Geri

   

 

 

İleri

 

4 - 1   Resûlüllah Efendimizin Gerçek Peygamber Olduğunu Gösteren Mûcizeler, İşaret ve Kerametler

Malûm olsun ki, mûcize diye peygamberlerin gerçekliğine delâlet eden harikulade işlere derler ki, tahaddiye (meydan okumaya) ilişkin olur. Yâni öyle bir iştir ki, âdete muhalif olur ve sâdır olduğu zamanda bulunan halktan muaraza (çekişme) taleb edilir:

— Ben şöyle bir iş eyledim. Eğer kudretiniz varsa siz de onun benzerini edin, denir.

Tahaddi (meydan okuma), Arap lisanında muaraza edip kişinin hasmmdan kendi fiilinin benzerini taleb ederek galebe etmek için onlarla çekişmesine denir. Cevheri ve Kamus sahibi, böyle demişlerdir.

Allâme Zemahşerî, Esas’da der ki: “Her ne zaman bir kimse devenin yanında yürüyerek şarkı söylese, böylece deveyi sürse, Araplar buna “Haddü’l-ibil — Deveyi haydilemek,” derler. “Ihteddâ bihâ — Onu haydileyerek sürme” dahi derler. O yallah, haydi diyen kişiye de hâdi derler. Mecaz kısmmdandır ki, bir kimse akranından muâraza taleb edip “Hünerin varsa benim ettiğim işi sen de et” diye galebe için onunla çekişmeye girişse o kimse için akranına tahaddi etti derler. Tahaddi’nin aslı haddâ (deve çobanı) dır. İki çobanın birbiriyle çekişip sürücülük taleb etmesi mânasınadır. Tefe’ül (işleme) sigası istif’âl (işlenmesini isteme) mânasına gelir. Nitekim istevfâhu (hakkını ödemek istedi) mânasına teveffâhu (hakkını ödedi) denilir.”

Keşşafın bâzı hâşiyelerinde zikredilmiştir ki: “Araplar deveyi sürdükleri zaman katarın bir yanına bir hâdi (şarkı söyleyerek deveyi süren çoban) geçer, öbür yanına da bir hâdi geçer. Ondan sonra bunlar birbirinden haddâ (develeri coşturacak şarkı) taleb ederler. Asıl tahaddi, onların bu şekilde birbiriyle çekişmelerine derlerdi. Sonradan genişletilmek suretiyle her çekişmeye ve meydan okumaya tahaddi denilir oldu.”

Mûcizenin Şartları

Muhakkikler, tahaddi diye, risalet dâvasına derler. Mûcizenin bir şartı da şudur ki, tahaddi eden kişinin ettiği işin benzerini başka bir kimsenin etmeğe muktedir olmaması gerekir. Meselâ Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden sâdır olan ayın ikiye ayrılması vesair mûcizeleri, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm’dan vâki olan asâyı ejderha yapmak gibi... Daha bunlara benzer ne varsa hepsi, tahaddi olması şartiyle, mûcizedir.

Evliyanın kerametleri ki tahaddisiz olurmûcizenin dışında kalır. Tahaddiye ilişkin olmak şartiyle önceleri vâki olan nesneler Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin üzerine bulutun gölge salması, mübarek göğsünün yarılması, Hazret-i İsâ’nın beşikteyken konuşması gibi ve bunların benzeri her ne varsa hepsi de mucizenin dışında kalır. Bunlara mûcize denmez, irhâs denir. Mânası peygamberliğe esas ve temel salmaktır.

Geleneğe uygunluğun dışında kalacak derecede gecikmeyle sonradan vâki olan nesneler de mûcizenin dışında kalırlar. Benzerini işlemeğe kimsenin kadir olmaması şartiyle tahaddiye ilişkin olan sihirler de mûcize dışında kalır. Zira peygamberler onun benzerini işlemeğe kadir olurlar. Fir’avnın sihirbazlarının Hazret-i Mûsâ’yı âciz bırakmak için işlediklerini Hazret-i Mûsâ da işledi ve onlara galebe etti.

Sihir dedikleri eşyanın başka hâle dönmesi ve tabiatlarının değişmesi midir yoksa değil midir? diye âlimler ihtilâf etmişlerdir. Yâni sihir yapan kimse, sihirle, bir nesneyi gerçekten kendi tabiatından çıkarıp başka bir tabiata döndürmeğe muktedir olur mu, yoksa gösterdiği sadece hayallerden mi ibarettir? dediler.

