4 -3 Peygamberimizin Mûcizeleri Üç Kısımdır1 — Kendileri varlık arsasına ayak basınadan önce vâki olanlar. 2 — Saâdetle âhiret yurduna intikal ettikten sonra zuhura gelenler. 3 — Dünyaya geldiği zamandan ömrünün sonuna varıncaya kadar zahir olanlar. Birinci kısım ki, bu varlığa ayak basınadan önce vâki olanlardır, onlardan Fil kıssası ve diğerleri gibi bazıları Birinci Bölüm’de zikredilmişlerdi. Mûcizelerin bu türüne, nübüvvetin te’sisi ve risaletin irhâsı (nebilik binasının temelinin atılması ve resullük binasının sağlamca yapdması) derler. İmâm-ı Râzî (Allah ona rahmet etsin) der ki: “Bizim mezhebimiz şudur ki: Nübüvvetin te’sis ve irhâs’ı için mûcizenin daha önce gelmesi caizdir. Onun için demişlerdir ki: Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin nübüvvetinden evvel sefere gittiği zaman üzerinden bir miktar bulut eksik olmayıp nereye giderse gölge ederdi. Ama Mu’tezile tâifesinin mezhebi şudur ki: “Risalet verilmeden önce mucizenin olması caiz değildir,” dediler. İkinci kısım ki, vefatından sonra zuhura gelenlerdir, bunlar pek çoktur. Allah’ın velilerinden bütün zaman boyunca zuhur eden her hârikulade şey, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mûcizesindendir. Zira onlardan zuhuru, onun ümmetinden olmanın berekâtiyledir. Hak teâlâ hazretlerinin bunların elinde hârikalar yaratması, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şan ve şerefini tazime delildir. Bu kısma ilişkin görüşler, inşâallah aşağıda, münevver kabrini ziyaret hususunda sevk olunan sözler esnasında gelecektir. Üçüncü kısım da, dünyaya geldiği zamandan âhirete intikal edinceye kadar zâhir olanlardır. Ay’ın İki Parçaya AyrılmasıBu cümleden biri ay’m ikiye ayrılmasıdır. Nitekim Hak teâlâ hazretleri, kerîm Kitab’ında: “İkterabeti’s-sâatü ve’n-şakka’l-kameru — Sâat (kıyâmet) yaklaştı ve ay iki parça oldu,” (Kamer sûresi: 54/1) buyurmuştur. Murad, ayın inşikakinin (iki parçaya ayrılmasinin) vukuudur. Zira bu âyet-i kerîmeden sonra: “Bir âyet (mûcize) görseler, onun hakkında iyice düşünüp ona îman getirmekten yüz çevirirler de: Bu, sürüp giden bir sihirdir derler,” (Kamer sûresi: 54/2) diye buyurmuştur. Kadî der ki: “Bu sözün delâlet ettiğine göre bundan önce de daha nice mûcizeler görmüş olmalılar. Zira âyette geçen “Sihrün müstemirrün — Sürüp giden bir sihirdir,” demek, bir defa değil, birçok defa zaman zaman görülen bir şey demektir. Yâni devamlı olarak bu türlü sihirler göstermek onun âdetidir, demek olur. Kâfirler ise bu sözü kıyâmette diyeceklerdir. Böylece dünyada dedikleri kesinleşmiş olur. İnşikakın vukuu da kesinleşir. Sihirdir dedikleri mûcizeden muradın bu olduğu da sâbit olur.” Malûm olsun ki, inşikak-ı kamer (ayın ikiye ayrılması) Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin en büyük mûcizelerindendir ve kendilerine mahsustur. Diğer peygamberlerden hiç birine bu mûcize vâki olmamıştır. Tefsir ve hadîs âlimleri (Allah onlara rahmet etsin) ittifak etmişlerdir ki, vukuu, Resûlüllah Efendimiz hazretleri içindi. Zira Kureyş kâfirleri, nübüvvetini tasdik etmeyip dâvasının doğruluğuna delil istedikleri zaman Hak teâlâ hazretleri bu büyük mûcizeyi verdi ki, icadına insan kadir değildir. Tâ ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin Hak teâlâ hazretleri için ettiği Vahdaniyet dâvası ve Rübubiyette teklik iddiası sâbit olup onların taptıkları “zarar ve fayda vermez” putların bâtıllığı, ibâdetin ancak Cenâb-ı Izzet’e mahsus olduğu açık seçik ortaya çıksın... Hitâbî (Allah ona rahmet etsin) der ki: “İnşikak-ı kamer (ayın yarılması) en büyük âyet (mûcize) dir. Peygamberlerin mûcizelerinden hiç bir şey, buna yakın olamaz. Zira göklerin melekûtundan (melekler âleminden) zuhur etmiştir. Bu tabiatlardan mürekkep olan âlemin tabiatından hariçtir. Hiç kimsenin tamahı yoktur ki, hile ve çare edip bunu işlemeğe vüsul müyesser olsun. Onun için bununla bürhan izhâr oldu.” Hadîs âlimlerinden İbn-i Abdülberr der ki: “înşikak-ı kamer hadisini, sahâbe-i kirâmden büyük bir topluluk rivâyet etmiştir. O rivâyet edenler gibi tâbiînden de pek çok kimseler onlardan naklen rivâyet etmişlerdir. Ondan sonra ta bu zamana gelinceye değin din âlimleri (Allah onların hepsinden razı olsun) rivâyet etmekten hâlî olmamışlardır. Her asırda büyük bir cemaat tarafından nakledilmiş, âyet-i kerîme ile de te’yid olunmuştur.” İbn-i Sübkî, Muhtasar İbn-i Hâcib Şerhi’nde buyurmuştur ki: “Benim katımda inşikak-ı kamer mütevatirdir (yaygın söylenti yoluyla gelmiştir). Kur’an’da, hakkında kesin hüküm vardır. Sahihayn’da ve diğerlerinde nice yolla Şu’be’den, Süleyman bin İbrahim’den, Ebî Muammer’den ve İbn-i Mes’ud’dan (Allah onların hepsinden razı olsun) rivâyet olunmuştur. Nice ayrı ve değişik yollardan da gelmiştir ki, tevatüründe şüphe olunınaz.” Sahih rivâyetlerle inşikak-ı kamer hadîsini rivâyet eden sahabe topluluğundan bâzısı, Enes bin Mâlik, İbn-i Mes’ud, İbn-i Abbâs, Ali, Huzeyfe, Cübeyr bin Mut’im, İbn-i Ömer ve başkalarıdır. (Allah onların hepsinden razı olsun.) Inşikak zamanında bunların bâzısı hazır bulunmuşlar ve onu müşahede etmişlerdir. Bâzısı da başkalarından işitip rivâyet etmişlerdir. Zira bu husus Resûlüllah Efendimiz henüz Mekke şehrinde iken vâki olmuştur. Vuku bulduğu tarihte İbn-i Abbâs hazretleri vücuda gelmemişti. Enes bin Mâlik vardı, ancak Medine’de idi. Henüz dört veya beş yaşında idi. Bu gibi şeylerle ilgilenmek durumunda değildi. Bunlardan başkalarının müşahede etmiş olmaları mümkündür. İmâm-ı Buhârî ve Müslim’in Sahihlerinde Enes bin Mâlik’den rivâyet olunan şudur: “Mekkeliler, Resûlüllah Efendimiz’den kendilerine bir mûcize göstermesini istediler. O da ayın iki parça olduğunu gösterdi. Hattâ Hira dağını ayın iki parçası arasında gördüler.” Diğer rivâyet edenlerin her biri, başka bir ibare ile söylemişlerdir. Hepsinin mânası aynıdır. İbn-i Mes’ud (radıyallahü anh), aynı hâdiseyi aynı mânada zikredip nihayet “Ayın bir parçası mezkûr dağın yüce yerinde, bir parçası da alçak yerinde göründü,” demiştir. Sonunda da “Resûlüllah Efendimiz, halka: — Şahid olun, dedi,” diye buyurmuştur. Ancak “Mekkeliler mûcize istediler” sözü yoktur. Asıl kasdedilen ki, ayın iki parça olup dağın iki yanından görünmesidir, bu mâna ikisinde de vardır. İbarelerinin değişik olmasının sebebi şudur ki, hâdiseyi müşahede ettiklerinden her biri başka bir yerden görmüştür. Kimi yüksekten, kimi alçaktan, kimi düz yerden, kimi dağın o tarafından, kimi bu tarafından seyretmişlerdir. Her biri ne şekilde gördüyse öylece hikâye etmişlerdir. Onun için İbn-i Mes’ud’un (radıyallahü anh) kavlinde “Bir parçası dağın yukarısında, bir parçası aşağısında idi,” diye vâki olmuştur. Malûm ve açıktır ki, bir mescidin iki minaresi olsa, bir tarafından bakılınca minarenin yakını yüksek ve uzağı alçak görünür. Öte’ tarafından bakıldığı takdirde hüküm tersine olup o yüksek görünen alçak görünür, alçak görünen de yüksek görünür. Karşıdan bakılsa eşit görünür. Velhasıl her yerden kendine mahsus bir şekil üzre görünür. Onun içindir ki, Tirmizî’nin naklinde İbn-i Ömer (radıyallahü anh), “Vakit yaklaştı ve ay iki parça oldu,” (Kamer sûresi: 54/1) âyet-i kerîmesinin, tefsirinde buyurmuştur ki: “Sanki bu Resûlüllah Efendimiz hazretleri zamanında ayın ikiye ayrılması gibidir ki, bir parçası dağın aşağısında, bir parçası da dağın ardında göründü.” İmâm-ı Ahmed’in naklinde Cübeyr bin Mut’im’den rivâyet edilen şudur: “Resûlüllah Efendimiz zamanında ay iki parça olup bir parçası bu dağ üstünde, diğer parçası da o dağ üstünde göründü. Bunun üzerine kâfirler: — Muhammed bize sihir etti, dediler. Sonra yine dediler ki: — Bize sihir ettiyse bütün insanlara sihir etmedi ya... Buna kadir değildir ki... Yâni: “Başkalarından da soralım. Bakalım onlar da bizim gördüğümüz gibi ayın iki parça olduğunu görmüşler mi?” dediler.” Abdullah bin Mes’ud’un rivâyetinde ise şöyledir: “Ayın iki parça olduğunu gördüler de Kureyş kâfirleri: — “Hâzâ sihrün ebî kebşe — Bu iş, Ebî Kebşe oğlunun sihridir,” dediler. Ondan sonra yine dediler ki: — Sabredip görelim, yolcular ne haber getirecekler? Muhammed bize sihir ettiyse bütün insanlara sihir etmeğe kadir değildir. Yolcular geldikleri zaman: — Biz, ayın iki parça olduğunu gördük, diye haber verdiler.” Ebû Dâvud ve Tayâlisî böylece rivâyet etmiştir. İmâm-ı Beyhakî’nin naklinde geçenin mânası şudur ki: “Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri Mekke’de iken inşikak-ı kamer vâki oldu. Kâfirler: — Muhammed sihir etti, dediler. Bunun üzerine: — Yolculara sorun. Eğer sizin gördüğünüzü onlar da görmüşlerse gerçektir, görmemişlerse sihir etmiştir, dediler. Yolcular her taraftan dökülüp geldiklerinde onlara sordular. Onlar da: — Gördük, diye haber verdiler.” İmâm-ı Buhârî’nin (Allah ona rahmet etsin) naklinde bu tafsilât yoktur. Sadece İbn-i Abbâs’ın (radıyallahü anh) hadîsinde şu şekilde gelmiştir. “Gerçekten Resûlüllah Efendimiz hazretleri zamanında ay iki parça oldu.” Daha önce işaret olunduğu üzere İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretleri, o zamanda hâzır olanlardan değildir. Ama bâzı yollardan bu hadîsi İbn-i Mes ud hazretlerinden işitti, demişlerdir. İmâm-ı Müslim katında Şu’be’nin Katâde’den naklettiği hadîste: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri, halka inşikak-ı kameri iki kere gösterdi,” diye vâki olmuştur. Abdürrezzak’ın kitabında da Ebî Muammer’den “iki kere” sözü ile vârid olmuştur. Ebü’l-Fazl Irâkî’nin naklinde: İcmâ ile iki kere ikiye ayrılma oldu” diye vâki olmuştur. Ama İbn-i Hacer buyurur ki: “İcmâ ile sözü ayın ikiye ayrılmasına ilişkin olmalıdır. İttifakla ay ikiye ayrıldı demek olsa gerektir. Çünkü hadîs âlimlerinden inşikakın mükerrer olduğuna hükmetmiş bir kimsenin bulunduğu benim malûmum değildir. Öyle sanırım ki, iki kere diyen kimse, “ikiye ayrıldı” demeyi murad etmiştir.” Rivâyetlerin bazısında “şıkkateyn”, bazısında “firkateyn”, bazısında da “felkateyn” diye vâki olmuştur. Hepsinin neticesi birdir ve mânası “Ay iki parça oldu” demektir. İmâm-ı Buhârî’nin rivâyetinde İbn-i Mes’ud’un (radıyallahü anh) hadîsinde: “Ve nahnü bi-minâ — Biz Minâ’daydık,” diye vâki olmuştur. Yâni: “Bu mûcize olduğunda biz Minâ dedikleri yerdeydik,” demektir. Enes bin Mâlikin (radıyallahü anh) hadîsinde: “Bu hâdise Mekke’de oldu,” diye vâki olmuştur. Ama bu iki söz birbirine aykırı değildir. Zira Enes bin Mâlik, “Bu vâki olduğunda Resûlüllah Efendimiz Mekke şehrinde idi,” demedi. Sadece “Mekke’de iken vâki oldu,” dedi. Bundan murad, “Medine’ye hicret etmeden önce Mekke’de otururken vâki oldu,” demektir. Allah en iyi bilir. Bid’at ehlinden bir topluluk, meselâ felsefeciler zümresi, bu mûcizeyi inkâr etmişlerdir. Bunlar, kendi bozuk asılları üzre fikir bina edip “Ulvî cisimler, yâni yıldızlar, yırtılmaya ve tekrar bitişmeye elverişli değildir,” dediler. Yâni “Parçalandıktan sonra tekrar bir araya gelip bitişmeleri olmayacak bir şeydir,” derler. Mi’rac gecesi gök kapılarının açıldığına da böyle demişlerdir. Ona da kail değillerdir. Bunlara cevap şudur: Eğer bu tâife kâfir iseler önce bunlarla İslâm’ın sübutu üzerinde konuşma ve anlaşma gerektir. Her şeyden önce lâzım olan budur. Eğer “Müslümanız” derlerse müslüman olan kimsenin Peygamberinin mûcizelerine iman getirmesi vâciptir. Eğer bâzı mûcizelerine iman getirip bâzılarmı inkâr ederlerse bunun da bozukluğu açıktır. Hârikulâde işlerin