Geri

   

 

 

İleri

 

6 . Fasıl

2 - 3   Peygamber Efendimizin Kâtipleri ve Mektupları

Kâtipleri

Peygamber Efendimiz hazretlerinin kâtiplerinin dördü dört halifedir. Allah onlardan râzı olsun. Onların en büyüğü Hazret-i Ebû Bekir Sıddık’dır. Cahiliyet zamanında ismi Abdü’l-Kâ’be idi. İslâm’a geldikten sonra adı Abdullah oldu. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerini tasdik ettiği için de kendisine Sıddtk (tasdik edici, doğrulayıcı) demişlerdir. Bâzıları, “Hak teâlâ hazretleri kendisini tasdik ettiği için kendisine Sıddîk denildi,” demişlerdir.

Ebû Bekir hazretlerine Atik derlerdi. Çünkü güzellik sâhibi bir kişi idi. Bâzılarının kavline göre böyle denilmesinin sebebi şu idi: Nesebinde asla kendine ayıp verecek bir nesne yoktu. Bunun için kendisine Atik dediler. Bazıları da “Cehennem ateşinden âzâd olduğu için kendisine böyle denildi” demişlerdir. İki buçuk sene halifelik etmiştir. Yaşı Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mübarek yaşı kadardı. Hazret-i Ebû Bekir’in şânının, şeref ve mevkiinin yüksekliği beyandan müstağnidir.

Ondan sonra Ömer bin Hattâb (radıyallahü anh) hazretleridir. Hazret-i Ebû Bekir hilâfete kendisini seçmiştir. On yıl, altı ay ve dört gece halife olmuştur. Sonunda Muğîre bin Şu’be’nin Firuz adlı bir Hıristiyan kölesi onu şehîd etmiştir.

Bundan sonra Osman bin Affân (radıyallahü anh) halife olmuştur. Osman’ın hilâfet müddeti on bir yıl, on bir gün yahut on üç gündür, demişlerdir. Şehîd olarak öldürülmüştür. İmâm-ı Ahmed’in naklinde Hazret-i Âişe’den rivâyet edilmiştir ki:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri mübarek arkasını bana dayardı ve Cebrâil aleyhisselâm ona Kur’an vahy ederdi. Peygamber Efendimiz Osman’a: “Yaz, ya Osman!” diye buyururdu, demiştir.

İmâm-ı Beyhakî’nin rivâyetinde gelmiştir ki: Resûl-i Ekrem Efendimiz hazretleri oturduğu zaman Hazret-i Ebû Bekir Sıddık sağ yanında, Hazret-i Ömer bin Hattâb sol yanında, Hazret-i Osman karşısında otururlardı. Hazret-i Osman Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin serkâtibi (başyazıcısı) idi. Allah onların hepsinden razı olsun.

Kâtiplerinden biri de Hazret-i Ali bin Ebî Tâlib (radıyallahü anh) idi. Hazret-i Ali, dört yıl, dokuz ay ve sekiz gün hilâfet etmişlerdir. Abdurrahman bin Mülcem’in elinde şehîd olmuştur.

Resûlüllah Efendimizin kâtiplerinden biri de Talha bin Ubeydullah’dır ki, cennetle müjdelenen on kişiden biridir. Cemel savaşında, şehîd olmuştur.

Kâtiplerden diğer bâzıları da Sa’d bin Ebî Vakkas, Âmir bin Füheyr, Abdullah bin El-Erkam’dır. Abdullah bin El-Erkam’ı Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) Beytü’l-Mâl’e vâli tayin etmişti. Hazret-i Osman’ın hilâfeti zamanında vefat etmiştir.

Kâtiplerden biri de Übey bin Kâ’b’dır ki, ensar topluluğunun ilklerindendir. Vahiy kâtibi idi. Fahr-i Kâinat Efendimiz zamanında Kur’ân-ı azîm’i ezberleyen altı kişiden birisi budur. O zamanda fetva veren ashâbm âlimlerindendir. Hicretin on yedinci yılında Medine’de vefat etmiştir.

Kâtiplerden biri de Sâbit bin Kays bin Şemmâs’dır. Yemâme gazâsında şehîd olmuştur.

Biri de Hanzele bin Rebî’ El-Üseydî’dir. Şehîd olup melekler kendisini yıkamıştır.

Biri de Ebû Süfyân bin Sahr bin Harb’dir. Biri de onun oğlu Muâviye’dir ki, Ömer bin Hattâb (radıyallahü anh) hazretleri kendisini Şam valisi tâyin etmiştir. Hazret-i Osman halife olduğu zaman onu yine yerinde bırakmıştır. İbn-i İshak'ın kavline göre Muâviye, Şam’da yirmi yıl vâli ve yirmi yıl melik olmuştur. İmâm-ı Ahmed’in naklinde Arbâz bin Sâriye’den rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri Muâviye için dua edip:

“Allahım, Muâviye’ye hesap ve kitabı öğret, onu azaptan sakla,” diye buyurmuştur. Vahyin yazıcılığı ile meşhurdur. Altmış tarihinde vefat etmiştir. Öldüğünde seksen yaşma yakın bulunuyordu.

Kâtiplerden biri de kardeşi Yezid bin Ebî Süfyân’dır. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) bunu Şam’a emîr tayin etmişti. Onuncu senede vebadan vefat etmiştir.

Kâtiplerden biri de Zeyd bin Sâbit El-Neccârî’dir. Vahiy yazıcılığı ile meşhurdur. Ashâbm fakihlerindendi. Hazret-i Ebû Bekir Sıddık zamanında Kur’ân-ı azîm’i toplayıp Hazret-i Osman’ın hilâfetinde mushafa nakletmiştir. Ellinci senede vefat etmiştir.

Kâtiplerden biri Şurahbil bin Hasene, biri Alâ bin Hadramî, biri de Hâlid bin Velîd’dir ki, Resûlüllah Efendimiz kendisine Seyfullah (Allah’ın kılıcı) lâkabını vermiştir. Hudeybiye gazâsı ile Mekke’nin fethi arasında İslâm’a gelmiştir. Yirmi bir yahut yirmi iki senesinde vefat etmiştir.

Kâtiplerden biri de Amr bin As’dır. Hudeybiye gazâsı olduğu senede İslâm’a girmiştir. Hazret-i Ömer’in hilâfeti zamanında, Mısır’ı bu fethetmiştir. İki defa Mısır’a emir tayin edilmiştir. Vefatı hicretin kırkıncı senesinden sonra, bâzı kavilde elli senesinden sonra vâki olmuştur. Allah ondan razı olsun.

Biri de Mugîre bin Şu’be’dir. Hudeybiye gazâsından önce İslâm’a gelmiştir. Bir kere Basra’ya ve bir kere de Kûfe’ye emir tayin olunmuştur. Hicretin ellinci senesinde vefat etmiştir.

Biri de Abdullah bin Revâha’dır. Ensar kavminden ve Hazrec cemaatindendi. Bedir gazâsında hazır olanlardandır. Mûte gazâsında şehîd olmuştur.

Biri de Muayktb’dir. İlk îman getirenlerdendir. Gazâların hepsinde hazır bulunmuştur. Hazret-i Osman’ın hilâfeti zamanında vefat etmiştir. Bâzıları Hazret-i Ali’nin hilâfetinde vefat etti, dediler.

Biri de Huzeyfe bin Yemân’dır ki, ilk İslâm’a gelenlerdendir. İmâm-ı Müslim’in naklettiği sahih hadîste gelmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri kıyamete değin ne olup ne olacağını Huzeyfe’ye öğretmişti. Hazret-i Ali’nin hilâfetinin başlarında vefat etmiştir.

Biri de Huveytıb bin Abdüluzza’dır ki, Mekke’nin fethi gününde İslâm’a gelmiştir. Yüz yirmi yıl ömür sürüp hicretin elli dördüncü yılında vefat etmiştir.

Bu zikrolunan sahâbe-i kirâm (Allah onlardan razı olsun) Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin yazı işlerini yapmışlardır. Ama çoklukla yazı işlerini yapanlar Muâviye ile Zeyd bin Sâbit idi.

İbn-i Hacer (Allah ona rahmet etsin) der ki: “Zeyd bin Sâbit’ten önce Übey bin Kâ’b, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine kâtiplik etmiştir. Medine’de ilk defa kâtiplik hizmetini gören Ubey’dir. Mekke’de ilk kâtiplik eden Kureyş taifesinden Abdullah bin Sa’d bin Ebî Sürh idi. Sonradan mürted olmuştu. Mekke’nin fethi gününde yine İslâm’a geldi, demişlerdir.