Bâzıları dediler ki, gerçekten tabiatı başka hâle döndürür. Hattâ insanı eşek edebilir. Bâzıları buna kail olmayıp “Buna Hak teâlâ hazretlerinden başka kimse kadir olamaz. Peygamberler elinden zuhur eden de Hak teâlâ hazretlerinin yaratmasiyledir. Peygamberlerine mûcize olması için yaratır. Yoksa buna ne sihirbaz ne de sâlih kişi kadir olur. Eğer peygamberlere caiz olan onlara da olsaydı peygamberlerden farkları ne olurdu?” dediler.

Eğer Kadı Ebû Bekr Bakılânî’nin zikrettiği gibi “Farkı, tahaddi ile olur” denilirse bu cevap birkaç yönden bâtıldır.

Biri şudur: Mûcize için tahaddinin şart olması öyle bir kavildir ki, buna dair ne kitapta, ne sünnette, ne icma’da ve ne de re’y sahiplerinin kavlinde bir delil vardır. Delilden âri olan bir nesne de bâtıldır.

İkincisi: Peygamber Efendimiz hazretlerinin mûcizelerinin çoğu, tahaddisiz vâki olmuştur. Meselâ çakıl taşlarının ve hurma kütüğünün konuşması, mübarek parınaklarından su akıtınası, yüzlerce kişiye bir ölçek tahıldan pişmiş yemek yedirmesi, Hazret-i Ali’nin (radıyallahü anh) gözüne tükürüp sıhhat bulması ve bunlar gibi ne varsa hepsi tahaddi etmeden sâdır olmuşlardır. Belki Kur’an’da ve ölümü temenniden başkalarında tahaddi etmemiştir. Eğer bu ikisinden başkasına mûcize değildir denilirse bu söz bid’attır, küfre yakındır.

Mûcizelerinden biri zuhura geldiği zaman güzel âdetleri şu idi ki, “Eşhedü innî resûlüllah — Şahitlik ederim ki, gerçekten ben Allah’ın Peygamberiyim,” diye buyururdu.

Nitekim o, bir kişiyi gösterip:

— Şu kimse cehennem ehlidir, demişti.

Sonradan o kişi, bir gazâda müşriklerden nice kimseleri öldürdü, kendi de yaralandı. Ondan sonra kendi kendini öldürdüğü zaman Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin buyurduğu zâhir oldu. O zaman, “Eşhedü innî resûlüllah — Şahitlik ederim ki, ben gerçekten Allah’ın Peygamberiyim,” diye buyurdu.

Uçüncüsü: Hak teâlâ hazretleri, kadîm kelâmında Peygamber Efendimizin mûcizelerini “âyet” kelimesiyle ifade edip: “Kul innemâ’l-âyâtü indallahi — De ki: Ayetler (mûcizeler) Allah’ın katindadır,” (Ankebût sûresi: 29/50) buyurduğu yerde, ayrıca “Ve mâ meneanâ en nürsile bil-âyâti — Bizi âyetler (mûcizeler) göndermekten alıkoyan şey...” (Isrâ sûresi: 17/59) buyurduğu makamda asla tahaddiyi şart eylemedi. Böylece tahaddiyi şart kılmanın bâtıl olduğu gerçekleşti, dediler.

Bu sözler Ebû Umâme bin Nakkaş’m tefsirindendir ki, kısaltılarak nakledildi.

Ama bu sözlere cevap verilip:

— Murad, bir eşini meydana getirmeyi taleb etmek mânasına tahaddinin aslî mânası değildir ki, her mûcize sâdır oldukça öyle etmek lâzım olsun. Belki murad, sadece peygamberlik dâvasına yeterli olmasıdır, dediler.

Sihrin hayaller göstermek kısmından olduğuna Firavun’un sihirbazları hakkında: “Yühayyilü ileyhi min sihrinim — Sihirlerinden dolayı ona doğru yürüyor gibi gölündüler,” (Tâhâ sûresi: 20/66) buyrulması yeter. Başka sözlere ihtiyaç yoktur. En iyisini Allah bilir.

