Geri

   

 

 

İleri

 

4 -2   Kur’ân’ın Mûcize Olan Özellikleri

Malûm olsun ki, gerçekte Kur’ân-ı azîm’in i’câz (mûcize sayılacak derecede güzel ve düzgün söz söyleme) şekillerine sayı ve sınır yoktur.

Ama âlimler bu hususta altı şekil üzerinde ittifak etmişlerdir.

Birincisi şudur ki, herkesin benzerini meydana getirmekten âciz olduğu husus, Kur’ân’ın veciz ve beliğ ifadesidir, dediler. Meselâ: “Ve leküm fî’l-kısâsı hayâtün — Kısasda sizin için hayat vardır,” (Bakara sûresi: 2/179) şerefli sözü, birkaç harften ibarettir. Ama bunda pek çok sözlerin mânası toplanmıştır. Velhasıl Kur’anın, herkesi benzerini meydana getirmekten âciz kılan hususiyeti, az sözle çok mâna ifade etmesi ve sözünün ayıp ve noksandan temizlenmiş ve arınmış olması cihetlerindendir, dediler.

Ebû Ubeyd (Allah ona rahmet etsin) hikâye eder ki: “Fasda’ bimâ tü’meru —

O halde sen, sana emredileni açıkça söyle,” (Hicr sûresi: 15/94) diye birisi okurken bir Arabi onu işitti de hemen secdeye vardı:

— Şu sözün fesahatine secde ettim, dedi.

Mânası: “Sana emrolunanı âşikâr söyle” demektir. Yahut “onunla hak ve bâtılın arasını fark eyle,” demektir.

Kurrâ’dan (Kur’ân’ı yedi kırâet ve on rivâyet üzere okuyan üstad hâfızlardan) nakledilmiştir ki, mânası: “Dinini izhar eyle” demektir. Yahut “Cemaatlerini tevhid eyle, şakk eyle” yahut “Hak ve bâtıl arasını fark eyle” demektir.

Sözün kısası, bu şerefli kelâm birkaç harften ibaretken bu denli güzel mânalara tahammülü vardır. Bunların her biri doğrudur. Hangisine yorulsa caizdir. Belâğat ilminden hebardar olan kimse, bu sözün tabakasının ne olduğu bilir. Yâni onun belâğat, fesahat ve vecizlik derecesini takdir eder.

Ismaî (Allah ona rahmet etsin) hikâye eder ki: Bir zaman beş veya altı yaşında bir Arap kızı gördüm. “Estağfirullahu mine’zzünûbî — Günahlarımdan Allah’ın bağışlamasına sığınırım,” diyordu. Ben:

— Henüz senin üzerine kalem yürümedi, dedim.

Bunun üzerine kendi günahinin aslını ve istiğfarının sebebini beyan eden bir iki beyt okumaya başladı. Ben:

— Hey, ne şaşılacak bir fesahatin var, dedim.

Bunun üzerine:

— Böyle bir şey fesahatten sayılır mı? dedi. Hele Hak teâlâ hazretlerinin şu şerefli sözünden sonra ki, Kur’ân-ı azîm’inde: “Ve evhaynâ ümmi mûsâ en ardıhi feizâ hıfti aleyhi feelkîhi fil-yemmi ve lâ tehâfî ve lâ tahzenî innâ raddûhu ileyke ve câilûhu mine’lmürselîne — Mûsâ’nın annesine vahyettik ki: Onu emzir, başına bir şey gelmesinden korkuyorsan onu denize bırak. Korkma ve üzülme. Biz onu tekrar sana vereceğiz ve onu resullerden kılacağız,” (Kasas sûresi: 28/7) buyurmuştur. Bu belâğatle bir âyette iki emir, iki nehiy, iki haber ve iki beşaret bildirip bunları bir araya toplamıştır, dedi.