zuhur etmesi mümkün ve muhtemel olunca sebep nedir ki, bâzan olsun, bâzan olmasın?.. Üstelik göklerin parça parça olacağı Kur’ân-ı azîm’de açıkça zikredilmiştir: “İzâ’s-semâii-n-şakkat — Gök yarıldığı zaman...” (Inşikak sûresi: 84/1) buyurulmuştur. Müslümanlık iddiasında bulunan bir kimse bunu nasıl inkâr edebilir? Böylece “Mademki kıyamette olması kesindir, o halde Peygamber Efendimiz hazretlerine mucize olarak vukuu da mümkün olur,” diye buyurdular. Eskilerden Ebû İshak Züccâc buyurmuştur ki: “Din ehline muhalif olanlardan bâzı bid’at ehli, ayın ikiye ayrılmasını inkâr ettiler. Ama akıl bunu inkâr etmez. Zira ay, Hak teâlâ hazretlerinin yaratığıdır. Nasıl dilerse onu öyle eder. Nitekim kıyâmet gününde her birini değiştirip yusyuvarlak ederek yok edecektir. Ama mülhidlerden bazısinin sözü şudur ki: — Eğer böyle bir şey vâki olsaydı mütevatiren (çok yaygın söylenti yoluyla, çeşitli kaynaklardan) naklolunurdu. Yeryüzü halkinin hepsi, onu bilip tanımakta ortak olurlardı. Bunu bilmek sadece Mekke halkına mahsus olmazdı. Hâsılı bir nesne ki, his ve müşahede ile olur, onu bütün âlem halkinin görmesi gerekirdi. Tarih ve yıldızlar ilmi kitaplarına yazılması gerekti. Böylesine garip bir iş, niçin yazılmayıp terk olunsun? demişlerdir. Hitabı ve diğerleri buna cevap olarak buyurmuşlardır ki: — Bu kıssa, onların dediği üslûptan hariçtir. Zira öyle bir şeydir ki, onun vuku bulmasını hususî bir topluluk murad edindiler. Maksûd olan, onları ilzam edip susturmaktı. Geceleyin vâki oldu. Gecenin hâli odur ki, her kişi istirahata çekilip evlerin ve binaların içinde otururlar. Bu hâdisenin olacağını bütün âlem halkına kim haber verdi ki, çıkıp bakışalardı; olacağı vakti bekleyip, hazır duralardı?.. Bu itirazları asla mâkul olmayan bir şeydir. Çok vakitler ay tutulması vâki olur. Bâzı kimseler onu müşahede eder, bâzısınm haberi bile olmaz. Öyle olur ki, ay, bâzı memlekette görünür, bâzı memlekette görünmez, sonradan görünür. O halde mümkündür ki, vâki olmuş, haberdar olup hâzır bulunanlar görmüş, insanların çoğu ise gafil olmuşlardır. Zira maksat, tâliplerine göstermektir. Tâ ki, içlerinde hidayeti kabûl edici olanlar varsa İslâm’a gelsinler; geri kalanının ise küfür ve dalâleti artıp daha şiddetli azâba müstahak olsunlar. Yoksa risaletin şânı, muhalefet gösterilen yerde olmayanlara acayip şeyleri temaşa ettirmek değildir. Risaletin şânı, böyle bir gösteriş noksanlığından elbette münezzehtir. Açık olan şudur ki, inşikakın zamanı görüşe ilişkin olacak miktarı olmuştur. O zaman içinde Allahü teâlâ hazretlerinin dilediği kimseler görüp diğerleri kendi âleminde bulunmuştur. Peygamber Efendimiz hazretlerinin mûcizelerinde Kur’an’dan başkasının tevatür haddine yetişmemesinin izahı hususunda Hıtabî güzel bir hikmet düşünüp buyurmuştur ki: “Her nebinin ki, mûcizesi umuma olmuştur, yâni görülmüş ve hissedilmiş olup her kişi tarafından görülmek ve bilinmek derecesine varmıştır, muhakkak surette bu türlü mûcizenin hemen arkasından azâb nâzil olup o kavimden tekzip edenleri helâk etmiştir. Resûlüllah Efendimiz âlemlere rahmet olarak gönderildiği için onun zamanında dünyevî azâb nâzil olmamıştır. İşte o mûcize ki, kendilerinden onunla tahaddi etmek (meydan okumak) vâki olmuştur, aklî bir mûcize olarak gerçekleşmiştir ki, o da Kur’ân-ı azîm’dir. l’câzı (benzerini meydana getirmekten başkalarını âciz bırakması) o kimselere açık seçiktir ki, onlara akıl üstünlüğü, anlayış ve idrâk fazlalığı verilmiştir. Eğer bunun da idrâki ve anlaşılması umuma vâki olsaydı, her kişi mu’ciz (âciz bırakıcı) olduğunu bilseydi, âdetullah gereğince eski ümmetlerin başına geldiği gibi bunlara da ta’cıl-i azâb (azabın hemen gelmesi) vâki olurdu.” Tenbih:Malûm olsun ki, bâzı şahıslar, ay ikiye ayrıldıktan sonra inip Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin yakasından girdi, yeninden çıktı, demişlerdir. Bu söz abestir, aslı yoktur. Bedreddin Zerküşî, şeyhi Ammâd bin Kesîr’den böyle nakletmiştir. Peygamber Efendimizin Güneşi Geri DöndürmesiResûlüllah Efendimizin açık seçik mûcizelerinden güneşi geri döndürmesi hususunda Esmâ binti Umeys’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: “Bir kere Resûlüllah Efendimiz hazretlerine, mübarek başını Hazret-i Ali’nin böğrüne dayamış olduğu halde istirahat ederken vahiy olundu. Ali (radıyallahü anh) bu halde iken ikindi namazını kılamadı. Hattâ güneş battı. Bunun üzerine Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri: — İkindi namazını kıldın mı, ya Ali? diye sordu. O da: — Kılmadım, diye cevap verdi. Ondan sonra Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri: — Yâ Rab! Gerçekten Ali, senin ve resûlünün tâatinde idi. O halde güneşi onun üzerine geri gönder, dedi.” Esmâ dedi ki: — Ben güneşin batıp sonra tekrar doğduğunu gördüm. Dağların üstüne ve yeryüzüne ışığinin düştüğünü müşahede ettim. Bu husus Hayber’de Sahbâ dedikleri yerde vâki oldu. Tahâvi böyle nakletmiştir. Nitekim Kâdî Iyâd, Şifâ’da hikâye edip ondan böyle nakletmiştir ki, Ahmed bin Sâlih: “İlim yolunda olan bir kimsenin, bu hadîsin ezberlenmesinden kaçinınası caiz değildir. Zira bu, nübüvvetin alâmetlerindendir,” derdi. Ama bâzı âlimler bunun sıhhatma kail değillerdir. İbn-i Cevzî (Allah ona rahmet etsin) bunu, mevzu hadîsler arasında zikredip: “Şüphesiz mevzu’dur” demiştir. “Bunun senedinde Ahmed bin Dâvud vardır. Onun hadîsi metrûktur. Çünkü o bir yalancıdır,” diye buyurmuştur. Nitekim Dâr-ı Kutnî (Allah ona rahmet etsin) böyle demiştir. Hadîs âlimlerinden İbn-i Hibbân da: “Ahmed bin Dâvud hadîs uydururdu,” demiştir. İbn-i Cevzî (Allah ona rahmet etsin): “Bu hadîsi İbn-i Şâhin rivâyet ettikten sonra, ‘Bu hadîs bâtıldır’ dedi. Bunu uyduranın gafletindendir ki, bunda bir fazilet şekli olacağını düşündü. Ama faydası olmadığına bakmadı. Zira güneş battıktan sonra namazın kazaya kaldığı kesinleşmiş olur. Tekrar çıkmakla eda olmaz,” diye buyurdu. İbn-i Teymiyye de Rafızîlerin reddi hususunda başka bir kitap yazıp bu hadîsi orada yolları ve rivâyetçileri ile zikrederek “Uydurmadır” demiştir. Ne şaşılacak şeydir ki, Kâdî Iyâd hadîs ilminde bu kadar ululuğu varken nasıl sessiz kaldı? Uydurma olduğuna işaret etmeyip nasıl doğruluğunu hatıra getirecek yolda hareket etti? dediler. Müellif, kendi şeyhinden nakleder ki, Ahmed, “Bu hadîsin aslı yoktur,” dedi, İbn-i Cevzî de ona tâbi oldu. Fakat Tahâvî ve Kâdî Iyâd “Sahihtir” dediler. İbn-i Şâhin ve İbn-i Mendeh, Esmâ binti Umeys’in hadîsinden ihraç edip İbn-i Merdeveyh Ebû Hüreyre’nin hadîsinden ihraç ettiler, demiştir. İmâm-ı Taberanî ise Mu’cem4 Kebîr’inde, İbn-i Irakî de Takrîb’inde Esmâ binti Umeys’in hadîsinden ihraç edip başka bir ibare ile nakletmiştir. Yine Taberanî, Mu’cem4 Evsâfında, güzel bir isnatla Câbir’den rivâyet etmiştir ki: “Gerçekten Resûlüllah Efendimiz hazretleri güneşe emretti; gündüzü bir saat erteledi,” diye buyurmuştur. Bu rivâyette batıp yeniden çıkmak yoktur. Sadece bir saat geri kalmak vardır. Kâdî Iyâd Şı/â’sında zikretmiştir ki, Yunus bin Bükeyr, Muhammed bin İshak’dan şöyle rivâyet etmiştir: Resûlüllah Efendimiz, bir kere kavmine haber verip: — Şu hal ve şu sıfat üzre bir kervan gelecek, demişti. — Ya Resûlâllah! Ne zaman gelir? diye sordular. — Çarşamba günü gelir, diye buyurdu. O gün olunca Kureyş “Bakıp görelim, gelir mi?” diye bekliyorlardı. Gün batacak gibi oldu daha kimse belirmedi. Bunun üzerine Fahr-i Kâinat Efendimiz dua etti. Güneş bir saat eğlendi, durdu,” diye buyurmuşlardır. Netice olarak, sonunda kervan geldi demek olur. Kasdedilen, bu rivâyette de güneşin batmadan önce bir saat eğlenip durduğudur. Ama bu rivâyet sahih hadîsde varid olana zıttır ki: “Nun oğlu Yuşa (aleyhisselâm)’dan başka kimse için güneş haps olunınadı,” buyrulmuştur. Bunun tafsilâtı şöyledir: Yuşa aleyhisselâm zâlimlerle bir cuma günü savaşıyordu. Güneş batmaya yaklaştı. Yuşa aleyhisselâm, savaşı bitirmeden güneş batıp Cumartesi gecesinin girmesinden korktu. Çünkü o zaman kıtal etmek kendine helâl olmazdı. Bunun üzerine Hak teâlâ hazretlerine dua etti. Duası kabûl olunup savaşı bitirinceye kadar güneş durdu, batmadı. Fakat bâzıları te’vil kasdiyle Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin: “Lem tehabbese’ş-şemsü alâ ahadin illâ yuşa — Yuşa’dan başka kimse için güneş hapsolunınadı,” buyurmalarında şerefli muradları “alâ ahadin gayrî — Benden başka kimse için” demektir, dediler. Bu takdirde hadisin mânası: “Güneş, benden başka hiç kimse için hapsolunınadı, ancak Yuşa için hapsolundu,” demek olur. Hâsılı “Güneşin hareketinden men’olunup durması, bir benim için bir de Yuşa için vâki olmuştur. Başka kimse için vâki olmadı,” demektir. Hendek gazasında ikindi namazı geç kaldığı zamanda da Resûlüllah Efendimiz için güneş hapsolundu, diye vârid olmuştur. İmâm-ı Beğavî, Kur’ân-ı azim’de: “Rüddühâ aleyye — Onları bana getirin,” (Sâd sûresi: 38/33) âyetinin tefsirinde “Güneş, Hazret-i Süleyman aleyhisselâm için de hapsolundu,” demiştir. Ama bu söze bâzılan itiraz edip “Burada güneş zikrolunınadı. Murad, “Es-sâfinâtü’l-ciyâdü —Makbûl ve meşhur atlar,” (Sâd sûresi: 38/31) dır,” demişlerdir. Yâni: “Rüddühâ — Onları getirin” zamiri güneşe gitmez, sâfinâta (cins atlara) gider. Burada güneşin reddolunınasına (geri dönmesine) delâlet yoktur,” dediler. Ancak Fahr-i Âlem Efendimiz hususunda güneşin reddolunınası (geri döndürülmesi) hadîsleri sahih oldukları takdirde “red”den muradın ne olduğunda birkaç kavil zikretmişlerdir. Bâzıları, “Derecelerine, reddir,” dediler. Bâzıları da, “Reddolunınak yoktur. Murad durmaktır,” dediler. Bâzıları ise durmasına da kail olmayarak “Murad, daha yavaş, ağır ağır hareket etmektir,” dediler. * En iyisini Allah bilir. Cisimlerin Tesbihi, Peygamberimizi Selâmlamaları ve Emrine İtaat EtmeleriAynı zamanda o mevcudatın iftiharı, dua ve senâların en üstünü kendisine olan Efendimiz hazretlerine cematların tâatler edip bâzısmdan tesbih, bazısından selâm ve bunun benzeri nesneler sâdır olduğu hususunda gelen haberler cümlesinden biri şudur: Muhammed bin Yahyâ Ed-Dehlî (Allah ona rahmet etsin), Zührî hadîslerinden tahrîc edip şöyle dedi: Zührî’den rivâyet edilmiştir ki: Benî Süleym kabilesinden Velîd bin Süveyd denilen bir ihtiyar vardı. Ebû Zerr (radıyallahü anh) hazretlerine yetişmişti. O anlattı. Ebû Zerr buyurdu ki: “Bir gün öğle sıcağında evden çıktım. Resûlüllah Efendimiz hazretlerine gitmek üzere evine yöneldim. Yolda hizmetkârlarına rastlayıp Resûlüllah Efendimizden haber sordum. Evde, diye haber verdiler. Saâdetli evlerine varıp içeri girdim. Alemlerin hocası Efendimiz hazretlerini gördüm, oturuyorlardı. Yanlarında kimse yoktu. Öyle sandım ki, vahiy âlemi ile meşguldü. Selâm verdim. — Aleyke’s-selâm (selâm senin üzerine), diye buyurdu. Ondan sonra dedi ki: — Ya Ebâ Zerr! Seni bu zamanda buraya getiren nedir? Ben de: — Allah ve Resûlüdür, dedim. Bunun üzerine mübarek eliyle “Otur,” diye işaret etti. Ben de gidip yanına oturdum. Ama hiç söz söyleyip bir şey sormadım. Çok zaman geçmedi; Ebû Bekir Sıddık (radıyallahü anh) geldi. Selâm verip selâmını aldı. O da benim gibi cevap verdi. Mübarek eliyle “Otur,” diye işaret etti. Ebû Bekir karşısında oturdu. Ondan sonra Ömer (radıyallahü anh) geldi. Ona da aynı şeyler oldu. Sonra Osman (radıyallahü anh) geldi. Aynı şey ona da oldu. Onların üçü birbirinin yanına oturdular. Ondan