Geri

   

 

 

İleri

 

 1. Kısım

4 - 5   Peygamberimize Mahsus Vacipler

Birinci kısım, Peygamber Efendimiz hazretlerine tahsis edilmiş olan vaciplerdir. Bundan hikmet, yakınlığın artınası ve derecelerin yükselmesidir. Zira Hazret-i Hakk’a yakınlıklar bulmak isteyenler, sadece farzların edâsiyle fazla yakınlık hâsıl etmezler, belki onlardan başka daha çok tâat ve ibadet etmek lâzımdır.

Bâzı âlimler, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine Hak teâlâ hazretlerinin bâzı vacipleri tahsis etmesinin izahı hususunda buyurdular ki: “Onun kuvvet ve dayanıklılığinin başkalarından daha fazla olduğu Hak teâlâ hazretlerine malûmdu. Onun için ümmetine vacip olmayan tâatlerden bâzıları ona vacip oldu.”

Bâzılan da: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerine çok büyük ecir verilmek için öyle oldu,” dediler.

Böylece o Resûlüllah Efendimize mahsus olan vaciplerin her birini, din İmâmları kendi mezheplerine göre beyan buyurmuşlardır.

Bu cümleden biri kuşluk namazı’dır ki, İmâm-ı Şafiî hazretlerinin mezhebi üzre Fahr-i Âlem hazretlerine vacip idi. Fakat Sahih’de Hazret-i Âişe’nin (radıyallahü anhâ): “Resûlüllah’ın kuşluk namazı kıldığını görmedim,” diye buyurması vacip olduğunun zayıflığına delâlet eder. İbn-i Hacer, “Sahih haberde bu sâbit olmadı,” demiştir. Daha fazla açıklaması İbadetler Bölümü’nde inşâallah gelecektir.

Ancak vacip olduğu takdirde ne miktar kılmak vacipti? denilirse İmâm-ı Ahmed’in Kitab-ı Müsned’inde zikrettiği üzre:

 “Ben iki rek’at kuşluk namazı ile emrolundum; başkaları emrolunınadı,” buyurmuştur.

Biri de vitir namazı ve sabah namazinin sünnetidir. Nitekim Hâkim Müstedrek’inde ve başkaları da kitaplarında zikretmişlerdir. İmâm-ı Ahmed ve Taberanî’nin rivâyetlerinin lâfzı şudur:

“Üç namaz benim üzerime farzdır, size nafiledir: Biri vitir, biri sabah namazinin iki rek’ati, yâni farzdan önce kılman sünnet, biri de kuşluk vaktinin iki rek’atidir.”

Şöyle malûm olsun ki, vitir namazı, İmâm-ı Âzam Ebû Hanife (Allah ona rahmet etsin) katında vaciptir. İmâm-ı Şâfiî katında ümmete sünnettir. İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed katlarında da sünnettir. Allah onlara rahmet etsin. Bunun tafsilâtı fürû’ kitaplarında yazılıdır.

Biri de gece namazı’dır ki, vacipliğinin Resûlüllah Efendimiz hazretlerine mahsus olduğu: “Ve mine’l-leyli fetehecced bihi nâfileten leke — Gecenin bir kısmında sana mahsus bir nafile kılmak üzere uyan,” (Isrâ sûresi: 17/79) âyet-i kerimesiyle sâbittir.

Burada nafile kelimesinin mânasını “Farz olan namazlar üzerine fazladan sana farz olan” demektir, diye tefsir etmişlerdir. Hâsılı nâfile’nin ıstılah mânası murad değildir, lûğavî mânası muraddır, demek olur. Yahut “Sana mahsus olan vacipler senin hakkında daha faziletlidir,” demektir, dediler. Bu takdirde nâfile’ye fazilet mânası verdiler. Ama yine Resûlüllah Efendimiz hazretlerine vacip olduğu kesindir.

Misvak Kullanına

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine mahsus olan vaciplerden biri de misvâk kullanınadır. Bu, Ebû Dâvud’un naklinde Abdullah bin Hanzele’den rivâyet edilmiş olan hadîsten istidlâl olunmuştur. Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, gerek abdestli bulunsun, gerek bulunınasın her namaz için abdest almakla emrolunmuştu. Bu hal kendine meşakkat verdiği vakit her namaz için misvak kullanınakla emr olundu, diye rivâyet etmişlerdir. Fakat bu haberin doğruluğunda şüphe vardır. Zira bunun isnadı arasında Muhammed bin İshak vardır ve o suret-i haktan görünerek insanları aldatan bir kimsedir, dediler.

