Geri

   

 

 

İleri

 

3 . Fasıl

3 - 3 Peygamberimizin Yemesi, Giyinmesi ve Diğer Zarurî İşleri

Peygamberimizin Yemesi, içmesi ve Geçimi

Malûm olsun ki, bu husus çok bilgiye muhtaç olan büyük bir esastır. Zira dinî ve dünyevî işleri toplayıcıdır. Eseri kalbe ve kalıba ilişkindir. Allah’ın sünnetini icra etmek için bedenin ayakta durması onunla mümkündür. Dünya ve âhiretin mâmurluğu onunladır. Eğer gıda olmasaydı bunların hiç biri olmazdı. Yalnız kalıp, hayvanların tabiatı üzeredir. Onunla dünya mâmurluğuna yardım kazanır. Ruh ve kalb ise meleklerin tabiatı üzeredir. Bunlarla âhiret mâmurluğuna yardım elde edilir. Birleşmeleri halinde iki cihan mâmurluğuna elverişli olurlar.

İmâm-ı Gazâlî hazretleri der ki: “Hak teâlâ hazretlerinin likasına vüsul (buluşmasına kavuşma) ilimle ve amelle olur. Bedenin selâmeti ise yeme ve içme ile olur. Yiyecek ve içecekten gerektiği kadarı alınınayınca beden sâlim olmaz. Bundan dolayı salih seleflerden bazıları “Yemek yeme dindendir” dediler. Yine onun içindir ki, Hak teâlâ hazretleri bu mânayı hatırlatıp:

“Külü mine’t-tayyibâti ve’melû sâlihan — Güzel şeylerden yeyin ve güzel işler işleyin,” (Mü’minûn sûresi: 23/51) diye buyurmuştur.”

Hâsılı yeme ve içmeden maksat salih amellere (güzel işlere) kuvvet kazanınak olunca insan olana lâyık değildir ki, sırf lezzet alma zevki için hayvanlar gibi yemeye ve içmeye harîs olsun. Belki insanlığa yakışan, gerektiği kadarı ne ise onunla yetininektir.

Malûm olsun ki, tam doyacak kadar yemek bid’attir. İlk devirden sonra zuhur etmiştir. Hadis İmâmlarından İmâm-ı Nesâî ve İbn-i Mâce rivâyet etmiş, Hâkim de tashih etmiştir ki, daha önce Mikdâd İbn-i Ma’dîkerb (radıyallahü anh) Fahr-i Kâinat Efendimizden şöyle rivâyet etmiştir:

“İnsan, kendi karnından daha kötü bir kab doldurmamıştır. İnsan oğluna belini doğrultacak kadar birkaç lokmacık yeter. Eğer insana nefsi galip olursa karnının üçte birini yiyeceğe, üçte birini içeceğe ve üçte birini de nefes almaya ayırsın,” diye buyurmuşlar.

Bu hadîs-i şeriften muradın “Karnını tamamen doyuruncaya kadar yemek yemesin” demek olduğu açıktır.

İmâm-ı Kurtubî (Allah rahmet etsin): “Eğer hakim Sokrat bu taksimi işitmiş olsaydı bu hikmetten hayrete düşerdi,” demiştir. “Üç nesneyi tahsisen zikir buyurmalarının sebebi şudur ki, hayvanın, hayat sebebi onlardır ve onlardan başka bir nesne karnına girmez,” demişlerdir.

Ayrıca az yemek hususunda gelen sahih hadîste de:

“Mü’min bir bağırsağı doluncaya kadar yer. Kâfir ise yedi bağırsağı doluncaya kadar yer,” buyurulmuştur.

Zira mü’min şunu bilir ki, yemek ve içmek, Hak teâlâ hazretlerinin tâatine bedenin ayakta durmasının hâsıl olması içindir. Bu dereceden fazlasinin hesabından da korkar. Onun için gerektiği kadarla iktifa eder. Kâfir ise böyle şeyleri düşünmez. Sadece sığır gibi karnı dopdolu oluncaya kadar yer, demektir. Hadîs-i şerifte geçen sayılar murad edilmiş değildir. Sadece mâna: “Az yemekle kanaat etmek mü’min olanın şanındandır. Ta karnını tıka basa dolduruncaya kadar yemek de kâfir olanın şânındandır,” demektir.

Şeriat ehli katında insanın bağırsağı yedi adettir. Birisi midedir. Ondan sonra mideye bitişik üç ince bağırsak vardır ki, birisine Bevvâb, diğerine Sâim, öbürüne de Rakîk derler. Bunlardan sonra üç yoğun bağırsak daha vardır ki, birine A’ver, diğerine Kolon, öbürüne de Müstakim derler. Bunun nihayeti fazlalıkların çıkış yeridir.

Bu hadîs-i şeriften her mü’min ve her kâfir hakkında istisnasız eşitlik olması lâzım gelmez. Az da olsa çok yemek yiyen bir mü’min bulunabilir. Ya alışkanlık bakımından yahut tesadüfi bir hal sebebiyle böyle olur. Az yemek yiyen bir kâfir de bulunabilir. Ya sıhhatini sakındığı yahut ruhbanların üslûbu üzere riyazet ettiği için böyle yapabilir. Ancak sonuç, beyan olunduğu üzeredir. Mü’min kanaata meyilli olur. Kâfir ise hırslı olur, demektir, dediler.