sonra Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, mübarek eliyle yerden yedi tane yahut dokuz tane, hâsılı şu miktar ufak taşcağızlar aldı. O taşcağızlar, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin elinde öyle tesbih ettiler ki, arı sesi gibi sesleri çıkıp işitildi. Ondan sonra benden aşırı Hazret-i Ebû Bekir’e sundu. Onun elinde de tesbih ettiler. Sonra ondan alıp yere bıraktı; taşların sesi dinip bayağı taşlar gibi oldular. Ondan sonra yine alıp Hazret-i Ömer’e sundu. Aynı şey onda da oldu. Sonra Osman’a sundu. Onda da böyle vâki oldu.” Hâfız İbn-i Hacer (Allah ona rahmet etsin) der ki: “Ufak taşların tesbih etmesi halk dilinde şöhret bulmuştur. Ebû Zerr’in (radıyallahü anh) hadîsinde şöyledir: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri, mübarek eline yedi tane taşcağız aldı. O taşlar elinde tesbih ettiler. Sonra Hazret-i Osman’ın eline koydu; onda da tesbih ettiler.” Hadîs âlimlerinden Bezzaz ve Taberanî (Allah onlara rahmet etsin) böyle rivayet ettiler.” Ama Taberanî’nin Ebû Zerr hazretlerinden bir naklinde de şöyledir ki: “Ufacık taşlar, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin elinde tesbih etti ve tesbihlerini, meclis halkasında kim varsa hepsi işitti. Ondan sonra bize verdi. Bizden kimsenin elinde tesbih etmedi,” diye vâki olmuştur. Ufak taşların tesbihi hakkmdaki hadîsin bu zikredilenlerden başka yolu yoktur. “Bununla beraber zaaf üzeredir,” dediler . Yiyeceklerin tesbihi hususunda İmâm-ı Buhârî (Allah ona rahmet etsin) İbn-i Mes’ud’un hadîsinden ihraç etmiştir ki: “Biz Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile yemek yerdik ve yemeğin tesbihini işitirdik,” diye buyurmuştur. Bâzı rivâyette de Ca’fer bin Muhammedi’den, o da babasından rivâyet etmişlerdir ki: “Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri bir kere hasta oldu. Cebrâil aleyhisselâm bir tabakla nar ve üzüm getirdi. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri onlardan yedi. O nar ve üzüm tesbih ederlerdi,” demiştir. Kâdî Iyâd Şifâ’da rivâyet edip Hâfız Ebû’l-Fazl da Fethü’l-Bârî’de ondan nakletmiştir. Malûm olsun ki, tesbih, söz kısmmdandır. Hak teâlâ hazretlerinin tam kudretiyle onlarda bir kudret yaratması ve onların konuşması mümkündür. Bunun benzeri olan şeyler hârikulâde şeylerden olduğu için nebilere mûcize olması için yaratılır. Bu cümleden biri de taşların Resûlüllah Efendimiz hazretlerine selâm vermesidir. İmâm-ı Müslim (Allah ona rahmet etsin), Câbir “bin Semüre’nin hadîsinden tahrîc etmiştir ki,. Resûlüllah Efendimiz hazretleri: “Gerçekten ben Mekke’de bir taşı bilirim ki, peygamberlikle ba’s olunduğum zamandan önce bana selâm verdi. Gerçekten şimdi o taşı ben bilirim,” diye buyurmuştur. Bâzı âlimler: “O taş Hacer-i Esved idi” demişlerdir. Bâzıları da: “Mekke’de tanınmış bir sokak ve orada bir taş vardır. Halk onu bilirler. Teberrüken ellerini ve yüzlerini sürerler, işte o taştır ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri oradan geçtikçe selâm verirdi,” derler. Eskilerin büyüklerinden rivâyet edilmiştir ki, “Âlemlerin hocası Efendimiz hazretlerine selâm veren, o taştı,” diye buyurmuşlardır. Ayrıca İmâm-ı Tirmizî, Dârımî ve Hâkim rivâyet etmişlerdir ki, Ali bin Ebî Tâlib (radıyallahü anh): “Ben Mekke şehrinde Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile dolaşırdım. Mekke’nin kenar semtlerinin birinden dışarı çıktık. Resûlüllah Efendimizin karşısına gelen her ağaç ve her taş, ‘Selâm senin üzerine olsun, ey Allah’ın resûlü,’ diyerek onu selâmlardı,” buyurmuştur. Hazret-i Âişe-i Sıddıka’nın (radıyallahü anhâ) rivâyetinde Fahr-i Âlem Efendimiz: “Cebrâil aleyhisselâm bana risalet haberini getirdiği zaman öyle oldum ki, her nerede bir taşa veya bir ağaca uğrasam, ‘Esselâmü aleyke ya resûlâllah! — Selâm senin üzerine olsun, ey Allah’ın Peygamberi!’ derdi,” diye buyurmuştur. Biri de Peygamber Efendimiz hazretlerinin duasına, evin duvarlarının ve eşiğinin âmin demesidir. İmâm-ı Beyhakî’nin (Allah ona rahmet etsin) naklinde Ebû Üseyd Sâidî (radıyallahü anh) den rivâyet edilmiştir ki: “Bir gün Fahr-i Âlem Efendimiz Hazretleri, Abbâs bin Abdülmuttalib’e: — Ya Ebâ’l-Fazl! Yarın sen ve oğulların, evden bir yere gitmeyiniz. Beni bekleyiniz. Sizinle bir görüşecek işim var, dedi. Ertesi gün kuşluk zamanı olduğu gibi âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri, Hazret-i Abbâs’ın evine gelip içeri girdi, selâm verdi. — Selâm, Allah’ın rahmet ve bereketleri senin üzerine olsun, dediler. Ondan sonra Peygamber Efendimiz, hallerini ve hâtırlarını sordu. Onlar da Hak teâlâ hazretlerine hamd ederek cevap verdiler. Daha sonra Peygamber Efendimiz: — Tekaribû -Birbirinize yakın gelin-, diye buyurdu. Onlar da bir yere toplandılar. Ondan sonra mübarek mülâesini* üzerlerine örtüp: “Ya Rab! Bu kişi benim amcamdır ve babamın kardeşidir. Bunlar da ehl-i beytimdir. Bu mülâe ile benim örttüğüm gibi sen de cehennem ateşinden onları setreyle,” diye dua etti. Bunun üzerine hemen o evin duvarları ve kapısinin eşiği: — Âmin, âmin, âmin, dediler. Hak teâlâ hazretlerinin setretmesi, af ve mağfiret perdesini karşı tutup cehennem ateşini göstermemektir. Biri de Peygamber Efendimiz’in dağa ayak bast ığında, dağın sevincinden harekete gelmesi ve “Dur!” diye mübarek ayağı ile vurması üzerine dağın sâkinleşmesidir. Hadîs İmâmlarından İmâm-ı. Ahmed, İmâm-ı Buhârî, Tirmizî ve Ebû Hâtem (Allah onlara rahmet etsin) in nakillerinde Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) hazretlerinden rivayet edilmiştir ki: “Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, Ebû Bekir, Ömer ve Osman, Uhud dağına çıktılar. Dağ harekete geldi. Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, mübarek ayağıyle dağa vurup: — Dur, ya Uhud! Gerçekten senin üzerinde bir peygamber, bir sıddîk ve iki şehidden başka kimse yoktur, dedi,” diye buyurdu. Bu hadîs-i şerifte dağ hususundan başka Fahr-i Kâinat Efendimiz’in Hazret-i Ömer’le Osman’ın (Allah onlardan razı olsun) şehid olacaklarını tâyin buyurması da açık seçik mûcizeleri cümlesindendir. Bâzı rivâyetlerde bu husus, Sübeyr dağında vâki olmak üzere gelmiştir. Nitekim Nesâî ve Tirmizî (Allah onlara rahmet etsin) Semâme’den, o da Hazret-i Osman’dan böyle rivâyet etmişlerdir. Mülâe: Arkaya bürünülen örtüye denir. İmâm-ı Müslim’in bir rivâyetinde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: “Peygamber Efendimiz hazretleri, Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Talha ve Zübeyr (Allah onların hepsinden razı olsun) Hira dağinin üstünde idiler. Dağ harekete geldi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri: — Sâkin ol, Hira! Senin üzerinde peygamber’den, sıddîk’den yahut şehid’den başka kimse yoktur! diye buyurdu.” İmâm-ı Müslim’in başka bir rivâyetinde de Ali zikredilmemiş, Sa’d zikredilmiştir. Sübeyr ve Hira, Mekke’de birbirine karşı olan iki dağdır. Aralarında bir dere vardır. Taberî ve diğerleri, rivâyetlerin değişik olmasını hâdisenin tekerrür etmesine hamledip “Zikredilen husus, dağların her birinde ayrı ayrı vâki olmuştur,” dediler. Zira her biri için sahih rivâyet gelmiştir. İmâm-ı Müslim’in bir rivâyetinde Ebû Hüreyre’den naklettiği hadîs, tekerrürü te’yid edicidir. Zira Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) zikrolunan büyük ashabı ve başkalarını da zikredip buyurmuş ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri, seçkin sahâbe ile Hira dağında idi. Böyle vâki oldu.” Ayrıca tafsil edip: “O, Sübeyr dağinin üstünde idi. Kureyş tâifesi Resûl-i Ekrem hazretlerini araştırdılar. Bunun üzerine Sübeyr dağından ses gelip: — Ya Resûlâllah! Aşağı in! Korkarım ki, benim üzerimde Kureyş seni şehid ederler de Allahü teâlâ hazretleri bana azâb eder, dedi. Ondan sonra Hira dağından ses gelip: — Ya Resûlâllah! Bana gel! dedi.” Şi/â’da böyle rivâyet olunmuştur. Allah daha iyi bilir. * * * Resûlüllah Efendimizin mûcizeleri cümlesinden biri de köklü ağacın yerinden yürüyüp şerefli huzurlarına gelmesidir. İmâm-ı Ahmed’in (Allah ona rahmet etsin) naklinde Talha bin Nâfi’ (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: “Bir gün Habîb-i Ekrem ve Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, Mekke halkından bâzı kâfirlerin eziyetlerinden mübarek teni kanlara bulanmış olarak mahzun otururken Cebrâîl aleyhisselâm geldi, hâlini sordu. Peygamber Efendimiz, olanları haber verdi. Bunun üzerine Cebrâîl aleyhisselâm — Ya Resûlâllah! Âyet (mûcize) görmekten hoşlanır mısın? dedi. Peygamber Efendimiz hazretleri — Evet, diye buyurdu. Cebrâil aleyhisselâm da, vadinin öte yanındaki bir ağacı göstererek: — Şu ağacı yanıma çağır, dedi. Alemlerin hocası Efendimiz hazretleri, Cebrâil aleyhisselâm’m işareti gereğince ağacı yanına çağırdığı gibi yerinden yürüyerek Fahr-i Âlem hazretlerinin karşısına geldi ve durdu. Ondan sonra Cebrâil aleyhisselâm: — Emret, yine yerine gitsin, dedi. Emretti, ağaç yine yerine gitti.” * * * Hâkim (Allah ona rahmet etsin) iyi ve temiz bir isnad ile İbn-i Ömer’in (radıyallahü anh) hadîsinden rivâyet etmiştir ki, şöyle anlattı: “Bir gün Fahr-i Âlem Efendimiz Hazretleri ile yolculuk ediyorduk. Karşımızdan bir Arabi çıkageldi. Bize yaklaşınca Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, Arabi’ye: — Nereye gitmek istiyorsun? diye sordu. O da: — Kendi ehlimin yanına gidiyorum, diye cevap verdi. Peygamber Efendimiz hazretleri: — Hayır bir işe rağbetin var mıdır? diye buyurdu. Arabî: — O hayırlı iş dediğin nedir? dedi. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri: — “Allah’dan başka ilâh olmadığına, O’nun ortağı bulunınadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve resûlü olduğuna şahitlik etmektir,” buyurdu. Arabi: — Bu söylediğin söze tanığın var mıdır? diye sordu. Yâni Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden delil istedi. Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri: — Evet, işte şu ağaç tanığımdır, diye buyurdu. Sonra ağacı çağırdı. Ağaç, durduğu dere kenarından yeri yararak Peygamber Efendimiz hazretlerinin karşısına geldi. Ağaçtan üç kere şahitlik etmesini istedi. O da üç kere şehadet etti. Ondan sonra tekrar bittiği yere geri döndü.” Dârımî de böyle rivâyet etmiştir. Büreyde’den (radıyallahü anh) şöyle rivâyet edilmiştir ki: “Arabi, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine: — Şu ağaca, “Resûlüllah seni dâvet ediyor,” diye söyle, dedi. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri de öyle dediği gibi ağaç bir o tarafa, bir bu tarafa eğilip köklerini yerden kopardı da yeri yararak geldi. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin karşısında durdu. Ondan sonra: — Selâm sana ey Allah’ın Peygamberi!” dedi. Ondan sonra Arabî: — Emret, yerine gitsin, dedi. Peygamber Efendimiz emretti, ağaç yerine gidip yine kök bağladı. Durdu. Ondan sonra Arabî: — Bana izin ver, sana secde edeyim, dedi. Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri orada buyurdu ki: — Eğer bir kimsenin bir kimseye secde etmesini emredecek olsaydım, kadinin kocasına secde etmesini emrederdim.” İmâm-ı Müslim’in naklinde Câbir bin Abdullah’ın (radıyallahü anh) hadîsinde gelmiştir ki: “Bir kere Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile gidiyorduk. Geniş bir dereye yetişip orada konakladık. Bütün varlıkların iftiharı olan Efendimiz hazretleri, kazâ-i hâcet için bir tarafa gitti. Ben de matarasını taşıyarak ardınca gittim. Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, etrafına bakınıp perde edinecek hiç bir nesne göremedi. Dere kenarında iki ağaç duruyordu. Hemen gitti, birinin yanına vardı. Bir dalma yapıştı da: — Allah’ın emriyle bana itâat et, diye buyurdu. O da deve gibi yedilip tâbi oldu. Ondan sonra öbür ağaca da yapışıp çekti. İkisini bir yere getirdi. Kendi de tam ortalarında durup: — Allah’ın izniyle benim için birleşin, diye buyurdu. İkisi bitiştiler, bir ağaç oldular.” Hurma Kütüğünün İnlemesiPeygamber Efendimizin mûcizelerinden biri de hanîn-i çizi’ (hurma kütüğünün inlemesi) dir. Çizi’, ağacın kökünden, dalların bittiği yere varıncaya kadar olan kaim yeri, gövdesidir. Hanin diye de şevkten inleyip sızlamağa derler. Bu kıssa meşhur ve mâruftur: Resûlüllah Efendimiz önceleri hutbe buyurduğu zaman Mescid-i şerifinde bir cizi’ (ağaç gövdesi) vardı, ona dayanıp durur, öyle hutbe okurdu. Sonraları minber yapılıp orada hutbe buyurunca o ağaç gövdesi, Fahr-i Kâinat Efendimiz’in ayrılığından ve ona şevkinden inlemeye başladı. Mescidde bulunan sahâbe-i kirâmden kim varsa hepsi işittiler. Nitekim bu hususa ait hadîsi sahâbe-i kirâmden pek çok yolla bir topluluk rivâyet etmiştir ki, bundan dolayı vukuu hakkında kesin bilgi hâsıl olur, dediler. İbn-i Sübkî Muhtasar İbn-i Hâcib Şerhi’nde: “Benim katımda sahih olan şudur ki, hanîn-i cizi’ mütevatirdir,”* demiştir. Yine demiştir ki: “İmâm-ı Buhârî, Nâfi’den, o da İbn-i Ömer’den rivâyet etmişlerdir. İmâm-ı Ahmed de Ebî Hibbân’dan, o da babasından, o da İbn-i Ömer’den rivayet etmişlerdir. İbn-i Mâce, Ebû Ya’lâ ve diğerleri, Hammâd bin Seleme’den, o da Sâbit’ten, o da Enes bin Mâlik’den rivâyet etmişlerdir. Ve isnadı İmâm-ı Müslim’in şartı üzeredir. Ayrıca Tirmizî rivâyet edip tashih etmiştir. Yine Ebû Ya’lâ, İbn-i Huzeyme, Taberânî rivâyet ve tashih etmiştir. Bütün bunlar Enes’den rivâyet etmişlerdir. Yine Taberanî Hasan’ın rivâyetinden, o da Enes’den rivâyet etmiştir. İmâm-ı Ahmed, İbn-i Münî’, Taberanî ve başkaları Hammâd bin Seleme’den, o da Ammâr bin Ebî Âmir’den, o da İbn-i Abbâs’dan rivâyet etmişlerdir. Yine İmâm-ı Ahmed, Dârımî, Ebû Ya’lâ, İbn-i Mâce ve başkaları, Tufeyl bin Übey bin Kâ’b’den, o da babasından rivâyet etmişlerdir. Dârımî, Ebû Hâzim’in rivâyetinden, o da Süheyl bin Sa’d’dan nakl etmişlerdir. Ebû Muhammedü’l-Cevherî Abdül-Aziz bin Ebî Revâd’dan, o da Nâfi’den, onlar da Temîm-i Dârî’den rivâyet etmişlerdir.” Ondan sonra dedi ki: “Maksadım, bu saydığım yollarla tevatür iddiasında bulunınak değildir. Belki daha başka nice yollardan da rivâyet olunmuştur. Hadis ehli olan kimseler bunun hakkında bilgi sahibidirler. Sadece zikrettiklerim çok zâhir olanlardır. Ehline gizli olmaz. Nice nesneler vardır ki, bir topluluk katında mütevatirdir, başka bir topluluk katında değildir.” Hâfız İbn-i Hacer (Allah ona rahmet etsin) Fethü’i-Bârî’de buyurur ki: “Ağaç gövdesinin inlemesi ve ayın ikiye ayrılması, bunların her biri son derece yaygın olmak üzere naklolunmuştur. Hadîs yolları hakkında bilgi sahibi olanlar katında kesinlik ifade eder. Yâni şüphesiz bir bilgi hâsıl eder. Ama bu bilgiden hisse almamış olanlara kesinlik ifade etmez.” İmâm-ı Beyhakî de (Allah ona rahmet etsin): “Ağaç kütüğünün inlemesi hikâyesi, açık seçik işlerdendir. Halef seleften işitegelmiştir” diye buyurdu. Bu husus, Resûlüllah Efendimiz’in risâletine delâlet eden en büyük âyetlerden (mûcizelerden) dir. Ebû Hâtem’den nakledilmiştir ki: “İmâm-ı Şâfiî: — Hak teâlâ hazretleri, bizim peygamberimiz Efendimiz hazretlerine verdiğini hiç bir peygambere vermedi, diye buyurmuş. Bunun üzerine bâzı kimseler: — Ya İmâm! Hazret-i îsâ’ya ölüleri diriltme izni verildi! demişler. Mütevâtir: Çok yaygın söylenti ile sâbit olan gerçek demektir. İmâm-ı Şâfiî: — Bizim peygamberimize hurma kütüğünün inlemesi verildi. Hattâ sesi işitildi. Bu, ondan daha üstündür, diye buyurmuş.” Kâdî Iyâd (Allah ona rahmet etsin): “Ağaç gövdesinin (veya hurma kütüğünün) inlemesi hadîsi, meşhur ve münteşirdir (ünlü ve yaygındır). Haberi mütevatirdir. Sahih ehli ihraç etmişlerdir. Sahâbe-i kirâmden on kişiden fazlası rivâyet etmişlerdir. Bu cümleden bâzıları şunlardır: Übey bin Kâ’b, Câbir bin Abdullah, Enes bin Mâlik, Abdullah bin Ömer, Abdullah bin Abbâs, Sehl bin Sa’d, Ebû Saîdi’l-Hudrî, Büreyde, Ümmü Seleme, Muttalib bin Ebû Vedâa ve başkaları (Allah onların hepsinden razı olsun) rivâyet ettiler,” demiştir. Ama Übey bin Kâb’nı hadîsini İmâm-ı Şâfiî, Übey hazretlerinin oğlu Tufeyl’den, o da Übey’den (radıyallahü anh) rivâyet etmişlerdir: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mescidi bir ariş’ten (gölgelik’ten) ibaret olduğu zaman Fahr-i Kâinat Efendimiz, bir kütüğe doğru namaz kılar ve orada hutbe okurdu. Ashabdan bir kimse: — Ya Resûlâllah! Diler misin ki, sana bir minber yapalım; cuma günü üzerinde durarak hutbeni halka işittiresin? dedi. Peygamber Efendimiz hazretleri: — Evet, diye buyurdu. Bunun üzerine o kimse, üç basamaklı bir minber işledi. Tamamlanınca Resûlüllah hazretleri onu alıp daha önceleri durduğu yere koydu. O kütükten yüz çevirip minber üzerinde hutbeye başladığı zaman mezkûr kütükten bir ses peyda oldu. Hattâ kütük yarıldı. Fahr-i Âlem Efendimiz bunu işitince minberden indi, gidip mübarek eliyle kütüğü okşadı. Sonra yine minbere döndü,” diye buyurmuştur. Câbir’in (radıyallahü anh) hadîsini İmâm-ı Buhârî birkaç yolla rivâyet etmiştir. Bir rivâyet şekli de şudur: “Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, önceleri hutbe okurken bir ağacın yahut hurma ağacinin yanında durup okurdu. Bir gün ensâr topluluğundan bir kadın yahut bir kişi, Peygamber Efendimize bir minber yapmayı teklif etti. Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri de: — Eğer dilerseniz yapın, diye buyurdu. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz hazretleri için bir minber yaptılar. Cuma günü minbere çıktı. Bu sırada o hurma ağacı çağırdı. Resûlüllah Efendimiz hemen minberden inip o ağacı kucağına aldı. Ağaç, sanki yatıştırılmaya çalışılan bir çocuk gibi inlemeye başladı. Resûlüllah Efendimiz hazretleri: — Daha önce kendi katında işittiği zikir üzerine ağlıyor, diye buyurdu.” Yâni: “Önceleri hutbe kendi katında okunurdu. Kendisi onu işitirdi. Şimdi ise böyle oldu. Onun için ağlıyor,” demektir. Bir rivâyetin ifadesi de şöyledir: “Câbir’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mescidi önceden hurma ağaçlan üzerine çatılmıştı. Yâni yer yer hurma ağaçlarından direkler dikilip üstü örtülmüştü. Fahr-i Kâinat Efendimiz, hutbe okuduğu zaman o ağaçlardan birinin ki Arap dilinde ona ciziü’n-nahl (hurma ağacı kütüğü) derler yanında durup hutbe okurdu. Peygamber Efendimiz hazretlerine minber işlendiği vakit o ciziin, işâr (on aylık yüklü deve) sesine benzer sesini işittik, diye buyurmuştur.” Velhasıl Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin büyük risaletinin âyetlerinden hurma kütüğünün inlemesi kıssası, mâruf, meşhur ve raütevatir bir kıssadır. Seçkin sahabeden çok kimse onu rivâyet etmişlerdir. Değişik ifadelerle rivâyet olunınası rivayetin tekrarlanınasına mahmuldür. Meselâ bir kişiden iki üç şekil üzere nakledilmiş olmasının sebebi şudur ki, o kişi birkaç defa rivâyet etmiştir. Her birinde başka kelimeler ve sözlerle ifade buyurmuştur. Ondan işitenler de nasıl işitmişlerse öyle rivayet etmişlerdir. Nitekim bir kimse insanların hayret edecekleri şeylerden bir nesne görmüş olsa onu dostlarından ve arkadaşlarından birçok kimseye söyler. Her söylemesinde de başka kelimeler kullanarak anlatır. Fakat hepsinin mânası ve neticesi aynıdır. Ebû Ya’lâ’nın naklinde Enes bin Mâlik’den rivâyet edilen söz de şudur ki, bu ibare ile İmâm-ı Tirmizî de rivâyet edip “Sahih ve garibdir” demiştir: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri, önceleri hutbe okuduğu zaman, cuma günü mübarek arkasını mescidde dikilmiş olan hurma direklerinden birine dayar, öylece insanlara hutbe verirdi. Ondan sonra Rumî bir şahıs geldi ve: — Ya Resûlâllah! Ne buyurursun? Sana bir nesne işleyelim ki, üstüne oturasın, ayak üzeri durur gibi, oturan halktan yüksek olasın? dedi. Resûlüllah Efendimiz de izin verdi. O Rumî, bir minber işledi. İki basamağı vardı. Üçüncü basamağinin üstüne oturulurdu. Resûlüllah hazretleri o minberin üstüne oturduğu vakit, o hurma direği Resûlüllah Efendimizin hüzün ve iştiyakından sığır sesi gibi ses verdi. Onun sesinden mescid sarsıldı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz minberden inip o ağacın yanına vardı, onu kucağına aldı. O âna kadar hurma ağacı ses veriyordu. Kucağına alınca sükût etti. Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri yemin edip: — Eğer kucağıma almasaydım tâ kıyâmet kopuncaya kadar böyle ses vermekten uzak kalmazdı, diye buyurdu. Ondan sonra Resûlüllah Efendimizin hazretlerinin emri üzerine o hurma kütüğünü defnettiler.” İmâm-ı Ahmed ve İbn-i Mâce, Hasan-ı Basrî yolundan şöyle nakletmişlerdir ki, Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) anlattı: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri, cuma günü hutbe okuyacağı zaman sırtını bir kuru ağaç parçasına dayayarak okurdu. Sonra pek çok kimseler: — İnsanların sizi daha iyi işitmesi için isterseniz size bir minber yapalım, dediler. Sonra iki basamaklı bir minber yaptılar. Resûlüllah Efendimiz, o kuru ağaç parçasından yüz çevirip minbere çıktı. Enes bin Mâlik şöyle haber verdi: O zaman kuru ağaç parçasının bir çocuk inlemesi gibi inlediğini gerçekten işittik. Sonra Resûlüllah Efendimiz minberden inip ona doğru yürüdü ve ona sarıldı. O âna kadar devam eden iniltisi bunun üzerine kesilip sükût buldu.” Bunun da mânası, zikredilen diğer hadîs-i şeriflerin mânasının aynıdır. Maksat, büyük ashâbm bu husustaki sözlerini teberrüken nakletmektir. Yoksa hepsinin mânası birdir. Ebû’l-Kasım Beğavî’den nakledilmiştir ki, Hasan-ı Basrî bu hadîsi naklettiği zaman ağlardı. Sonra derdi ki: — Ey Allah’ın kulları! Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin Hak teâlâ hazretleri katında yakınlığı olduğu için kuru bir ağaç parçası ona olan iştiyakından inledi. O halde siz ne duruyorsunuz? Ona kavuşmaya müştak olmağa siz daha lâyık değil misiniz? Diğer sahâbe-i kirâmın hadîsleri de bu zikredilenlere mânaca uygundur. Her biri hadîs-i şerif kitaplarında yazılıdır. Sehl bin Sa’d’ın (radıyallahü anh) hadisi, birkaç yolla Sahihayn’de vârid olmuştur. İbn-i Abbâs’ın (radıyallahü anh) hadîsini İmâm-ı Ahmed, Müslim’in şartı üzerine isnad ederek rivâyet etmiştir. İbn-i Mâce de rivâyet etmiştir. İbn-i Ömer’in (radıyallahü anh) hadîsi, Sahîh-i Buhârî’de zikredilmiştir. Ebû Saîdi’l-Hudrî’nin (radıyallahü anh) hadîsini de İbn-i Hamîr rivâyet etmiştir. Âişe-i Sıddıka’nın (radıyallahü anhâ) hadîsini İmâm-ı Beyhakî rivâyet, edip sonunda şöyle vâki olmuştur: “Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, hurma kütüğünü dünya ile âhiret arasında muhayyer kıldı. Hurma kütüğü, âhireti ihtiyar etti,” demiştir. Bunun tafsili Büreyde’nin (radıyallahü anh) hadîsinden anlaşılır ki: “Hurma kütüğü inlemeye başlayıp âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri onu kucakladığı zaman: — Eğer dilersen seni evvelce bulunduğun bahçeye iade edeyim. Orada yine köklenip dalın ve budağın bitsin, yapraklanasın ve yemiş veresin. Eğer dilersen seni Cennet’e dikeyim; evliyaullah senin yemişinden yesinler, diye buyurdu. Resûlüllah Efendimiz bunu söyledikten sonra kulak tutup dinledi. Hurma kütügünün sözünü işitiyordu: — Beni Cennet’e dik. Evliyaullah yemişimden yesinler. Fenâ bulmayacağım bir mekânda olayım, dedi. Yakın olan kimseler, hep hurma kütüğünün sözlerini işittiler.. Resûlüllan Efendimiz hazretleri de: — Peki, seni oraya dikeyim, diye buyurdu. Bundan sonra Resûlüllah Efendimiz, insanlara dönüp: — Hurma kütüğü beka yurdunu fena yurduna tercih etti, diye buyurdu.” Ümmü Seleme’nin (radıyallahü anh) hadîsi, Delâil’de Ebû Nuaym’dan rivâyet edilmiştir ki, bu hususta olan bütün hadîs-i şeriflerin neticesi aynı olduğu için sözü uzatmaktan çekinip bir kısmı ile yetindik. Hayvanların Peygamberimize İtaati: Deve MûcizesiHayvanların Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine itaat ve inkıyâdı, bir kısminin konuşması bahsine gelince bu hususta vârid olan eser ve haberlerden bir kısmı şudur: İmâm-ı Ahmed ve Nesâi’nin rivâyetlerinde Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: “Ensar topluluğundan bir ev halkinin bir develeri vardı. Onunla bahçelerini sulamak için su taşırlardı. Bir gün deve serkeşlik edip onlara itaat etmez oldu. Velhasıl deveyi istihdamdan âciz olup Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine geldiler: — Ya Resûlâllah! Hurma ağaçlarımız ve ekinlerimiz susuz kaldı. Devemiz serkeş oldu, diye şikâyet ettiler. Resûlüllah Efendimiz hazretleri ashâbına emretti, kalkıp beraber gittiler. O kimselerin bahçesine girdiler. Deve de bir tarafta duruyordu. Hemen Resûlüllah Efendimiz devenin bulunduğu tarafa yönelip yürüdü. Ensar topluluğu: — Ya Resûlâllah! Bu deve kuduz köpek gibi olmuştur. Sana saldırmasından korkarız, dediler. Resûlüllah Efendimiz hazretleri: — Ondan bana zarar gelmez, diye buyurdu. Bundan sonra deve, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine bakınca şerefli huzurlarına yönelip önünde secde etti. Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz’e evvelki hâlinden daha fazla râm oldu. Resûlüllah hazretleri onu tutup çekti, hattâ işe soktu. Ashâbı: — Bu, aklı ve idrâki olmayan bir hayvandır. Böyle olduğu halde sana secde ediyor. Biz ise akıl ve idrâk sâhibiyiz. Sana secde etmeğe ondan daha ziyade müstahakız, dediler. Bunun üzerine Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, daha önce de bir iki defa geçtiği üzre: — Beşerin beşere secde etmesi doğru değildir. Eğer beşerin beşere secde etmesi doğru olsaydı kadinin kocasına secde etmesini emr ederdim, diye buyurdu.” Devenin Resûlüllah Efendimiz hazretlerine itaat ve inkıyâdı ve sahibinden şikâyeti hususunda hadîs İmâmlarından birkaç kıssa rivâyet edilmiştir. Her birisi müstakil bir hâdisedir. Bu, birkaç defa vâki olmuştur. Ya’lâ bin Mürre’nin (radıyallahü anh) hadîsinde zikredilmiştir ki: “Bir kere bir deve, Fahr- i Âlem Efendimiz hazretlerini görünce boynunu yere döşedi de boğazından hususî bir ses çıkardı. Âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri: — Bunun sahibi kimdir? diye sordular. Bir kişi çıkageldi. Fahr-i Kâinat hazretleri ile biraz konuştu. Ondan sonra Fahr-i Âlem hazretleri: — Bu deve, işin çokluğundan ve yemin azlığından şikâyet etti. Bunu hoş tutun, buna ihsan edin, diye emretti.” * * * İmâm-ı Beyhakî de iyi bir isnadla bu türden bir kıssa rivâyet etmiştir. Abdullah bin Ca’fer’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: “Bir kere Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri ensardan bir kimsenin bahçesine girdi. Meğer orada bir deve varmış. Fahr-i Âlem hazretlerini görünce inleyip ağlamaya ve gözlerinin yaşı akmağa başladı. Peygamber Efendimiz hazretleri: — “Men rabbu hâzâ’l-cemelü limen hâzâ’l-cemelü — Bu devenin rabbi (sahibi) kimdir? Bu deve kimindir?” diye buyurdu. Ensar topluluğundan bir genç gelip: — Benimdir, ya Resûlâllah, dedi. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri: “Allah’dan korkmaz mısın bu hayvan hakkında ki, Allah seni ona mâlik kılmıştır? Gerçekten o bana şikâyet etti. Sen onu aç bırakmışsın, ona meşakkat ve yorgunluk vermişsin,” diye buyurdu. Misbah’da bu hadîs-i şerif için “O sahihtir,” diye buyurulmuştur. * * * Biri de koyunun secde etmesidir. Enes bin Mâlik’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: “Bir gün Resûl-i Kibriya Efendimiz hazretleri ensar topluluğundan bir kişinin bostanına girdi. Yanında Ebû Bekir Sıddık ve Hazret-i Ömer (Allah onlardan razı olsun) ile ensardan bir kişi vardı. Orada bir koyun bulunuyordu. Koyun, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine secde etti. Bunun üzerine Ebû Bekir Sıddık (radıyallahü anh): — Ya Resûlâllah! Sana secde etmeğe biz, koyundan daha müstahakız, dedi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri: — Bir kimseye secde etmek hiç kimseye uygun düşmez, diye buyurdu.” Bu kıssayı Ebû Muhammed Abdullah bin Ebî Hâmid de DelâiUi Nübüvvet’de zayıf bir isnadla rivâyet etmiştir. Kâdî Iyâd da Şifâ’da zikretmiştr. Şunu da nakletmiştir ki, Câbir bin Abdullah buyurmuştur: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Hayber kalelerinden bir kısminin üzerinde iken bir sürü koyunla bir çoban şerefli huzurlarına geldi ve îman getirdi. Ondan sonra çoban: — Ya Resûlâllah! Bu ilin koyunlarını ne yapayım? dedi. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri: — Bir miktar ufak taşı onların yüzlerine saç. Hiç şüphesiz Allah, senin emanetini senden alıp yerine getirir; o koyunları sahiplerine geri döndürür, diye buyurdu. Gerçekten o kişi öyle etti. Koyunlar sahiplerine ulaştı.” Kurdun Konuşması ve Şehadet Etmesi Biri de kurdun söz söyleyip Peygamber Efendimiz hazretlerinin peygamberliğine şehadet etmesidir. İmâm-ı Ahmed’in (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde Ebû Saîd’den (radıyallahü anh) rivayet edilmiştir ki: “Bir kere bir kurt, sürüden bir koyun aldı. Çobanı ardına düşüp koyunu kurtardı. Hemen kurt orada kuyruğu üstüne oturdu da: — Sen Allah’dan korkmaz mısın ki, Allah’ın bana gönderdiği rızkı benden alıyorsun? dedi. Çoban: — Bu ne acayip bir şeydir ki, kurt kuyruğu üstüne otursun da insan sözünü söylesin? dedi. Kurt: — Sana bundan daha acayip bir şeyi haber vereyim: Muhammed, Yesrib’de halka eski ümmetlerin hallerinden haber veriyor! dedi. Bunun üzerine çoban, yönünü çevirip koyunlarını sürerek münevver Medine’ye geldi. Bir bucakta koyunlarını saklayıp kendisi âlemlerin hocası Peygamber Efendimiz’in huzuruna geldi. Olup bitenleri haber verdi. Ondan sonra Fahr-i Kâinat Efendimiz emretti, namaz için nidâ ettiler. Sahâbe-i kirâm bir yere toplandılar. Ondan sonra: — Olanları ashaba anlat, diye o çobana emretti. O da nasıl olduysa büyük ashâba (Allah onların hepsinden razı olsun) anlattı.” Bâzılarının rivâyetinde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) hazretlerinden de bunun benzeri rivayet edilmiştir. İbn-i Vehb bu türlü bir kıssa nakledip buyurmuştur ki: “Ebû Süfyân bin Harb ve Safvân bin Ümeyye, henüz İslâm’a gelmeden önce Mekke’de iken gördüler ki, bir kurt bir âhû’nun (ceylanın) ardına düşmüş. Onu avlayacağı sırada âhûcuk Harem-i Şerife girdi. Hemen kurt da döndü, ondan vazgeçti. Zikredilen kişiler: — Ne acayip bir şey oldu! diye söyleştiler. Bunun üzerine kurt: — Bundan daha acayip olan şey şudur ki, Muhammed Medine’de sizi Cennet’e dâvet ediyor, siz onu nâr’a (Cehenneme) dâvet ediyorsunuz! dedi. Ebû Süfyân dedi ki: — Lât ve Uzzâ hakkı için, eğer bu sözü Mekke şehrinde söylemiş olsaydı, memleketi harâb eder ve halkını hep döndürürdü!..” Merkebin Konuşması ve Sahibinden Şikayet Etmesi Biri de eşeğin konuşmasıdır. İbn-i Asâkir Ebû Manzur’dan ihraç etmiştir ki: “Fahr-i Kâinat Efendimiz Hayber’i fethettiği zaman siyah bir himâr (eşek) buldu: — Ey himâr, adın nedir? diye sordu. Himâr: — Adım Yezîd bin Şihâb’dır. Hak teâlâ hazretleri benim soyumdan altmış himâr çıkarmıştır. Her birine peygamberden başka kimse binmezdi. Ben de senin bana binmeni umar ve beklerdim. Benim dedelerimin soyunda benden başka himâr kalmadı. Nebilerde de senden başka nebi kalmadı. Ben daha önce bir Yahudi’nin himârı idim. Bana bindikçe kasden yıkılıp mel’unu yere düşürürdüm. Beni aç bırakıp döğerdi, dedi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri: — Şimden sonra senin adın Ya’fûr olsun, diye buyurdu.” Rivâyet olunur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri, onu bâzı kimselere gönderirdi. Ya’fûr, gidip o kişinin kapısını başı ile çalardı. Dışarı çıktığı zaman da: — Resûlüllah’m yanına gel, diye başıyla işaret ederdi. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, beka yurduna göçtüğü zaman ıstırabından feryad ederek kendini Ebi’l-Haysem’in kuyusuna attı. Ebû Nuaym, bu kıssanın benzerini Muâz bin Cebel’den rivâyet etmiştir. Fakat o hadîs’e ta’n olunmuştur. İbn-i Cevzî, onu uydurma hadîsler arasında zikretmiştir. Fahr-i Âlem Efendimiz’in mûcizelerinde bundan daha büyük nesneler vardır, diye buyurmuşlardır. Kertenkelenin KonuşmasıBâzı hadîs İmâmları da zayıf isnadla Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin karşısında kertenkelenin konuştuğunu rivâyet etmişlerdir. Anlatılanların neticesi şudur ki: Benî Süleym kabilesinden bir Arabî, bir tane kertenkele tutup yenine koymuştu. Biraz kalabalık görünce yanlarına yaklaşıp: — Bunlar hangi tâifedir? diye sordu. Ashâbinin arasında Resûlüllah Efendimizi göstererek: — O, Allah’ın peygamberidir, dediler. Bunun üzerine Arabî, Lât ve Uzzâ üzerine yemîn ederek: — Ben ona îman getirmem; meğer ki, şu kertenkele îman getirsin, bana da îtikad gelsin, dedi. Ondan sonra Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin karşısına gelince yeninden kertenkeleyi bıraktı. — Ey kertenkele! dediği gibi kertenkele fasîh bir dille: — “Lebbeyke ve sa’deyke yâ zeyni min evfî’l-kıyâmeti — Buyur, kutluluk sana olsun ey kıyamet topluluğunda hâzır bulunanların süsü!” dedi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri: — Kime ibadet edersin? diye sordu. O da: — Gökte arşı, yerde saltanatı, denizde yolları, cennette rahmeti ve cehennemde cezası bulunan zâta, dedi. Sonra Resûlüllah Efendimiz: — Ben kimim? diye sordu. — “Sen âlemlerin Rabbı’nın resûlüsün, peygamberlerin hâtemisin, kendisini doğrulayanların kurtuluşa erdiği ve kendisini yalanlayanların günahkâr olduğu zâtsın,” diye cevap verdi. Yâni bunun mânası kısaca: “Sen, âlemlerde her ne varsa, insan, hayvan veya başka bir şey olsun, hepsinin vâredicisi, koruyup gözeticisi olan Alemlerin Rabbı tarafından bütün bu yaratıklara rahmet, olmak üzere gönderilmiş Peygamberisisin. Nebilerin hâtemisin ki, senden sonra peygamber gelmez. Gerçekten sana îman getiren felâh bulup muradına erdi. Seni yalanlayan kimse de hakkın rahmetinden mahrum kaldı,” demek olur. Bu hadîste şer’an münker olan bir şey yoktur. Hadîs İmâmları onu rivâyet etmişlerdir; uydurma değildir. Nihayet isnadında zaaf vardır, dediler. * * * Peygamber Efendimiz hazretlerinin mûcizelerinden biri de gazâle (dişi geyik) ile konuşmasıdır. İmâm-ı Beyhakî bunu birkaç yoldan rivâyet etmiştir. Bir topluluk da o hadîsin zayıf olduğunu ileri sürmüşlerdir. Fakat rivâyet yollarının bir kısmı diğer kısmına kuvvet verir ve bundan sıhhati anlaşılır. Kâdî Iyâd da Şi/â’smda zikretmiştir. Ebû Nuaym da Delâil’de rivâyet etmiştir, isnadında bilinmeyen bâzı şahıslar vardır, dediler. Velhasıl bu durumda mü’minlerin anası