Geri

   

 

 

İleri

 

2 . Fasıl

4 - 4   Yüce Allah’ın Peygamberimizin Diğer Peygamberlere Üstünlüğünü Gösterdiği Mûcize, işaret ve Kerametleri

Şöyle bilinsin ki, Hak teâlâ hazretleri, bizim peygamberimiz Muhammed Mustafa (sallâllahü aleyhi ve sellem) hazretlerine bâzı şeyleri özgün kılmıştır ki, bunlar ondan evvel hiç bir peygambere verilmiş değildir. Her nebiye ki, bir mûcize verilmiştir, onun misli Peygamber Efendimiz hazretlerine de verilmiştir. Zira âlemlerin iftiharı Efendimiz hazretlerine Cevâmiu’l-Kelim  itâ olunmuştur. Peygamberlik ona diğer peygamberlerden daha önce verilmiştir. Nitekim daha önce beyan olunduğu üzre:

— “Âdem ruhla cesed arasında iken ben nebiydim,” diye buyurmuştur.

Diğer peygamberlerin peygamberlikleri kendi zamanlarına mahsustu. Cenâb-ı İzjet’ten Fahr-i Âlem hazretlerine bu yüksek derece verildiği vakit bilindi ki, peygamberlikle bu âleme gönderilmiş olan her kâmil insan, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin nübüvvet sırrından ve risâlet hakikatinden yardım bulmuştur.

Nitekim Şerafeddin Busayrî (Allah ona rahmet etsin) zikrolunan mânaya şu beyitlerle işaret etmiştir:

“Her mûcize ki, büyük resuller göstermişler,

O mûcizeler onlara O’nun nurundan erişmişler.

Yıldızlar nuru güneşten aldıkları gibi Onlar da o fazilet güneşinden nur almışlar,

Dalâlet karanlığındaki insanlara izhâr etmişler.”

Malûmdur ki, yıldızlar kendi zâtından ışık verici değillerdir. Onların ışıkları güneşten faydalanına yoluyla alınmıştır. Güneş zuhurda değilken yıldızlar onun nurunu izhar ederler. Bunun gibi diğer peygamberlerin de Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin zuhurundan önce izhar ettikleri mûcize ve kerametler, O’nun nübüvvet kandilinden alıp aksettirdikleri nurlardan başka bir şey değildi.  Allah’ın selâm ve yardımları onların hepsinin üzerine olsun.

Hazret-i Âdem’den Üstünlüğü

Keramet gösterilmesinin başlangıcı Hazret-i Âdem aleyhisselâm’da olmuştur.

Hak teâlâ hazretleri, Hazret-i Âdem’e halifelik ihsan etti. Peygamber Efendimiz hazretlerine mahsus olan Cevâmiu’l-Kelim makamından Âdem aleyhisselâm’a isimleri öğreterek yardım etti. Bu kerametle meleklerden üstün oldu ve onlara galebe etti. Melekler de Hak teâlâ hazretlerine onun hakkında:

“Etec’alü fîhâ men yüfsidü fîhâ ve yesfikü’d-dimâe — Ya Rab! Sen, yer yüzünde fesad çıkarıp kan dökecek birini mi halife edeceksin?” (Bakara sûresi: 2/30) yahut “Tâat ehli yerine mâsiyet ehlini halife mi edinirsin?” diye şaşkınlıklarını ifade ederek bunurı hikmetini anlamak isteyip kendilerinden şüpheyi giderecek nesneden haber istemişlerdi. Hazret-i Âdem’den isimleri bilme kerameti zuhura gelip hilâfete lâyık olmakta kendilerinden önde geldiği sâbit olunca acz ve kusurlarını itiraf edip:

“Sübhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ — Sen hatâ ve kusurdan münezzehsin. Biz, ancak senin bize öğrettiklerini biliriz,” (Bakara sûresi: 2/32) dediler.

Ondan sonra Hak teâlâ hazretlerinin halifeleri yeryüzünde birbirini tâkip ederek gelmeğe başladılar. Tâ o nübüvvet ve risalet göğünün güneşi varlık ufkundan doğup kevn âlemini hidâyet nurlarının ışıklarının çıktığı yer kıldı. Bütün peygamberlerin mûcize ve kerametleri O’nun dağılmış mûcizeleri zımnında toplanmış olup hepsinin nübüvvet ve risâlet bayrakları O’nun büyük risâlet sancağı altında düzene girme şerefi buldu. Böylece peygamberlerden herhangi birine verilmiş olan fazilet ve kerametlerin aynı Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine verilmiştir. O keramete uygun olan bir fazilet ve keramet O’na da ikram olunmuştur. Meselâ Âdem aleyhisselâm’ı Hak teâlâ hazretleri kendi kudret eliyle yarattı. Fahr-i Âlem Efendimiz Hazretlerinin de mübarek göğsünü kendi kudret eliyle açıp îman ve hikmet nuru ile doldurdu. Hazret-i Âdem aleyhisselâm’m bedenî yaradılışına bizzat giriştiği gibi Fahr-i Âlem hazretlerinin nebevi yaradılışına da bizzat girişti. Bundan başka Hazret-i Âdem’in yaradılışından asıl maksadın Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin vücuda gelmesi olduğu ise daha önce beyan olunmuştur. Maksat olanın vesile olan üzerine önceliği ve üstünlüğü ise açıktır.