Ama bazıları dediler ki: “Bundan murad, mü’min yemeğe ve içmeğe başladığı zaman ‘Bismillah’ diyerek başlar. Bunun için şeytan ona ortak olmayıp az yemek yeter. Kâfir ise böyle değildir, demek olur.”

Bazıları da: “Hadîs-i şerifte geçen mü’minden murad, îmanı kâmil olan mü’mindir. Müslümanlığı güzel ve îmanı kemâl üzere olan mü’minin düşüncesi, kendi ölümü ve âhireti ile meşgul olur. Korkusunun şiddetinden ve düşüncesinin çokluğundan tam iştiha ile yemek yiyemez. Nitekim Ebî Umâme’nin (radıyallahü anh) hadîsinde gelmiştir ki:

 “Bir kimsenin düşüncesi (tefekkürü) çok olursa yemesi az olur. Bir kişinin düşüncesi az olursa yemesi çok ve kalbi kasvetli olur,” buyrulmuştur.

Yemekle dolmuş olan kursağa hikmet girmez. Bir kişinin yemesi az olursa içmesi de az olur. İçmesi az olan kişinin uykusu az olur. Uykusu az olan kişinin ömrünün bereketi açık olur. Bu takdirde çok yemek çok uyumağı gerektirir. Çok uyuyan kimsenin de ömrünün bereketi kaybolur. Bir kimse herhangi bir sebeple doymak derecesinden daha az yemekle iktifa ederse onun bedeni gıdayı daha güzel kabûl eder. Nefsinin ve kalbinin halleri daha iyi olur. Karnını tıka basa dolduruncaya kadar yiyenin hâli bunun aksine olur.”

İmâm-ı Taberânî’nin rivâyetinde İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) Resûlüllh Efendimiz Haz-retlerinden rivâyet etmiştir ki:

“Hiç şüphesiz dünyada tokluk ehli olanlar, işte onlar, yarın kıyamet gününde açlık ehli olacaklardır.”

Selman ve Ebû Cuheyfe’nin (Allah onlardan razı olsun) rivâyetlerinde:

“Hiç şüphesiz insanlardan dünyada tokluğu çok olanların âhirette açlığı uzun olacaktır,” buyurulmuştur.

Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) buyurmuştur ki:

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin karnı tokluk cihetinden aslâ dolmamıştır. Ailesi içinde hâli şu idi ki, onlardan yemek istemezlerdi. (Yâni “Yemek getirin, yiye-lim” yahut “Gönlümüz filân yemeği istiyor, onu getirin” dediği görülmezdi.) Eğer yemek getirirlerse yerdi. Her ne yiyecek ve her ne içecek verseler reddetmez, kabûl ederdi.”

Zikrolunan şib’ (tokluk), mideye ağırlık verip ibadete mâni olan, uyku ve kesel (gevşeklik, tembellik) getiren tokluktur. Mekruh olan budur. Hattâ bunun kerâheti, gerektirdiği fesada göre haram derecesine ulaşır, demişlerdir. Meselâ namazın terkine sebep olursa haramlığı ona göre olur. Yoksa murad, mûtad üzre tam olarak doymak mekruh olur demek değildir. Hattâ bu derece doymak vâciptir. Çünkü can taşıyan bunsuz olamaz. Her ne zaman Peygamber Efendimiz hazretleri doyuncaya kadar yemezdi deseler, bundan maksat yeter miktardan fazla yemezdi demektir. Doyuncaya kadar yedi dedikleri zaman yeter miktarda yedi demektir.

Nitekim Sahih-i Müslim’de bir hadîs gelmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Ebû Bekir ve Ömer (radıyallahü anh) ile açlıktan dışarı çıktılar. Bir Ensarî’nin evine vardılar. O da bir koyun boğazladı. Vakta ki, doydular...” diye tâbir olunmuştur. Murad, yeteri kadar yediler, demektir.

İmâm-ı Nevevî: “Bu hadîs-i şerifte doyuncaya kadar yemenin câiz olduğuna işaret vardır. Kerâheti hususunda gelen haber, devamlı olarak onun işleninesine mahsustur,” demiştir.

Şeyhayn’ın rivâyetlerinde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Muhammed (Sallâllahü Aleyhi ve Eellem) ailesi, üç gün birbiri ardınca yemekten doymamışlardır. Bu hal tâ Resûlüllah Efendimiz vefat edinceye kadar böyle gitmiştir,” demiştir.

İmâm-ı Tirmizî, İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet etmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz ve ehli, birbiri ardınca üç gece geçerdi ki, akşam yemeği bulamayıp aç yatarlardı. Ekmekleri de arpa ekmeğinden başka bir şey değildi,” diye buyurmuştur.

İbn-i Sa’d îmran bin Zeyd-i Medenî’den rivâyet etmiştir ki, şöyle dedi: “Bir gün babam Zeyd ile beraber Hazret-i Aişe’nin evine gittik. Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) Resûlüllah Efendimiz hazretleri hakkında:

— Mübarek karnını iki yiyecekten doyurmadan dünyadan çıkıp gitti. Hurmadan doyduğu zaman arpadan doymazdı, arpadan doyduğu zaman hurmadan doymazdı, diye buyurdu.”