Kadî (Allah ona rahmet etsin): “Vahiy’den murad ilhamdır. Bu mânayı kalbine ilka etmektir. Yahut rü’yâ âleminde bildirmektir,” diye buyurmuştur. Zira melekle haber göndermek nebilere mahsustur.

Yine hikâye olunmuştur ki, bir gün Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), Mescid-i şerifte yatmış, uyuyordu. Başinin ucuna birisi geldi, şehadet kelimesini getirdi. O kişi, Rum tâifesinin patriklerindendi. Arap dilini ve başka dilleri çok güzel konuşurdu. Velhasıl bunları Hazret-i Ömer’e bildirdikten sonra:

— Bir gün Müslüman esirlerinden bir kişiyi dinledim. Sizin kitaplarınızdan bir âyet okudu. O âyeti iyice inceledim, üzerinde düşündüm. Gördüm ki, Hak teâlâ hazretleri, Meryem oğlu İsâ’ya indirdiği dünya ve âhiret hallerini o âyette toplamış, dedi.

Sözün kısası, o âyet-i kerîmenin Müslüman olmasına sebep olduğunu beyan etti. Sözü edilen âyet şudur:

“Ve men yutıillâhe ve resûlehu ve yahşallahe ve yettakhi fe-ülâike hümü’lfâizûne — Allah’a ve resûlüne itaat eden, Allah’dan korkan ve O’ndan sakınan kimseler, faizler (bolluk ve bereket bulucular), nimete nâil olanlardır.” (Nûr sûresi: 24/52)

Gerçekten bu âyet-i kerîmenin gereğiyle amel eden kimsenin iki cihan devletine zafer bulacağına, Hak teâlâ hazretlerinin fazlı yönünden muhakkak nazariyle bakılır. işte bu denli faydalan ve çok mânaları, bu kadar az kelime içinde bu türlü bir belâğatle toplayıp kapsamak beşer kudreti dahilinde değildir.

Rivâyet olunur ki, sonunda belâğatle vasıflanmış olan kâfir ve mülhidlerden bâzıları, cahilleri şüpheye düşürmek için Kur’an-ı azîme güya nazire olacak bâzı şeyleri düzmeye giriştiler. Gördüler ki, belâğatın yükseklik derecesinde makamı Süreyya yıldızından daha yüksektir, ellerinin yetişmesi ihtimali yoktur... Acizliklerini görüp uzun sûrelere nazire meydana getirmekten ümidlerini kestiler. Kabahatleri çok görünmesin diye kısa sûrelere meyledip az olunca avâm fark edemez diyerek bâzı hezeyanlar ortaya koydular. Sonunda rüsvaylıktan başka bir nesne hâsıl edemediler.

Bu cümleden biri Arap tâifesinden Müseylemetü’l-Kezzâb’dır ki, peygamberlik iddiasında bulunup hâşâ Hak kelâmıdır diye bâzı gıdıklayıcı sözler söylerdi. Bunlardan birisi şudur:

Bâtıl mânası şudur:

“Ey kurbağa, nice bir ötersin? Yukarın suda ve aşağın balçık içindedir. Ne suyu bulandırabilirsin, ne de içen kimseyi men edebilirsin!”

Yine böyle Karia sûresine nazire getirmek maksadiyle demiştir ki:

Bu bâtıl sözün de mânası şudur:

“Fil nedir? Fil ne bildirirdi sana ki, fil nedir? Onun hurma lifinden ipe benzer bir kuyruğu vardır ve uzun bir hortumu vardır. Gerçekten bu, bizim Rabbimizin yaratıklarından az bulunur bir nesnedir.”

Kendi bozuk itikadmca böyle hezeyanlar söyledi ve güya Kur’an sûrelerine nazireler ortaya koydu! Bu suretle habis, kendi peygamberliğini bildirmek isterdi!.. Nihayet Yemâme çenginde mel’unu hınzır gibi tepelemişlerdir. Kıyâmet gününe kadar Allah’ın lâneti üzerine olsun.