Ümmü Seleme (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Bir gün Resûlüllah Efendimiz. hazretleri, sahralardan birinde gezerken birden üç defa: — Ya Resûlâllah! diye bir ses işitti. Dönüp bakınca gördü ki, bir geyik bir yerde bağlı duruyor; birArabî de başka bir yerde elbiselerine bürünmüş, güneşte yatıp uyuyor. Resûlüllah Efendimiz, geyiğe: — Dileğin nedir? diye sordu. Geyik: — Ya Resûlâllah! Şu Arabi beni tuttu, bağlayıp bıraktı. Şu dağda iki yavrucuğum var. Lûtfeyle, beni salıver. Gidip onları emzireyim, yine geleyim, dedi. Fahr-i Kâinat hazretleri: — Öyle eder raisin? diye sordu. Geyik: — Eğer geri gelmezsem Allah bana aşşâr (a’şâr tahsildarlığı yapan kimse, öşürcü) azâbı gibi azâb etsin, diye cevap verdi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri bağmı çözüp geyiği salıverdi.. “Geyik gidip bir zaman gözden kaybolduktan sonra tekrar çıkageldi. Fahr-i Kâinat hazretleri, onu yerine bağladı. Ondan sonra Arabi uyandı. Resûlüllah Efendimiz hazretlerini görünce ona hizmet etmek istedi: — Ya Resûlâllah! Ne emredersin? Muradın nedir? diye sordu. Resûlüllah Efendimiz: — Şu geyikciği salıver, diye buyurdu. Arabi, hemen bağlarını alıp geyiği sahraya salıverdi. Geyik, sevincinden sıçraya sıçraya: — “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve inneke resûlüllah — Şahitlik ederim ki, Allah’dan başka ilâh yoktur ve gerçekten sen Allah’ın Peygamberisin!” diyerek çıktı gitti. İmâm-ı Taberanî de böyle nakletmiştir. Hâfız Münzirî, Taberanî’nin hadîsini “Terğib ve Terhîb” adlı kitabında getirmiştir. Hadîs âlimlerinden çok kimse onu kitaplarında îrad etmişlerdir. Allah daha iyi bilir. Parınağından Su AkmasıPeygamber Efendimiz hazretlerinin mûcizelerinden mübarek parınakları arasından suların akması hususunda İmâm-ı Kurtubî der ki: “Bu husus, Fahr-i Âlem hazretlerinden birkaç yerde vâki olmuştur. Nice kimseler orada hâzır bulundular, temaşa ettiler. Nice yoldan rivâyet olunmuştur. Bütün bunların sonucu, mâna bakımından tevatür yolu ile kesin bilgi ifade eder. Bu mûcizenin bizim Peygamberimizden başkasından sâdır olduğu işitilmemiştir.” İmâm-ı Müzennî’den nakledilmiştir ki: “Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin bu mûcizesi, Mûsâ aleyhisselâm’m asâ ile taşa vurup su çıkarınasından daha üstündür. Zira taştan su çıkıp akması görülen ve bilinen bir şeydir. Ama et ile kan arasından su çıkıp akması görülmüş ve işitilmiş bir şey değildir.” Gerçekten de taş ve topraktan suyun çıkıp akması âlemde çok görülmüş bir şeydir. Ama et ve kan arasından su yürüyüp gelmesi, aslâ vâki olmamıştır. Ancak Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mübarek elinde görülmüştür. Bu mûcizenin hadîsini sahâbe-i kirâmden bir topluluk nakletmiştir. Bu cümleden Enes, Câbir ve İbn-i Mes’ud (Allah onlardan razı olsun) rivâyet etmişlerdir. Enes bin Mâlik’in hadîsi Sahîh-i Buhârî ve Müslim’de vârid olmuştur. Mânası şudur: “Bir zaman ikindi namazı yaklaşmıştı. Ashâb-ı kirâm abdest almak istediler. Ancak su bulamadılar. Resûlüllah Efendimiz hazretlerine bir miktar abdest suyu getirmişlerdi. Mübarek elini o su kabinin içine soktu. Ondan sonra halka, gelip o sudan abdest almalarını emretti. Bakıp gördüm, mübarek parınaklarının arasından su çıkıyordu. Orada bulunan insanların hepsi ondan abdest aldılar.” İmâm-ı Buhârî’nin bir rivâyetinde: “Hepsi seksen kişi idiler,” sözü geçiyor. Bir rivâyetinden de anlaşılan şudur ki: “Gördüm, mübarek parınaklarının arasından ve avuçlarından su çıkmağa başladı. Hattâ oradaki topluluk ondan abdest aldılar,” dedi. Râvi diyor ki: — Kaç kişi idiniz? diye sorduk. Enes (radıyallahü anh): — Uç yüz kişi idik, diye buyurdu. İbn-i Şâhin’in naklinde Enes hazretlerinden rivâyet olunanın mânası şudur: “Ben Tebük gazâsında Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile beraberdim. Bir gün Müslümanlar: — Ya Resûlâllah! Davarlarımız ve develerimiz susadı, diye susuzluktan şikâyet ettiler. Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz: — Hiç biraz suyunuz kaldı mı? diye sordu. Bir kişi, eski bir kırba içinde biraz su getirdi. Peygamber Efendimiz: — Bir de çanak getirin, diye buyurdu. Onu da getirdiler. Suyu çanağın içine döktüler. Mübarek elini suyun içine koydu. Parınaklarının arasından su çıktığını gördüm. O sudan bütün develerimizi ve davarlarımızı suvardık, yola götürmek için kaplarımızı doldurduk. — Yeter mi? diye buyurdu. — Yeter, ya Resûlâllah! dedik. Mübarek elini kaldırdı. Su da kesilip gitti.” İmâm-ı Beyhakî’nin (Allah ona rahmet etsin) naklinde Enes bin Mâlik’den (radıyallahü anh) şöyle rivâyet olunmuştur ki: “Peygamber Efendimiz bir kere Kuba bölgesine çıkmıştı. Küçük bir kadehle su getirdiler. Mübarek elini içine soktu. Ancak dört parınağı sığdı, baş parınağı girmedi. Ondan sonra halkı dâvet edip: — Gelin, su için, diye buyurdu. Gözümle gördüm, parınaklarının arasından su çıktı. Halk aralıksız gelip içtiler; hattâ hepsi kandılar,” demiştir. Velhasıl bu açık seçik mûcizesi birkaç yerde olmuştur. Sahihayn’de Câbir bin Abdullah’dan (radıyallahü anh) da bunun benzeri rivâyet olunmuştur. İmâm-ı Ahmed ve başkaları da Câbir’den değişik ibarelerle rivâyet etmişlerdir. Hepsinin mânası aynıdır. İbn-i Mes’ud’dan (radıyallahü anh) sahih nakille gelmiş olan hadîsin neticesi de zikredilen hadîslerin neticesidir. Dârımî ve Ebû Nuaym’m rivâyetlerinde İbn-i Abbâs’dan (radıyallahü anh) da böyle rivâyet edilmiştir. Velhasıl bunların hepsinin mânası şudur ki: Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mübarek parınakları arasından su çıkıp büyük ashaba zaruret yerlerinde ihtiyaçlarını karşılamaya yeterli olmuştur. Bu Fahr-i Kâinat Efendimiz’in büyük bir mûcizesidir. Büyük ashâbdan ve büyük âlimlerden birçok kimseler rivâyet edegelmişlerdir. Ebî Leylâ-i Ensarî’den İmâm-ı Taberanî de rivâyet etmiştir. Peygamber Efendimiz’in büyük risâletinin âyetleri (mûcizeleri) cümlesinden biri de şudur ki, İmâm-ı Müslim’in rivâyetinde Muâz’dan (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir: “Tebük seferinde Resûlüllah Efendimiz hazretleri, ashâbına: — inşâallah yarın Tebük çeşmesine varacaksınız. Ta kuşluk olmayınca varamazsınız. O halde her kim daha önce varırsa ben gelinceye kadar suyuna dokunınasın, diye tembih etti. Biz de mezkûr çeşmeye geldik. Meğer bizden önce iki kişi gelmiş. Su da son derece zayıf olarak sızıp geliyordu. Resûlüllah Efendimiz, o kişilere: — Suya dokundunuz mu? diye sordu. Onlar da: — Evet, dediler. Bundan rahatsız olup onlara biraz darıldı. Ondan sonra sudan az az alıp bir nesnenin içine koydular. Biraz toplandı. Resûlüllah Efendimiz hazretleri, mübarek yüzünü ve ellerini yıkadı da o suyu yine o çeşmeye döktüler. Hemen o saat suyu öyle akıp geldi ki, bütün halk gelip içti ve ondan aldılar. Ondan sonra Muâz’a: — Yâ Muâz! Eğer ömrün uzun olursa görürsün: Buralar bahçe ve bostanlarla dolup mamur olacak, diye buyurdu. Sonunda buyurduğu gibi o yer mâmur oldu.” Kâdî Iyâd da Şifâ'da bunun benzerini İmâm-ı Mâlik yoluyla rivâyet etmiştir. İbn-i Ishak’ın naklinden şunu da ziyade etmiştir ki: “Sudan öyle bir şey çatladı ki, yıldırımların sesi gibi sesi vardı.” Sahîh-i Buhârî’de Hudeybiye Gazvesi’nde Misver bin Mahreme ve Mervân bin Hakem’in hadîsinde şöyle gelmiştir: “Hudeybiye’nin nihayetinde İslâm askeri birazcık dolaşıp suyun üstüne kondular. Halk birer miktar su aldılar. Çok zaman geçmeden hepsini tamamen alıp harcandılar. Nihayet Resûlüllah Efendimiz’e susuzluktan şikâyet olundu. Hemen tirkeşinden bir tane ok çıkarıp verdi; emri üzerine o yere koydular. Vallahi durmadı, su kaynamağa başladı. Öyle oldu ki, ta oradan dönünceye kadar kesilmeden ve azalmadan aktı,” demişlerdir. Ebû’l-Esved’in Meğâzi’sinde bundan başka bir kıssa daha Urve’den (radıyallahü anh) rivayet edilmiştir ki: “Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, bir kovadan abdest aldı. Mübarek ağzını yıkadı, kovanın içine döktü. Ondan sonra emretti kovanın suyunu kuyunun içine döktüler. Tirkeşinden bir tane ok çıkarıp kuyunun içine attı. Hak teâlâ hazretlerinden dua etti. Kuyunun suyu öyle geldi ki, ağzından elleriyle alır oldular.” İmâm-ı Vakıdî de Evs bin Havley’den böyle rivâyet etmiştir. Bu husus daha önce zikrolunan kıssalardan başkadır. Buhârî’nin rivâyetinde Berâ’ ve Seleme bin Ekva’ Hudeybiye kıssasında buyurmuşlardır ki: “Adı geçen yerin kuyusu elli koyunu suvarınağa yeterli değilken ve bütün suyunu sahâbe-i kirâm çekip içinde bir damla su kalmamış iken Fahr-i Âlem Efendimiz gelip kenarına oturdu da bir kova getirdiler, içine tükürdü. Hemen kuyudan su kaynamağa başladı. Ashâb-ı kirâm bin dört yüz kişi idiler. Kendilerine ve binecekleri hayvanlara yeteri kadar harcayıp ihtiyaçlarını tamamen karşıladılar.” Sahihayn’da ve diğer hadîs-i şerif kitaplarında buna ilişkin sahih haberler çok gelmiştir. Duasiyle Yağmur YağdırmasıAynı zamanda İmâm-ı Buhârî ve Müslim’in rivâyetlerinde Enes bin Mâlik’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: “Fahr-i Âlem Efendimiz’in zamanında bir kuraklık yılı olup asla yağmur yağmadı. İttifakla bir Cuma günü, âlemlerin hocası Efendimiz Hazretleri hutbede iken bir Arabî ayak üstüne kalktı da: — Ya Resûlâllah! Malımız helâk oldu; çoluk çocuğumuz aç kaldı. Bizim için Allah’dan dua eyle, dedi. Peygamber Efendimiz hazretleri, mübarek ellerini duaya kaldırdı. Gök yüzünde bir parça bulut göremiyorduk. Benim nefsim elinde bulunan o Allah hakkı için ta dağlar gibi bulut çıkıncaya kadar mübarek ellerini aşağı indirmedi ve minberden inmedi. Hattâ mübarek sakalından yağmur suları gibi yaş aktığını gördüm. O gün, ertesi gün, ta öbür cumaya kadar yağdı. Yine o Arabî kalkıp: — Ya Resûlâllah! Binalarımız yıkıldı, mallarımız suya battı. Bizim için Hak teâlâ hazretlerinden dua eyle, dedi. Yine mübarek ellerini duaya kaldırıp: — Allahım, yağmuru nebatların olduğu yerlere indir; binaların üstüne indirme, diye buyurdu. Ondan sonra işaret ettiği her yönden bulut açıldı. Hattâ bulut Medine’nin etrafını çepeçevre kuşattı. Bir ay Medine’nin etrafındaki derelerden seller aktı. Her kim yollardan gelirse o yaygın ve bereketli yağmurun haberini söylerdi,” dediler. Bir rivâyette şöyle dua etti diye gelmiştir: — Allahım, etrafımıza yağdır, üzerimize yağdırma. Allahım, dağların tepeleri üstüne ve derelerin içine yağdır. Bunda da murad, binaların üstüne ve zararı olan yerlere yağdırma, faydalı olacak yerlere yağdır, demektir. Abdullah bin Abbâs’dan (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, Ömer bin Hattâb (radıyallahü anh) hazretlerine: — Ya Ömer! Bize usret saatinden (sıkıntı çektiğiniz vakitten) haber ver, dediler. O da şöyle anlattı: “Gayet sıcak bir zamanda Tebük seferine çıkmıştık. Bir menzile yetişip konduk. Bize susuzluk yetişti. Çok susadık. Hattâ öyle zannediyorduk ki, boyunlarımız kesilecek. Velhasıl kimseden kimseye derman yetişmeyip sonunda o dereceye geldi ki, bâzı kimseler bindiği deveyi boğazlayıp bağırsaklarında olan nesneyi sıkarak bir miktarını içer, bir miktarını da ciğerinin üzerine sürerdi. Ondan sonra Ebû Bekir Sıddık (radıyallahü anh): — Ya Resûlâllah! Hak teâlâ hazretleri hayır dua etmeği sana âdet etmiştir. Bizim için dua eyle, dedi. Peygamber Efendimiz: — Ya Ebâ Bekir! Dua etsem bundan hoşlanır mısın? diye sordu. Ebû Bekir: — Evet, ya Resûlâllah! diye cevap verdi. Resûlüllah Efendimiz hemen ellerini duaya kaldırdı. Ta