Dimyatî’nin naklinde yine Hazret-i Âişe buyurmuştur ki: “Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri dünya metâlarmdan üç nesneyi beğenirlerdi. Birisi güzel kokulu nesneler, birisi nisâ (yâni hatunlar), birisi de yemekti, ikisine yetişti, birisine yetişemedi. Nisâ ile güzel kokulu nesneleri buldu, yemeği bulamadı.”

Bundan murad onu çok istediği halde bulamadı demek değildir. Belki bundan murad şudur ki: Eller gibi yemekle nimetlenineye hırslı değildi; kuvvet bulacak kadar az bir miktara kanaat ederdi, demektir.

İmâm-ı Tirmizî Şemâil’inde Nu’man bin Beşîr’den rivâyet etmiştir ki: “Vallahi ben sizin peygamberinizi mübarek karnını doyuracak kadar dekal bulamaz halde gördüm,” demiştir. Dekal dedikleri hurmanın kötü ve âdi bir nevidir.

Velhâsıl bu türlü haberler çok gelmiştir. Âişe-i Sıddıka (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: “Biz Âl-i Muhammed şöyle idik: Bir ay boyunca hiç ateş yakınadığımız olurdu. Su ile hurmadan başka bir şey yoktu.”

İmâm-ı Buhârî’nin naklinde şöyledir: “Hazret-i Âişe, hemşiresinin oğlu Urve’ye:

— Ey hemşirem oğlu! Biz hilâli görürdük. Ondan sonra yine hilâli görürdük. Sonra yine görürdük. İki ayda üç hilâl görürdük. Bu müddet içinde Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin evlerinde ateş yanınazdı, dedi.

Urve:

— Ey teyze! Ya ne ile geçinirdiniz? diye sordu.

Âişe (radıyallahü anhâ) hazretleri:

— Hurma ve su ile geçinirdik. Ancak Resûlüllah Efendimizin ensar kavminden komşuları vardı. Onlar davarlarının sütünden gönderirlerdi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri onu bize içirirdi, diye buyurdu.”

Utbe bin Gazvân’dan rivâyet edilmiştir ki: “Biz Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile beraber yedi kişi idik. Semüre (sakız ağacı) dedikleri ağacın yaprağından başka yiyeceğimiz yoktu. Hattâ ağzımızın iki yanı onu yemekten yara olmuştu,” dedi.

İmâm-ı Müslim ve Beyhakî’nin (Allah onlara rahmet etsin) rivâyetlerinde gel-miştir ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri vefat edip gitti; ömründe bir günde iki kere ekmekle zeytinyağından doyduğu vâki olmadı,” demişlerdir.

İmâm-ı Buhârî’nin naklinde Enes bin Mâlik’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: “Ben Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin Hak teâlâ hazretlerine kavuşuncaya kadar elenmiş undan yumuşak girde (pide) veya semît koyun görmüş olduğunu bilmiyorum,” dedi.

Semît diye şuna derler ki, gayet genç koyunu veya kuzuyu boğazladıktan sonra sıcak su ile haşlayıp tüylerini giderirler ve derisinden büryan ederler. Arap taifesi içinde muteber bir yiyecektir. Resûlüllah’m Ehl-i Beyt’inde elek yoktu. Un elemeyi bilmezlerdi.

İmâm-ı Buhârî’nin rivâyetinde gelmiştir ki: “Ebî Hâzım Sehl’e sorup:

— Siz Peygamber Efendimiz hazretleri zamanında elenmiş un gördünüz mü? dedi.

Sehl de:

— Vallahi görmedik, diye cevap verdi.

— Ya arpa ununu eler miydiniz? dedi.

— Yok, elemezdik. Ama üflerdik, dedi.”

Yâni: “Ancak üstüne gelen kabuk ve kepeğini üfleme vâki olurdu, elemek olmazdı,” dedi. Yine bir rivâyette şöyledir ki:

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin zamanında sizin eleğiniz var mıydı? diye sordu.

Sehl (radıyallahü anh) hazretleri:

Resûlüllah Efendimiz nübüvvetle gönderdiğinden tâ kabz olununcaya kadar elek görmedi, dedi.

İbn-i Hacer der ki: “Sehl’in bu cevabından ben öyle zannederim ki, nübüvvetten önce gördüğünden istisna etme vardır. Zira Fahr-i Âlem hazretleri nübüvvetten önce ticaret vesilesiyle Şam diyarına yolculuk ederdi. O diyar Rum tâifesinin elinde idi. Onlarda bu türlü tena’um (konfor) sebepleri çok olur. Şüphe yoktur ki, o zaman onların evlerinde gördüğü olmuştur.”

Buharî ve Müslim’in nakillerinde Hazret-i Âişe’den (radıyallahü anhâ) rivâyet edilmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz vefat ettiği zaman yiyecek kısmından bir miktar arpadan başka bir şey kalmamıştı. Çok zaman ben o arpadan yedim. Sonunda onu ölçtüm. Ondan sonra tükendi,” demiştir.

Yine Şeyhayn’ın rivâyetlerinde Hazret-i Âişe buyurmuştur ki: “Resûlüllah Efendimiz vefat ettiği zaman mübarek cübbesi bir Yahudi’de otuz şinik arpaya rehin idi.”