Hazret-i Âdem aleyhisselâm’a meleklerin secde etmelerine gelince bu hususta İmâm-ı Fahr-i Râzî (Allah ona rahmet etsin) Te/sîr-i Kebîr’inde buyurmuştur ki: “Meleklerin Hazret-i Âdem’e secde ile emrolunınaları, alnında nur-u Muhammedi olduğu içindi.”

İmâm-ı Sehl bin Mühammed (Allah ona rahmet etsin) buyurmuştur ki: “Hazret-i Âdem aleyhisselâm’m meleklerin secdesi ile şereflenmesinden Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin: “Innallahe ve melâiketehu yüsallûne ale’n-nebiyyi... — Hiç şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber’e yardım  ederler... Ey îman edenler! Siz de teslimiyet gösterip selâmet bularak (tam ve gerçek müslüman olarak) ona yardım ediniz,” (Ahzâb sûresi: 33/56) âyet-i kelimesiyle şereflenmesi daha üstündür. Çünkü birinci şereflenmede, yâni Âdem’e secde etmekte, Hak teâlâ hazretlerinin meleklerle beraber olması mümkün değildir. Ama ikinci şereflenmede, yâni Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine salât etmekte Hak teâlâ hazretleri meleklerle beraberdir. O halde Hak teâlâ hazretlerinden sâdır olan şereflendirmenin meleklere mahsus olan şereflendirmeden daha üstün olduğunda şek ve şüphe yoktur.

Bâzı âlimler de Hazret-i Âdem’e olan ta’lîm-i esmâ (isimlerin öğretilmesi) hususunda buyurmuşlardır ki, Deylemî Müsnedü'l-Firdevs adlı kitabında Ebî Râfi’in hadîsinden Resûlüllah Efendimizin şöyle buyurduğunu çıkarmıştır:

 

“Su ile çamur arasında iken (ezel âleminde) ümmetimin sûretleri bana sunuldu ve Âdem’e bütün isimler öğretildiği gibi bana da bütün isimler öğretildi.”

Bundan anlaşılır ki, Hazret-i Âdem aleyhisselâm’a vâki olan ikramdan daha fazlası Resûlüllah Efendimiz hazretlerine müyesser olmuştur. Çünkü ona isimlerin bilgisi verilmiştir. Resûlüllah Efendimize ise o verildikten başka ilmin ilişkin olduğu kişiler de verildi: Ümmetinden ne kadar kişi gelecekse hepsinin suretleri kendisine sunuldu.

Hazret-i İdris ve Nuh’dan Üstünlüğü

İdris aleyhisselâm, “Ve refa’nâhü mekânen aliyyen — Ve onu yüce bir yere yükselttik,” (Meryem sûresi: 19/57) gereğince göklere çıkarılmakla şereflendirildi. Bunun gibi Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri de mi’rac gecesinde öyle bir makama ayak bastı ki, kendisinden önce hiç bir kimse o yükseklikte bir makama yükseltilmemişti.

Nuh aleyhisselâm, kendine îman getiren toplulukla beraber suya batmaktan ve sönüp gitmekten kurtuldu. Bunun gibi Peygamber Efendimize de öyle bir keramet verildi ki, ümmeti semavî azabla helâk olmaktan kurtuluş buldular. Nitekim Hak teâlâ hazretleri: “Ve mâ kânallahu li-yüazzibehüm ve ente fîhim — Oysa sen onların içinde bulunurken Allah onlara azâb edecek değildi,” (Enfâl sûresi: 8/33) diye buyurmuştur. Kâinatın efendisi Resûlüllah hazretleri bu ümmetin içinde olduğundan Hak teâlâ hazretleri, O’nun hürmetine bunlardan dünyevî azâbı kaldırmıştır. Diğer ümmetlere olduğu gibi başlarına taş yağmaktan, semavî bir sesle mahvolmaktan, yer yarılıp yere batmaktan ve diğer azablardan bağışlanmışlardır.

Hazret-i İbrahim’den Üstünlüğü

Hazret-i İbrahim aleyhisselâm’a Nemrud’un ateşi selâmetle sovuyup söndüğü gibi Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri için de harp ve kıtâl ateşinin söndürülmesi bağışlanmıştır. Nitekim Hak teâlâ hazretleri kadîm kelâmında: “Küllemâ evkadû nâren lil-harbi etfeâhâ’llâhü — Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa Allah onu söndürmüştür,” (Mâide sûresi: 5/64) buyurmuştur.

Yâni: “Her ne zaman din düşmanları, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri ile harb ve kıtâl için fitne ve fesat ateşini körükleyip alevlendirdilerse Allah onların fitne ateşlerini söndürüp şer ve fesatlarını def eyledi,” demektir.