yağmur yağmcaya kadar ellerini aşağı indirmedi. Yağmurlar yağdı; Müslümanlar kaplarını doldurdular. Ondan sonra oradan göçüp gittik. Baktık, askerin olduğu yerden dışarıya asla yağmur yağmamış.” Bu kıssayı hadîs İmâmlanndan kendilerine güvenilir kimseler rivâyet etmişlerdir. Sahih nesnedir. Kâdî Iyâd da kısa bir şekilde Şî/â’smda zikretmiştir. İbn-i Ishak’dan da rivâyet edilmiştir. Allah hepsine rahmet etsin. Misbâhu’z-Zalâm sahibi, Amr bin Şuayb’dan rivâyet etmiştir ki: “Ebû Tâlib: — Bir kere Zi’l-Mecâz dedikleri yerde kardeşim oğlu ile (yâni Fahr-i Kâinat Efendimiz ile) beraberdim. Susadım; susuzluktan ona şikâyet ettim. Hemen gördüm ki, benim susuzluğumdan muztarip olup devesinden aşağı indi. Ben de onun arkasından deveden indim. Baktım ki, orada su var. Bana: — İç, ey amca! diye buyurdu. Ben de aldım, içtim, dedi.” İbn-i Sa’d ve İbn-i Asâkir böyle rivâyet etmişlerdir. Az Yemeği Çoğaltınası Resûlüllah Efendimizin mûcizeleri cümlesinden biri de duasının bereketiyle az yemeği çok eylemesidir. İmâm-ı Buhârî ve Müslim’in (Allah onlara rahmet etsin) rivâyetlerinde Câbir’den (radıyallahü anh) rivâyet olunan kıssanın neticesi şudur: Âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri Hendek gazâsı üzerinde iken Câbir (radıyallahü anh), kendi hatununa: — Hiç yiyecek bir şey var mı? Fahr-i Âlem Efendimizi gördüm; çok açlıktan bunalma hâline varmış. Ne olacak, ne yapalım? dedi. Hâtunu da bir şinik arpa çıkardı. Değirmene koyup çektiler. Ondan sonra evde beslenen bir davarları vardı, onu boğazladılar. Yemek pişirdiler. Daha sonra Câbir (radıyallahü anh), Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine gelip: — Ya Resûlâllah! Biraz yemek hazırladık. Büyük ashâbdan şerefli muradınız olan bir miktar kimse ile teşrif buyurun, dedi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri de: — Ya Câbir! Ben gelinceye kadar yemeğinizi ocaktan indirmeyin ve hamurunuzu tandıra salmayın, diye buyurdu. Ondan sonra Hendek’te kim varsa: — Gelin, Câbir’in yemeğine gidelim, diye hepsini dâvet etti. Bin kişi idiler. Hep gelip Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri ile Câbir’in menzilinde hâzır oldular. Ondan sonra Resûlüllah hazretleri geldi; ocakta kaynayan tencerenin içine tükürdü. Sonra hamurlarına da tükürdü. Ondan kesip ekmek pişirdiler. Emretti, tencere yerinde dururken kâselere yemek çıkarıp yediler. Câbir (radıyallahü anh) Allah üzerine yemin ederek dedi ki: — Hepsi yeyip doydular ve dönüp gittiler. Hâlâ tencere eskisi gibi yerinde kaynıyordu. Sanki içinden hiç bir şey alinınamıştı. O kadar ekmek piştikten sonra hamurumuz da yine eskisi gibi yerinde kaldı. Bir kıssa da yine Şeyhayn’ın rivâyetlerinde Enes bin Mâlik’den rivâyet edilmiştir ki, Ebû Talha, Ummü Süleym’e: — Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin sesini zayıflamış işitiyorum. Biliyorum ki, açlık galebe etmiştir. Hiç yanında yiyecek bir şey var mıdır? dedi. O da: — Evet, deyip bir iki tane kursa çıkardı; bir beze sardı da Enes’in koltuğuna verip Resûlüllah Efendimiz hazretlerine gönderdi. Enes diyor ki: Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin şerefli huzuruna vardım. Yanında bâzı kimseler vardı. Selâm verdim. Fahr-i Kâinat hazretleri beni görünce: — Ebû Talha mı gönderdi? dedi. Ben de: — Evet, dedim. — Yemek için mi? dedi. Yine: — Evet, dedim. Ondan sonra yanında olan topluluğa dönerek: — Kalkınız, diye buyurdu. Peygamber Efendimiz hazretleri, o toplulukla beraber kalkıp gittiler. Ben de önlerince gittim. Ebû Talha’ya geldim, halden haber verdim. Ebû Talha da: — Ya Ümmü Süleym! Peygamberimiz buraya geldi. Yanımızda onlara ikram edecek bir şey yok! Hal nice olur? Ne yapacağız? dedi. O da: — Allah ve Resûlü daha iyi bilir, diye cevap verdi. Ondan sonra Ebû Talha çıkıp Resûlüllah Efendimiz hazretlerini karşılayarak evine getirdi. Sonra hatununa hitap ederek: — Ya Ümmü Süleym! Yanında ne varsa getir, dedi. O da Enes’le gönderilen kursaları ortaya getirdi. Fahr-i Âlem hazretleri buyurdu, kursaları parçaladılar. Ümmü Süleym yağ tulumunu getirip sıktı, bir miktar yağ çıkarıp ekmeğe katık etti. Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz, o yemeğin üstüne maşallahtan her ne ise söyledi. Yâni Hak teâlâ hazretlerinin bereket vermesine ilişkin bâzı şeyler buyurdu. Kendileriyle beraber gelen cemaat dışarıda kalmışlardı. — Onlardan on kişi çağırın, diye buyurdu. On kişi içeri girip doyuncaya kadar yediler, çıktılar. On kişi daha çağırdılar. Velhasıl bu üslûp üzere yetmiş yahut seksen kişi yeyip doydular, diye rivâyet etmiştir. Eğer: — Bu kıssanın başlangıcından anlaşılan şu idi ki: Ümmü Süleym’in kursaları bir beze sarıp o Hazret’e göndermekten muradı Enes’in onları orada teslim ettikten sonra dönüp gelmesiydi. Sebep ne idi ki, Fahr-i Âlem hazretleri bir cemaatle kalkıp Ebû Talha’nın evine gelsin? denilirse mümkündür ki, Enes gelip Resûlüllah Efendimizin yanında çok kimse görünce o gönderilen azıcık şeyi çıkarıp vermeğe utanmıştır. Peygamber Efendimiz de yemek hususu için gönderildiğini sanıp gelişini dâvet olunınaya hamlettiğini anlayınca kendisi de o yolda hareket edip Resûlüllah hazretlerini dâvet etmiştir. O da hâzır olan cemaati kaldırıp beraber gelmişlerdir. Ve ihtimaldir ki, Enes gönderildiği zaman, “Eğer kabilse Fahr-i Kâinat hazretlerini dâvet edip getir” diye kendine tembih etmişlerdir. Ona binaen Resûlüllah hazretleri dâvet edildiğini anladığı zaman Enes de dâvet edip önüne düşmüştür. En iyisini Allah bilir. Yâkub bin Abdullah bin Ebî Talha’mn rivâyetinde Enes’den rivâyet edilmiştir ki: “Ebû Talha beni gönderdiği zaman: — Git, Resûlüllah hazretlerine yakın bir yerde ayak üstü dur. Kalktığı zaman ashâb dağılıncaya kadar bekle. Ondan sonra yalnız kalınca kendilerini dâvet edip getir, demişti,” diye buyurmuştur. Bir rivâyette Fahr-i Âlem Efendimiz geldiği zaman Ebû Talha yemek azlığından utanıp özür dilemek yoluyla: — Ya Resûlâllah! Ben yalnız seni dâvet etsin diye Enes’i göndermiştim. Bizim katımızda bu gördüğüm kalabalığa yetecek bir şey yoktur, dedi. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri de: — Evine gir; gerçekten Allah, senin katında olan yemeğe bereket verip ziyade eylese gerektir, diye buyurdu. Büyük ashâbı dışardan onar onar çağırmasının sebebi, yemek bir sofrada ve bir kâsede idi. Hepsinin bir arada oturmasına imkân yoktu. Kalabalık ve sıkışıklık olmasın diye böyle ettiler. İmâm-ı Müslim’den bir rivâyette şöyledir-. “Ashâb-ı kirâm onar onar girdikçe Resûlüllah Efendimiz hazretleri: — Yiyin ve Allah’ın ismini anın, diye yemeğe teklif edip “Besmele edin” diye buyururdu. Onlar da “Bismillâh” diyerek yerlerdi. Bu şekilde seksen kişi yeyip doydular. Ondan sonra Fahr-i Âlem Efendimiz’in kendileri de ev halkı ile beraber yediler. Bir miktar bakiye de kaldı.” Bâzılarının rivâyetinde bir miktar yağ da dökmek Fahr-i Âlem hazretlerinden vâki oldu. Zira Mübarek bin Fudâla’nın naklinde Ebû Talha’ya: — Hiç bir miktar yağ var mıdır? diye buyurdu. O da: — Ya Resûlâllah! Tulumda bir parça yağ vardı, diye ortaya getirdi. Tulumu sıktılar, bir miktar yağ çıktı. Fahr-i Âlem Efendimiz, “Bismillâh” diyerek yağı ekmeğe sürdü. Ekmek ziyade büyüdü. Resûlüllah, “Bismillâh” diye ekmeğe yağ sürdükçe ekmek ziyade büyüdü. Hattâ gördüm, o kursa ile bir cefnenin içi dopdolu oldu, demiştir. Nadr bin Enes’in rivâyetinde şöyledir: “Enes (radıyallahü anh) dedi ki: — Yağ tulumu getirdim de Fahr-i Âlem hazretleri bağını çözdü. Ondan sonra “Bismillâhi. Allahım, bereketinle onu çoğalt,” diye dua etti,” dedi. Bu husus birkaç rivâyet üzre daha varid olmuştur. Hepsinin mânası, o Hazretin duası berekâtiyle az yemeğin çok olup çok kimseye yetmesidir. Bu hususta bir kıssa da Ebû Hüreyre’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, şöyle anlattı: “Tebük gazâsı olduğu zaman halka açlık yetişti. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh): — Ya Resûlâllah! Ashâbını dâvet et; her kişi zahiresinden artanı getirsin. Ondan sonra onlar için zahireleri üzerine bereketle dua eyle, dedi. Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, bunu caiz görüp: — Peki, ya Ömer, diye buyurdu. Ondan sonra emretti, bir kilim getirip döşediler. Ondan sonra buyurdu, herkes azığından artmış bir parça, kırıntı ve döküntüden ne varsa getirdi. O kilimin üzerine koydular. Hâsılı kilimin üzerinde çok az bir şey toplandı. Ondan sonra dua edip Hak teâlâ hazretlerinden zahirelerine bereket istedi. Daha sonra: — Alın, kaplarınıza doldurun, diye buyurdu. Bunun üzerine halk aldı, kaplarına doldurdular. Hattâ asker içinde bir kap koymadılar, hepsini doldurdular. Ondan sonra yeyip doydular. Kilimin üzerinde biraz fazlalık da kaldı. Varlıkların iftiharı olan Efendimiz hazretleri, bu türlü açık seçik mûcizesi zuhura gelince: “Şahitlik ederim ki, Allah’dan başka ilâh yoktur ve ben gerçekten O’nun Peygamberiyim. Eğer bir kul, şek etmeden bu iki şahitlikla Hakk’ın huzuruna varırsa onun cennetten men edilmesi ihtimali yoktur,” diye buyurdu.” Bu kıssayı İmâm-ı Müslim (Allah ona rahmet etsin) rivâyet etmiştir. Yine bir kıssa da İmâm-ı Buhârî ve Müslim’in rivâyetlerinde Enes bin Mâlik’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, şöyle dedi: “Fahr-i Âlem Efendimiz mü’minlerin anası Zeyneb Hatun’a güveği olduğu zaman anam Ummü Süleym (radıyallahü anh) bir miktar hurma, yağ ve keş ile bir yemek pişirdi; bir kâsenin içine koydu: — Ya Enes, git, bunu Fahr-i Kâinat hazretlerine ilet. “Anam size selâm etti ve bunu şerefli huzurunuza gönderdi,” de, dedi. Enes diyor ki: Fahr-i Kâinat hazretlerine gelip selâm edip o kâseyi sununca: — Ya Enes! Onu yere indir de git, bana filân filân kimseleri dâvet eyle. Yolda kiminle karşılaşırsan onları da dâvet eyle, getir, diye buyurdu. Ben de çıktım. Adiyle tayin buyurduğu kimseleri ve daha kime rastladımsa onları dâvet ettim. Her kime söyledimse şerefli huzurlarına yönelip gitti. Ben de dönünce gördüm: O kadar kimse gelmiş ki, ev dopdolu olmuş. Bâzıları: — Ya Enes, kaç kişi kadar vardı? diye sordular. — Üç yüz kişi vardı, dedi. Ondan sonra Enes anlatmaya devam etti: Gördüm; o sevgililerin en güzeli ve peygamberlerin en muhteremi Efendimiz hazretleri, mübarek elini o yemeğin üstüne koydu da Hak teâlâ hazretlerinin dilediği kelimelerle dua etti. Ondan sonra ashâbı onar onar yemeğe dâvet edip: “Allah’ın ismini zikredin ve her kişi kendine yakın olan yerden yesin,” diye buyurdu. Hepsi yeyip doydular. Fahr-i Âlem hazretleri: — Kaldır, diye buyurdu. Ben de kaldırdım. Ama bilmiyorum; yemeği ortaya koyduğum zamanda mı çoktu yoksa kaldırdığım zamanda mı daha çoktu?” diye buyurdu. İmâm-ı Müslim Câbir’den rivâyet eder ki: “Bir kimse, Fahr-i Âlem Efendimizden yiyecek bir şeyler istemeye geldi. Fahr-i Âlem hazretleri de yarım vesk arpa ihsan eyledi. O kimse onu kendi hatunu ve konuğu ile daima yerdi. Sonunda onu ölçüp miktarını anlamak istedi. Ölçtü ve hemen arkasından arpa bitti. Ondan sonra Peygamber Efendimiz hazretlerine gelip haber verdiğinde: — Eğer ölçmeseydin ondan yemeğe devam ederdiniz; sizinle kaim olurdu. Yâni siz yaşadıkça o da bitmezdi, diye buyurdu.” Yine Müslim’in naklinde Câbir (radıyallahü anh) rivâyet etmiştir ki: “Ümmü Mâlik (radıyallahü anh) bir yağ tulumu ile Resûlüllah Efendimize yağ hediye etmişti. Resûlüllah Efendimiz de yağını kabûl buyurduktan sonra tulumunu iade etmişti. Ümmü Mâlik