İmâm-ı Müslim ve diğerlerinin naklinde Ebû Hüreyre’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: “Bir gün Resûlüllah Efendimiz hazretleri dışarı çıktı. Ebû Bekir ile Ömer (Allah onlardan razı olsun) hazretlerine rast geldi. Sual edip:

— Bu zamanda evlerinizden çıkmağa ne sebep oldu? diye buyurdu.

— Açlık sebep oldu, dediler.

Fahr-i Âlem hazretleri de yemin edip:

— Beni de sizi çıkaran nesne çıkardı, dedi.

Oradan bir Ensarî’nin evine geldiler. Ensarî de meğer evinde değilmiş. Karısı Resûlüllah Efendimiz hazretlerini görünce:

— Merhaba, hoş geldiniz, dedi.

Resûlüllah Efendimiz:

— Filân nerdedir? diye kadına kocasını sordu.

O da:

— Tatlı su getirmeye gitti, dedi.

Bu sırada hemen Ensarî de çıkageldi. Resûlüllah Efendimize ve yoldaşlarına bakıp Allah’a hamd ederek:

— Bugün benden daha üstün konuklu kimse yoktur, dedi.

Ondan sonra gitti, bir salkım hurma getirdi. Üzerinde kuru hurma, olgun yaş hurma ve koruk hurma vardı. Onlara:

— Buyurun, diye teklif edip kendisi koyun boğazlamak için eline bıçak aldı.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri bunu görünce:

— Sakın sağılır koyun boğazlama, diye buyurdu.

Bundan sonra Ensarî, koyunlarından birini boğazladı. Resûlüllah Efendimiz ve arkadaşları koyundan ve hurmadan yediler, içtiler. Doydukdukları ve kandıkları vakit Hazret-i Ebû Bekir ile Hazret-i Ömer’e:

— “Benim nefsimi elinde tutan Allah’a yemîn ederim ki, siz kıyamet gününde bu nimetten mes’ul olacaksınız. Evlerinizden sizi açlık dışarı çıkardı, ondan sonra bu nimet size yetişinceye kadar evlerinize dönmediniz,” diye buyurdu.

Hadîs-i şerifte zikredilen suâlden murad, şereflendirme ve nimetlendirme suâlidir. Meselâ “Ey kullarım! Dünyada filân yerde son derece acıkmıştınız. Size şöyle bir nimet müyesser eyledim. Hatırlıyor musunuz?” diye buyurur. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin dostlarına bu şerefli tenbihten muradı, onları şükre kandırmaktı.

Bu rivâyetin bize faydaları cümlesinden biri de şudur ki: Hak teâlâ hazretlerinin bize ihsan ettiği türlü türlü nimetleri düşünelim. O nimetler ki, sahâbe-i kirâmler, belki de insanların efendisi olan Peygamber Efendimiz onları dünyada görmemişti. Bunları düşünerek belki onların şükrüne çalışırız. Bir miktar hurma ile biraz et için böyle buyurulunca türlü türlü nefis yemekler için nasıl olması gerektiğini düşününüz!..

İmâm-ı Müslim’in naklinde Talha bin Nâfi’, Câbir bin Abdullah’dan işitip riva-yet etmiştir ki, Câbir (radıyallahü anh) şöyle dedi: “Bir gün Resûlüllah Efendimiz hazretleri eli-me yapışıp beni evine götürdü. Ev halkı Resûlüllah Efendimize bir parça ekmek ge-tirdiler. Fahr-i Âlem hazretleri:

— Hiç katık edecek bir nesne yok mu? diye sordular.

— Sirkeden başka bir şey yoktur, dediler.

O zaman Resûlüllah Efendimiz:

— Ne güzel katıktır sirke, diye buyurdular.”

Câbir (radıyallahü anh): “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden bu sözü işittiğimden beri sirke sevmekten hâli olmadım,” dedi. Talha (radıyallahü anh) da: “Câbir’den bu kıssayı işitti-ğimden beri sirkeye muhabbetten hâli olmadım,” dedi.

İbn-i Ebi’d-Dünyâ’nm naklinde İbn-i Büceyr (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: “Bir gün Resûlüllah Efendimiz çok acıkmıştı. Oradan bir taşı aldı, mübarek karninin üstüne koydu ve buyurdu ki:

— “Nice kimseler vardır ki, yeyip içtikleri ve dünya nimetleri içinde yüzdükleri halde kıyâmet gününde aç ve çıplak olurlar. Nice kimseler vardır ki, görünüşte nefslerine ikram ettikleri halde gerçekte ona ihanet ederler. Ve nice kimseler de vardır ki, görünüşte nefslerine ihanet ederler, halbuki gerçekte ona iyilik ederler.”

Velhâsıl nice kimseler vardır, yer, içer, dünya ile öylesine meşgul olur ki, Allah saklasın, âhiret tarafı hatırlarına gelmez olmuştur. O türlü kimseler uhrevî nimetlerden nasibsiz olacaktır. Niceleri vardır, kibir ve ucubla nefslerine ikram ettiklerini sanırlar, ama haberleri yoktur ki, kendilerine ihanet ederler. Niceleri vardır, nefslerini dünyada hor ve zelil tutarlar. Bilmeyenler, onların nefslerine ihanet ettiklerini sanır. Ama haberleri yok ki, o i’zaz ve ikramın tâ kendisidir. Hepsinin sonucu âhirette zuhur edecektir.