Bâzı kitaplarda şu da zikredilmiştir ki: Mi’rac gecesi dünya göğünün altında bir ateş denizine uğrayıp ondan selâmetle geçti, demişlerdir.

Ateşin zararını savuşturmak hususunda İmâm-ı Nesâî nakletmiştir ki, Muhammed bin Hâtib (radıyallahü anh) şöyle anlattı:

“Ben küçük bir çocuk iken üzerime tencere döküldü. Üzerimde olan deri hemen tamamen yandı. Ondan sonra babam beni kaldırıp Resûlüllah Efendimiz hazretlerine götürdü. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, cildimin üzerine tükürdü de o yanmış yerin üstüne elini sürdü ve: “Ezhebü’l-be’si rabbü’n-nâsi — İnsanların Rabbı zararı gidersin,” diye dua etti. Hemen sıhhat müyesser olup bende hastalık kalmadı.”

Hazret-i İbrahim aleyhisselâm’a dostluk makamı müyesser olup Halîlullah (Allah’ın Dostu) oldu ise Muhammed Mustafa hazretlerine o makam bağışlandıktan başka muhabbet rütbesi ihsan buyurulup Habîbullah (Allah’ın Sevgilisi) oldu.

Şefaat hadîsinde rivâyet olunmuştur ki: Hazret-i İbrahim’e gidip:

— Ya İbrahim! Hak teâlâ hazretleri seni halîl (dost) edinmiştir. Bugün bize şefaat eyle, dedikleri zaman Hazret-i İbrahim:

— Ben perde arkasından Halil oldum. Benden başkasına gidin, der.

Bu üslûb üzere şefaat Resûlüllah Efendimiz hazretlerine müntehi olduğunda:

— Ben onun içinim, ben onun içinim,” diye buyurup o günde şefaatin kendisine mahsus olduğunu ve kendisinin o makamda sırf şefaat için durduğunu beyan edecektir.

Hazret-i İbrahim’in “Ben perde arkasından halîl oldum,” demesinden anlaşılır ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri keşif ve görüş yolu ile Halîlullah (Allah’ın Dostu) imiş. Perde arkasından Allah’ın dostu değilmiş. Zira Hazret-i İbrahim, “Şefaat perde arkasından dost olmayıp keşif ve görüş makamına varanlara mahsustur,” demeğe getirdi. Ve işin sonunda şefaat, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinde nihayet buldu. Bundan, Resûlüllah Efendimizin dostluğunun perde arkasından olmayıp belki şühud ve iyân (açık seçik görüş) bakımından olması gerekir.

Yine Hazret-i İbrahim’e yeryüzü halkı içinde Allah’ın tevhidi ve ibadeti ile seçkinlik ve üstünlük müyesser olup putları kırmaya kalkmak nasib oldu. Bunun gibi Fahr-i Âlem Efendimize de âlem küfür ve sapıklık karanlıkları ile dolmuş iken tevhid göğünden güneş gibi tek ve eşsiz olarak doğup Rabbani birliğin tanıklığı ile seçkinlik ve üstünlük nasib buyruldu. Ve Kureyş’in putlarını bir ağaç dalı ile kırdı ki, bu hâlin, Allah’ın yardımından ve desteğinden başka bir şeyle meydana gelmesi asla düşünülemez.

Yine İbrahim aleyhisselâm’a Beytullah’m binasını yapmak müyesser oldu. Şüphe yoktur ki, Beyt-i Şerif (Kâbe) cesed makammdadır. Onun kalbi, belki kalbinin süveydası (içindeki hayat merkezi sırrı) Hacer-i Esved’dir. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine de şu keramet ihsan buyurulmuştur: Kâbe yıkıldıktan sonra Kureyş topluluğu onu yeniden yaptıkları zaman o mübarek taşı yerine koyacakları sırada aralarında ihtilâf çıktı. Gerçekten bu hizmette hususî bir şeref olduğu için her tâife “Bu hizmeti biz edeceğiz” diye çekişmeye düştüler. İşin sonunda ittifak ettiler ki, dışarıdan ilk gelecek kimseyi hakem kabûl edecekler, o ne buyurursa ona göre hareket edecekler. Allah’ın hikmetinin gereği olarak ilkönce Resûlüllah Efendimiz geldi. O zamanda henüz peygamberlikle diriltilmiş, yâni nübüvveti uyandırılmış değildi.. Kavmi içinde Muhammed-i Emin (Güvenilir Muhammed) diye tanınmıştı. Kureyş topluluğu onu görünce:

— İşte Muhammed-i Emin geldi. Bakalım, ne hikmet söylerse öyle edelim, dediler.

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerini hakem kıldıkları gibi emretti: Yeryüzüne bir kilim yaydılar. Mübarek taşı ortasına koydular. Ondan sonra emri üzerine her topluluktan bir kişi kilimin bir köşesine yapışıp hepsi beraber kaldırdılar. Ondan sonra kendi mübarek eliyle aldı, taşı yerine koydu. İşte Hak teâlâ hazretleri, varlıkların iftiharı Resûlüllah Efendimiz hazretlerine, Kabe’nin cesedi içine onun kalbini yerleştirmek gibi bir dereceyi ihsan buyurdu.