Vacip değildir diyenlerin delili, Sünen-i İbn-i Mâce’de gelen Ebû Ümâme’nin hadîsidir ki, Fahr-i Âlem hazretleri:

“Dişlerimi misvâklemedikçe Cebrâil bana gelmedi. O kadar ki, benim ve ümmetimin üzerine onun farz kılinınasından korktum,” buyurdu, diye rivâyet etmiştir.

Bunun da isnadı zayıftır. Ama İmâm-ı Ahmed Müsned’inde Vasile bin Eska’ (radıyallahü anh) dan rivâyet eder ki, Resûlüllah Efendimiz:

“Ben misvak kullanınakla emrolundum. Hattâ üzerime yazılmasından korktum,” diye buyurmuşlar.

Bunun isnadı güzeldir. Peygamberimize ait hususiyetler ancak sahih delil ile sâbit olur, demişlerdir.

Peygamber Efendimizin buyruğundaki “Üzerime yazılmasından” tâbirinin mânası, “vacip olmasından” demektir. “Korktum” buyurmasının mânası da, “Belki ümmetime de vâcip olur. Teklifler daha ağır olduğundan altından kalkamayıp terkederek ikaba uğrarlar diye korktum,” demektir.

İstişare ile İş Görmesi

Peygamber Efendimizin kendilerine mahsus olan faziletlerinden biri de meşveret’tir. Yâni işleri, yakınları, güvenilir arkadaş ve dostları ile danışarak görmektir. Hak teâlâ hazretleri: “Ve şâvirhüm fi’l-emri — İş hakkında onlara danış, onlarla istişare et,” (Âl-i İmran sûresi: 3/159) buyurmuştur. Emr (iş) vücup içindir, dediler.

İmâm-ı Beyhakî: “Resûlüllah hazretlerinin üzerine meşveret vâcip değildi,” diye nakletmiştir. Nitekim bunun üzerine Hicazî ve diğerleri tenbih etmişlerdir.

Âlimler Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine meşveret buyrulmasının sebebi ve hikmeti üzerine değişik görüşler ileri sürüp: “Aklı kemâlde ve re’yi en sağlam ve kuvvetli iken, arkasından vahiy gelmek üzere iken, ona itaat etmek ümmet üzerine vacip iken yine ashâbı ile meşveret etmesinin buyrulmasının bir hikmeti vardır,” dediler. Böylece her biri bir izah şekli buyurdular.

Bâzıları dediler ki: “Gerçi bu emr (iş) kelimesi, lâfız bakımından umumîdir. Yâni ne tür işlerde istişare etmek gerektiği belirtilmemiş, bütün işlere şâmil bir ifadeyle gelmiştir. Fakat mâna bakımından hususîdir. Yâni Allah tarafından senin hakkında bir delil bulunınayan işlerde meşveret et, demektir. Mümkündür ki, mühim bir hâdise olur, onun hakkında henüz vahiy inmemiş bulunur. İşte o türlü yerlerde ashâbinin reyleri nedir, gör, onlarla meşveret eyle, demektir. Muradın bu olduğuna İbn-i Abbâs hazretlerinin kırâeti delâlet eder. Zira o: “Ve şâvirhüm fi ba’zı emri — Bâzı işlerde onlarla istişare et,” diye kırâet etmiştir.”

Bâzılan da: “Murad, gazâda düşmanla karşılaşmak hususunda, harpte hile etmek ve düşmanı aldatmak hususlarında ashâbmla danışık eyle, demektir,” dediler.

Katâde ve Mukatil dediler ki: “Arap büyüklerinin âdetleri şu idi ki, herhangi bir hususta kendileriyle istişare olunınasa bu onlara gayet güç gelir, ıstırap çekerlerdi. Hak teâlâ hazretleri, onların hâtınnı hoş etmek için Resûlüne meşveret buyurdu.

Hasan-ı Basrî hazretleri dedi ki: “Hak teâlâ hazretlerine malûmdu ki, Peygamber Efendimiz hazretlerinin ashâbına asla ihtiyacı yoktu. Fakat kendinden sonra ümmetine sünnet ve örnek olması için böyle buyurdu.”