Mûcizenin dördüncü şartı: Tahaddi eden kimsenin iddiasına uygun olması gerektir. Meselâ bir kimse peygamberlik iddiasında bulunup mûcize göstermek hususunda:

— Ben şu hayvanı konuştururum, dese ve gerçekten o hayvanla konuşsa, fakat yalanına şahitlik edip:

— Bu kişi dâvasında yalancıdır! dese bu, yine mûcize olmaz.

Zira o yerde Hak teâlâ hazretlerinin yarattığı hârikulâde işin, peygamber olanın doğruculuğuna delil olması gerektir. O yerde ki, Hak teâlâ hazretleri onun yalancılığına delil olanı yaratır, elbette o mûcize olmaz. Böylece onun dâvasında yalancı olduğu sâbit olur.

Nitekim Allah’ın lâneti üzerine olası Müseylemetü’l-Kezzâb, peygamberlik dâvası edip bir kuyunun suyunun çoğalması için içine tükürdü. Kuyunun suyu kurudu. Bir herifin gözüne tükürdü, gözleri kör oldu. Mel’unun muradı şu idi ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine vâki olan gibi bir şey kendisine de tesadüfen uygun düşsün, böylece peygamberliğini isbat etmiş olsun!.. Ama Hak teâlâ hazretlerinin kudretiyle muradinin aksi meydana gelip yüzü kara oldu.

Eğer sual olunup:

— Zikrolunan dört şart üzere hârikulâde iş mademki sâdıklardan başka kimselerin elinde zuhur etmez, ya niçin Deccâl mel’ununun iddiasına uygun nice büyük işler zuhur edecektir? Nitekim böyle olacağı hadîs-i şeriflerde beyan buyrulmuştur, denilirse bunun cevabı şudur:

— Hak teâlâ hazretlerinin, yalan yere peygamberlik dâvası güdenin elinde dâvasına uygun hârikulâdelikler yaratması ne vâki olmuştur, ne de olacaktır. Mel’un Deccâl, peygamberlik dâvası etmez, Rububiyet dâvası eder. Gerçi Hak teâlâ hazretlerinin emriyle hikmetine uygun olarak onun elinde bâzı nesne zuhur eder, ama yine de bunlar, onun doğruluğuna delâlet etmez. Çünkü Rububiyet şânına lâyık olmayan haller ve vasıflarla muttasıftır. Bir halden bir hâle değişme, diğer insanların muhtaç olduğu hallere ihtiyacı olma gibi... Bütün bunlar, onun yalancılığına delâlet eder. Bunlar, Hak teâlâ hazretlerinin şânmda muhal ve mümteni (olması düşünülemeyecek) şeylerdir.

“Leyse ke-mislihî şey’ün ve hüve’s-semîu’l-basîru — O’nun bir benzeri yoktur. O, işiticidir, görücüdür.” (Şûrâ sûresi: 42/11)

Şöyle bilinsin ki, nebilerin ellerinde zuhur eden mûcizelere, din İmâmlarının büyükleri, nübüvvetin delilleri ve nübüvvetin âyetleri derler. Kur’an-ı kerîm’de de “Mûcize” kelimesi gelmemiştir. Hadîs-i şeriflerde de gelmemiştir. Onlarda gelen kelime, âyet, beyyine ve bürhân kelimeleridir.

Nitekim Hazret-i Mûsâ kıssasında, asâ ile el hususunda:

“Fezânike bürhânâni min rabbike — İşte bunlar Rabbinden sana iki burhandır,” (Kasas sûresi: 28/32) buyrulmuştur.

Peygamber Efendimiz hakkında da:

“Kad câeküm bürhânün min rabbiküm — Size Rabbinizden bürhan geldi,” (Nisâ sûresi: 4/174)) buyrulmuştur.

Gerçi mûcize kelimesini söylemekte zarar yoktur. Fakat yalın olarak zikredilmesi hâlinde bundan muradın nebilerin âyetleri olduğu anlaşılmaz. Onun için açıklanınası gerekir. Zira her ne kadar kelâm ehlinden bâzıları nebilerden sâdır olana mûcize, velilerden sâdır olana keramet demeyi tahsis etmişlerse de seleften bâzıları, İmâm-ı Ahmed ve diğerleri gibi, nebilerden ve velilerden sâdır olan hârikulâde şeylere mûcize derler.

Âyet ve bürhân kelimeleri, nebilerden sâdır olana mahsustur. Başkaları hakkında bu isimler kullanılmaz. O halde nebilerin mûcizelerini, âyet ve bürhan kelimeleriyle anınak daha uygundur, dediler.