Mektupları

Resûlüllah Efendimizin Mektupları:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri müslümanlara şerayi’ ve ahkâmı (kanunları ve hükümleri) bildirmek hususunda mektuplar yazmıştır. Bunlardan birisi sadakaları (zekâtı) bildirmek için yazılan mektuptur ki, Hazret-i Ebû Bekir Sıddık’ın yanında dururdu.

Enes bin Mâlik’e

Ondan sonra Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) Enes bin Mâlik’i Bahreyn tarafına gönderdiği zaman ona yazmıştı. Hadîs İmâmlarından İmâm-ı Buhârî, Ebû Dâvud ve Nesâi’nin rivâyetleri üzere mektub-u şerifin sureti şudur:

“Rahman ve Rahim olan Allah’ın ismiyle...

Bu mektup o sadaka (zekât) farizası hakkındadır ki, onu Allah’ın Resûlü müslümanlara farz kılmış ve Allah da resûlüne emretmiştir. Bir müslüman, Allah’ın farz kıldığı miktar üzere kendisinden istenirse o sadakayı versin. Daha fazlası istenirse o fazlayı vermesin. Yirmi dört devede ve daha eksiğinde her beş deveye bir koyun verilsin. Develerin sayısı yirmi beşe eriştiği zaman hepsi için iki yaşma girmiş bir dişi deve verilsin. Eğer o yoksa üç yaşına girmiş bir erkek deve verilsin. Develerin sayısı otuz altıya yetiştiği zaman kırka varıncaya kadar üç yaşına girmiş bir dişi deve verilsin. Kırk altıya eriştiği zaman altmışa varıncaya kadar dört yaşına girmiş bir deve verilsin. Develerin sayısı altmış bire yetiştiği zaman tâ yetmiş beşe varıncaya kadar beş yaşma girmiş bir deve verilsin. Yetmiş altıya yetiştiği zaman tâ doksana varıncaya kadar üçer yaşına girmiş iki deve verilsin. Doksan bire yetiştiği zaman tâ yüz yirmiye varıncaya kadar dörder yaşma girmiş iki deve verilsin. Develerin sayısı yüz yirmiden fazla olursa her kırkta, üç yaşına girmiş bir dişi deve verilsin. Her ellide dört yaşına girmiş bir deve verilsin.

Bir kişinin sadece dört devesi olsa, daha fazla olmasa ona sadaka (zekât) vermek lâzım değildir. Meğer ki, kendisi teberru etsin. Develerinin sayısı beşe yetişirse bir koyun versin.

Bir kişinin üzerine beş yaşına girmiş deve vermek vâcib olur, fakat beş yaşında devesi bulunınazsa, dört yaşına girmiş bir devesini ve onunla beraber iki koyununu alınız. Eğer koyunu varsa... Koyunu yoksa kırk dirhem gümüşünü alınız. Bir kişinin üzerine dört yaşında bir deve vermek gerekli olsa, fakat dört yaşında devesi bulunınayıp beş yaşında devesi bulunsa o beş yaşında olan devesini almız. Buna karşılık sadakayı toplayan kişi ona yirmi dirhem gümüş yahut iki koyun geri versin. Üzerine dört yaşında deve vermek gerekli olup da dört yaşında devesi bulunınayan, üç yaşında devesi olan kimseden o üç yaşındaki deve kabûl olunsun ve yanında iki koyun yahut kırk dirhem gümüş alınsın. Bir kimsenin üzerine üç yaşında deve vermek gerekli olsa, fakat üç yaşında devesi olmayıp dört yaşında devesi bulunsa, o dört yaşındaki deve ondan alınsın ve sadaka toplayan kimse ona yirmi dirhem gümüş yahut iki koyun versin. Üzerine dört yaşında deve vermek gerekli olan kimsenin dört yaşında devesi olmayıp üç yaşında devesi bulunsa, o üç yaşında devesi kabul olunsun ve beraberinde iki koyun yahut kırk dirhem gümüş versin. Bir kimsenin üzerine üç yaşında deve vermek, gerekli olsa ama yanında dört yaşında deve olsa o dört yaşında olan deve alınsın ve sadaka toplayan kimse ona yirmi dirhem gümüş yahut iki koyun versin.

Bir kimsenin üzerine üç yaşında bir deve vermek lâzım olsa, fakat yanında üç yaşında deve olmayıp iki yaşında deve bulunsa o iki yaşındaki deve ondan kabûl edilsin, ama beraberinde iki koyun yahut yirmi dirhem gümüş versin. Eğer yanında iki yaşında dişi deve olmasa, üç yaşında erkek deve olsa, o erkek deve alınsın, onun yanında başka hiç bir şey alinınasın.

Koyunun zekâtı ise şudur: Bir kimsenin bir miktar koyunu olsa ve senenin ekseri zamanında bunların boğazı yabandan olsa (yâni otlaklardan otlayarak beslenseler) böyle bir sürüye sâime denir. Bir kişinin sâimesi kırk koyundan bir eksik olsa ona zekât vermek lâzım olmaz. Kırk tamam olunca tâ yüz yirmiye varıncaya kadar bir koyun vermek gerektir. Yüz yirmiden bir ziyade olduğu zaman tâ iki yüze varıncaya kadar iki koyun verilir. İki yüzden fazla olsa tâ üç yüze varıncaya kadar üç koyun verilir. Uç yüzden fazla olunca her yüz koyuna bir koyun verilir.

Zekât korkusundan, ayrı olanlar toplanınamalı ve toplu olanlar ayrılmamalıdır. İki kişinin müşterek koyunları olursa terâcu’ etsinler (yâni tek mal gibi zekât verip mallan nisbetinde birbirine rücu’ etsinler) . Hâsılı her birinin kırk koyunu olsa, hepsine bir koyun zekât vermek için onları birbirine katmasınlar, yahut her birinin yüz bir koyunu olsa, böylece üç koyun vermek lâzım gelse, iki koyun vermek için hisselerini ayırmasınlar. (Terâcuun ne olduğu aşağıda beyan olunacaktır).

Zekât için çok yaşlı veya ayıplı koyun yahut keçi çıkarılmamalıdır. Meğer ki, zekâtı toplayan kimse kendi isteğiyle bunu tercih etmiş olsun. Yâni zekâtını aldığı sürünün içinde yaşlısı, ayıplısı ve keçisi fakirler hakkında daha hayırlı olursa onu alsın.

Gümüşün zekâtı öşrün rub’udur (onda birin dörtte biri, yâni kırkta bir yahut yüzde iki buçuktur). Bir kimsenin yüz doksan dirhemden başka gümüşü olmasa ona zekât vâcib değildir. Meğer ki, teberru etsin.”

***

Karışık Malın Zekatı

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mübarek mektuplarından biri de Hazret-i Ömer’in yanında dururdu. Bu mektup öncekinden daha muhtasardır, fakat kapladığı hükümlerde ona aykırı bir şey yoktur.

İbn-i Esir (Allah rahmet etsin) Nihâye isimli eserinde bu mektupta geçen halît ve terâcu’ kelimeleri hakkında buyurur ki:

“Halît diye malı öbür ortağın mâlı ile karışık olan ortağa denir. İkisi arasında terâcu’ olması da şudur ki, meselâ birinin kırk sığırı olsa, öbürünün otuz sığırı bulunsa ve bunlar birbiriyle kanşık olsalar, zekât toplayan kişi kırk sığırdan bir musine (iki yaşını bitirmiş dana) ve otuz sığırdan bir tebî’ (bir yaşını bitirmiş buzağı) alır. Ondan sonra musine veren ortak yedide üçünü öbür ortaktan alır ve tebî’ veren ortak da yedide dördünü öbüründen alır. Zira ortakların hissesi şüyu’ üzre (birbirinden aynlmamış olarak) vâcibdir. Bütün mal sanki bir tek kişinin malı imiş gibi itibar olunur.”