Kadı Ebû Ya’lâ, meşveretin ne türlü işlerde buyrulduğu hususunda iki görüş hikâye etmiştir. Bir görüşte olanlar: “Hassaten dünya işlerinde meşveretle emrolunmuşlardı,” demişler. Diğer görüşte olanlar da: “Hem dünya ve hem din işlerinde,” demişlerdir. Bâzı müfessirler: “Bu görüş en doğrusudur,” dediler. Din hususunda müşaverenin hikmeti, hükümlerin sebeplerini ve içtihat yolunu gösterme, bu hususlarda zihinleri uyandırma, anlamaya ve kavramaya sevketmedir. Yâni meşveret suretinde nice şer’î hükümlerin sır ve hikmetinin ashâbına açıklanıp bildirilmesidir, dediler.

İbn-i Adiy ve Beyhakî, İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet etmişlerdir ki: “Ve şâvirhüm fi’l-emri” âyeti nazil olduğu zaman Resûlüllah Efendimiz hazretleri dedi:

—İyi bilin ki, Allah ve Resûlü, meşveretten müstağnidirler. Fakat meşvereti ümmetime rahmet kılmıştır.

Bundan anlaşıldı ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerine meşveret buyrulması, ümmetine sünnet olup ona uymaları içinmiş...

Gerçekten kişi ne kadar akıllı ve bilgili olursa olsun yine dostları ile meşveret etmenin faydası vardır. Zira insan, gafletten uzak olmaz. Zaman olur ki, bir husus bir kişiye gizli ve örtülü olur. Aynı şey başka bir kişiye açık ve aşikâr olur... Ancak meşveret, emin ve güvenilir, hayır isteyici kimselerle yapılmak gerektir ki, faydalı olsun.

İnsanlara Dost Görünmekle Emrolunınası

Peygamber Efendimiz insanlara müdârât (yüze gülme, dost görünme) ile emrolunmuştur . İmâm-ı Tirmizî katında Hazret-i Âişe’den (radıyallahü anhâ) merfuan rivâyet olunmuştur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

“Gerçekten Allah bana farzları yerine getirmemi emrettiği gibi insanlara müdârâ etmemi (yüzlerine gülmemi) de emretti,” diye buyurmuşlardır.

Bu da ümmete irşattır. Müdârâ, güzel hasletlerin en seçkinlerindendir. Bununla nice faydalar kazanılıp nice zararlar savuşturulur.

Düşmana Sabretmesi

Peygamber Efendimiz hazretlerine mahsus olan vaciplerden biri de, sayıları her ne kadar çok da olsa düşmana karşı musâbere (sabr etme, katlanına, dayanına ve direnme) dir. Yâni sayıları çok da olsa düşmandan yüz çevirmeyip onlara karşı dayanıp direnmesi kendilerine emrolunmuştur. Bu da ümmetin başkanlarmı irşat içindir. Başkan, önder ve kumandan olan kimsenin sabredici, güçlüklerden yılmadan ve korkmadan ayak direyici olması gerektir.

Kötülüğü Önlemesi

Peygamberimize mahsus olan vaciplerden biri de gördüğü yerde ve zamanda münker (yasaklanmış) bir işi değiştirmektir. Yâni Resûlüllah Efendimiz hazretlerine münkeri nehyetmek (yapılmaması gereken bir işi yaptırmamak) vacip idi. Ondan korku sebebiyle bu vacip düşmezdi. Muhakkak onu yerine getirmek gerekti.

Fakirlerin Borcunu Ödemesi

Yine Peygamberimize vacip olan şeylerden biri de, fakir bir müslüman borçlu olarak ölse onun borcunu ödemekti. İmâm-ı Müslim’in rivâyetinde gelmiştir ki:

“Ben mü’minlere kendi nefislerinden daha yakın ve daha yararlıyım. Çünkü onlardan bir kimse üzerinde borç varken ölse o borcun ödenmesi benim üzerimedir. Ve bir kimse arkasında mal bırakarak gitse o mal vârislerinindir,” buyurulmuştur.

İmâm-ı Nevevî: “Bu kazâ (borcu ödeme) Resûlüllah Efendimizin üzerine vacipti,” demiştir. Diğerleri: “Teberru idi, vacip değildi,” dediler.