Bâzen olur ki, velilerin kerametlerine de âyet derler. Şu bakımdan ki, bu, onların tâbi olduğu nebilerin nübüvvetinin gerçekliğine delâlet eder. Sanki o nebilerin kendilerinden sudûr etmiş gibi kabûl edilir.

Böylece bu ıstılahların durumlarını bildikten sonra malûm olsun ki, bizim peygamberimiz, iki cihanın fahri, nebilerin sultanı, ıstıfâ (arınına) makamında oturan Muhammed Mustafa (en arınmış sevgi ve saygılar ona olsun) hazretlerinin büyük nübüvvetinin delillerinden ve büyük risaletinin şâhitlerinden bâzısı şunlardır ki, Tevrat, İncil ve diğer semavî kitaplarda zikri ve övgüsü cereyan edip Arap toprağından çıkacağı anılmış ve yazılmıştır. Doğum ve peygamberlik zamanına yakın nice acayip ve garip işler zuhura gelip küfür ve isyan kubbelerinin direkleri sarsılmış, azgınlık ve sapıklık derelerinin suları çekilmişti. Fil ashâbımn kıssası, onların başına gelen azab ve horlanına, Kisrâ’nın sarayinin burçları yıkılıp harap olduğu, Fars ateşgedelerinin ateşinin sönüp Mecusî milletinin ocağına su konulduğu, Sâve denizinin yere batıp gittiği, ateşperestlerin büyük âlimlerinin rü’yâ âleminde şaşılacak şeyler müşahede ettikleri, putların ve tapılan heykellerin kimse dokunınadan yüzleri üzerine yıkıldıkları, hadîs nakledenlerin sahih isnadları ile ve rivâyet ettikleri diğer eserler ve haberlerle gün ortasında güneş gibi açıkça ortaya çıkmış ve şöhret bulmuştur.

Kâinatın hocası Efendimiz hazretleri, sebatı olmayan bu cihan çöplüğünden hiç bir nesneye mâlik değildi ki, onunla gönülleri çelip Arap tâifesi gibi dik kafalı ve inatçı bir kavmi satın alınmış kölesi gibi kendine bağlasın... Henüz ortaya çıktığı sıralarda mızraklı süvariler, hançerli piyadelerden yardımcıları, adamları ve sayısız askerleri ile kuvvet hazırlamış değildi ki, bu kadar vahşi ve dikbaşlı tâifeyi büyüleme kemendi ile avlayıp tekâlif (vazifeler) ağı ile bağlamak müyesser olsun...

O halde risâlet göğünün biricik ferdinden ışık ve aydınlık saçarak gökyüzünün eşi ve arkadaşı bulunınayan Sultan’ı gibi şöhretinin kılıcını zemin ve zaman arsasına salan, sırf Yezdanî lütfün yardımından ve Rabbani desteğin ziyadeliğinden başka bir şey değildi. Böylece kesin delillerin kılıç darbesi ve yükselen bürhanların yıldırımları ile kat kat yığılıp taşlaşmış yaygın toz (ümitsizlik, üzüntü ve keder) tabakalarını fethedip (parçalayıp) İslâm’ın zulmet pasını temizleyici parlak bayrağinin aydınlığı ile âlemin kıt’alarını ve ülkelerini aydınlattı. Arap kabileleri, boyları ve soyları, nesep zincirleriyle bağlanmış olanlar, O’nun himayesinin gölgesinde ünsiyet (sevgi ve dostluk) bulucu olup Âdemoğulları tâifesinin bütün sınıfları, belki âlem arsasının çeşitli cins ve ırkları, Cenâb-ı hazretlerine intisab ettiler. Makam ve büyüklüğün esiri, başkanlık ve bağımsızlığın tutkunu, mal ve mülkle uğraşmanın tutsağı, çoluk çocuk ve aşiret ilişkileriyle ayakları bağlanmış olanlar, O’nun muhabbeti uğruna bunların hepsini terkedip vatanlarından göçmeyi ve beldelerinden ayrılıp gitmeyi ihtiyar ettiler. İslâm kelimesini yükseltmek, İnsanların Efendisi’nin dinini yüceltmek için Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin karşısına çocuklar, babalar, kardeşler ve dostlar, birbirinin kanlarını sakininayan kılınçla yokluk arsasına döküp akıttılar...