Fethü’l-Bârîde denir ki: “Halîtten muradın ne olduğu hususunda ihtilâf olundu. Ancak Ebû Hanife katında halît ortak demektir. Bâzıları buna itiraz edip dediler ki: ‘Ortak, malinin aynını bilmez. Hadîs-i şerifte yukarıda zikri geçen mektub-u şerifin metninde ise: “Innehümâ yeterâcuâni bisseviyyeti — O iki kişi eşit olarak (hisseleri nisbetinde) birbirine rücu’ ederler” buyrulmuştur. Halît’in ortak olmayı gerekli kılıcı olmadığına Hak teâlâ hazretlerinin şu şerefli kavli de delâlet eder: “Ve inne kesîren mine’l-huletâi — Muhakkak ki, mallarını birbirine karıştırmış olanların çoğu.” (Sâd sûresi: 38/24). Çünkü daha önceki âyette: “Inne hâzâ ahî lehû tis’un ve tis’ûne na’ceten ve liye na’cetün vâhidetün — Bu benim kardeşimdir. Onun doksan dokuz koyunu ve benim bir koyunum var. Onu da bana ver, benim idaremde olsun, diyor,” (Sâd sûresi: 38/23) diye beyan buyrulmuştur. Yâni her iki âyette geçen mânadan huletâ (halîtler) kelimesinin “ortaklar” yerinde değil, mücerret mallarını birbirine katan kimseler yerinde kullanıldığı anlaşılır,’ dediler. Ayrıca Ebû Hanife tarafından cevap verip ‘Bu hadîs-i şerif onlara vâsıl olmamıştır’ dediler. Yahut şu yolda fikir yürüttüler ki:

“Sadakada (zekâtta) beşten aşağıya bir şey yoktur,” hadîs-i şerifini esas aldılar ve halita (karışma) hükmü bu esasa aykırı olduğu için ona kail olmadılar.”

İmâm-ı Âzam (Allah ona rahmet etsin) buyurmuştur ki: “Halîtlerden birinin üzerine mâlik olduğu şeyde ancak mallannı birbirlerine karıştırmamış olduğu takdirde vâcib olanın mislinden başka bir şey vacip olmaz.

Süfyân-ı Sevrî (Allah rahmet etsin): “Tâ birinin kırk koyunu ye öbürünün kırk koyunu oluncaya kadar bir şey vâcib olmaz,” demiştir.

İmâm-ı Şâfiî, Ahmed ve hadîs ashâbı buyurmuşlardır ki: “İki kişinin mâşiyeleri (deve, sığır, koyun ve keçi gibi hayvanları) nisaba yetiştiği zaman zekât versinler.” Yine onlar katında halita (malların karışımı) şudur ki, ikisinin davarı otlağa beraber gider, beraber gelirler, suyu bir yerden içerler, erkek deve hepsine birden salınır. Bunda da birlik üzere olurlar. Ortaklık bundan farklı ve daha hususîdir, dediler.

* * *

Yemen halkına

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli mektuplarından biri de Yemen halkına gönderilmiştir. Bu mektupları öyle yüce bir yazıdır ki, onda çeşitli fıkıh mes’eleleri beyan olunmuştur. Zekât, diyetler, hükümler, büyük günahlar, boşama, köle âzâd etme, namaz ve mushafa dokunına hükümleri beyan olunmuştur. Bu mektup daha başka şer’î hükümleri de içine almıştır. Bütün fakihler orda olan diyet miktarlarına göre amel etmişlerdir.

Bu mektubu hadîs İmâmlarından Nesâî rivâyet etmiştir. Bu hadîs-i şerifi Yunus Zührî’den mürsel olarak ve Ebû Hâtem sahihinde muttasıl olarak Ebû Bekir bin Muhammed bin Amr bin Hazm’dan, o da babasından, o da dedesinden rivâyet etmişlerdir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri Yemen halkına mektup yazdı ve mektupta şunlar vardı:

Bir kimse bir mü’mini günahsız katleylese o katili onun yerine katleylesinler. Meğer ki, öldürülenin mirasçıları diyete razı olsunlar.

Bir kadını öldüren erkeği kadinin yerine öldürsünler.

Bir nefsin (kişinin) diyeti yüz devedir. Altın ehline bin altındır.

Burunda, dilde, dudakta, hayalarda ve zekerde (tenasül âletinin kesilmesinde) tam nefs diyeti vaciptir. Belde ve iki gözde de tam diyet lâzımdır. Bir ayakta yarım diyet verilmesi gerekir. El ve ayak parınaklarında her parınak için on deve diyet verilmesi gerektir. Bir dişde beş deve diyet verilmesi gerekir.

Me’mûme ve câyife’de diyetin üçte biri gereklidir. Me’mûme, dimağın üzerindeki deriye kadar ulaşan baştaki yaraya denir. Câyife de, insanın bedeninde göğüs veya karın boşluğuna kadar açılan yaraya denir. Minkale’de on beş deve vaciptir. Minkale diye öyle yaraya denir ki, kemiği kırıldıktan sonra yerinden giderilip başka yere iletilir.

Zikrolunan bu diyetler hep o şerefli mektupta yazılı idi. İmâm-ı Mâlik’in (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde: “Gözde elli deve, elde elli deve, ayakta elli deve ve mudaha’da beş deve vaciptir,” diye buyurulmuştur. Mudaha diye kemiği görününceye kadar açılan baştaki yaraya denir.

Resûlüllah Efendimiz’in şerefli mektuplarından biri de Benî Züheyr kabilesine yazılıp yollanmıştır.

Bizans Kralına Mektubu:

Peygamberimizin Bizans Kralına Mektubu:

Rivâyet olunur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Hudeybiye gazâsından döndüğü zaman Rum padişahına (Bizans Kralına) bir mektup yazdı. Ashabdan bâzılan:

— Ya Resûlâllah! Rum tâifesi mührü olmayan bir mektubu okumazlar, dediler.

Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz emretti, gümüşten bir mühür kazdırdılar. Mührün üzerine üç satır işlenmişti. Bir satırı Muhammed, ikinci satırı Resûl, üçüncü satırı Allah idi. Mübarek mektubu o mühürle mühürledi ve hicret tarihinin altıncı yılında Dıhye bin Halîfe ile Rum padişahına gönderdi. Mektubun sûreti şudur:

Rahman ve Rahim olan Allah’ın ismiyle...

“Allah’ın resûlü olan Muhammed’den Rum’un azîmi (büyüğü) olan Hirakl’a:

Her kim Hakk’ın hidâyetine tâbi olursa ona selâm olsun.

Ben seni İslâm’a dâvet ederim. Müslüman ol ki, selâmet bulasın. Ve Allah sana ecrini iki kat olarak versin. (Çünkü tebaanın da İslâm olarak selâmet bulmasına sen sebeb olmuş olursun). Eğer sen İslâm’dan yüz çevirirsen bütün ekincilerin (yâni Hıristiyanların avâminin) vebali senin boynunadır. Ey Kitap Ehli!  Hem bizce ve hem sizce doğru olan bir söze gelin ki: Allah’dan başkasına tapmayalım. O’na hiç bir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp birbirimizi Hak tanımayalım. Eğer Kitap ehli bu sözden yüz çevirirlerse (ey müslümanlar) deyin ki: Siz şâhid olun, biz muvahhid ve müslümanız.”

Mektupta geçen iki kere ecir vermenin mânası hakkında bâzıları, bir kere Hazret-i İsâ’ya îman getirip sonra Resûlüllah Efendimiz hazretlerine îman getirdiği için fazilet ve sevap verilmesidir, demişlerdir.

Yine mektupta Hirakl’a “Rum’un azîmi” diye buyuruldu, “Rum meliki” diye buyurulmadı. Bunun hakkında da: Çünkü İslâm’ın zuhura gelmesiyle o mülkten (meliklikten) azledilmiş oldu. Azîmü’r-Rûm (Rûm’un büyüğü) denilmesi de ona ülfet vermek içindi, dediler.

Acem Meliki Perviz’e Gönderdiği Mektup:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri şerefli mektuplanndan birini de Kisrâ (Acem hükümdarı) Perviz’e göndermişlerdir ki, Nuşirevanın oğludur ve Husrev diye tanınmıştır. Mektubun sûreti şudur:

“Rahman ve Rahim olan Allah’ın ismiyle...

Allah’ın Resûlü Muhammed’den Farsların büyüğü Kisrâ’ya:

Selâm, gerçeği arayan ve bulunca ona uyan, Allah’a ve Resûlüne îman eden kimselerin üzerine olsun ki, onlar Allah’dan başka ilâh olmadığına, O’nun biricik olduğuna ve ortağı bulunınadığına şehadet ederler. Ben seni Allah’ın yoluna dâvet ediyorum. Zira ben, diri olan kimselere haber vereyim ve inkâr edenlere de Allah’ın azabinin hak olması için Allah tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Eğer müslüman olursan selâmete erersin ve eğer sözümü dinlemezsen bütün mecusilerin günâhı senin boynuna olur.”