İkincisi: Kur’ân-ı azîm’in i’câzı o vasıftır ki, onun sebebiyle Kur’ân’ın sözü Arap sözü cinsinden hariç olmuştur, dediler. Yâni kelimeleri ve harfleri bakımından onların sözleri kısmından iken bunda öyle bir hâlet var ki, asla bunların ne şiirlerine ve ne de hutbelerine benzer. Velhâsıl nazım ve nesir kısımlarından sözlerinin hiçbirine uymaz. Her sözlerinin Kur’ân-ı azîm’e nisbeti cam parçasının elmasa nisbeti gibidir. Bu sözün hakikati belâğat ehline gün gibi açıktır. Asla tereddüt mahalli değildir. Onun için hayret ve hayranlık içinde kalıp cevabına yol bulamamışlardır. Onun benzerini meydana getirmeye kalkanların başlarına elbette belâ gelip kimse kurtulamamıştır. Nice kimselerden nakledilmiştir ki: “Biz böyle bir işe kalkıştık da yüreğimize bir korku ve ürküntü, acayip bir hâlet ve heybet düştü ki, zarurî olarak bizi ondan men etti,” demişlerdir. Tecrübe için bu işe girişenler, aczlerini görüp kendi elleriyle hepsini yakmışlardır. Nitekim Ibnü’l-Mukanna’, fesahatta kendi zamane halkinin önde gelenlerinden idi. Bir gün bu havaya düşüp fasıllar hâlinde bâzı sözler düzdü ve bunların her birini sûre diye isimlendirdi. Ondan sonra bir kere yolda giderken işitti' ki, bir mektepteki çocuklardan biri Hazret-i Nûh aleyhisselâm kıssasında geçen şu âyet-i kerimeyi okuyor:

“Ve kıyle yâ arzu’blaî mâeki ve yâ semâü akliî — Ve denildi ki: Ey arz, suyunu yut ve ey gök, tut!” (Hûd sûresi: 11/44)

Bu âyet-i kerîmenin belâğati hususunda âlimler (Allah onlara rahmet etsin) nice risaleler yazmışlardır. Bunların hepsinin anlatılması pek çok tafsilâta muhtaçtır. Netice olarak İbnü’l-Mukanna’ hemen yolundan döndü, evine geldi. O saat dediklerinin hepsini parçalayıp yok etti:

— Ben şehâdet ederim ki, bu kelâma karşı çıkılmaz ve bu, insan sözü değildir, dedi.

Üçüncüsü: Kur’ânın i’câzı, onu okuyup dinleyenin usanınamasmdadır, dediler. Bir kişi ne kadar çok okusa ve dinlese, şevk ve muhabbeti o kadar ziyade olup safalar tahsil eder. Başka sözler ne denli fasih ve beliğ de olsa bir iki kere okunduktan sonra insanın bir daha eline alacağı gelmez. Hâtıra gelmesin ki:

— Bâzen insan, Kur’ân okumaktan da usanır. O halde bu sözün mânası nedir? denilirse buna cevap olarak denilir ki:

— Aslında o, Kur’an’dan usanınak değildir. Belki okumağa tâkat kalmayıp biraz istirahata meyletmektir. Usanınak odur ki, mecal varken okuyup dinlemeden haz duyulmaz.

Bir insan Fâtiha sûresini günde nice kere okusa veya dinlese asla incinmez, haz duyar. Ama bir iki defa okuyup dinlediği en iyi şiiri veya güzel bir nesir parçasını bir kere daha eline sunsalar yere çalacağı gelir. Kur’ân-ı azîm’den bir âyet-i kerîme bin kere okunsa tekrar okunduğunda yine safâ ile kırâet ve tilâvet olunur. Onun için

Fahr-i Âlem Efendimiz, Kur’ân-ı azîm’in vasfında döne döne “Eskimez”, yâni “Tekrar okunınakla usanılmaz, ibretleri nihayete erip acayibi fena bulmaz. Âlimler ondan doymazlar,” diye buyurmuştur. Nitekim Kâdî Iyâd işaret etmiştir.