Selim akıl ve müstakim tabiat sahiplerine gizli değildir ki, bunlar gibi garip hal ve hareketlerin, acayip durumların, sırf tedbir kalemi ve eşi az bulunur düşünce şekilleriyle zuhur sayfasında nakış bağlaması, muhâlât (olması düşünülemeyecek şeyler) dairesine giren hususlardandır.

“Elâ lehü’l-halku ve’l-emrü tebarek-Allahü rabbü’l-âlemîne — İyi bilin ki, yaratma ve emretme O’nundur. Âlemlerin Rabbı Allah, ne güzeldir.” (A’râf sûresi: 7/54)

Nebiliğinin delilleri cümlesinden biri de şudur ki, kendisi yazı yazmaz ve okumazdı. Ümmî idi. Ümmî bir kavmin içinde vücuda gelip onların arasında yetişmişti. Öyle bir şehirde hâsıl olmuştu ki, orada asla geçmiş ümmetlerin hallerinden ve durumlarından haberdar olan bir âlim yoktu. Başka bir yere gidip âlimlerden herhangi bir kimse huzurunda durduğu da vâki olmadı. İlim elde etme yollarından hiç birine girmeden Tevrat’ta, İncil’de ve diğer semavî kitaplarda geçen işlerden haber verip eski ümmetlerin hallerini beyan buyurdu. O tarihte izleri, sözleri ve hallerinin haberleri bozulmuş olup kitaplarda yerli yerinden değiştirilip karıştırılmıştı. Doğrusunu ve eğrisini bilenlerden pek az kimse kalmıştı.

Din ehlinden her tâifenin sarıldığı şeylerin bâtıl olduğunu ortaya koymak için öyle kesin deliller ve bürhanlar ileri sürdü ki, bütün sözcüler ve nutukçular bir araya gelseler onun ettiğini etmeye kadir olamazlardı. Bu husus delillerin delili olarak gösterir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin getirdiği şeyler, Hak teâlâ hazretleri katından gelmiş şeylerdi.

Peygamberimizin Mûcizelerinin En Büyüğü: Kur’an

Açık mucizelerinden biri de Kur’ân-ı azîm’dir ki, bir sûresinin benzerini meydana getirmek hususunda zamanın güzel söz söyleyenlerine tahaddi buyurup (meydan okuyup) hepsi caydılar, ona benzer bir şey meydana getirmeğe kadir olamadılar.

Bâzı âlimler buyurmuşlardır ki: Resûlüllah Efendimiz’in Arap tâifesine getirdiği kelâm-ı mu’ciz-nizam (başkalarını acze düşürecek düzende söz), Hazret-i İsâ aleyhisselâm’m ettiği ölüyü diriltme ve körlüğü gidermeden mûcizelikte daha garip, delâlet edici olmakta daha açık ve seçiktir. Zira onun kavminin asla ölüleri dirtilmeye ve körlüğü gidermeye karşı şiddetli bir istekleri yoktu. Zira aralarında o dâvayı güden, o türlü ilim ve işlere çaba harcayan bir kimse yoktu. Ancak Kureyş tâifesi, düzgün ve güzel konuşma alışkanlığını kazanına hususunda büyük emek ve çaba harcayıp aralarında kullanılan ve dilden dile dolaşan, düzgün ve güzel konuşanların sözleri idi. Övünme ve böbürlenmeleri, fesahat ve belâğatle idi. Bunlar böyle iken ve Kur’ân-ı azîm de kelâm cinsinden iken onun bir benzerini meydana getirmekten âciz olmaları, sadece Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin resullüğünün âyeti ve nebiliğinin delili olması içindi. Bundan daha açık delil ve bürhan olmaz. Zira Mâni  kabiliyet ve yaradılışında usta bir nakkaş, yazı yazma san’atma alışkın olmasa ve güzel yazı yazan bir kâtip onun yanında süslü hatlar ve eşsiz satırlar yazsa, asla o nakkaşın ırzına halel, namusuna noksanlık gelip bu bakımdan hatır sayfasının kıskançlık ve haset resimlerinden keder bağlaması ihtimali yoktur. Asıl ona renk vermek odur ki, hangi san’atta meleke ve maharet dâvasında bulunursa onda tam galebe edip kendisini karşı koymaktan âciz bırakır ve sustururlar. İşte Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin Kur’an’ın sözleri ve başkalarını âciz bırakan belâğati ile Kureyş kavmine ettiği iş bu kabildendir.