İmâm-ı Buhârî’nin rivâyetinde İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri şerefli mektuplarını Abdullah bin Huzâfe ile gönderip:

— Götür bunu Bahreyn hâkimine ver, diye emretti.

O da şerefli emirleri gereğince mektubu götürüp Bahreyn hâkimine verdi. O da mektubu Kisrâ’ya verdi. Kisrâ, okuduğu zaman mektubu yırttı. Bu haber Resûlüllah Efendimiz hazretlerine geldiği zaman zannedersem İbn-i Müseyyeb Resûlüllah Efendimiz hazretleri onların yırtılmasına dua etti, diye buyurmuştur. Yâni “Onlar benim mektubumu yırttıkları gibi ömürleri ve saltanatları da yırtılıp parçalansın,” demiştir.

Bâzı âlimler yazmışlardır ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Kisrâ’ya (Acem hükümdarına) ve Kayser’e (Rum hükümdarına) mektuplar gönderdi. Kisrâ okuduğu gibi şerefli mektubu yırttı. Kayser ise okuduğu gibi o şerefli mektubu dürdü, hürmetle yukarı kaldırdı. Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Kisrâ’ya: “Devleti parçalansın,” dedi ve Kayser’e hayır dua edip: “Devleti daim olsun,” dedi. Gerçekten de Kisrâ’nın devleti dönüp, oğlu Şireveyh kendini hançerle vurarak öldürdü. Az zaman içinde nesli yok olup gitti. Ama Kayser’in devleti daim ve sâbit oldu.

Fethü’l'Bâri’de yazılıdır ki, bir zamanlar muzaffer melik Kalaven sultanı, muzaffer kılıçlı Seyfüddin isimli bir yakininı bâzı hediyelerle Mağrib padişahına gönderdi. O da Seyfüddin’i bir hususta şefaatte bulunınası için frenk padişahına gönderdi. Frenk padişahı kendisini kabûl edip ikram etti ve:

— Sana bir şey göstereyim. Bizim hediyemiz de bu olsun. Bunu görmüş ol, dedi.

Altın kaplı bir sandık getirdiler. Sandıktan altın bir kalemdan ve kalemdanın içinden de bir mektup çıkardı. Bâzı harfleri zâil olmuş ve arkasına ipek bir bez yapıştırmışlardı:

— Bu mektup sizin peygamberinizin şerefli mektubudur ki, ceddim Kayser’e göndermişti. Bize baba ve dedelerimizden miras olarak bugüne kadar gelmiştir. Kayser’den beri bize ecdadımızın vasiyetleri şöyledir ki: “Bu mektup bizim elimizde oldukça saltanat bizim elimizden gitmez.” Onun için biz bu mektubu gayet ihtİmâmla saklarız, ona hürmet eder ve onu yüce tutarız. Hattâ onu saltanatımızın daim olması için Hıristiyanlardan bile gizleriz, dedi.

Habeş Meliki Necaşî’ye Gönderdiği Mektup:

Peygamber Efendimiz hazretleri, şerefli mektuplarından birini de. Habeş meliki Necaşî’ye göndermişti. Mektubun sûreti şudur:

Rahman ve Rahim olan Allah’ın ismiyle...

Allah’ın Resûlü Muhammed’den Habeş meliki Necaşî Eshame’ye:

Selâm üzerine olsun. Mülkün ve melekûtun yegâne sahibi, her noksandan münezzeh, emn ve emân veren ve her şeye gözcü olan Allah’a hamd ettikten ve İsa’nın, Allah tarafından temiz, iffetli ve bâkire Meryem’e ilka edilen bir ruh ve kelime olduğuna, Âdem’i nasıl kendi eliyle yaratıp ona ruh üflemişse İsâ’ya da öylece ruh üflediğine şehadet ettikten sonra seni yalnız Allah’a ibadet etmeye, ona ortak koşmamaya, Allah’a tâat yolunda bana tâbi olup bana gönderilen şeye îman etmeye dâvet ediyorum. Zira ben, Allah’ın Peygamberiyim. Ayrıca amcam oğlu Ca’fer’i müslümanlardan birkaç kişi ile beraber sana gönderdim. Oraya vardıkları zaman kendilerini barındır. Kibir ve hükümdarlık büyüklüğü seni tutınasın. Zira ben, seni ve senin askerlerini İslâm’a dâvet ediyorum. İşte ben, size tebliğ ettim ve gerekli nasihati verdim. Siz de nasihati kabul edin.

Selâm, doğru yola uyanların üzerine olsun.”

Peygamber Efendimiz hazretleri, bu mektubu Amr bin Ümeyyetü’d-Damrî (radıyallahü anh) ile gönderdi. Mektup Necaşî’ye ulaşınca İslâm’a geldi ve Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin nübüvvetinin gerçekliğine şehâdet eyledi:

— Gerçekten Hazret-i Mûsâ’nın râkibü’l-himâr’a (merkebe binene) şehadeti, Hazret-i İsâ’nın râkibü’l-cemel’e (deveye.binene) şehadeti gibidir, dedi.

Yâni Hazret-i Mûsâ, İsâ aleyhisselâm’m geleceğini haber verip onun işareti olarak merkebe bindiğini zikretmişti. Gerçekten de öyle oldu. Hazret-i İsâ aleyhisselâm da Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden ve onun deveye binici olduğundan haber vermişti. Öyle de oldu, demektir.

Necaşî’nin Cevabı:

Bunun üzerine Necaşî de Resûlüllah Efendimiz hazretlerine cevap yazdı. Cevabın sûreti şudur:

“Rahman ve Rahim olan Allah’ın ismiyle...

Allah’ın resûlü Muhammed’e Necaşî Eshame’den:

Ey Allah’ın resûlü! Allah’ın selâmı, rahmet ve bereketleri senin üzerine olsun. Beni İslâmiyete hidâyet eden Allah’dan başka ilâh olmadığına şehadet ederim. Ey Allah ’ın resûlü! İsâ hakkındaki sözlerini kaplayan mektubunuz bana ulaştı. Yerin ve göklerin Rabbına yemîn ederim ki, İsâ, söylediklerinden fazla bir şey değildir. Bize gönderdiğin mektubun gayesini kavradık. Amcan oğlu ile arkadaşlarını kabûl edip barındırdık. Senin gerçekten Allah’ın Peygamberi olduğuna şehadet eder, seni tasdik ederim. Amcan oğluna bîat edip onun elini tutarak müslüman oldum. Ey Allah’ın peygamberi! Eriha bin Eshame bin Ebcer’i (oğlumu) sana gönderiyorum. Zira ben kendimden başka herhangi bir kimse üzerinde yetki sahibi değilim. Şayet istersen kendim de gelirim. Zira söylediklerinin hak olduğuna şehadet ederim.”

Bu Necaşî o Necaşî’dir ki, ismi Eshame idi. Nübüvvet tarihinin beşinci yılında müslümanlar ona hicret etmişlerdi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri bu mektubu ona altıncı yılda Amr ile gönderip onu İslâma dâvet etmişti. O zamanlar Ca’fer bin Ebî Tâlib de o diyarda bulunuyordu. Necaşî onun önünde îman getirmişti. Bu Necaşî vefat ettiği gün Resûlüllah Efendimiz hazretlerine malûm olup:

— Habeş ülkesinde Necaşî bugün vefat etti, diye ashâbına haber verdi ve Medine-i münevvere’de namazını kıldı.

Sonra Habeş’den haber geldiğinde tâ Resûlüllah Efendimizin buyurduğu günde vefat ettiği ortaya çıktı. Bundan sonra Resûlüllah Efendimizin bir mektubunun bir Necaşîye daha gittiğini, fakat bunun müslüman olup olmadığı ve isminin ne olduğu malûm değildir, demişlerdir. Doğrusunu Allah bilir.

Mısır Meliki Mukavkıs’a Mektubu:

Peygamber Efendimiz hazretlerinin bir mektupları da Mısır ve İskenderiye meliki Mukavkıs’a gitmiştir. Bu mektubun sûreti şudur:

“Rahman ve Rahim olan Allah’ın ismiyle...