Dördüncüsü: Kur’ânın i’câzı, onda olan haberlerdir ki, eski zamanlarda geçen nesnelerden haber vermiştir. Bunların bir kısmını halk bilir, bir kısmını bilmezlerdi. Bilmediklerinden olanları soruşturup araştırınca gerçekten olmuş bulurlardı. Nitekim Ashâb-ı Kehf kıssasını, Hazret-i Mûsâ ve Hızır’ın kıssalarını, Zülkarneyn’in hikâyesini ve diğer peygamberlerle ümmetleri arasında geçen hâdiseleri hep haber vermiştir.

Beşincisi: Kur’an’daki i’câz, onda olan gayba ait bilgilerdir ki, olacak nesnelerden haber verip doğru ve tam olarak gerçekleşmiştir. Nitekim Yahudiler hakkında:

“Fe-temennevü’l-mevte in küntüm sâdikine. Ve lâ yetemennevhü ebeden bimâ kaddemet eydîhim — Eğer sözünüzde sâdıksanız ölümü temenni edin. Fakat onlar, işledikleri kötülükler sebebiyle ölümü aslâ temenni etmezler,” (Cum’a sûresi: 62/6-7) buyrulup nasıl buyrulduysa öyle zuhur etmiştir.

Bunun aslı şudur ki, Yahudi tâifesi: “Yahudilerden başkası asla cennete giremez,” diye iddia ederlerdi. Hak teâlâ hazretleri âyet-i kerîme indirip Resûlüllah Efendimiz hazretlerine emretti ki, onlara: “Eğer siz dâvanızda sâdıksanız ölümü temenni edin. Yâni ölümünüzü arzu ve taleb edin,” desin. Ondan sonra yine kesin olarak haber verip: “Elbette onlar, ettikleri işler sebebiyle ölümü asla temenni etmezler,” diye buyurdu. Yâni: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerini ve Kur’ân-ı azîm’i inkâr edici olup Tevrat’ı tağyir ve tahrif ettikleri için cehenneme girmeleri vacip olduğundan ölümden kaçarlar, ölümü asla temenni etmezler,” diye buyruldu.

Gerçekten de Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Hak teâlâ hazretlerinin emri gereğince onlara böyle deyince onlardan asla ölümü temenni vâki olmadı. Nitekim tafsilâtı tefsir kitaplarında yazılıdır.

Yine bunun gibi Kur’ân-ı azîm’de bir sûrenin benzerini meydana getirmek hususunda Kureyş kavmine buyurulduğu veçhile: “Fein lem tef’alû ve len tef’alû — Yok, eğer yapamadmızsa, hiç bir zaman yapamayacaksınız,” (Bakara sûresi: 2/24) buyurulup meydana getiremeyeceklerine kesinlikle hükmolundu. Gerçekten de buyurulduğu üzere meydana getiremediler, böyle bir şey onlara müyesser olmadı. Böylece Kur’ânın i’câzı, onda vâki olan gayb bilgisi cihetindendir, dediler.

Bazıları bu görüşe itiraz edip:

— Kur’ân’ın kapsadığı gaybların bâzısı Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin kendi zamanında vâki oldu. Nitekim: “İnnâ fetahnâ leke fethan mübînen — Biz sana apaçık bir fetih verdik,” (Fetih sûresi: 48/1) buyurulup Mekke-i mükerreme’nin fethedileceği vaad edildi. Gerçekten de Resûlüllah Efendimizin şerefli zamanında vaad edilen fetih vuku buldu. Bâzısı kendilerinden sonra zuhura geldi. Nitekim: “Elif lâm mim. Gulibeti’r-rûmü. Fî edna’l-ardı ve hüm min ba’di ğalebihim seyağlibûne — Elif lâm mim. Rumlar size yakın olan yerde mağlûp oldular. Onlar bu mağlûbiyetten sonra galip geleceklerdir.” (Rûm sûresi: 30/1-3) buyurulup haberin doğruluğu sonradan ortaya çıktı. Eğer Kur’anın i’câzı bu bakımdan olsaydı dediğinin vâki olacağı ne malûm diye sonradan olanlar hususunda niza ederlerdi, dediler.