Hitabı der ki: “Resûlüllah Efendimiz kendi zamanı halkinin katında insanların en akıllılarındandı. Belki Hak teâlâ hazretlerinin bütün yaratıklarının en akıllısı idi. Ondan daha akıllı kimse yoktu. Böyle iken Hak teâlâ hazretleri katından haber verdiği şeylerin Allah tarafından olduğunu ve O’ndan haber verdiği şeyde yalan olmadığını kesin olarak söylemişti. Eğer dediği gibi olmasaydı, olması mümkün olan bir şey hakkında bu olmaz diye kesin olarak haber vermesine aklı izin vermezdi. Meselâ Kur’ân-ı azîm için alenen insan topluluklarının karşısına çıkıp yüksek sesle:

— Siz bunun benzeri olan bir söz meydana getiremezsiniz! Buna kadir değilsiniz! Bu, olmaz! diye çağırıp kesin olarak haber verdi.

Sonunda buyurduğu gibi olup bu kadar fesahat ve belâğat lâfı eden Araplardan hiç kimse kadir olamayıp zarurî kanları döküldü, haramlar perdesinin yırtılmasına rıza verdiler. Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin daha önceden böyle haber vermesinin sebebi şu idi ki, kendisine bildirilip Alemlerin Rabbi tarafından böyle haber vermeğe memur olmuştu. Nitekim Hak teâlâ hazretleri buyurmuştur:

“Kul leini-ctemaa’ti’l-insü ve’l-cinnü alâ en ye’tû bi-misli hâzâ’lkur’âni lâ ye’tûne bi-mislihi ve lev kâne ba’duhum li-ba’din zahiren — De ki: Andolsun ki, eğer insanlar ve cinler, şu Kur’ân’ın bir benzerini meydana getirmek için bir araya gelseler, birbirlerine arka olup yardım da etseler, yine onun bir benzerini meydana getiremezler.” (Isrâ sûresi: 17/88)

Yâni: “Ya Muhammed, sen şöyle de ki: Vallahi eğer belâğatte, söz diziminin güzelliğinde ve mânasının kemâlinde bu Kur’anın bir eşini meydana getirmek üzere ins ve cin bir yere gelseler, onların arasında Arap dilini iyi bilenler, açık ve düzgün konuşanlar, güzel söz söyleyenler ve tahkik ehli olanlar varken yine bunun eşini getiremezler. Eğer getirmek için bâzısı bâzısma destek olup, yardımlaşsalar da getiremezler,” demek olur.

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin, bâzı âyet-i kerîmeleri müşriklerin belâgat sâhibi olan bir kısmına okuyuverip onların da okunan âyetlerin i’câzını (başkalarının benzerini meydana getirmekten âciz olduğunu) ikrar ve itiraf ettikleri, haberlerde vârid olmuştur. Bu cümleden biri şudur:

Muhammed bin Kâ’b’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, şöyle anlattı: “Bir gün bana Mekke müşriklerinden Utbe bin Rebîa’nın Harem-i Şerif’de Kureyş meclisinde olduğu haber verildi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri de Harem’in bir tarafında onlardan ayrı olarak oturmuştu. Utbe dedi ki:

— Ey Kureyş topluluğu! Ne dersiniz? Gidip şuna bâzı şeyler teklif edeyim. Umarım ki, kabûl edip bizden el çeker!..

Yâni Peygamber Efendimiz hazretlerinin yanına gidip “Ya Muhammed! Dünya malı ve metamdan ne istersen sana verelim. Tek ilâhlarımıza sataşıp dinimizi iptale çalışma ve söylediğin sözlerden vazgeç!” demek için Kureyş topluluğu ile meşveret etti. Onlar da caiz görüp:

— Peki, ya Ebâ’l-Velîd, dediler.

Bunun üzerine kalkıp Resûlüllah Efendimizin yanına gelerek oturdu. Kendi bozuk zu’munca birtakım bâtıl başlangıçlar düzenleyerek bunları bir bir söyledi. Sözünü tamamladığı gibi Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Yâ Ebâ’l-Velîd! Sözünü bitirdin mi? diye buyurdu.