Kadınlara Seçim Hakkı Vermesi

Biri de tahyîr-i nisa (kadınlara seçim ve tercih hakkı vermek) idi. Tahyîrin ne mânaya geldiği hususunda iki kavil vardır. Bunlar üzerinde ihtilâf olunmuştur.

Bunlardan biri Resûlüllah Efendimizin kendi hanımlarını muhayyer kılması üzerinedir. Şu mânaya ki, ya dünyayı ihtiyar etsinler, Fahr-i Kâinat Efendimiz de onlardan ayrılsın. Ya da âhireti istesinler, Resûlüllah Efendimiz hazretleri onları tutsun. Bu kavle göre mü’minlerin analarının ihtiyarları, dünyayı veya âhireti istemeğe göre olur. Eğer dünyayı isterlerse onlardan ayrılmak da Fahr-i Âlem Hazretlerine kalmış olur. Bu kavil, Hasan-ı Basrî’nin ve Katâde’nindir. Allah onlara rahmet etsin.

İkinci kavil de ihtiyarlarının boşanına hususunda olmasıdır. İsterlerse o Hazret’den ayrılırlar, isterlerse onun şerefli hizmetinde kalırlar. Bu takdirde tahyîr ettiği gibi ayrılmak ve boşanınak onların kendi ellerinde olur. Bu kavil, Hazret-i Âişe’nin, Mücâhid, Şa’bî ve Mukatil hazretlerinindir. Allah onların hepsinden razı olsun.

Kadınları muhayyer (dilediklerini seçmekte serbest) kılmanın sebebinin ne olduğu hususunda birkaç kavil üzerinde ihtilâf olunmuştur. Bu değişik görüşlerden biri şudur: Hak teâlâ hazretleri, onu, dünya saltanatı ve hükümdarlığı ile âhiret nimetleri arasında muhayyer kılmıştı. O da âhireti ihtiyar edip:

 “Allahım, beni miskin olarak dirilt, miskin olarak öldür ve miskinler zümresinde haşreyle,” diye dua etti; hayatında ve ölümünde meskenet istedi ve kıyamet gününde miskinlerle haşrolunınayı diledi . Çünkü Fahr-i Âlem hazretleri bunu ihtiyar etti. Hanımları da kendi yolu üzre olması için dilediklerini seçmekte serbest bırakıldı, dediler.

Bu değişik görüşlerden biri de şudur: “Resûlüllah Efendimizin hanımları, onu birbirinden kıskanıp aralarına muhalefet düştü. Onun için muhayyer bırakıldılar,” denildi.

Bir görüş de şudur: “Mü’minlerin anaları Resûlüllah Efendimizden bâzı giyecekler istediler. Resûlüllah Efendimiz de istediklerini alıvermeye kadir olamadı. Onun için muhayyer bırakıldılar,” denildi. “İlk isteyen Ümmü Seleme (radıyallahü anhâ) idi. Bir setr-i mu’lem  istemişti. Meymûne (radıyallahü anhâ) bir Yemen hüllesi istemişti. Zeyneb (radıyallahü anhâ) yol yol nakışlı bir yemen bürdesi istemişti. Ümmü Habîbe (radıyallahü anhâ) Yemen diyarından gelen bir cins ak pamuk bezden yapılma bir elbise istemişti. Her biri bir şeyi murad edinmişlerdi. Hazret-i Aişe (radıyallahü anhâ) Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine hiç bir nesne teklif etmemişti. İşte muhayyer bırakılma bundan ötürü oldu,” dediler.

Bir görüş de şudur: “Bir gün mü’minlerin anaları bir yere gelip:

— Diğer kadınların istedikleri süslü elbiselerden biz de isteriz, dediler.

Ondan sonra Hak teâlâ hazretleri, tahyîr âyetini indirdi,” dediler.

Böyle demelerinin sebebi şu idi: Hak teâlâ hazretleri, Resûlüllah Efendimize yardım ve kudret ihsan buyurup Yahudî tâifesinden Beni Kureyza ve Benî Nadr kabilelerini fetih müyesser olduğu zaman mü’minlerin anaları öyle sandılar ki, onların zarif ve nefîs elbiselerinden nice şeyler Fahr-i Kâinat hazretlerine tahsis edilecek. Bu düşünceyle gelip Resûl-i Kibriya hazretlerinin etrafını alarak oturdular:

— Ya Resûlâllah! Kisrâ’nın ve Kayser’in kızları altın ve inciler takmıyorlar, zarif ve güzel elbiseler giyiyorlar. Biz ise, görüyorsun, bu hal üzreyiz. Yoksulluk ve geçim sıkıntısı çekiyoruz, dediler.