Allah’ın kulu ve resûlü Muhammed’den Kıbt’ın (eski Mısır halkinin) büyüğü Mukavkıs’a:

Selâm gerçeği arayan ve ona uyanların üzerine olsun. Seni selâmet bulman için İslâm’a dâvet ederim. İslâm ol ki, selâmet bulasın ve Allah’ın iki kat ecrine nâil olasın. Eğer yüz çevirirsen senin ve Kıbt’ın (Mısır halkinin) günâhı senin üstüne olur. Ey Kitap Ehli! (Bundan sonrası Âl-i Imrân sûresinin 64. âyeti meâlidir) Gelin, bizimle sizin aranızda eşit olan bir kelimede birleşelim: Allah’dan başkasına ibadet etmeyelim, ona hiç bir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp birbirimizi Hak tanımayalım. Eğer Kitap Ehli bu sözden yüz çevirirlerse (ey müslümanlar) deyin ki: Siz şâhid olun, biz muvahhid ve müslümanız.”

Rivâyet olunur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri bu mektubu Hâtıb bin Beltea ile göndermişti. Hâtıb mektubu götürdüğü zaman (Firavunu kasdederek) Mukavkıs’a:

— Senden önce burada bir kimse vardı, ilâhlık dâvası güderdi. Hak teâlâ hazretleri onu dünya ve âhiret belâlarına mübtelâ kıldı. O halde sen başkalarından ibret al, başkaları senden ibret almasınlar, dedi.

Ayrıca İslâm dîninin fazilet ve şerefini beyan edip nasihatla karışık birçok sözler söylemişti.

Mukavkıs:

— Ben bu peygamberin hâline baktım. Emirlerinde ve yasaklarında asla akla uygun olmayan bir şey bulamadım. Anladım ki, bu kişi sihirbaz değildir, kâhin ve yalancı değildir. İnsanlardan itibar, iltifat ve ücret uman biri de değildir. Nübüvvet alâmetlerinden bâzı halleri kendilerinde buldum. Bâzı sırlardan haber vermek bu kişiden sâdır oldu. Hele biraz düşüneyim, dedi.

Mukavkısın Cevabı:

Mukavkıs, böyle dedikten sonra mektubu alıp fil dişinden bir hokkanın içine koydu, sakladı. Sonra kâtibini çağırıp Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli mektubuna cevap yazdırdı. Mektubun sûreti şudur:

“Rahman ve Rahîm olan Allah’ın ismiyle...

Allah’ın kulu Muhammed’e Kıbt’ın büyüğü Mukavkıs’dan:

Mektubunu okudum ve dediğin nesneyi anladım. Beni dine dâvet ettiğini öğrendim. Ben bilirim ki, zuhur edecek bir peygamber kalmıştır. Ancak öyle sanırım ki, Şam diyarından çıkacaktır. Gönderdiğin kişiye hürmet ve ikramda bulundum. Sana iki cariye gönderiyorum ki, Mısır halkı içinde onların kıymet ve itibarları çok büyüktür. Bir elbise ile binmen için bir de katır gönderiyorum.”

Böylece Mukavkıs, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin Peygamberini ve mektubunu hürmetle karşılayıp bâzı hediyeler göndererek ikramda bulunınasına rağmen İslâm’a gelmedi.

Bahreyn Melikine Mektubu:

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin bir mektubu da Münzir bin Sâvâ denilen Bahreyn hâkimine gönderilmiştir. Bu mektup da İslâm’a dâvet için gönderilmiştir. O da cevap yazıp dedi ki:

“Ya Resûlâllah! Şerefli mektubunu Bahreyn halkına okudum. Bir kısmı İslâm’ı kabul edip müslüman oldular. Bir kısmı da istemediler. Benim memleketimde Yahudiler ve Mecusîler de vardır. Ne buyurursun? Tekrar bana şerefli emirlerini gönder.”

Resûlüllah Efendimiz hazretleri bunun üzerine ikinci bir mektup yazıp gönderdi. Mektubunda Hak teâlâ hazretlerine hamd ve senâdan sonra şehadet kelimesini getirip bazı öğütlerde bulunduktan sonra şöyle diyorlardı:

“Benim sana gelen rasüllerim senden hayli hoşnutluk getirdiler. Ben senin kavmin hakkında ettiğin şefaati kabul ettim. İslâm’a gelenleri halleri üzere bırakasın. Günah işleyenleri afvettim. (Yâni İslâm’a gelmeyenlerin öldürülmesinden vazgeçtim). Onlar haraç versinler. Eğer sen doğruluk üzere olursan biz seni azletmeyiz. Yahudiliği ve Mecusîliği üzre kalanlara cizye buyurdum.”

Umman Meliklerine Mektubu:

Umman memleketinde iki melik vardı. Bunlar kardeş idiler. Resûlüllah Efendimiz hazretleri onlara da Amr bin As ile mektup göndermiştir. Mektubu Übey bin Kâ’b yazmıştır. Mektubun öz olarak mânası, İslâm’a dâvetten sonra:

“Eğer İslâm’ı ikrar ederseniz padişahlıklarınız üzere kalırsınız. Yine memleketinize sizi sahip kılarım. Eğer İslâm’ı kabul etmeyip yüz çevirirseniz hiç şüphesiz saltanatınızı sizden gideririm. Benim askerim sizin memleketinizin ortasına kadar girer ve benim nübüvvetim sizin saltanatınıza galip olur,” demektir.

Bu şerefli mektubu götüren Amr bin As (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin huzurundan çıkıp Umman memleketine vardığım zaman beylerinden Abdullah dedikleri beye gidip onunla buluştum. Bu, öbür kardeşinden huy, yaratılış ve diğer cihetlerden daha üstündür. Kendisine:

— Ben Fahr-i Âlem hazretlerinin Peygamberiyim. Sana ve kardeşine gönderildim, dedim.

Bunun üzerine o:

— Öbür kardeşim benden büyüktür ve devlet işlerinde o benden önce gelir. Seni ona götüreyim. Mektubu ona oku, dedi.

Ondan sonra:

— Beni nasıl bir şeye dâvet ediyorsun? diye sordu.

— Seni biricik olan ve ortağı olmayan Allahü teâlâ hazretlerine dâvet ederim. Allahü teâlâ hazretlerinden başka mabudu terk edip Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin onun kulu ve resûlü olduğuna tanık olman gerekir, dedim.

Ondan sonra:

— Ya Amr! Sen kavminin seyyidinin oğlusun. Senin baban nasıl hareket ettiyse biz ona uyarız, dedi.

Ben:

— Babam öldü. Muhammed’e iman getirmedi. Ben isterdim ki, iman getirip onu tasdik etsin ve onun re’yi üzere amel etsin. Hak teâlâ hazretleri bana doğru yolu göster. Ben Müslüman oldum, dedim.

— Ne zaman müslüman oldun? dedi.

— Yakın zamanda müslüman oldum, dedim.

— Nerede müslüman oldun? dedi.

— Necaşî’nin yanında müslüman oldum, dedim ve Necaşî’nin müslüman oluşunu ona anlattım.

Abdullah:

— Necaşî İslâm’a geldiğinde memleketinde olan kavmi ne yaptılar? dedi.

— Kendisini saltanat makamında tutup ona tâbi oldular, dedim.

— Ya papazları ve keşişleri de ona tâbi oldular mı? dedi.

— Evet, tâbi oldular, dedim.

— Ya Amr! Sakın yalan söyleme. Âdemoğlunda yalandan daha çirkin bir nesne yoktur, dedi.

— Yalan söylemiyorum. Bizim dinimizde yalan helâl değildir, dedim.

Ondan sonra Abdullah:

— Sizin peygamberiniz ne türlü şeyleri emreder ve ne türlü şeyleri yasaklar? dedi.

— Hak teâlâ hazretlerini bir tanımayı emreder ve O’na başka şeyleri ortak etmeyi ve isyan olan şeyleri yasaklar. Doğruluğu ve iyiliği buyurur, sıla-i rahmi (akrabaya yardımı) emreder. Zulümden, başkasının hakkına tecavüzden, zinadan, şarap ve kumardan, putlara tapmaktan yasaklar, dedim.

Bunun üzerine Abdullah:

— Ne güzel şeylere dâvet edermiş. Eğer kardeşim bana tâbi olsaydı gider, Muhammed’e iman getirip onu tasdik ederdik. Ama kardeşim saltanatı bırakıp kul olmayı kabul etmez, dedi.

— Eğer İslâm’a gelirse Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri onu yine kavminin üstüne padişah eyler ve zenginlerinden zekât alır, fakirlerine verir, dedim.

— Bu ne güzel bir âdettir, dedi ve zekâtın ne olduğunu sordu.