Ebû Hâtem ibn-i Hibbân Resûlüllah Efendimiz’in mübarek karnına taş bağladı-ğı hakkında gelen bütün hadîsleri inkâr etmiştir. “Onların aslı yoktur, bâtıl hadîsler-dir,” demiştir. Visâl hadîsine dayanarak: “Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri:

“Ben hiç birinize benzemem. Ben yedirilir ve içirdim,” diye buyurmuştur,” dedi.

“Bu kıssanın aslı şudur: Resûlüllah Efendimiz hazretleri oruç tutardı. Akşam orucunu bozmayıp ertesi gün de oruçlu olurdu. Buna visâl orucu derler. Sahâbe-i kirâmden bazıları da böyle edince Resûlüllah Efendimiz onları bundan men edip: “Ben sizin hiç biriniz gibi değilim. Ben yedirilir ve içirilirim,” diye buyurdu. Peygamber Efendimiz Hak teâlâ hazretleri tarafından yedirilip içirilirse mübarek karnına açlıktan taş bağlamak nasıl olur? Belki o rivâyet olunan hadîslerde zikrolunan kelime hacer değil, hacez’dir. (Yâni noktalı rı -z -harfi ile yazılıp okunınası gerekirken noktasız rı harfi ile yazılmış veya okunmuştur). Onu bilmeyen hacer sanmıştır. Z harfi ile hacez diye izârın uçlarına derler,” dedi.

Ama Ebû Hâtem’in bu sözlerini beğenineyip bazıları: “Mezkûr mânada vârid olan hadîs-i şerifler hakkında doğrusu şudur ki, onlar sahihlerdir. Fahr-i Âlem Haz-retlerinin taş bağlamasının sevabı seçtiği için olması ihtimali vardır,” dediler. Bazı âlimler indinde de bazı Arap ve Medine halkı katında acıktıkları zaman karınlarına taş bağlamanın âdet olması mümkün görülmüştür. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin de onların ettiğini ederek böyle etmesinin caiz olduğunu ashâbma bildirmek istemesi ve tevazu göstermesi mümkündür, demişlerdir.

Ancak bazı meşayih (Allah onlara rahmet etsin) bu hususta buyurmuşlardır ki: “Taş bağlanınası açlık için değildi. Belki mübarek cismi letafetin kemâl derecesi üzre olup ruhâniyet tarafı galip olduğu içindi. Eğer taş bağlamasa yeryüzünde karar edemeyip ulvî âleme meylederdi.”

Hakikatini Allahü teâlâ bilir. Bizim aklımızdan gizli bazı sırrinin daha bulunına-sı mümkündür.

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin zikrolunduğu üzre açlıklar çektiğinden bazı âlimler şüphe edip demişlerdir ki:

“Resûllerin en kerîmi ve nebilerin en muhteremi Efendimiz hazretlerinin böyle açlık çekmesi niçin gereksin? Hadîs-i şerifte aynen geldiğine göre evine bir yıllık lâzım olan erzak ve zahire ne ise alıp koyardı. Şu da sâbit olmuştur ki, bir kere ganimet malından bin deveyi ashâbmdan dört kişiye taksim etmiştir. Bu da sâbit olmuştur ki, bir Arabîye bir kere bin koyun verilmesini buyurmuş ve vermişlerdir. Bundan başka eshâbmdan Ebû Bekir, Ömer, Osman, Talha ve diğerleri (Allah onların hepsinden razı olsun) hep varlıklı kişilerdi. Yoluna yalnız mallarını değil, can ve başlarını feda ederler idi. Ondan hiç bir nesneyi esirgemezlerdi. Ebû Bekir, Ömer ve Osman’ın (Allah onlardan razı olsun) Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin bir işaretiyle sadaka ve cihada ne mallar harcadıkları çok iyi bilininektedir. Ebû Bekir bütün malını Allah yoluna sadaka etmiştir. Ömer malinin yarısını sadaka etmiştir. Osman Tebük gazâsında bin deve vermiştir. O halde bu kadar cömert sahâbe içinde Resûlüllah Efendimiz hazretleri niçin açlık ve sıkıntı çeksin?”

İmâm-ı Taberî (Allah ona rahmet etsin) bu şüphenin cevabında buyurmuşlardır ki:

“Zikrolunan haller her zaman vâki olmazdı. Bâzan darlık ve sıkıntı çekerlerdi, bâzen genişliğe kavuşurlardı. Bulamadıklarından değildi. Bâzan olurdu açlığı ihtiyar ederlerdi. Bâzan bunu tıka basa doymanın ve çok yemenin kerahetinden dolayı ederlerdi.”

Bu cevap güzel bir cevaptır. Ama “Bulamadıklarından değildi,” diye başlayan kısmı reddedip buyurmuşlardır ki: “Belki bâzan bulamayıp sıkıntı çektikleri olurdu. Zira daha önce zikrolunan hadîs-i şeriflerden açıkça böyle olduğu anlaşılır.”

İbn-i Hibbân’ın naklinde Hazret-i Âişe’den (radıyallahü anhâ) rivâyet edilmiştir ki: “Bi-zim doyuncaya kadar hurma yer olduğumuzu size söyleyen yalan söyler. Ama Kureyza fethedildikten sonra bir miktar hurmadan ve yağlı tuzlu nesneden bulduk.”