evine geldiği zaman yağ tulumunu yine eskisi gibi dolu buldu. Nice zaman o yağdan yediler; hiç eksilmedi. Çocukları gelip katık istedikleri zaman ki başka bir şey evlerinde bulunınazdı hemen o tuluma doğru gider, orada buldukları yağdan yerlerdi. Daima hal böyle idi. Ta o zamana değin ki, Ümmü Mâlik bir gün tulumu sıktı ve yağ da bitti. Bunun üzerine Ümmü Mâlik, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine geldi. Fahr-i Âlem hazretleri: — Ya Ümmü Mâlik, tulumu sıktın mı? diye sordu. O da: — Evet, ya Resûlâllah, diye cevap verdi. Resûlüllah Efendimiz: — Eğer sıkmayıp hâli üzere bıraksaydm, daima öyle dursaydı, zâil olmazdı, diye buyurdu.” İmâm-ı Nevevî der ki: “O arpayı ölçmekle ve yağ tulumunu sıkmakla kesilip bitmenin hikmeti şudur: Öyle etmek Hak teâlâ hazretlerine teslim ve tevekkül etmeğe (güvenmeğe) aykırıdır. Tedbir ve tasarrufa girişip Hak teâlâ hazretlerinin hükmünün sırlarına bilgi sâhibi olma külfetine kalkışmaktır. Bunun için nimetin kesilmesiyle cezalandırıldılar.” Ayrıca bir kâseden Fahr-i Âlem hazretleri ile büyük ashâbdan nice kimselerin akşama değin onar onar gelip doyuncaya kadar yedikleri, hepsine yetip daha da bakiye kaldığı başka yönlerden de rivâyet edilmiştir. Hadîs İmâmlarından ibn-i Ebî Şeybe, Taberanî ve Ebû Nuaym (Allah onlara rahmet etsin) nakletmişlerdir ki, Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) bir gün şöyle dedi: “Resûlüllah Efendimiz bana Ehl-i Suffe’yi dâvet etmemi emretti. Ben de araştırdım, onları topladım. Ondan sonra önümüze bir çanak koydular. Dilediğimiz kadar yedik ve sofradan çekildik. Hâlâ çanak ortaya konduğu zaman nasılsa öyle duruyordu. Ancak şu kadar var ki, yemeğin üzerinde yiyenlerin parınaklarının izi görünüyordu.” Yâni el dokunduğu belli olmaktan başka evvelki hâlinden bir farkı yoktu. Yemek eskisi gibi yerinde duruyordu, demektir. Şi/â’da Ali bin Ebî Tâlib (Allah onun varlığını mükerrem kılsın ve ondan razı olsun) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Âlemlerin iftiharı Efendimiz hazretleri Abdülmuttalib oğullarını topladı. Kırk kişi idiler. Onlar öyle bir topluluktu ki, bir ciz’a yeyip bir ferak içmeleri mümkündü. Resûlüllah Efendimiz onlara bir müdd yemek yaptı. Yeyip doydular. Yemek yine eskisi gibiydi; hiç bir şey yenmemiş ve içilmemiş gibiydi.” diye buyurdu. En iyi Allah bilir. Ölüyü Diriltmesi ve KonuşturmasıResûlüllah Efendimizin mûcizeleri cümlesinden biri de Peygamber Efendimizin ölüyü diriltmesi, ölülerin onunla konuşması ve sıbyânın (küçük çocukların) konuşup peygamberliğine şehadet etmeleridir. İmâm-ı Beyhakî (Allah ona rahmet etsin) Delâil’de rivâyet etmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz Harzetleri bir kimseyi İslâm’a dâvet etti. O da: — Benim kızımı diriltmedikçe sana îman getirmem, dedi. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri: — Bana kızinin kabrini göster, dedi. O da gösterdi. Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz, o kızın adı her ne ise onu söyleyerek, “Ya Filâne!” diye nida etti. Hemen kız: — Buyur, emrine hazırım, ya Resûlâllah! diye karşılık verdi. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri: — Dünyaya gelmekten hoşlanır mısın? diye sordu. Kız dedi ki: —• Vallahi hoşlanınam, ya Resûlâllah! Gerçekten ben, Hazret-i Hakk’ı anamdan ve babamdan hayırlı buldum. Ahireti de benim için dünyadan daha hayırlı buldum.” İmâm-ı Taberanî’nin naklinde Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) buyurmuştur ki: “Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri bir kere üzüntülü ve hüzünlü olarak Hacun denilen yere vardı. Orada yakarışa durdu. Ondan sonra sevinçli ve neş’eli olarak gelip: — Rabbimden diledim, Anamı diriltti, bana îman getirdikten sonra yine aslına döndürdü, diye buyurdu.” Buna ilişkin söz, Birinci Bölüm’ün başlarında geçmiştir. Yine İbn-i Adiy, İbn-i Ebi’d-Dünyâ, Beyhakî ve Ebû Nuaym’ın (Allah onlara rahmet etsin) rivâyetlerinde Enes bin Mâlik’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: “Ensar topluluğundan bir genç vefat etti. İhtiyar, körce bir anası vardı. Ona başsağlığı diledik. Ölüyü bir şeyle örtüp bıraktık. Ondan sonra o hatun: — Benim oğlum öldü mü? dedi. — Evet, dedik. Bunun üzerine hatun, Cenâb-ı Hakk’a yüz tutup: — Ya Rab, eğer her şiddet ve belâda bana yardımcı olman umuduyla senin Hazretine ve Peygamberine muhaceret ettiğim sana malûm ise bu musibeti bana yükleme, dedi. Biz de oradan ayrılmadık. Hemen şunu gördük ki, o genç hayat bulup yüzünden örtüyü giderdi. Ondan sonra yemek isteyip yedi. Biz de yedik,” buyurdu. Nu’man bin Beşîr’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: “Zeyd bin Hârice (radıyallahü anh) ensar topluluğunun seçkinlerinden bir kişi idi. Bir gün Medine yollarından birinde giderken öğle ile ikindi arasında düştü, hemen ruhunu teslim etti. Ensar topluluğuna haber verdim. Geldiler, götürüp evine koydular. Üstüne bir seccade ve iki hırka örttüler. Ensar kadınlarından bâzı kadınlar geldi; ağlaştılar. Erkeklerden de bâzı kimseler hâzır bulunuyordu. O hal üzre akşam ile yatsı arası oluncaya kadar beklediler. O zaman olunca bir kimsenin: — Susun, dinleyin, dediğini işittiler. Baktılar ki, ses örtünün altından geliyor. Hemen yüzünü ve göğsünü açıp gördüler ki, bir söyleyici onun lisanı üzre konuşup: — “Muhammed Allah’ın Peygamberidir. Ümmî nebi, nebilerin hâtemidir. Ondan sonra nebi olmayacaktır. İlk Kitap’ta da böyledir,” diye söylüyor. Ondan sonra: — “Sadaka, sadaka — Doğru, doğru,” dedi. Daha sonra: — “Hâzâ resûlüllah. Esselâmü aleyke ya resûlâllah ve rahmetullahi ve berekâtühü — İşte bu Allah’ın Peygamberidir. Selâm senin üzerine, Allah’ın rahmet ve bereketleri sana olsun ey Allah’ın Peygamberi,” dedi.” Ebû Bekir bin Ebi’d-Dünyâ böyle nakletmiştir. Ama bu rivâyette sadece “Lisanından bu sözler işitildi,” diye zikrolunmuştur. Hayat alâmetlerinden diğer haller nakledilmiş değildir. Yine Ebû Bekir bin Dahhâk, Saîd bin Müseyyeb (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet eder ki: “Ensar kavminden bir kimse vefat etti. Kefenlenip halk kendisini götürmeğe geldikleri zaman “Muhammed resûlüllah,” diye konuştu. Oradaki müslümanlar hep işittiler.” Ebû Nuaym ihraç etmiştir ki: “Câbir (radıyallahü anh) bir koyun boğazladı ve pişirdi. Büyük bir çanak içine tirit döşeyip kotardı. Ondan sonra Resûlüllah Efendimize getirdi. Hazır olan topluluk yediler. Peygamber Efendimiz: — Yeyin, kemiğini kırmayın, diye buyurdu. Yemek yendikten sonra Fahr-i Kâinat Efendimiz kemikleri toplayıp mübarek elini üstüne koydu. Hemen koyun hayat bulup kulaklarını silkerek ayağa kalktı,” demiştir . Doğrusunu Allah bilir. Küçük Çocukların Konuşup Ona Şefaat EtmesiMuaykibü’l-Yemâmî’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, şöyle dedi: “Vedâ haccını ettikten sonra Mekke şehrinde bir eve girdim. Resûlüllah Efendimizi orada gördüm. Çok şaşılacak bir şeye tanık oldum. Yemâme halkından bir kişi, o gün doğmuş bir çocuk getirdi. Fahr-i Âlem Efendimiz, o yeni doğmuş çocuğa hitap ederek: — Ey çocuk! Ben kimim?” diye sordu. O da: — Sen Allah’ın Peygamberisin,” diye cevap verdi. Bunun üzerine Fahr-i Âlem hazretleri de: — “Sadakte bârekâllahü fîke — Gerçek söyledin. Allah sende iyilik ve güzellikleri bol etsin,” diye buyurdu. Ondan sonra oğlan, ta delikanlı oluncaya kadar konuşmadı. Ondan sonra biz o oğlana Mübareke’l-Yemâme diye ad koyduk.” Delikanlı oluncaya kadar konuşmamasının sebebi şu idi ki, küçük çocukken konuşmasının sırf Peygamber Efendimiz ‘in mûcizesi olduğu açıkça meydana çıksın. İmâm-ı Beyhakî’nin naklinde Fahd bin Atiyye’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: “Varlıkların iftiharı Efendimiz hazretlerine bir oğlan getirdiler. Delikanlılık derecesine varmış, fakat o güne kadar konuştuğu hiç olmamıştı. Resûlüllah Efendimiz ona hitaben: — Ben kimim? diye buyurduğu gibi oğlan: — Allah’ın resûlü, diye cevap verdi.” Eli, Tükrüğü ve Nefesiyle Şifa Vermesi Dârımi’nin naklinde İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Bir kadın, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine oğlunu getirdi de: — Ya Resûlâllah! Şu oğlancığımın cünunu (deliliği) vardır. Sabah ve akşam yemekleri zamanında cinnet nöbetleri tutuyor, dedi. Bunun üzerine Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri oğlanın göğsünü bir kere sığadı. Hemen oğlan kusup içinden siyah bir it eniği gibi bir şey çıktı, koşup gitti,” diye buyurmuştur. Yine rivâyet olunur ki: “Uhud gazâsında Ebû Katâde bin Nu’man’ın gözüne bir darbe erişti, gözü yerinden çıktı ve hatta yanağinin üstüne sarktı. Onu Resûlüllah Efendimiz hazretlerine getirdiler. Ebû Katâde: — Ya Resûlâllah! dedi. Benim bir karım var, onu çok severim. Korkarım ki, bu halde görüp benden iğrenir. Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz, mübarek eliyle gözünü yerine koyup: — Ya Rab, sen ona güzellik ver, diye dua etti. Ondan sonra o gözü, güzellikte ve keskin görüşte diğerinden daha baskın oldu. Öbürü ağrıdığı zaman bu ağrımazdı,” diye buyurdular. Sonradan Ebû Katâde’nin evlâdından biri, Halife Ömer bin Abdül-Aziz’in bir hizmetine geldi. Halife: — Sen kimsin? diye sordu. O da şu beyitlerle cevap verdi: “Bizim babamız o kimsedir ki, gözü yanağı üstüne düştü, Sonra Muhammed Mustafa’nın eliyle eski yerine kavuştu. Önceden nasılsa onun emriyle yine o hale döndürüldü, Gözü eski gözünden, yanağı eski yanağından güzel oldu.” Böylece Peygamber Efendimiz’in mübarek elinin dokunınası yönünden babasının gözünü ve yanağını överek bu hâdiseye karşı duyduğu hayret ve hayranlığı dile getirdi. Halife hazretleri de bu beyitleri işitince kendisine hediye ve ihsanlarda bulundu. Bâzı rivâyetlerde Ebû Katâde’nin iki gözü çıkıp yerlerine geri konduğu nakledilmiştir. Hayber gazâsında Hazret-i Ali (radıyallahü anh) Efendimizin gözleri ağrımışken Peygamber Efendimiz hazretlerinin kendisini çağırıp gözlerine tükürdüğü, dua edip Hak teâlâ hazretlerinin sıhhat verdiği, daha önceleri bir iki defa zikrolunmuştur. İmâm-ı Taberanî’nin naklinde Hazret-i Ali’den rivâyet edilmiştir ki: “Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri Hayber’de gözlerime tükürüp dua ederek elime sancak verdiğinden beri ne bir göz ağrısı gördüm, ne de bir baş ağrısı,” demiştir. İmâm-ı Müslim lyâs bin Seleme yolundan, o da babasından rivâyet etmiştir ki Seleme şöyle dedi: “Hayber gününde Fahr-i Âlem Efendimiz, Hazret-i Ali’yi (radıyallahü anh) getirmeğe beni göndermişti. Gittim, yede yede getirdim. Gözleri ağrıyordu. Resûlüllah gözlerine tükürdü. Hemen sıhhat buldu.” Gözlerine tükürmenin keyfiyetini Hâkim Hazret-i Ali (kerremallahü veche)den şöyle rivâyet etmiştir: “Peygamber Efendimiz başımı kendi üzerine koydu da mübarek elinin içine tükürdü. Ondan sonra gözlerimi mübarek eliyle ovdu,” diye buyurdu. İmâm-ı Buhârî’nin (Allah ona rahmet etsin) naklinde gelmiştir ki: “Hayber gazasında Seleme’yi inciğinden yaraladılar. Resûlüllah Efendimiz hazretleri üç kere nefes etti. Ondan sonra Seleme artık şikâyet etmedi,” diye buyurmuşlardır. Hadîs İmâmlarından İbn-i Ebî Şeybe, Beğavî, Beyhakî, Taberanî ve Ebû Nuaym (Allah onlara rahmet etsin) rivâyet etmişlerdir ki: “Füdeyk adında bir kimse vardı. Seksen yaşında bir ihtiyardı. Gözleri ağrımıştı. Hiç görmüyordu. Fahr-i Âlem Efendimiz, onun da gözlerine nefes etti. Öyle sıhhat buldu ki, iğneye iplik geçirir oldu,” dediler. |