Hazret-i Musa’dan Üstünlüğü

Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm’a asâyı yılan yapmak mûcizesi ikrâm olundu ise peygamberlerin iftiharı Efendimiz hazretleri de hanîn-i cizi’ (hurma kütüğünün inlemesi) ile şereflendirildi ve hurma kütüğünün konuşması da işitildi.

İmâm-ı Fahr-i Râzî Tefsîr-i Kebîr’inde ve bâzı âlimler de kitaplarında yazmışlardır ki: “Ebû Cehil mel’unu bir gün gidip Resûlüllah Efendimizin üzerine taş atmak istedi. Hemen gidip bu işe girişmeye kalktığı gibi Fahr-i Âlem hazretlerinin mübarek iki omuzunun her birinde bir ejderha gördü. Yüreğine korku düşüp, hemen geri dönüp gitti.”

Yine Mûsâ aleyhisselâm’a yed-i beyzâ (içi beyaz ve parlak el) Peygamber Efendimiz hazretlerine de bir nur verildi ki, tâ Hazret-i Âdem’den kendilerine gelinceye kadar dedelerinden, babalarından analarına intikal ederek geldi. Öyle ki, her asırda bir topluluk o nuru müşahede etmekten hâlî olmadı. Âdeta o nurun devam ve bekası âlemin kıyamına sebep oldu.

Ebû Nuaym’m rivâyetinde şöyle gelmiştir: “Karanlık ve yağmurlu bir gecede Resûlüllah Efendimiz, Katâde bin Nu’man ile beraber yatsı namazını kıldı. Sonra Katâde’nin eline bir hurma sapı verip:

— Var şimdi yoluna git. Bu sana on adım önden, on adım arkadan ışık verecektir. Evine varıp içeri girdiğin zaman kara bir şey göreceksin. Bununla ona vur, çıkıp gitsin. O şeytandır, diye buyurdu.

O da alıp yola koyuldu. O hurma sapı ona ışık verdi. Evine vardığı zaman bir karartı gördü. Onu hurma sapı ile döverek dışarı çıkardı.”

Enes bin Mâlik’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: “Abbâd bin Bişr ve Üseyd bin Hudayr (Allah onlardan razı olsun) bir iş için bir gece Resûlüllah Efendimiz Hazretlerinin yanında kalmışlardı. Karanlık bir geceydi. Gecenin bir miktarı geçmişti, yola çıktılar. Ellerinde birer asâları vardı. Her birinin asâsı, hem kendine, hem yoldaşına ışık veriyordu. Yolları ayrıldığı zaman her biri kendi asâsının ışığı ile yoluna devam edip menzillerine eriştiler.”

Bu kıssayı İmâm-ı Beyhakî ihraç edip Hâkim tashih etmiştir. Allah onlara rahmet etsin.

Hamza-i Eslemî’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz ile bir seferde idik. Karanlık bir gecede ashâb, birbirimizden ayrıldık. Her birimiz bir yana gitti. Sonunda Hak teâlâ hazretlerinin fazlı ile benim parınaklarımdan nur ve ışık meydana gelip etrafı aydınlattı. Onun aydınlığında herkes davarını bulup eşyasını topladı. Hiç bir şey kaybolmadı. Benim parınaklarım hâlâ nur veriyordu,” diye buyurmuştur.

Bu hususu İmâm-ı Buhârî Tarih’inde, ayrıca Beyhakî ve Ebû Nuaym da rivâyet etmişlerdir.

Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm’a Nil nehrini yarınak vâki oldu ise Muhammed Mustafa Efendimiz hazretlerine de gökte ayı yarınak müyesser oldu. Mûsâ aleyhisselâm yer yüzünde tasarruf buyurdu. Âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri ise gök âleminde tasarruf eyledi.

Bâzı âlimler buyurmuşlardır ki: “Gökle yer arasında büyük bir deniz vardır. Onun adı Mekfuf’dur. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, Mi’rac gecesinde o denizi yarıp geçmiştir. Yeryüzünde olan denizlerin ona nisbeti damlanın okyanusa nisbeti gibidir.

Mûsâ aleyhisselâm’a dualarının kabûl olunınası şerefi verildi ise Resûlüllah Efendimiz hazretlerine bu bağış sayısız ve hesapsız olarak verilmiştir. Ona taştan su akıtmak müyesser oldu ise Resûlüllah Efendimiz’e parınaklarından çeşmeler akıtmak ihsan buyruldu. Bu mûcize ondan daha açık ve üstündür. Zira taş yer cinsindendir. Gariplik parınaklardan akmadadır ki, akıl ve âdete aykırıdır.

Yine Mûsâ aleyhisselâm Hak teâlâ hazretleri ile konuştu ise peygamberlerin iftiharı Efendimiz hazretleri Mi’rac gecesinde yüce Rabbi ile konuşup daha ziyade yakınlık da hâsıl etti. Peygamberimizin konuşması Sidretü’l-Müntehâ’dan ve yedi kat gökten daha yüce bir makamda müyesser oldu. Hazret-i Mûsâ’mn konuşması ise Tûr-i Sînâ üzerinde vâki oldu.