Bu nakilden açıkça anlaşılır ki, Kureyza fethine gelinceye kadar müzayaka çekerlermiş. Gerçekte söz budur ki, bâzan tam genişlik ve bolluk hâsıl olurdu. Gerek armağan ve hediyelerden gerekse ganimetlerden nice yük mallar getirirlerdi. Ama yanlarında dünyanın kadri olmadığı için başkalarına dağıtıp saçarlardı. Öyle ki, kendilerine bir habbe kalmazdı. Nice gün olurdu Allah’ın hikmeti gereğince bir şey gelmezdi, müzayaka çekerlerdi.

İbn-i Hacer de der ki: “Doğrusu İslâm ehlinin çoğu hicretten önce Mekke şehrinde iken müzayaka üzre idiler. Medine’ye hicret etmelerinden sonra da çoğu böyle idi. Ondan sonra ensâr tâifesi bunlara evler ve meskenler verip gözettiler. Sütleriyle geçinineleri için sağılır davarlarından bir kısım davar verdiler. Ancak bunlar, yine sahiplerinin olacaktı.

Sonradan Benî Nadîr ve diğer yerler fetholundu. Bunlarda biraz zenginlik hâsıl oldu, ihtiyaçtan kurtuldular. O emanet malları sahiplerine gönderdiler.

İmâm-ı Tirmizî’nin naklinde Resûlüllah Efendimiz’den bir hadîs-i şerif rivâyet olunmuştur ki, netice olarak mânası şudur: “Hiç bir kimse korku çekmezken ben Allah yolunda korku çektim. Hiç bir kimseye ezâ olunınazken ben Allah yolunda ezâ olundum. Vallahi benim üzerime otuz gece gelmiştir ki, bir kişinin yiyeceği kadar yemek ne bende vardı, ne de Bilâl’de vardı. Sadece Bilâl’in koltuğunun örteceği kadar bir şey vardı.”

Bundan âşikâre yemek götürmeye kadir olmayıp koltuğunda gizleyecek kadar ekmek veya hurma yahut başka bir şey götürdüğü anlaşılır. Yahut bundan murad getirilen şeyin azlığından kinâyedir. “Elimize giren çok az bir şeydi” demek olur. Bu müzayakanın Kureyş tâifesinin tuğyanı zamanında olması ihtimali vardır ki, türlü eza ve cefaya bel bağlamışlardı. Şu da kesindir ki, Fahr-i Âlem Efendimiz kendi güzel ihtiyarı ile bu halleri kabul ederdi, incininez idi.

İmâm-ı Tirmizî’nin naklinde Ebû Umâme’den rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz:

“Rabbim bana Mekke deresini senin için altınla doldurayım mı diye teklif etti. Ben kabûl etmedim, “Yok, ya Rab, bir gün tok olayım bir gün aç olayım. Böylece aç olduğum zaman sana tazarru ve seni zikredeyim. Tok olduğum zaman da sana şükredeyim ve hamd edeyim” dedim,” diye buyurdu.

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin bu açıklamasını Hak teâlâ hazretleri çok iyi bilicidir; ne söyleyeceğini daha o söylemeden bilirdi. Fakat şerefli muradı Allah’ın hitabı ile lezzetleninek olduğu için onu açıkladı.

İmâm-ı Taberânî’nin rivâyetinde İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Bir gün Resûlüllah Efendimiz Cebrâil aleyhisselâm ile Safâ üzerinde idiler. Fahr-i Âlem Efendimiz Cebrâil aleyhisselâma:

“Seni gerçek olarak göndermiş olan Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in ailesinin yanında bir avuç un ve bir avuç sevîk gecelemedi, “diye buyurdu.”

Ondan sonra İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretleri dedi ki: “Resûlüllah Efendimiz bu sözü söylediği gibi gökten öyle büyük bir ses işittik ki, o ses Resûlüllah Efendimiz’e korku verdi. Cebrâil aleyhisselâm’a:

— Yoksa Hak teâlâ hazretleri kıyametin kopmasını mı emretti? diye sordu.

Cebrâil aleyhisselâm:

— Yok, ya Muhammedi Sözünü işittiği zaman İsrafil’e emretti, o sana nüzûl etti, dedi.

Ondan sonra İsrafil aleyhisselâm geldi:

— Hiç şüphesiz Hak teâlâ hazretleri senin söylediğin sözü işitti ve beni yeryüzü hâzinelerinin anahtarı ile sana gönderdi. Buyurdu ki, sana teklif edeyim: istersen Tihâme dağlarını altın, gümüş, zümrüt ve yâkut eyleyip yanınca yürüteyim. Eğer dilersen hükümdar peygamber ol, dilersen kul peygamber ol, dedi.

Cebrâil aleyhisselâm: “Tevazu’ eyle” diye işaret etti. Ondan sonra Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri üç kere:

— “Bel nebiyyen abden — Ancak kul nebîliği isterim,” diyerek kulluğu ihtiyar eyledi.

Vâr olanların iftiharı olan ve övgülerin en üstünü kendisine ait bulunan Efendimiz hazretlerinin yüksek himmetine nazar eyle ki, yeryüzü hâzinelerinin anahtarları kendisine teklif olundu da kabûl etmedi. Eğer kabûl edip alsaydı bile onu Hak teâlâ hazretlerinin tâati yolunda harcayacaktı. Fakat dünya mallarının sâhipliğine razı olmayıp sırf kulluğu ihtiyar eyledi.

