllah! Mademki muradınız bu idi, bir işaret buyurmanız gerekti, dediler. Varlıkların iftiharı, güzel huy ve yüksek ahlâkın en mükemmelinin sahibi Efendimiz hazretleri: — Hiç bir peygamber yoktur ki, onda hâmetü’l-a’yen bulunsun, diye buyurdu. Onun öldürülmesini açıkça emretmemesi de Hazret-i Osman’ın hatırı içindi. Zira onu, şerefli huzuruna o getirmişti. Biri de, bir kavle göre, muhaceret etmeyen kadına nikâh etmektir. Biri de kendini dilemeyen kadını nikâhında tutmaktır. Bu da Resûlüllah Efendimiz hazretlerine mahsus olan haramlardandır. Biri de kitap ehli olan kadına nikâh etmektir. Zira O’nun temiz zevceleri mü’minlerin analarıdırlar. Âhirette de hanımları olsa gerektir. Cennette kendisiyle otursalar gerektir. Mü’min bir kadın olmayınca bu mertebelere ulaşmak mümkün değildir. Bâzıları buyurmuştur ki: “Eğer kitap ehli olan bir kadını nikâhı altına almış olsa, Hak teâlâ hazretleri, o Hazret’e ikram olarak onu İslâm’a hidâyet ederdi.” Biri de müslüman cariyeyi nikâh etmektir. Yâni başka bir kimsenin âzadsız cariyesini kendine nikâh etmek Fahr-i Âlem hazretlerine haram kılınmıştı. Eğer nikâhı takdir olunsa ondan olan evlâdinin hür olması lâzım gelirdi. Çünkü köleliği mümkün değildi. Kadı Hüseyin böyle demiştir. Ama kendi malı olan cariyesini tasarruf etmek, en doğru kavil budur ki, helâl idi. Zira memlûkesi olan Reyhâne’yi İslâm’a gelmeden önce tasarruf etmişlerdi. Bu takdirde cariyeyi, İslâm’a gelmekle kendi dininde kalıp ondan ayrılmak arasında muhayyer kılmak Fahr-i Âlem hazretleri üzerine vacip miydi, değil miydi? Bu hususta ihtilâf etmişlerdir. Bir açıklama şekline göre vacipti. Zira âhiret yurdunda onun zevcelerinden olacaktı. Bir açıklama şekline göre de vacip değildi. Zira Reyhâne’ye İslâm’ı teklif edip o da kabul etmediği zamanda onu mülkünden çıkarınadı, yine tasarruf ederdi. Sonradan İslâm’a geldi, dediler. Biri de mücâhitlerin tekbirini işittiği zamanda iğâre-i tahrîm’dir. Yâni düşmanın malını yağmalamaktan men etmektir. |