Hazret-i Harun’dan Üstünlüğü

Hazret-i Hârun aleyhisselâm’a lisan fesahati verildi ise Resûlüllah Efendimiz hazretlerine, öyle bir fesahat verilmiştir ki, yazmaktan ve anlatmaktan müstağnidir. Hârun’un fesahati İbranî dilinde idi. Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin fesahati ise Arap dilinde idi. Arapça’nın İbranîce’den daha fasih ve daha beliğ olduğu açıktır. Hazret-i Hârun’un fesahatinin mûcize olup olmadığı âlimler arasında değişik görüşlerin ileri sürülmesine sebep olmuştur. Fakat Resûlüllah Efendimizin fesahatinin mûcize olduğunda ittifak vardır.

İbnü’l-Münîr buyurmuştur ki: “Hârun’un fesahatinin mûcize olmadığı açıktır. Ancak lisanında üstünlük ve fazilet vardı. Peygamberimiz Muhammed Mustafa sallâllahü aleyhi ve sellem hazretlerinden başka peygamberlerden hiç kimse fesahatle tahaddi etmedi. Yâni “Muktedirseniz bu sözlerin bir benzerini meydana getirin,” diyerek hasımlarına meydan okumadı. Zira bu hususiyet Allah’ın kitabından başka bir şeyde olmaz.”

Rivâyet olunur ki, bâzı ashâb, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine:

— Ya Resûlâllah! Senden daha fasih konuşan hiç kimse görmedik, dediler.

Resûlüllah Efendimiz de:

— Neden en fasih olmayayım ki, Kur’an-ı azîm benim lisanım”Lisânün arabiyyün mübînün — Apaçık Arapça (fasih) bir dil” (Nahl sûresi: 16/103) ile nazil olmuştur, diye buyurdu.

Cevâmiu’l-Kelim’den* olan hadîs-i şeriflerle tahaddi olunur mu, olunınaz mı? diye hâtıra gelirse işaret buyrulmuştur ki: Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin “Uteytü cevâmiu’l-kelim — Bana cevâmiu’l-kelim verildi,” diye buyurması, Hak teâlâ Hazretlerinin kendine bağışladığı nimet ve hasletleri açıklamak ve şükür babmdandır. Sadece şükür yoktur. Onlar da gayba ait haberleri ve benzeri şeyleri kapsamaları bakımından mûcizelerdendir, dediler.

Cevâmiu’l-Kelim (bütün sözleri ve söyleyicileri kendinde toplayıcı olmak), asıl Kur’ân-ı azîm’dir. Az sözle çok mânaları, öğütleri ve hikmetleri kapsayan sözlere de cevâmiu’l-kelim’dendir, derler. (Mütercim)

Hazret-i Yusuf’tan Üstünlüğü

Hazret-i Yusuf aleyhisselâm’a güzellikten bir hisse verildiyse Fahr-i Kâinat Efendimize bağışlanan güzellik ve tatlılık inşâallah Mi’rac Bölümü’nde beyan olunacaktır.

Hazret-i Yusuf’a rü’yâ tabiri verilmişti, denmesinin sebebi, ondan naklolunan üç rü’ya hususudur. Birisi kendi rü’yâsıdır ki, on bir yıldız, güneş ve ayın kendine secde etmeleridir. İkincisi hapishanede mahpus olanların rü’yâsıdır ki, ikisi bir yerde ve bir zamanda görülüp tabir olundukları için bir husus itibar olunmuştur. Üçüncüsü de Mısır padişahinin görmüş olduğu rü’yâdır.

Resûlüllah Efendimiz hazretlerine gelince bu hususta kendilerine o kadar şaşılacak kerametler verilmişti ki, sayısı ve sınırı yoktur. Hadîs ve tarih kitaplarını okuyup inceleyenler nice garip ve acayip işler hakkında bilgi sahibi olmuşlardır. İnşâallah bunların bir miktarı zikrolunacaktır. Bütün nebilerin her birine hususî bir mûcize verilmişti. Resûlüllah Efendimiz hazretlerine de onların mûcizeleri cinsinden bir mûcize ihsan buyrulmuştur.

Hazret-i Dâvud’dan Üstünlüğü

Hazret-i Dâvud aleyhisselâm’a demiri yumuşatma gücü verilmişti. Mübarek elini bir demire sürse mum gibi yumuşardı. Resûlüllah Efendimiz hazretlerine de şu verilmişti ki, mübarek elinde kuru ağaç parçası yeşerip yaprak verirdi. Ümmü Ma’bed denilen bir kadinin sürüden kalmış hasta ve uyuz bir koyununu mübarek eliyle meshettiği gibi sütü geldi.