Ben de kendisine anlattım. Peygamber Efendimiz hazretlerinin bütün mallarda farz kıldığı zekât çeşitlerinin hepsini bildirip ta deve zekâtına gelinceye kadar hepsini söyledim.

— Ya Amr! Şimdi bizim yabanda gezip ağaç otlayan ve suya varan davarlarımızdan zekât alınır mı? dedi.

— Evet, alınır, dedim.

— Vallahi zannetmem ki, benim kavmim, yurtlarının uzaklığı ve sayılarının çokluğu ile buna boyun eğsinler, dedi.

Yâni memleketleri ıraktır, oraya sefer edilmesi zordur ve sayıları da çoktur. Bunun için düşmandan korkmazlar, demek istedi.

Amr der ki: Birkaç gün kapısında durdum. Abdullah öbür kardeşiyle buluştu ve benim sözlerimden ona haber verdi. Ondan sonra o kardeşi beni dâvet etti, içeri girdim. Adamları kolumdan tuttular.

— Salıverin! diye emretti.

Kolumu salıverdiler, ileri vardım, oturmak istedim. Beni oturmaya bırakmadılar. Yüzüne baktım. Bana:

— Hacetin nedir, söyle, dedi.

Ben de mühürlü mektub-u şerifi sundum. Mührünü bozup mektubu sonuna değin okudu. Ondan sonra kardeşinin eline verdi. O da baştan sona okudu. Ama ilkönce buluştuğum kardeşi sonra buluştuğumdan daha yumuşak tabiatlı idi. Ondan sonra sual edip:

— Kureyş taifesi bu kişiye ne yaptılar, bana haber ver, dedi.

Ben:

Bazıları gönül rızasiyle bazıları da kılıçla tâbi oldular. Bütün halk İslâm dinine rağbet etti. Hak teâlâ hazretlerinin hidayeti yetişip hep idrâk ettiler ki, daha önce dalâlette imişler. Hepsi imana geldiler. Senden başka kimsenin kaldığı malûm değildir. Eğer İslâm’a gelmezsen bilmiş ol ki, senin üstüne asker gelir. Hemen imana gel, kurtuluş bul. Seni kavminin üstüne yine hâkim tayin etsin ve üzerine asker gelmesin, dedim.

— Bugün beni bırak, haydi git. Yarın yine gel, dedi.

Ben de dönüp gittim. İlkönce buluştuğum kardeşinin yanına vardım. Bana dedi ki:

— Ya Amr! Eğer saltanatinin korkusu engel olmazsa umarım ki, kardeşim müslüman olur.

Ertesi gün olunca yine gittim. Beni buluşturmadılar. Sonunda Abdullah beni gönderdi, içeri girdim. Bana:

— Senin dâvet ettiğin şeyi düşündüm. Eğer ben şimdi elimde olan şeyi bir kişiye temlik edersem onun kendi askeri burada bana gelip ulaşamaz. Geldiği takdirde benden bir şey elde edemez. Hal böyle olunca ben ona itaat edersem Arap tâifesinin gayet zayıfı olmam lâzım gelir, dedi.

— O halde ben yarın çıkar, giderim, dedim.

Benim gideceğimin kesin olduğunu anlayınca kardeşiyle bir araya gelip başbaşa tenhada sohbet ettiler. Sabah olduğu gibi bana haber gönderip ikisi beraber müslüman oldular. Resûlüllah Efendimiz hazretlerini tasdik ettiler. Bana izin verdiler, zekât toplamaya başladım. Muhalefet edenlere karşı bana yardım edip beni desteklediler, diye buyurdu.

Yemâme Melikine Mektubu:

Peygamber Efendimiz hazretlerinin bir mektubu da Yemâme meliki Havze bin Ali’ye gönderilmiştir. Selît bin Amr adlı kimse ile göndermişlerdi. Mektubun sûreti şudur:

“Rahman ve Rahim olan Allah’ın ismiyle...

Allah’ın resûlü Muhammed’den Havze bin Ali’ye:

Selâm hidayete tâbi olanların üzerine olsun. Bil ki, benim dinim yakın zamanda mamur ülkelerin en uzak köşelerine kadar yayılacaktır. İslâm’a gel, selâmet bul. Yine senin memleketini sana emanet edeyim.”

Rivâyet olunur ki, mezkûr Selît, mühürlü mektubu götürüp Havze’ye sunduğunda Selît ona izzet ve ikramda bulunarak mektubu alıp okudu. Mektubun içindekileri anladıktan sonra özür ve bahaneler ileri sürerek Resûlüllah Efendimiz hazretlerine cevap yazdı:

“Arap tâifesi saltanatın benden gitmesini istemezler. Bana bundan başka bir şey buyur, tâbi olayım,” dedi.

Selît’e bir miktar para ve arınağanlar verip gönderdi. Ne verdiyse hepsini Selît Peygamber Efendimiz hazretlerine getirdi, Havze’rıin hallerinden haber verdi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri, mektubunu okuduğu gibi beddua edip:

— Helâk olsun! Elinde olan mal ve mülkü helâk olsun! diye buyurdu.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri Mekke’nin fethinden döndüğü zaman “Havze helâk oldu” diye Cebrâil aleyhisselâm haber getirdi. Peygamber Efendimiz hazretleri:

— Yakın zamanda Yemâme diyarında bir kezzâb (yalancı) zuhur edip peygamberlik dâvasında bulunacak. Ben âhirete intikal ettikten sonra öldürülecektir, diye buyurdu.

Gerçekten de çok zaman geçmeden Müseylemetü’l-Kezzâb zuhur edip peygamberlik iddiasında bulundu. Sonradan Yemâme çenginde öldürüldü.

Şam Melikine Mektubu:

Resûlüllah Efendimizin şerefli mektuplarından biri de Şam vilâyetinde Gavta denilen yerde olan Hâris bin Ebi Şimr Gassânî’ye gönderilmiştir. Mektubun sûreti şudur:

“Rahman ve Rahim olan Allah’ın ismiyle...

Allah’ın resûlü Muhammed’den Hâris bin Ebi Şimr’e:

Selâm doğru yola uyanların üzerine olsun. Seni, tek olan ve ortağı olmayan bir Allah’a inanınaya dâvet ederim. Eğer kabul edersen seni mülkünde bâki kılarım.”

Resûlüllah Efendimiz hazretleri bu mektubu ashâbmdan Şücâ bin Vehb ile göndermiştir.

Eyle Hâkimine Mektubu:

Resûlüllah Efendimiz bir mektup da Eyle hâkimi olan Yuhanna bin Ru’be’ye yazmıştır. Eyle hâkimi, Peygamber Efendimiz Tebük’te iken gelip kendileriyle buluştu. Haraç olarak bir miktar para (üç yüz altın) getirmişti. Sulh istedi. Kendisiyle sulh yapılıp bu mektup yazılarak kendisine verilmiştir.

Bu mektup bir ahidname mahiyetindedir ki, Yuhanna’ya, Eyle halkinin reislerine ve kendilerine, karada ve denizde o tâifeden kim varsa hepsine, aynı zamanda Yuhanna’ya tâbi Şam, Yemen ve deniz ehlinden kim varsa onlara ahd ve eman için verilmiştir. Bundan sonra onlar zımmî oldular. Ama şu şartla ki, birisi bir münker iş işlerse, bir bid’at ortaya çıkarırsa malı ile kurtulamaz. O zaman her kim alırsa malı helâl olur. Kendi hallerinde kaldıkları müddetçe kimse muratlarına ve yollarına mâni olmaz. Karada ve denizde nereye isterlerse giderler.

Yazılıp verilen mektubun kısaca hulâsası budur.

Bu mektup Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli izinleriyle Cüheym bin Salt ve Şurahbil bin Hasene tarafından yazılmıştır, demişlerdir.

Yazılı Ahid ve Beratları

Peygamberimizin Yazılı Ahid ve Beratları:

Bir mektup da Cerbâ ve Ezrec halkı Tebük’de gelip haraç getirdikleri zaman onlara ahidname mahiyetinde yazılıp verilmiştir. Bunun da kısaca mânası: Ezrec halkına eman verip her Receb ayında yüz altın vermek şartiyle ve müslümanlarla güzel geçinmek üzere ahd etmektir.

Hüseyin bin Abdullah bin Damîre’den, o da babasından ve o da dedesinden rivayet etmişlerdir ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri bir gün Damîre’nin annesinin yanına uğradı. Kadinin durmadan ağladığını gördü:

- Niçin ağlıyorsun, aç mısın yoksa çıplak mısın? diye buyurdu.