Utbe de:

— Evet, dedi.

Bunun üzerine Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri:

— O halde sen de benden işit, buyurdu.

O da:

— Söyle, dedi.

Fahr-i Âlem Efendimiz, Secde (Fussılet) sûresinin başından başladı: “Bismillâhi’r-rahmâni’r-rahîm. Hâ mim. Tenzîlün mine’r-rahmâni’r-rahîmi,” (K: 41/1) diye okudu. “Kur’ânen arabiyyen,” diye buyrulan yere yetişti. Ondan geçti, aşağısını okumağa başladı. Utbe bunu işitince hiç bir söz söylemeyip iki elini arkasından yere dayadı da kulak tuttu, dinledi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri, tâ secde âyetine dek okudu ve secde eyledi. Ondan sonra:

— Ya Ebâ’l-Velîd, işittin mi? dedi.

Utbe de:

— İşittim. İşte sen, işte o, dedi.

Utbe oradan kalkıp dostlarının meclisine gitti. Onu karşıdan gördükleri zaman birbirine:

— Vallahi Utbe, sizin yanınızdan gittiği suretten başka bir suretle geliyor, diye söylediler.

Utbe gelip oturunca kâfirler:

— Ne oldu? Durum nedir, ne söyledi? diye sordular.

O da:

— Vallahi ben ondan bir söz işittim ki, şimdiye kadar onun benzerini hiç kimseden işitmiş değilim. O şiir değildir, sihir değildir, kâhinlik de değildir. Ey Kureyş topluluğu, gelin, benim sözümü tutun: Şu kişiyi kendi hâline bırakın. Bana başladı: “Bismillâhi’r-rahmâni’r-rahîm. Hâ mim. Tenzîlün mine’r-rahmâni’r-rahîmi,” (Fussılet sûresi: 41/1-2) diye biraz Kur’ân okudu. Âd ve Semûd kavminin başlarına gelen belâ ve musibete müteallik korku ve uyarı âyetini okuyup: “Fekul enzertüküm sâikaten misle sâikati âdin ve semûde — O zaman onlara de ki: Âd ve Semûd’un yıldırımına benzer bir yıldırım ile sizi uyarırım,” (Fussılet sûresi: 41/13) dediği yere geldiği gibi, ben bize o işi etmesin diye tutumumu indirdim. Çünkü çok iyi bilirsiniz ki, bir söz söylediği zaman yalan söylemez. Hâsılı ben, size azâb iner diye korkarım, dedi.”

İmâm-ı Beyhakî böylece rivâyet etmiştir. Yine Beyhakî ve Müslim’in nakillerinde geldiğine göre Ebû Zer (radıyallahü anh), kardeşi olan Enis’i tavsif edip: “Vallahi ben, kardeşim Enîs’den daha güzel şiir söyleyen bir kimseyi işitmedim. Vallahi cahiliyet zamanında on iki şairi bozmuştur. Onlardan birisi de benim,” dedi. Ondan sonra kendinin İslâm’a gelmesine sebep olduğunu zikretti: “Mekke’ye gidip bana Fahr-i Kâinat Efendimiz’in haberini getirdiğinde ben:

— Halk onun hakkında ne söylüyor? dedim.

— Şâirdir, kâhindir, sâhirdir (büyücüdür) diyorlar. Vallahi ben, kâhinlerin sözünü işittim. Çeşitli şiirlere sözünü kıyas ettim. Hiç birine yakışmadı. Benden sonra hiç bir kimsenin lisanına da yakışmaz ki, ona şiirdir desin. Velhasıl şu neticeye vardım ki, Muhammed doğrucudur, onlar yalancıdır, dedi.”

İkrime’den rivâyet edilmiştir ki, Velîd bin Muğîre fesahatte Kureyş kavminin başta geleni idi. Bir gün Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine:

— Bana biraz Kur’an oku, dinleyeyim, dedi.

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri de: “İnnallâhe ye’müru biladli ve’l-ihsâni

— Elbette Allah, adaletle hareket etmeyi ve iyilik etmeyi emreder,” (Nahl sûresi: 16/90) âyet-i kerimesini sonuna kadar okudu.