Hazret-i Süleyman’dan Üstünlüğü

Hazret-i Süleyman aleyhisselâm’a mantıku’t-tayr (kuş dili) öğretilip cin, şeytan ve rüzgârlar emrine müsahhar kılınmıştı. Kendisine öyle bir saltanat verilmişti ki, kendinden sonra hiç kimseye verilmedi. Peygamber Efendimiz hazretlerine ise ondan daha fazlası ihsan buyruldu. O’na, taş konuşup selâm verdi. Mübarek elinde çakıl taşları ve kum taneleri tesbih etti. Zehirlenmiş koyun budu konuştu. Nitekim tafsilâtı Hayber gazâsı bahsinde geçmiştir. Ceylân ve devenin de konuştukları daha önce geçmişti.

İmâm-ı Râzî’nin (Allah ona rahmet etsin) zikrettiği üzre rivâyet olunmuştur ki, bir kere bir kuşun yuvasından yavrusunu almışlardı. Kuş gelip yavrusunu yerinde bulamayınca Resûlüllah Efendimiz hazretlerine vardı, mübarek başinin üstünde kanat vurarak dolaşıp durdu. Kuşun hâli Resûlüllah Efendimize malûm olarak:

— Bunun yavrusunu kim aldı? diye sordu.

Birisi:

Ben aldım, ya Resûlâllah, dedi.

Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Git, onu yerine koy, diye emretti.

Bu kıssayı Ebû Dâvud da başka bir ibareyle rivâyet etmiştir.

Resûlüllah Efendimize kurdun konuşup söz söylemesi de meşhurdur. Zikri daha önce geçmiştir.

Hazret-i Süleyman’a rüzgâr musahhar olup tahtını nereye diler ise, sabah bir aylık ve akşam bir aylık yol seyrettirirdi. Buna karşılık Fahr-i Kâinat Efendimize Burak verildi ki, harekette rüzgârdan değil, şimşekten daha sür’atli idi. Göz açıp kapayıncaya kadar O’nu ferş’ten (yer yüzünden) Arş’a yetiştirirdi. Bu, en az yedi bin yıllık yoldur, dediler. Ondan daha yukarı olan yakarış makamına varıncaya kadar ne kadar yol olduğunu Allah bilir.

Rüzgâr Hazret-i Süleyman’ı gezdirip yeryüzünün bölgelerini ve ülkelerini göstermişti. Ama Resûlüllah Efendimiz hazretlerine yeryüzü bir yere toplanıp doğular ve batılar temaşa ettirilmiştir. Görülecek yerleri köşe köşe gezip gören ile ayağına getirilip gösterilen arasında çok büyük fark vardır.

Hazret-i Süleyman’a şeytanların teshiri verildiyse âlemlerin hocası Resûlüllah Efendimiz hazretleri de bir gün namazda iken şeytan karşısına geldi; Hak teâlâ hazretleri Fahr-i Âlem hazretlerine kudret verdi, mel’un İblisi mescidin direklerinden birine bağlayıp bırakıverdi.

Hazret-i Süleyman cin tâifesini hizmetinde kullandıysa Efendimiz hazretleri, onları İslâm’a getirdi, müslüman olup dînine girdiler. Cin tâifesi, “Ve huşire li-süleymâne cünûdühû mine’l-cinni — Ve Süleyman için cinlerden bir ordu toplandı,” (Nemi sûresi: 27/17) hükmünce Hazret-i Süleyman’ın askerlerinden sayıldılarsa Peygamber Efendimizin gazâlarında melekler ordusu hazır bulunup Kâinatın Efendisi’nin ordusundan olmuşlardır. Şüphe yoktur ki, melekler cinlerden daha üstündür.

Kuşlar Süleyman’ın askerinden sayıldılarsa şu ondan daha acayiptir ki, Peygamber Efendimiz mağarada iken bir güvercin geldi, bir saat içinde yuva yaptı; kolay yoldan Resûlüllah hazretlerini düşmanların şerrinden korudu. Şunda şüphe yoktur ki, çok askerden de beklenen, düşmanların şerrini savuşturmaktır.

Hazret-i Süleyman’a hükümdarlık ve saltanat verildiyse Peygamber Efendimiz hükümdar nebi olmakla kul nebi olmak arasında muhayyer kılındı. Kendisi kul nebi olmayı seçti. Eğer dileseydi kendisine hükümdarlık ve saltanat da verilirdi. Süleyman’dan sonra gerçi ona denk ve eş olacak bir padişah gelmedi, fakat daha nice kimselere hükümdarlık ve saltanat verildi. Ama Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine nebilerin hâtemi olmak rütbesi ihsan buyurulup kendinden sonra ne kendisine denk olan ve ne de olmayan hiç bir peygamber gelmedi. Elçilik hâzinelerinin hâtemi (mührü) kendisine teslim edilmiş oldu.