İmâm Halimi Şa’bu’l-imân adlı kitabında der ki: “Âlemlerin serveri Efendimiz hazretlerine hürmet ve muhabbet göstermenin şartlarından biri de şudur ki, halk içinde sıfat isimlerinden olan herhangi bir şeyi ona isim vermemek gerekir. Meselâ “Peygamber Efendimiz fakirdi” dememelidir. Bu sıfatı ona vermekten kaçmak Resûlüllah Efendimiz hazretlerine hürmet ve muhabbetin eseridir.”

Bazı âlimler ona zühd sıfatinin verilmesini de red ve inkâr etmişlerdir. Zühd rağbetin aksidir. Meselâ filân kimse zâhiddir deseler dünyaya rağbet etmez demektir. Başkaları hakkında bu söz övgüdür. Fakat Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin şerefli şanına göre övgü değildir.

Nesrü’d-Dürer sâhibi hikâye eder ki, Muhammed bin Vâsi’a:

— Filân kimse zâhiddir (dünyadan yüz çevirmiştir), dediler.

O da:

— Dünyanın kadri nedir ki, bir kimsenin ona rağbet etmemesinin kadri olsun? dedi.

Yâni kişinin rağbet etmediği gerçekten öyle bir şey olmalıdır ki, ona rağbetin olmaması ile müridlik sâbit olsun. Dünya geçici bir harâbedir. Böyle bir nesneye rağbet etmek ihtimali o türlü bir kimseye lâyık mıdır ki, rağbet etmez demek bir övgü olsun, demektir.

O halde Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli şânını iyi düşünen bir kimse bilir ki, dünyaya rağbet etmemeyi ona nisbet etmek bir hüner midir? Onun ümmetinin seçkinlerine övgü olmayan bir vasıf onun kendisine övgü olur mu?

Aynı zamanda o muhterem zâta lâyık olmayan başka sözlerden de çok kaçinınak lâzımdır.

Kâdî Iyâd Şi/a’sında zikretmiştir ki: “Bir zamanlar Mağrib ehlinden Hâtem Tuleytulî dedikleri bir kimse vardı. Zu’munca fakîh geçinirdi. Bir gün sohbet ve görüşme esnasında Fahr-i Âlem Efendimiz için “Yetim” kelimesini kullanıp “Zühdü kasdettiği için böyle değildi. Güzel yiyecekler bulabilseydi yerdi,” dediği için Endülüs diyarının âlimleri katline fetva verdiler. Zira bu türlü sözler eksikliği ifade edicidir, hiç olmazsa öyle vehmettiricidir. Her ne kadar gerçekte yetim diye babası vefat etmiş olana derler ve bu mânanın padişahlarda dahi bulunduğu kesin ise de... Bununla beraber “Padişahımız yetimdir” demekte olan kabahat ve edebsizliğin ne mertebe olduğu açık seçiktir.”

Şeyh Bedreddin Zerküşt sonraki bazı fakîhlerden nakletmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz mal cihetinden asla fakir değildi. Belki Allah cihetinden insanların en zen-gini idi. Kendi nefsine ve ailesine yetecek kadar dünyalık verilmişti,” diye buyurdu.

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin:

— “Allahümme ahyinî miskînen — Allahım, beni miskin (sükûn ve itmi’nan bulmuş) olarak dirilt,” diye dua ettiğine şu mânayı verdiler:

Muradı istikânet-i kalb (kalb tevazuu) idi. Yâni tevazu isterdi. Yoksa meskenet değildi ki, lüzumlu şeylere yetecek şey bulamamak mânası olsun, diye söylerdi. Buna aykırı inançta bulunana karşı çok inkârcı idi. Hiç onların sözünü kabûl etmezdi.

Şeyhü’l-lslâm İbn-i Hacer (Allah rahmet etsin): “Resûlüllah Efendimiz Hazret-lerinden rivâyet olunan:

 “Fakr iftiharımdır, onunla övünürüm,” hadîsi bâtıldır, mevzu’dur,” diye bu-yurmuştur.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri açlığa karşı tamamen hoşnutluk üzere idi. Aç-lıkta nice menfaatler müşahede buyurmuşlardı. Nübüvvetinin başlarında diğer pey-gamberlere de vâki olduğu üzere Allah’ın âdeti hasebiyle bazı sıkıntı ve darlıklar çektiği de olmuştu. Ama sonraları İslâm kuvvet ve şevket bulduktan sonra ettikleri her riyazet kendi gönül hoşluğu ile olurdu. Şöyle ki, ümmetinden diğerleri ona bağlansın ve iltifat edici olsunlar. Bütün nimetlenine ve zevk alma sebeplerini en son derecede elde etmesi mümkün olurdu. Bununla beraber onlara asla bağlanmış değildi. Kendileri öyle bir âleme dalmışlardı ki, yemek ve içmek gözlerine görünmezdi. İşin hakikati budur. Allah daha iyi bilir, en üstün hüküm ve hikmet sahibidir.