Ayrıca bir itirazda daha bulunarak:

— Gayba ait haberler bâzı sûrelerde vâki olmuştur. Her sûrede yoktur. Halbuki Resûlüllah Efendimiz, çekişmelerine karşı herhangi bir süre ile yetindi. Eğer Kur’an’ın i’câzı bu dedikleri mânada olsaydı gayb haberini kapsamayan en kısa sûre miktariyle çekişmeye girişirlerdi, dediler.

Altıncısı: Kur’ânın i’câzı, şu türlü pek çok ilimleri kendinde toplayıcı olmasıdır ki, onları ne Arap taifesi kullanmıştır, ne ümmetlerin âlimlerinden bir kimse ihata etmiştir, ne de herhangi bir kitap onu kapsamış ve kaplamıştır. Hak teâlâ hazretleri kerîm Kitab’mda öncekilerin ve sonrakilerin ilimlerini toplamış, ihtilâf ehlinin hükümlerini, itâat ehlinin sevâbını, âsilerin âkıbetlerini beyan buyurmuştur, dediler.

İşte bu zikrolunan altı şeklin her birinin i’câz olması sahihtir. Kur’ân-ı azîm bütün bunları kendinde toplayıcı olunca mu’cize olmağa tahsis edilmekte bâzısı bâzısından evlâ değildir. O halde i’câz, bu zikrolunanların toplamı ile hâsıl olur.

Hak teâlâ hazretleri:

“Kul leini-ctemaati’l-insü ve’l-cinnü alâ en ye’tû bi-misli hâzâ’l-kur’âni lâ ye’tûne bi-mislihi — De ki: Andolsun, eğer insanlar ve cinler şu Kur’ânın bir benzerini getirmek için bir araya gelseler, yine onun benzerini getiremezler,” (İsrâ sûresi: 17/88) buyurmuştur.

Gerçekten de ne Resûlüllah Efendimiz zamanında, ne de sonradan hiç kimse, şânı yüce Kur’anın bir benzerini meydana getirmeğe kadir olamadı. Bütün Arap belâğatçıları âciz kaldılar. Üstelik müşrikler çok iyi biliyorlardı ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri, kendisine risalet gelmeden önce ömür sürdüğü kırk yıl boyunca asla okumak ve yazmakla bağlanmış değildi. Sihir öğrenmez, şiir okumazdı. Tâ âsumanî vahiy ve Rabbânî kitap kendisine ikram olununcaya kadar böyle devam etti. Ondan sonra kavmini hak dine dâvet edip münakaşaya ve deliller göstermeye başladı. Yâni din hususunda onlarla bahse girişip hüccet ve bürhanlar ikame edişir oldular.

Hâsılı din hususunda giriştiği her nesne kendi re’yi ve düşüncesiyle değildi. Hak teâlâ hazretleri tarafından kendisine emredilirdi.

Nitekim müşrikler:

— Bize bundan başka bir kitap getir, onu okuyalım. Öyle bir kitap ki, onda, bizim ihtimal vermeyeceğimiz şeyler bulunınasın. Yâni ölümden sonra tekrar dirilip mükâfat ve ceza görme halleri zikrolunınasm. Yahut ilâhlarımızın kusurlarına dil uzatdmasın, dediler.

Hâsılı bunlardan hâli bir kitap istediler yahut “Bunları kapsayan âyetleri değiştirip yerine başkalarını getir,” dediler.