Hazret-i İsa’dan Üstünlüğü

Hazret-i İsâ aleyhisselâm, Allah’ın te’yidiyle gözsüzleri gözlü eder, baras hastalığına tutulanları iyileştirerek kurtarır, ölüleri diriltirdi. Peygamber Efendimiz hazretlerine de bunun benzeri mûcizeler müyesser olmuştu. Uhud gazâsında Ebû Katâde’nin gözü çıkıp yanağinin üstüne düşmüşken yerine koyup evvelki hâlinden daha güzel olmak üzere sıhhat bulduğu zikrolunmuştu. Baras hususunda İmâm-ı Râzî’nin zikrettiği üzre rivâyet olunur ki, Muâz bin Afrâ’nın hanımı o hastalığa tutulmuştu. Resûlüllah Efendimize hâlinden şikâyet etti. Kâinatın hocası Peygamber Efendimiz, bir asâ ile üzerine meshetti. Hak teâlâ hazretleri ona sıhhat ve âfiyet müyesser etti.

Ölüyü diriltme hususunda İmâm-ı Beyhakî’den naklolunmuştu ki, bir kimse, Peygamber Efendimiz hazretlerine:

— Benim kızımı diriltmedikçe ben sana îman getirmem, dediğinde ins ü cinnin peygamberi Resûlüllah Efendimiz o kızın mezarına varıp adiyle çağırdığı gibi kız:

— Buyur, emrine hazırım, ya Resûlâllah! diye karşılık verdi.

Çakıltaşlarımn tesbih etmesi, taşın selâm vermesi ve hurma kütüğünün inlemesi hususları, elbette ölülerin konuşmasından daha beliğdir. Zira bunlar, konuşan şeyler kısmından değillerdir.

Hazret-i İsâ’ya şu da verilmişti ki, halk evlerinde ne saklarsa kendisine malûm olurdu. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinde ise bu tür mûcize çok olmuştur. Inşâallah yeteri kadarı ileride zikrolunacaktır. Hazret-i İsâ’ya göğe kaldırılmak verildiyse kâinatın hocası Efendimiz hazretlerine mi’rac gecesinde nice mertebe fazlalıklarla yüceliklerin en yüksek noktasına yükselmek müyesser olup yakarış makamına ve müşahede mertebesine kavuşma ihsan buyruldu.

Velhasıl Hak teâlâ hazretleri, bizim peygamberimiz Muhammed Mustafa Hazretlerini, peygamberlerden hiç birine nasip olmayan sırf kendilerine mahsus mûcize ve kerametlerle yüceltmiş ve üstün kılmıştır.

“Bana, Benden Önce Hiç Kimseye Verilmeyen Beş Haslet Verilmiştir” Hadîsi

İmâm-ı Buhârî’nin naklinde Câbir (radıyallahü anh) rivâyet etmiştir ki, Peygamber Efendimiz buyurmuştur:

 

“Bana beş haslet verilmiştir ki, benden önce gelen hiç kimseye verilmemişti:

1 — Her peygamber hassaten kendi kavmine peygamber olarak gönderilmişti. Ben ise kızıl ve kara herkese peygamber olarak gönderildim. Karadan murad Arap’lardır. Kızıl’dan murad da Arap’tan başka olanlardır. Yâni bütün insanoğullarına peygamber olarak gönderildim, demektir.

2 — Ganimetler bana helâl kılındı. Benden önce hiç kimseye helâl kılinınamıştı.

3 — Arz bana mescid ve temiz kılındı. Ondan teyemmüm eden temizlenmiş olur. O halde benim ümmetimden her kim namaz vaktine yetişirse nerede olursa olsun namazını kılsın.

4 — Ben şununla yardım gördüm ve muzaffer oldum ki, bir aylık yerden düşmanların kalbine benden korku düşer.

5 — Kıyamet gününde şefaat etmek bana verildi.”

Peygamber Efendimizin kendine mahsus olan haller bu beş hasletten ibaret değildir. Muhammedi hasletler pek çoktur. Nihayet yerine göre bâzan beşi zikrolunmuştur, bâzen daha fazlası, bâzen de daha eksiği...

İmâm-ı Ahmed’in rivâyetinde hadîs-i şerifin başlangıcı şöyle gelmiştir:

 

“Bana beş haslet verildi ki, benden önce gelen hiç bir peygambere verilmemiştir. Ben bu sözü böbürlenmek için söylemiyorum. Sadece işin hakikatini bildiriyorum.”

İmâm-ı Ahmed’in hadîsinde şu da vardır:

 

“Ve bana şefaat verildi. Ben de onu ümmetim için kabul ettim. O halde şefaatim, hiç bir şeyi Allah’a ortak koşmamış olan kimseye mahsustur.”

Buharî’nin hadîsinde beş hasletin zikrolunınasmdan muradın, sadece bu beş hasletten ibaret olmadığı, şundan da anlaşılır:

İmâm-ı Müslim’in naklinde Ebû Hüreyre’den rivâyet edilmiştir ki:

 

“Ben, bütün peygamberler üzerine altı hasletle üstün kılındım. Bana cevâmiu’l-kelîm (her ağızdan konuşma, her sözü kendi özünde toplama kudreti) verildi. Korku ile yardım gördüm. Yâni düşmanımın kalbine heybetim düşmekle mansur ve muzaffer oldum. Arz bana mescid ve temiz kılındı. Bütün insanlara peygamber olarak gönderildim. Peygamberler benimle tamamlandılar,” diye buyurmuşlardır.