Hâsılı istekleri ve ısrarları ile şerefli kalbine elem ve ıstırap verdiler. Bunun üzerine Hak teâlâ hazretleri âyet indirip onları muhayyer bırakmayı buyurdu. Tâ ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri üzerinde minnet yükleri kalmasın. İsteyen kalsın, istemeyen ayrılıp gitsin. Vakta ki, ayrılmaya razı olmayıp yoksulluk ve sıkıntıya sabrederek Fahr-i Âlem hazretlerinin hizmetini seçtiler, Hak teâlâ hazretleri de onları iki nesne ile şereflendirdi.

Biri şudur ki, onların üstünlüğü hakkında âyet-i kerime gönderip: “Yâ nisâe’n-nebiyyi lestünne ke-ehadin mine’n-nisâi — Ey Peygamber’in kadınları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz,” (Ahzâb sûresi: 33/32) diye buyurdu.

Hâsılı Allah, onları bütün kadınlar topluluğundan üstün tutup mü’minlerin anaları kıldı.

Biri de şudur ki, onları boşayıp yerlerine başka kadınları almayı Resûlüllah hazretlerine şu âyetle haram kıldı: “Lâ ehıllü leke’n-nisâü min ba’dü ve lâ en tebeddele bihinne min ezvâcin — Bundan sonra sana başka kadınlarla evlenmek ve bu kadınların yerine başka eşler edinmek helâl değildir,” (Ahzâb sûresi: 33/52) diye buyurdu.

Böylece Resûlüllah Efendimizin hanımlannı boşamasının haram olduğu kesinleşmiş olarak kaldı. Ama daha başka kadın almak, bâzı kavillere göre, sonradan yine helâl kılındı. Zira Hazret-i Aişe’den (radıyallahü anhâ) rivâyet edilmiştir ki:

Resûlüllah Efendimiz, tâ kendine kadın helâl oluncaya kadar vefat etmedi,” buyurmuştur.

Yâni: “Başka kadın alması haram olmuş iken sonradan yine helâl kılındı,” demek olur.

Bâzılarmın kavline göre, sonradan tekrar helâl kılininası: “İnnâ ahlelnâ leke ezvâceke — Hiç şüphesiz biz, sana şunları zevcen olarak helâl kıldık...” (Ahzâb sûresi: 33/50) âyet-i kerimesiyle vâki olmuştur.

İmâm-ı Nevevî Ravza’sında buyurmuştur ki: “Vaktâ ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri, temiz zevcelerini muhayyer kılıp onlar da Fahr-i Âlem hazretlerini seçtiler, Hak teâlâ hazretleri de bu güzel işlerine karşılık onlara cennet verip: “Feinnallâhe eadde lil-muhsinâti minkünne* ecren azîmen — Hiç şüphesiz Allah, sizin içinizden güzel hareket edenlere büyük mükâfat hazırlamıştır,” (Ahzâb sûresi: 33/29) diye buyurdu.

Yâni, “Allah bu güzel hareketiniz karşılığında size öyle bir mükâfat hazırladı ki, onun yanında dünya ve dünya süsleri çok hakir sayılır,” demek olur.”

Buyurmuşlardır ki: Temiz zevcelerini boşamakla tutmak arasında Resûlüllah Efendimize onları muhayyer bırakmak vacip kılındı. Bâzılarım boşaması buyurulmadı. Zira bu takdirde onların sinelerini kıskançlık ateşi ile yakıp kavurmak lâzım gelirdi. İhtimal böylece kalblerine nefret gelip itikatlarına zayıflık ve sarsıntı erişirdi. İllâ fakirlik ve sıkıntıya sabredip kalmaları de emredilmedi. Zira bu da onlara eziyet vermek olurdu. Bu mahzurlar lâzım gelmesin diye Hak teâlâ hazretleri, tahyîr (hür bırakma) âyetini indirip: “Yâ eyyühennebiyyü kul li-ezvâcike” — Ey Peygamber! Hanımlarına söyle: Eğer siz dünya hayatını ve onun süsünü istiyorsanız, gelin size boşanına bedellerinizi vereyim ve sizi güzellikle salayım,” (Ahzâb sûresi: 33/28) diye buyurdu.