Velîd:

— Bir daha oku, dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri bir daha okudu. Bunun üzerine Velîd:

— Vallahi bu sözün halâvet ve lezzeti üzerinde güzellik ve letâfeti vardı, diye pek çok medihlerde bulunduktan sonra kavmine dedi ki:

— Sizin aranızda şiire ait hususları benden daha iyi bilen kimse yoktur. Şiirin bütün nevilerini ve cin şiirlerini benden yeğ bilen kimse yoktur. Vallahi okuduğu söz, bunların hiç birine benzemez. O sözün acayip bir lezzet ve halâveti, güzellik ve melâhati var.

Âyet-i kerîmenin başını, sonunu ve her yerini överek güzelliklerini anlattıktan sonra:

— Hiç şüphesiz bu söz, diğerlerine galip olur. Diğerlerinden hiç bir söz ona galip olamaz, dedi.

Yine hac mevsimi gelip hacıların toplandığı zamana ait bir haberinde de şöyle gelmiştir: “Bir kere hac mevsimi geldiğinde Kureyş tâifesini toplayıp:

— Şimdi her taraftan Arap tâifesinin dökülüp gelecekleri zamandır. Gelin, bir görüş üzerinde birleşip Muhammed hakkında hepiniz bir söz söyleyin. Bir kısmınız bir türlü, başka bir kısmınız başka türlü söyleyip birbirinizi yalancı çıkarınayın, dedi.

Hac mevsimi gelince etraftan halk gelip Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin dâvetini işiterek âlemin her yanına İslâm’ın yayılmasından çok korkuyorlardı. Bunun için müşavereye başladılar. Topluluktan bâzıları:

— Ona kâhindir diyelim, dediler.

Velîd:

— Kâhin değildir. Onun sözü kâhin sözleri değildir, dedi.

— O halde mecnundur diyelim, dediler.

Velîd:

— Mecnun da değildir. Onda delilik vesvesesi ve alâmeti yoktur, dedi.

— Öyleyse şairdir diyelim, dediler.

Velîd:

— Şâir de değildir. Şiirin bütün kısımlarını biliriz. Bu, onların hiç birine benzemez, dedi.

— Peki, sâhirdir (büyücüdür) diyelim, dediler.

Velid:

— Neresi büyücüye benzer? Okuyup üfürmesi yok, düğüm bağlaması yok. Büyücü işlerinden hiç bir şeyi yok. Büyücü değildir, dedi.

— Ya ne diyelim? dediler.

Velîd gördü ki, söyledikleri boş sözlerin hiç birinin onunla bir münasebeti yok. insaf edip:

— Şu dediklerinizden hiç birini söyleyemezsiniz. Benim bildiğim şudur ki, bu söylediklerinizin hepsi bâtıldır, dedi.”

İbn-i İshak ve Beyhakî böyle rivâyet etmişlerdir.

Ebû Nuaym’ın, İbn-i Ishak yoliyle ihraç ettiğine göre İshak bin Yesârî, Beni Seleme’den bir kişiden rivâyet etmiştir ki: “Benî Seleme kabilesinden birkaç yiğit, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli hizmetine yetişip İslâm’a geldiler. Sonra dönüp yerlerine vardıklarında adı geçen kavimden Amr bin Cümûh, oğluna:

— Bana o kişinin sözlerinden işittiğini haber ver, dedi.

Oğlu da, Fâtiha sûresine başladı: “Elhamdü lillâhi rabbi’l-âlemîne” diye “Sırâte’l-müstakîm”e varıncaya kadar okudu.

Amr:

— Ne güzel, ne gökçek bir nesne bu! Her sözünün başı böyle midir? dedi.

Oğlu:

— Bundan daha güzelleri de var, diye cevap verdi.”

Bâzı âlimler buyurmuşlardır ki: “Eğer bu Kur’an bir mushafta yazılı olarak yabanda bir yerde bulunmuş olsa, oraya kimin koyduğu ve kimin okuduğu bilinmese, seltm akıl sâhipleri şehadet ederlerdi ki, Hak teâlâ hazretleri katından inmiştir. İnsan buna kadir değildir. Nerde kaldı ki, onu, bütün insanların en doğrusu, en iyisi, en hayırlısı ve en müttakisi getirmiş olsun ve ayrıca “Bu söz, Hak teâlâ hazretlerinin sözüdür. Eğer muktedirseniz onun bir sûresinin benzerini siz de getirin!” demiş olsun. Böyle olunca onun Hak kelâmı olduğunda hiç şek ve şüphe kalır mı?”