İşte o zaman Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Allahü teâlâ hazretlerinin emriyle cevap verip:

— Benim bu işi kendi kendimden etmem doğru değildir. Ben ancak bana ne vahy olunursa ona tâbi olurum. Çünkü değiştirerek isyan edersem kıyamet gününde bana azâb etmesinden korkarım, diye buyurmuştu.

Yine âyet-i kerîme nâzil olup:

“Kul lev şâellahü mâ televtühu aleyküm ve lâ edrâküm bihi fekad lebistü fîküm umuren min kablihi efelâ ta’kılûne — De ki: Eğer Allah dileseydi onu size okumazdım ve onu size hiç bildirmezdi. Ben ondan önce aranızda bir ömür boyu kalmıştım. Hiç düşünmez misiniz?” (Yûnus sûresi: 10/16) buyuruldu.

Yâni: “Ya Muhammed! Sen de ki: Eğer Hak teâlâ hazretleri, bu azîm Kur’an’dan başka bir şeyi dileseydi ben bunu size okumazdım. Hak teâlâ hazretleri de benim lisanım üzre bunu size bildirmezdi. Velhasıl bu husus, Hak teâlâ Hazretlerinin dilemesiyledir, benim dilememle değildir. O halde mümkün müdür ki, sizin istediğiniz üslûb üzere hareket edeyim? Ben ise Kur’an’dan evvel sizin aranızda gerçekt’en bir ömür miktarı olan kırk yıl eğlendim. Bu müddet içinde onu okumazdım ve bilmezdim. Siz akıllarınızı, önünü sonunu düşünerek kullanınaz mısınız ki, bilesiniz: O Kur’ân, Allahü teâlâ hazretlerinden başkasından değildir, O’ndandır,” demek olur.

Âyet-i kerîmede Kur’ânın mu’cize ve hârikulâde olduğuna dair işaret vardır. Zira bir kimse ki, bir tâifenin arasında kırk yıl dursun, hiç bir ilimle uğraşmasın, herhangi bir âlimi görmesin, şiir ve hutbe okumasın, ondan sonra kendilerine fasih bir kitap getirip okusun ki, bütün manzum ve mensur sözlere fesahati galip olsun, usûl ve füru’ (kökler ve dallar) kaidelerini kendinde toplayıcı bulunsun, öncekilerin ve sonrakilerin kıssalarını ve haberlerini vâki olduğu üzre beyan etsin, bundan, o kitabın Allah tarafından olduğu açıkça anlaşılır.

Bu işaretten sonra yine kadîm kelâmında başka bir yerde buyurmuştur ki:

“Ve mâ künte tetlû min kablihi min kitabin ve lâ tehuttuhu biyemînike izen lârtâbe’l-mübtılûne — Sana Kur’an inmeden önce bir kitap okumuş ve sağ elinle de yazı yazmış değildin. Eğer okumuş ve yazmış olsaydın, bâtıl taraftarları senin risâletinden şüphe edebilirlerdi.” (Ankebût sûresi: 29/48)

Netice olarak Kur’ân-ı azîm’in Allah tarafından geldiğinden akıl sahibi olan kimselerin şek ve şüphe etmesi mümkün değildir. Böyle bir şey düşünülemez bile... Nasıl düşünülebilsin ki, ne bir kimse onun bir benzerini meydana getirmeğe kadir oldu, ne de okumağa ve yazmağa alışkın olan bir kimse elinden zuhura geldi!.. Kesinlikle şüpheye sebep olacak bir nesne mevcut değildir. Kimsenin bunda en küçük bir şüphesi de yoktur. İnkâr edenlerin mücerret küfür ve dalâletleridir ki, ikrar ve itiraf etmezler.