Tâ ki, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin peygamberlik memuriyeti lâyık olmayan nesnelere nisbet edilmekten masun ve mahfuz olsun.

Başladığı İşi Bitirmesi

Peygamber Efendimize mahsus olan vaciplerden biri de şu idi ki, nafile olan nesnelerden birine başlasa onu bitirmek kendine vacipti. Meselâ nafile ibadet olarak cihad için zırh giymiş tâ düşmana varıp cenk etmedikçe onu çıkarınak kendine haram kılınmıştı, dediler. Ama İmâm-ı Nevevî, “Bu kavil zayıftır,” demiştir.

Biri de şudur ki, farz namazı halelsiz (eksiksiz ve hatâsız) edâ etmek O’na lâzım idi. Mâverdî böyle demiştir. Irakî, Mühezzeb Şerhi’nde “Peygamber Efendimiz hazretleri, farzın noksanlığından korunmuştu,” demiştir. Murad, namazı iptal etmeyen haleldir.

Hâsılı bâzı şeyler vardır ki, namaz içinde bizden sâdır olsa mekruh olur, ama namazımız bâtıl olmaz. Meselâ yabana bakmak, parınak çatlatmak ve esnemek gibi... Bunlar ve bunların benzeri şeyler bizden sâdır olursa namazımız halelden (eksiklikten) uzak kalmaz, ama bâtıl da olmaz. Yeteri kadar olur. Fakat Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin namazında bu türlü şeyler olmayıp elbette en mükemmel şekil üzre edâ olunınası gerekti. Hak teâlâ hazretleri, bu türlü hatâ ve halelden O’nu korumuştu.

Min künne (sizin içinizden) kelimesinde min (den), bir kısmını diğerlerinden ayırmak için değil, belirtmek içindir. Zira mü’minlerin analarının hepsi muhsinât (güzel hareket eden kadınlar) dır.

Bâzı âlimler buyurdular ki, Fahr-i Âlem Efendimize şu da vacipti: Ne zaman şaşılacak ve tuhafına gidecek bir şey görse, “İnne’l-îyşe îyşü’l-âhire — Elbette îyş âhiret îyşidir,” derdi... îyş’in mânası hayat ve geçimdir. Yâni “Hayat âhiret hayatıdır” demek olur.

Bu kavlin sahibi buyurmuştur ki: “Bu söz, Fahr-i Âlem hazretlerinden iyilik hâlinde sâdır oldu. Yâni gönlü sevinçli ve hatırı hoşnutluk üzere iken böyle buyurdu. Haccettiği zaman arefe günü söylerdi. Biri de çok çetin zamanlarda sâdır oldu. Yâni Hendek gazâsında, ıstırap zamanında böyle buyurdu. Hâsılı gayet ıstıraplı halde ve bir de sevinç ve neş’esinin kemâl derecesinde bu sözü buyururdu. Sadece bir hâle mahsus değildi.”

Biri de şu idi ki, vahyin geldiği hal içinde kendisi bu dünyadan alınırdı. Yâni bu cihandan haberi olmazdı. Bununla beraber yine oruç, namaz ve diğer hükümler kendisinden sâkıt olmazdı. Nitekim ZevâidA Rav?:a’da İbnü’l-Kass ve Kıfâl’den böyle naklolunmuştur. İbnü’s-Seb’ de böyle zikretmiştir.

Biri de şudur ki, şerefli kalbini herhangi bir hal istilâ ettiği zaman arkasından yetmiş kere istiğfar ederdi. İmâm-ı Müslim’in rivâyetinde:

“Gerçekten kalbim bir halle örtülür ve ben günde yüz kere Allah’a istiğfar ederim,” diye buyurması bu mânayı ifade eder.

Ebû Dâvud’un rivâyetinde de “Fî külli yevmin — Her gün...” diye vâki olmuştur. Yukarıdaki hadîsin ibaresinde geçen “Yüğânü alâ kalbî” demek, “Kalbim perdelenir” demektir. Ebû Ubeyde’den rivâyet edildiğine göre: “Gaynın aslı burada, kalbi bürüyüp örten nesnedir. Onun da aslı ğayn-ı semâ’dandır ki, gök yüzünü bulut kaplamasıdır,” dedi.