Kadın:

— Ya Resûlâllah, oğlumu benden ayırdılar. Onun için ağlıyorum, dedi.

Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Oğulu anadan ayırmayınız, diye emretti.

Adam gönderip Damîre’yi alan kişiyi getirtti. Damîre’yi ondan satın alıp anasına verdi.

İbn-i Ebi Züveyb der ki: Resûlüllah Efendimiz hazretleri böyle ettikten sonra şerefli huzurlarında bir mektup varmış, o mektubu bana okuttu.

Mektup şudur:

“Rahman ve Rahim olan Allah’ın ismiyle...

Allah’ın resûlü Muhammed’den Ebi Damîre’ye ve ehl-i beytine azadlık belgesidir:

Onlar Arap tâifesinden başka bir ehl-i beyttir. Ve kimsenin esiri değillerdir. İsterlerse Allah’ın resûlünün yanında dururlar, isterlerse kendi taifelerine giderler. Haksız yere hiç kimse onları incitmesin. Ve müslümanlardan onlara rast gelen kimse kendilerine iyilikle muamele eylesin.”

Bu şerefli mektupları da Dumetü’l-Cendel hâkimi ile sulh yapıldığı zaman sulhname olarak yazılmıştır.

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin bir mektubu da Adâ’ bin Hâlid’e köle sattığı zaman yazılmıştır.

Yazılan bu belgenin sûreti şudur:

“Rahman ve Rahim olan Allah’ın ismiyle...

Bu, Adâ’ bin Hâlid bin Hevze’nin Allah’ın resûlü Muhammed’den satın aldığı kölenin satış belgesidir. Satın alınan kölede hastalık, gaile ve habîse yoktur. Salim ve müslim olarak teslim edilmiştir.”

Gaileden murad burada kaçgmlık, uğruluk (hırsızlık), hainliktir, demişlerdir. Mânası bu sayılan ayıplardan beridir demek olur.

Peygamber Efendimiz hazretlerinin bu mektubu muamelâtta şahit tutınanın meşru olduğuna delildir, demişlerdir. Ama şu da vâki olmuştur ki, satmış, satın almış ve mübarek cübbelerini bir Yahudi’ye rehin koymuşlar, fakat bunlarda şahit tutınamışlardır. Sözün özü şudur ki, muamelâtta şahit tutmak güzeldir, işin sonunda ihtilâf ve çekişmeden kurtulmaya sebep olur. Ama bu, vacip olan bir şey değildir. Eğer vacip olsaydı Peygamber Efendimiz hazretleri her defasında şahit tutarlardı. Hattâ rehin hususu en çok çekişme umulan bir husus iken onda da şahit tutınayı terk etmişlerdir.

Peygamberimizin Emirleri (Valileri):

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin emirleri (valileri) şunlardır:

Bâzân bin Sâmân ki, Behrâm evlâdından idi. Peygamber Efendimiz onu Yemen vilâyetine vali tayin etmişlerdir. Acem meliklerinden ilk İslâm’a gelen ve İslâm’da Yemen diyarına ilkönce tayin olunan vali budur.

Hâlid bin Saîd’i Peygamber Efendimiz San’a şehrine vali tayin etmişlerdir.

Ziyâd bin Lebîd’i Hadramut kabilesine vali tayin etmişlerdir.

Ebû Mûsâ el-Eş’arî’yi Zübeyd ve Aden memleketlerine vali tayin etmişlerdir.

Muâz bin Cebel hazretlerini Cünd vilâyetine vali tayin etmişlerdir.

Ebû Süfyân’ı Nehran diyarına vali tayin etmişlerdir. Oğlu Yezid’i Teym kabilesine vali tayin etmişlerdir.

Attâb bin Esîd’i Mekke şehrine vali tayin etmişlerdir. Sekizinci senede Hac Emîri dahi etmişlerdir.

Ali bin Ebi Tâlib (radıyallahü anh) hazretlerini Yemen kazasına müvellâ (yargıç) kılmışlardı.

Amr bin Âs’ı Amman memleketine ve işlerine emir tayin etmişlerdi.

Daha önce zikrolunduğu üzere dokuzuncu senede Hazret-i Ebû Bekir Sıddık’ı Hac Emîri tayin etmişlerdi. Çıkıp hacılarla beraber gittikten sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Bu yıldan itibaren müşrikler hac etmesinler ve cahiliyet âdeti üzre Beyt-i Şerifi kimse çıplak tavâf etmesin! diye bir emir yazıp Hazret-i Ali’nin (radıyallahü anh) eline verdiler ve:

— Git, Minâ’da hacıların içinde bu emri oku! diye buyurdular.

Hazret-i Ali de yola çıkıp Araç denilen yerde Hazret-i Ebû Bekir’e yetişti. Hazret-i Ebû Bekir:

— Ya Ali! Emir misin yoksa resûl musun (peygamber misin)? dedi.

Hazret-i Ali:

— Ya Ebâ Bekir! Resûlüm. Beni Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri gönderdi ki, halk arasında şerefli emirlerini okuyayım. Bu yıldan sonra müşrikler hac etmesinler ve çıplak olarak tavâf etmesinler, dedi.

Rafızîler buradan dalâlete düşmüşlerdir ki, “Peygamber Efendimiz o zaman Ebû Bekir’i azledip yerine Hazret-i Ali’yi nasb etmişti,” derler. Ama abes herze söylerler. Hazret-i Ebû Bekir azledilmiş değildi. Hazret-i Ali sadece zikrolunan hizmet için gönderilmişti. Rafızîler Allah onları alçaltsın yalan söyler ve iftira ederler. Daha bunun gibi nice makul olmayan hezeyan icat etmişlerdir. Onlardan biri de bu sözleridir.

Peygamber Efendimiz zikrolunan bu emirlerden başka zekâtları toplamak için sahâbe-i kirâmdan daha pek çok kimseleri vazifeli olarak birçok yerlere göndermişlerdir.

Peygamber Efendimizin Rasülleri:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri, bunlardan başka etraf memleketlere bazı rasüller de göndermişlerdir ki, bunlar aşağıda zikrolunacaktır.

Rivâyet olunur ki, hicret tarihinin yedinci senesi muharreminde bir gün altı kişiyi altı tarafa peygamber olarak göndermişlerdir. Kâdî Iyâd (Allah ona rahmet etsin) Şi'a’sında İmâm-ı Vakıdî’den nakletmiştir ki, gönderilen kimselerin her biri hangi tâifeye gönderildiyse o tâifenin lisanı kendisine feth olundu. O dilden söylemeğe başladı, demiştir.

Bu gönderdikleri rasüllerden biri Amr bin Ümeyye-i Damrî’dir ki, Habeş meliki olan Necaşî’ye gönderilmişti. Kendisine iki mektup vermişlerdi. Birinde yazılan Necaşî’yi İslâm’a dâvet idi. Öbüründe de Ümmü Habîbe’yi kendilerine tezvic etmelerini bildiriyordu. Amr mektupları sunduğu gibi Necaşî, alıp gözlerine sürdü ve tevazu olarak tahtından inip yer üstüne oturdu. Habeş diyarında bulunan sahâbe-i kirâmm önlerinde şehadet kelimesini söyleyip müslüman oldu:

Eğer muktedir olsaydım şerefli hizmetlerinde bulunınak için yanlarına giderdim, dedi.

Ondan sonra Necaşî, mektupları ağaç bir kutunun içine koyup sakladı ve:

— Bu şerefli mektuplar Habeşlilerin arasında bulundukça onlardan hayır ve bereket gitmez, dedi.

Dıhye bin Halîfe’yi Rum padişahına bir mektupla gönderip kendisini İslâm dinine dâvet etmişlerdi. Rum padişahı Hirakl, İslâm’a gelmeyi düşünmüş ve buna azmetmişti ki, Rum tâifesi buna razı olmadılar. Hirakl, saltanatını kaybetmekten korkup kendisine hidayet müyesser olmadı.

Abdullah Sehmî’yi Kisra’ya göndermişlerdi.

Hâtıb bin Ebi Beltea’yı Mukavkıs’a göndermişlerdi.

Şücâ’ bin Vehb’i Belka meliki olan Hâris bin Ebi Şimr’e göndermişlerdi.

Selît bin Amr’ı Havze’ye ve Semâme bin Esâle’ye göndermişlerdi. Semâme’ye hidayet müyesser olup İslâm’a geldi.