Bu hususta daha önce işaret olunan sözden daha güzel bir söz olmaz ki: “Eğer bu Kur’ân, bir mushafa yazılıp çöllerden bir yerde bulunsa ve onu kimin okuduğu bilinmese, selim akıl ve müstakim tabiat sahibi olan, ‘Bu kelâm Hak kelâmıdır. Buna beşer kadir değildir,’ diye hükmederdi,” demişlerdir.

Peygamber Efendimizin Kur’an’dan başka mûcizelerinin bir kısmında tahaddi (meydan okuma) vâki oldu. Bazısı da doğruluğuna delâlet etti, ama tahaddi geçmedi. Hepsi kesin olarak ifade eder ki, Resûl-i Kibriya Efendimiz hazretlerinin elinde harikulâdeden bâzı nesneler zuhur etmiştir. Nitekim Hâtem-i Tâî’nin cömertliğine ve Hazret-i Ali’nin yiğitliğine dair kesinlik hâsıl olmuştur. Her ne kadar tek olarak söylenmesi zannî olup gelen şeyler tek kişilerin sözlerine dayanıyorsa da, demişlerdir. Bununla beraber Peygamber Efendimizin mucizelerinin çoğu şöhret bulmuştur. Ululardan pek çok topluluklar nakletmişlerdir. Hadîs ve âsâr ilminin âlimleri olanlardan çoğu kesin olarak ifade etmiştir. Yâni yakînen malûm olup şüphe kalmamıştır. Her ne kadar başkaları, himmet etmedikleri için, hadîs ve tarih âlimleri derecesinde bilgi sâhibi olmadılarsa da...

Âlimler buyurmuşlardır ki: “Eğer bir kimse:

— Bu vak’aların çoğu, üzerinde durulmayı gerektirmeyecek şeyleri ifade eder! diye iddia etse bunları olmayacak şeyler gibi görmek gerekmez.

Bunun beyanı şudur:

— Her tabakadan haber rivâyet edenler, bu haberleri söylediler. Ashâbdan, rivâyetlerine aykırı bir nesne sâdır olduğu ve ettikleri nakillere inkâr vâki olduğu görülmüş ve kaydedilmiş değildir. Bu takdirde sükût edenler de rivâyet edenler gibi olmuşlardır. Zira onların bir bâtıla ruhsat vermeleri ihtimali yoktur. Yâni vâki olmayan bir nesnenin rivâyet olunduğunu işitsinler de tmmasmlar; bu mümkün değil!.. Seçkin sahabe (Allah onların hepsinden razı olsun) hakkında bu ihtimal yoktur. Böyle olunca bu, hepsinin rivâyet etmesi hükmünde olur. Eğer bâzıları tarafından, rivâyetçilerin bazılarına karşı inkâr, tenkit ve sataşma gibi şeyler vâki olduysa bu, rivâyet edenin doğruluğunda yahut yalanla ithamında tevakkuf cihetinden yahut zabtında veya hâtırda iyi tutulmamaya nisbetinde yahut da yanılma ihtimalinde duraklama bakımından vâki olmuştur. Yoksa rivâyet edilen kişinin kendine dil uzatan hiç bir kimse bulunınamıştır. Ama diğer fenlerde rivâyet edilen kişinin kendine dil uzatanlar bulunmuştur. Nitekim ahkâmda, harflerde, Kur’anda ve diğerlerinde vâki olmuştur.”

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin açık mûcizeleri iyi düşünülürse hepsi, kevnde bulunanlara şâmil, tamamen ulvî ve süfliye dönüşebilir bulunur. Meselâ kayan yıldızlar atılıp şeytanların söz çalmaktan men olunınası; taş ve ağaçların selâm verip karşısında risaletine şehadet etmesi; Mescid-i Şerifinde hurma kütüğünün inleyip sızlaması; mübarek elinden su akması; ayın yarılması; yerinden çıkan gözü tekrar yerine koyması; hayvanların nutka gelmeleri; Hazret-i Âdem aleyhisselâm’dan beri babadan dededen kendine intikal eden nur gibi... Bunlardan başka mûcizelerinden daha rivâyet edilmiş ne varsa, eğer bunların tafsilâtına girişilirse, ömürler biter, onların nihayetine ulaşmak müyesser olmaz.