Bâzı âlimler dediler ki: “Burada ğayn, öyle bir şeydir ki, kalbe perde olur, fakat tamamen ve kuvvetlice örtmez. O ince bulut gibidir ki. kişinin ışığına engel olmaz.”

Kâdî Iyâd, bu zikrolunanı hikâye ettikten sonra der ki “Bu ğayn’dan murad, Hak teâlâ hazretlerinin zikrine devamdan ve Hakk’m müşahedesinden kalbin sehiv, gaflet ve füturuna işarettir. Şu sebeple ki, kendini beşerî maksatlara ve ümmetin siyasetine vermişti. Yâni halkın dert ve belâsını çekerdi. Ümmetinin durumunu muhafaza etmekle meşguldü. Dost ve düşman hususlarını, kendi nefsinin ve çoluk çocuğunun işlerini görmekle bağlantılı idi. Kendine emaneti yüklenme ve risaleti eda etme hizmetleri teklif olunmuştu. Gerçi bütün bu işleri görürken de Rabbm ibadetinde ve Hâlık’m tâatinde idi. Fakat kendisi hakikatte Hak teâlâ hazretleri katında kıymet ve derece bakımından halkın en yücesi, Mârifetullah (Allah’ı tanıma) bakımından da en tam ve en üstün olanı idi. Mâsivâ (Allah’dan gayrı şeyler) ile uğraşmaktan hâlî olup gönül hoşluğu ve kalb huzuru ile tamamen kendini Rabbına verdiği hâli, öbür hâlinden daha aziz ve daha güzeldi. Mâsivâ ile uğraşma hâlinde kendini yüksek makamından aşağılara inmiş görüp ondan istiğfar etmeğe başlardı. Hadîs-i şerifin mânası hakkında zikredilen açıklamaların en uygunu ve en ünlüsü budur.”

Ama bazıları dediler ki: “Kâdî Iyâd’ın bu sözü, ilâhî haberleri insanlara eriştirme yollarının dışında Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden sehiv, gaflet ve fetret (uyuşukluk) gibi hallerin mümkün olmasına dayanınca itiraz olundu ki, Fahr-i Kâinat hazretlerini bu mânaya nisbet etmek caiz değildir. Zira meleklerin tesbih ve müşahededen fütûr getirmemekle üstün kılınmış olması lâzım gelir. Aynı zamanda Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin hadîs-i şerifine de muhalif olur ki:

“Ben unutınam, fakat bana unutturulur. Tâ ki, ben ümmetime bir nesneyi sünnet kılayım,” diye buyurmuştur.

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinden nisyan (unutına) vâki olsa Hak teâlâ hazretleri tarafından şer’î bir hikmetin beyan olunınası için vâki olurdu. Bir hikmet için olan şey fütur değildir.”

Hâsılı Kadı’nın muradını anlamayıp sözlerini maksadinin aksine çektiler. Ondan çıkarılamayacak sözlerle üzerinde durulan noktayı ıslaha giriştiler. İdrâk ehline gizli değildir ki, kalb huzuru ve gönül rahatlığı ile ibadet hâzinesinde olan istek ve yöneliş, türlü üzüntüler ve ıstıraplarla karışmış olan yöneliş gibi değildir. Mâsivâ ile uğraşmanın kalb huzuruna mâni olduğunda şüphe yoktur. Gerçi âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri, her halde Hakk’m tâati üzre idi; fakat gayriyetlerin zahmet ve sıkıntılarından uzak olup gönül rahatlığı ile yönelişi, sırf istiğrakın kendisi idi. Açık olan şudur ki, bu hâlin öbür hâl ile münasebeti yoktur. Böylece hallerinin en şereflisinden her ne zaman aşağılara inecek olsa geri o makama yükselmek için istiğfarla meşgul olurdu. Onun istiğfarı hiç bir zaman şu mânada değildi ki, ihmal ve gevşekliği dolayısiyle kusur ve eksiklikleri olsun da af ve mağfiret istesin!.. Hâşâ, böyle değildir.

Peygamberler bu türlü işlerden mâsumdurlar. Hususiyle Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin günahlarından geçmiş ve gelecek olanların bağışlanmış bulunduğu kesin âyet hükmüyle sâbittir. Bu mânada istiğfara ne imkân kalır?.. O halde O’nun istiğfarı, sırf ilerleme, derecelerini arttırma ve yükseltme, yüce makam ve mertebelere erişme içindi. Maksatların en şereflisine kavuşmak için istiğfar ederlerdi.