Zikredilen bu altı kişi, yukarıda sözü geçtiği üzre aynı günde gönderilmişlerdi. Bunlardan başka gönderilenler de aşağıda zikredilecektir.

Amr bin Âs’ı Ummân padişahları olan Ceyfer ve Abbâd adlı kardeşlere göndermişlerdi. İkisine de hidayet müyesser olup imana geldiler.

Alâ’ bin Hadramî’yi Bahreyn padişahı olan Münzir bin Sâvâ’ya göndermişlerdi. O da imana gelmiştir.

Muhâcir bin Ebi Umeyye’yi Yemen beğlerinden Hâris bin Kilâl’e göndermişlerdi.

Ebû Mûsâ el-Eş’arî ile Muâz bin Cebel’i Tebük gazâsından dönüşte Yemen diyarına göndermişlerdi. O zamanda Yemen halkinin çoğu İslâm’a gelmişlerdir. Onlardan sonra Hazret-i Ali bin Ebi Tâlib’i göndermişlerdi. Veda haccında buluştular.

Cerîr bin Abdullah’ı Zi’l-Kilâ’ ve Zi-Amr dedikleri Yemen beğlerine göndermişlerdi. Bunlara da hidayet müyesser olup İslâm’a gelmişlerdir. Cerîr daha orada iken Fahr-i Kâinat Efendimiz saadetle âhiret yurduna intikal etmiştir.

Amr bin Ümeyye-i Damrî, Müseylemetü’l-Kezzâb’a mektupla gönderilmişti. Kayser beğlerinden Ferve bin Amr’ı İslâm dinine dâvet için gönderilmişti. Bu Ferve imana geldi ve Resûlüllah Efendimiz hazretlerine iman getirdiğini mektupla bildirdi. Şerefli hizmetlerine bir at, bir katır, bir eşek, birkaç parça kumaş ve altınlı bir kaftan gönderdi. Hediyeleri Mes’ud bin Sa’d adlı kimse ile göndermişti. Resûlüllah Efendimiz hazretleri o kimseye on iki vukiyye gümüş verdi. Vukiyye diye kırk dirheme derler.

Zekâtları toplamak için gönderilen kimseler hicret tarihinin dokuzuncu yılında Muharrem ayinin başında gönderilmişlerdir.

Bu husus için Uyeyne bin Hısn-ı Fezârî Benî Temim kabilesine gönderilmiştir. Büreyde ve bazı kavilde Kâ’b bin Mâlik Eşlem ve Gıfâr kabilelerine gönderilmiştir. Abbâd bin Bişr Süleym ve Müzeyne kabilelerine gönderilmiştir. Râfi’ bin Mekîs Cüheyne kabilesine gönderilmiştir. Amr bin As Fezâre’ye gönderilmiştir. Dahhâk bin Süfyân Benî Kilâb kabilesine gönderilmiştir. Bişr bin Süfyân ve bazı kavilde Nehhâm Advî Benî Kâ’b tâifesine gönderilmiştir. Abdullah bin el-Letbiye Zebyân kavmine gönderilmiştir. Sa’d ve Huzeym kavminden bir kimse dahi kendi tâifelerine gönderilmişlerdir.

7 . Fasıl

Peygamber Efendimizin Müezzinleri, Hatipleri, Şairleri ve Hâdileri

Müezzinleri

Şöyle malûm olsun ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin dört müezzini vardı. Birisi Hazret-i Bilâl-i Habeşî’dir ki, Ebû Bekir Sıddık’m azadlısıdır. İlk ezan okuyan Hazret-i Bilâl’dir.

Rivâyet olunmuştur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden cihadın sevap ve faziletini işitmişti. Peygamber Efendimizden sonra ezandan vazgeçip cihadla meşgul olmak istedi. Hazret-i Ebû Bekir Sıddık (radıyallahü anh) minnet edip kendi zamanında da ezan okuttu. Bazı rivâyette Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden sonra dört halifeye ezan okumadı. Sadece bir kere Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) Şam’ı fethettiği zaman çıktı, ezan okudu. Sahâbe-i kirâm Bilâl’in ezanını işitince Resûlüllah Efendimiz hazretlerini andılar ve o kadar ağladılar, inlediler, feryat ettiler ki, dağları ve taşları harekete getirdiler. Allah onların hepsinden razı olsun. Hicretin on yedinci yılında Şam diyarında vefat etmiştir. Yaşı altmıştan fazla idi. Bazıları Şam’da, bazıları Haleb’de medfundur, demişlerdir.

Birisi de Amr bin Ümmü Mektum hazretleridir ki, âmâ idi. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden önce Medine-i münevvere’ye hicret edenlerdendir.

Biri de Sa’d bin Âiz’dir ki, Kuba nahiyesinde Peygamber Efendimiz hazretlerine ezan okumuştur. Bazılarının kavline göre orada ezan okuyan Sa’d bin Abdurrahman’dır.

Mekke’de iken Peygamber Efendimizin müezzini Ebû Mahzure’dir ki, ismi Evs bin Maîr idi. Elli dokuz tarihinde Mekke’de vefat etmiştir. Allah ondan razı olsun.

Şairleri

Peygamber Efendimizin Şairleri üç kişidir. Birisi Kâ’b bin Mâlik’dir. Birisi Abdullah bin Revâha, birisi de Hassân bin Sâbit’tir. Kâfir şairleri Resûlüllah Efendimiz hazretlerini hâşâ hicvettikçe bunlar cevap verip onların hezeyan ve isnatlarını def ederlerdi. Alemlerin Hocası Efendimiz hazretleri Hassân’a dua edip:

— Allahümme eydihi bi ruhü’l-kuddüs — Allahım, onu RuhülKudüs ile teyid et,” diye buyurmuştur.

Rivâyet olunur ki, Cebrâil aleyhisselâm Hassân’a yetmiş beyitte yardım eylemiştir. Peygamber Efendimizin hadîs-i şerifinde de:

“İnne cebrâile maa Hassan ma nâfihe annî — Hiç şüphesiz Cebrâil, benden def ettiği şeylerde Hassan ile beraberdir,” diye buyurulmuştur.

Yâni Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden kâfirlerin sözlerini def eder demektir. Murad, kâfirleri hicvedip şiirlerinin cevabını vermektir. Hassân yüz yirmi yıl ömür sürmüştür. Kendi babası Sâbit, dedesi Münzir ve babasının dedesi Harâm, hepsi yüz yirmişer yıl ömür sürmüşlerdir. Elli dört senesinde vefat etmiştir.

Hatipleri

Peygamber Efendimizin Hatibi Sâbit bin Kays bin Şemmâs idi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri bunun için “Cennet ehlidir” diye şehadet etmiştir. Peygamber Efendimizin ve ensar topluluğunun hatibi idi. Yemâme gazâsında şehit olmuştur.

Hâdileri

Peygamber Efendimizin Hâdileri dört kişi idi. Birisi yukarıda şairleri sırasında zikri geçen Abdullah bin Revâha idi ki, seferlerde o Hazret’in önünce haddâ eylerdi. Yâni yüksek sesle güzel beyitler okur, develeri şevk ve harekete getirirdi.

Biri de Amir bin el-Ekva’ idi. Hayber gazâsında şehit olmuştur.

Biri de Enceşe idi ki, siyah bir köle idi. Gayet güzel haddâ eylerdi. Hazret-i Enes’den rivâyet edilmiştir ki, Berâ’ bin Mâlik erkeklere haddâ eyler, Enceşe ise kadınlara haddâ eyler, şiirler okurdu. Bir gün bir yolculukta Enceşe böyle şiirler okuyarak kadınların develerini sürerken Peygamber Efendimiz lâtife ederek:

— Ya Enceşe! Yavaş sür, sonra fincanları kırarsın, diye ona takıldı.

Yâni kadınların yanınca böyle şevke getirici şiirler okumaktan onu men etti. Bazıları dediler ki: “Bundan Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli muradı, güzel ses ve şiirler dinlemekten kadın tâifesinin gönüllerine heva gelmesin demekti.” Bazıları da dediler ki: “Develer güzel ve ahenkli sesi işitince hızlı hızlı yürümeye başlarlar. Kadınlar tâifesi de hareketin sür’atine tahammül edemezler. Onun için Resûlüllah Efendimiz hazretleri onlar hakkında fincan tabirini kullandı. Murad, kadınlar fincan gibidir, çabuk kırılırlar. Hızlı sürme ki, kırılmasınlar demekti.”