Nitekim bu mânada şu beyti buyurmuşlardır:

“Güzelliğiyle onu vasfedicilerin türlü tavsifleri üzre zaman biter,

Yine onun hakkında vasfedilmedik nice şeyler geride artar.”

Hâsılı, zaman sona erinceye kadar tavsifçiler onu tavsif etmeye devam etseler, henüz tavsifleri tamam olmadan zaman sona erer, demektir.

Bâzıları da şu beyti buyurmuşlardır:

“Onun vasfında her ne dilersen söyle, seni kimse tekzib etmez. Sen tasdik olunmuş olursun.

Âşıkın muhabbeti senin hakkında hüküm verir, ve onun güzellikleri sana tanıklık eder.”

Hâsılı, “Onun güzelliği hakkında ne dâva (iddia) edersen, isabet ve isbat edersin. Çünkü onun güzelliği şahittir, âşıkın muhabbeti hâkimdir,” demek olur.

İmâm Şerefüddin El-Busayrî de (Allah ona rahmet etsin) şu beyti buyurmuştur:

“Hıristiyanların Hazret-i İsâ hakkında iddia ettiklerini terk eyle.

(Yâni: Hak’dır, onun ortağıdır veya oğludur deme. Onların İsâ aleyhisselâm için ettikleri dâvalardan hiç birisini eyleme.)

Ondan sonra O’nun medhinde ne dilersen öyle hükmeyle ve hikmetle söyle.”

Eğer sual olunup:

— Hıristiyanların peygamberleri hakkında ettikleri gibi Resûlüllah Efendimiz hazretleri hakkında hiç kimseden bir şey sâdır oldu mu? denilirse malûm olsun ki:

Resûlüllah Efendimiz hazretlerine de secde etmek istenip:

— “Elâ nescüdü leke? Sana secde edelim mi?” diye danıştdar.

“Eğer ben Âdemoğullarından birine secde edilmesini emredecek olsaydım kadınların kocalarına secde etmesini emrederdim,”  diye buyurdu.

Böylece onları, ibadete yakın olan böyle bir şeyden nehyetti. Hadîs-i şerifte kadınların kocalarına en mükemmel derecede itâat ve inkıyâd üzere olup onların hak ve menfaatlerini himaye, hatırlarına riayet etmenin vacip olduğu beyan olunmuştur. Hattâ riayet o kadar gerektir ki, sadece secde etmekten beri ne kadar izzet ve hürmet edebilirse etmelidir.

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, kendini övmekte aşırı gidilmesinden hoşlanınazdı. Nitekim İbn-i Ebî Hâle’nin hadîsinde:

“Medih ve senayı kabûl etmezdi, ancak mükâfi olandan (yâni, ifrat etmeyenden) kabûl ederdi,” diye vârid olmuştur.

İbn-i Kuteybe demiştir ki: “Bu hadîsin mânası, Ancak üzerinde kendisinin in’âmı olan ve medhi bu in’am karşılığında etmiş olan kimseden kabûl ederdi,’ demektir.”

İbn-i Enbarî dedi ki: “Hiç bir kimse yoktur ki, onun üzerinde Resûlüllah Efendimiz’in in’amı olmasın. Zira Hak teâlâ hazretleri onu âlemlere rahmet olarak göndermiştir. Onu sevmek ve övmek, her kişinin üstüne farzdır. Ancak onun sevilmesi ve övülmesiyle o kişinin müslümanlığı tamam olur. O halde mânası: Müslümanlığinin hakikatini bilen kişiden başka, hiç kimsenin övmesini kabul etmezdi, demek olur.”