Kâdî Iyâd bu mânayı murad edinmiştir. Nitekim sözün gelişinden de bu açıkça anlaşılır. Doğrusunu Allah bilir.

Bâzıları da: “öayn, nefste meydana gelen şeylerden kalbe düşen nesnedir,” dediler. Yâni insanoğlunun gönlüne düşen türlü türlü hâtıralardır ki, kişi kendi âleminde onunla meşgul olur.

İbn-i Hacer der ki: “İmâm-ı Râfiî Emâfö’sinde buna işaret edip kendi babasının yazdığı mânanın bu olduğunu tasrih etmiştir.”

Bâzıları da: “öayn, öyle bir durumdu ki, o durumda Peygamber Efendimiz hazretleri ümmetinin hallerine muttali olurdu da onlar için istiğfar ederdi,” dediler.

Şeyh Veliyyüddin bin Irakî şöyle dedi: “Açık olan şudur ki, hadisin ibaresinde geçen iki cümleden ikinci cümle Allah’a istiğfar ederim cümlesi birinci cümleye Kalbim perdelenir cümlesine terettüp eder. O zaman ğayn (kalbin perdelenmesi) istiğfarın sebebi olur. Böyle olduğuna şu da delâlet eder ki, İmâm-ı Nesâî, “Amelü’lYevme ve'l-Leyle" adlı risalesinde bu hadîs-i şerifi:

“Gerçekten kalbimin perdelendiği olur, hattâ her gün yüz kereye kadar Allah’a istiğfar ederim,” sözleriyle rivâyet etmiştir.

Bir rivâyetinde de: “Festağfirullahe — Bunun için Allah’a istiğfar ederim,” diye vâki olmuştur. Hadîs değişik sözlerle rivâyet olunursa bir kısmı diğer bir kısmını tefsir eder. İki cümlenin birbirine ilişkin olması takdirinde ikinci cümle birinci cümle sebebiyle meydana gelmiş olur. Böylece bu ğaynın kalbin öyle bir perdesi olması muhtemeldir ki, dünya işleriyle kalb arasında bir örtü olarak gerçekleşir. Ondan dolayı kalb dağınıklıktan kurtulup kendini Hazret-i Hakk’a can ve gönülden yöneltir. Bu hâle şükür için ve kulluğun gerekleriyle meşgul olmaya imkân verdiği için istiğfarla meşgul olur.”

Kâdî Iyâd’m Şifâ’smda: “Buradaki ğaynın (perdenin) haşyet perdesi olması muhtemeldir. Bu haşyet perdesi kalbini bürüdüğü zaman kendinden geçecek hale gelir, o zaman Allah’a şükür olarak ve kulluk icaplariyle meşgul bulunarak istiğfar ederdi,” demesinden muradını bu mânaya hamletmiştir. Ve “Bu söz benim yanımda gayet güzel bir sözdür,” demiştir. İkinci cümlenin birinci cümle sebebiyle meydana gelmiş olması, istiğfar ile o perdenin giderilmesine çalışılması mânasına değildir. Belki ğayn, beğenilen ve özlenen bir şeydir, istiğfar onun sebebiyle meydana gelmiş olur. Yoksa onu gidermek için değil. O halde istiğfar, o hâlin meydana gelmesine şükür makamında gerçekleşir, demiştir.

Bu kavil, kavillerin en güzelidir. Tartışma ve güçlükten sâlimdir, denildi. Ama zâhir mânanın dışında bir şeydir. Kâdî Iyâd’m da “Muhtemeldir” tefsiri ile getirdiği, başka bir görüşün ondan üstün tutulduğuna işarettir. Ama İbn-i Irakî’nin yanında hayli makbul olmuştur.

Şeyh Taceddin ibn-i Atâullah, Letâifü’l-Mennen adlı kitabında Ebû’l-Hasan Şazelt (Allah sırrını mübarek eylesin) hazretlerinden nakleder ki: “Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerini rü’yada gördüm. ‘Kalbim perdelenir’ hadîsi şerifinden sual ettim. Cevap olarak:

“Ey mübarek! O benim dediğim perde, envâr (nurlar) perdesidir, ağyar (Hak’dan başka olan şeyler) perdesi değildir,” diye buyurdu,” demişler, işin hakikatini Allah daha iyi bilir.