Ancak bu hadis-i şerifte şefaat yerine iki haslet zikrolunmuştur. Biri cevâmiu’lkelim verilmek, biri de peygamberliği hitama erdirmek.

Câbir’in hadîsiyle bu hadîsin toplamından yedi haslet hâsıl olur.

Yine İmâm-ı Müslim’den bir rivâyette de Huzeyfe’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiş olan hadîste üç haslet zikrolunmuştur: Birisi, namazda saflarımızın meleklerin saflan gibi olması. İkisi de, arzın mescid kılininası ve temiz kılinınasıdır. “Bir haslet daha zikretti,” diye müphem bırakmıştır.

Ama İbn-i Huzeyme ve Nesâî o hasleti de belirtip: “Bakara sûresinin sonunda olan âyetlerdir,” dediler*.

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri:

“Arş altındaki hâzineden bana Bakara sûresinin sonunda olan şu âyetler verildi,” diye buyurmuşlardır.

Zikri geçen Bakara sûresinin en son âyetinin meâli şudur:

“Allah hiç kimseye gücünün üstünde olan bir şeyi teklif etmez. Herkesin kazandığı iyilik kendi lehine, kötülük kendi aleyhinedir. Ey Rabbimiz, unuttuğumuz veya yanıldığımız şeylerden dolayı bizi kınama. Ey Rabbimiz, bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yükler yükleme. Ey Rabbimiz, bize, gücümüzün yetmeyeceği şeyleri yükleme. Bizi afvet, bizi bağışla ve bize merhamet et. Sen bizim mevlâmızsm. Kâfirler kavmine karşı bize yardım ve zafer ihsan et!” (Bakara sûresi: 2/286).

Murad, “Ümmetim, bu âyetlerde zikrolunan zor ve ağır teklifler, belâ ve cezalar yüklenmekten, unutmak ve yanılmakla kınanınaktan bağışlanmış oldular,” demeğe işarettir, diye buyurmuşlardır. Bu takdirde haslet dokuz olur.

İmâm-ı Ahmed’in naklinde Hazret-i Ali (kerremallahü veçhe) rivâyet etmiştir ki, Peygamber Efendimiz:

 “Bana dört haslet verildi ki, Hak teâlâ hazretlerinin peygamberlerinden hiç bir peygambere verilmedi. Bana arzın anahtarları verildi, Ahmed ismiyle isimlendirildim ve ümmetim ümmetlerin en hayırlısı kılındı,” dedikten sonra toprağın hasletini zikretti, diye buyurmuştur.

Peygamber Efendimiz yukarıdaki sözlerinden sonra “Arz bana mescid ve temiz kılındı,” diye buyurmuştur. Toprağın hasleti dediği budur.

Bezzâr’m naklinde Ebû Hüreyre’den (radıyallahü anh) başka bir şekilde rivâyet olunup: “Ben bütün peygamberler üzerine üstün kılındım. Benim günahlarımdan geçmiş ve gelecek olanlar bağışlandı. Ümmetim, ümmetlerin en hayırlısı kılındı. Bana Kevser verildi. Gerçekten sizin sâhibiniz, yâni peygamberiniz, kıyâmet gününde Hamd Sancağı sahibidir. O sancağın altında Âdem Peygamber, ondan daha aşağılarda haşrolunur,” dedi ve daha önce zikri geçen hasletlerden iki haslet daha zikretti, denilmiştir.

Yine Bezzâr’m rivâyetinde İbn-i Abbâs’dan (radıyallahü anh) merfuan rivâyet olunmuştur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

“Ben bütün peygamberler üzerine iki hasletle üstün kılındım. Benim şeytanım kâfirdi. Rabbim bana yardım etti, şeytanım İslâm’a geldi,” diye buyurdu.

İbn-i Abbâs: “Öbür haslet hatırımdan gitti, unuttum,” diye buyurmuşlardır.

Velhasıl bununla on yedi haslet olur, dediler.

Peygamberimizin Hasletleri

Ebû Saîd Nisaburî (Allah ona rahmet etsin), Şerefü’l-Mustafa adlı kitabında: “Muhammedî hasletler* altmış tanedir,” diye zikr etmiştir.

Hasletler (hasâis) diye, bir kimsenin kendisinden başka kimseye verilmemiş olan faziletlerine denir.

Bâzı âlimler de: “Mûcize ve hasletlerden Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerine üç bin tane verilmiştir,” diye zikrettiler. Bâzı âlimler de bunun sayısından söz etmeyi doğru bulmamışlardır. Söz etmek ve değişik görüşler ileri sürmek, ancak, hakkında bir hükmün isbatı gerekli olan yerde geçerlidir, demişlerdir. Bâzıları da bunu caiz görüp faydadan uzak değildir, demişlerdir. Buna dayanarak Müellif, muteber kitaplarda bulduklarından bir miktarını toplamıştır.

Şöyle malûm olsun ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin kendine mahsus olan haslet ve hususiyetlerini, dört İmâmdan her biri dört kısma ayırmışlardır.