Şöyle bilinsin ki, gıda kısmından bir nevine devam etmek Resûlüllah Efendimizin güzel âdetleri arasında değildi. Zira böyle etmek, tabiata zarar verir. Belki memleketinin halkı ne türlü yemekleri yemeğe alışık iseler onları meselâ etten, ekmekten, hurmadan, çeşitli yemişlerden yerlerdi. Helva ve bal yemişlerdir. Bu ikisini severlerdi. Buhârî ve Tirmizî böylece rivâyet etmişlerdir.

Helva diye her tatlı yiyeceğe derler. Ama Hattâbî der ki: “San’at karışmayınca helva demezler.”

İbn-i Şeyde der ki: “Tatlı katılmış olan her yemeğe helva denir. Bazan meyveye de helva derler.”

Hattâbî der ki: “Helvayı çok sevmesinin mânası, onu çok arzu etmesi ve nefsinin çekmesi demek değildir. Belki şerefli huzurlarına getirdikleri zaman onu bir hoşça yerdi ki, bundan hoşlandıkları anlaşılırdı.”

Seâlibî Fıkhu’l-Lûğa adlı kitabında getirmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz’in hel-vası mecî’ idi.” Meci’ diye sütle yoğrulmuş hurmaya derler.

Leys bin Ebî Sâlim’den rivâyet edilmiştir ki: “İslâm’da ilkönce habîss (un helvası) pişiren Hazret-i Osman bin Affan idi. Allah ondan razı olsun. Bir zaman kendisine develerle un ve bal gelmişti. Onları karıştırıp Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine gönderdi. Peygamber Efendimiz yeyip beğendiler.”

Bunu “Hayseme (radıyallahü anh) Hazret-i Osman’ın faziletleri hakkında rivâyet etmiştir,” diye Taberî zikreyledi.

Abdullah bin Selâm’dan şöyle rivâyet olunmuştur ki: “Bir gün Hazret-i Osman’ın (radıyallahü anh) bir devesi kafile ile beraber geldi. Üzerinde un, yağ ve bal vardı. Resûlüllah Efendimiz hazretlerine getirdi. Fahr-i Âlem Efendimiz bereketi için dua etti. Ondan sonra buyurdu, bir tencere getirdiler. İçine yağ, bal ve un koydular. Niha-yet pişti, indirdiler. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri:

— Yeyin! Bu bir nesnedir ki, Fars tâifesi buna habis ederler, dedi.”

Taberî der ki: “Bu nakli Temmâm Fevâid’inde ve Taberanî Mu’cem’inde rivâyet etmişlerdir.” Bu takdirde malzemesini Hazret-i Osman (radıyallahü anh) getirip yapılmasını Fahr-i Kâinat Efendimiz işlemiş olur.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri koyun eti de yemişlerdir. Bu üç gıda, yâni et, helva ve saf bal, gıdaların en üstünlerindendir. Bedene, ciğere ve diğer âzalara en faydalı olanlardandır. Bir insan bunları yemekten kaçmaz, ancak bir hastalığı veya âfeti olan kimse kaçar. Et, cennet ehli yiyeceklerinin efendisidir.

Ali (radıyallahü anh) hazretlerinden nakledilmiştir ki:

“Dünya yiyeceklerinin yeğreği ettir. Ondan sonra pirinçtir,” diye buyurmuştur.

Zührî’den rivâyet edilmiştir ki: “Et yemek yetmiş kuvveti arttırır,” demiştir. Yetmişten murad sadece çokluktur. “Çok kuvvet arttırır” demek olur.

Yine Hazret-i Ali (radıyallahü anh) Efendimizden rivâyet edilmiştir ki: “Et yemek cildin rengini berraklaştırır ve güzel huy, iyi tabiat verir. Bir kimse kırk gece et yemeği terk eylese huyu ve tabiatı kötüleşir,” diye buyurmuştur.

Ebû’ş-Şeyh ve İbn-i Hibban’ın naklinde İbn-i Şem’an’ın rivâyetinde geldiğine göre şöyle derdi: “Bizim âlimlerimizden işittim. Buyururlardı ki: Resûlüllah Efendimiz hazretleri nazarında en makbul yiyecek et idi. Et, işitme kuvvetini arttırır. Dünya ve âhiret yiyeceklerinin efendisidir. Keşke Rabbimden onu bana her gün yedirmesini dileseydim de bana yedirseydi.”

İmâm Şâfiî (Allah ona rahmet etsin): “Et yemek aklı arttırır,” diye buyurmuştur.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri kol eti yemeği severlerdi. Onun için kol etini pişirip zehirlediler, Fahr-i Âlem hazretlerine getirdiler. Bunu bir Yahudi karısı etmişti. Kol etini sevdiklerine ilişkin hadîs-i şeriflerden bazı şeyler vârid olmuştur. Kesindir ki, kol etini severlerdi.

Tirmizî’nin rivâyetinde Hazret-i Aişe’den (radıyallahü anhâ) rivâyet edilmiştir ki:

“Kol eti, Resûlüllah Efendimize diğer yerlerden daha sevgili idi. Ancak gün aşırı et yerdi. Kol etine şunun için acele ederdi; çünkü o tez pişer,” diye buyurmuştur.

Hadîs-i şerifin metninde geçen ğıbb kelimesinin mânası gün aşırı demektir. Ama Hasan’ın kavline göre ğıbb’e bazı yerlerde haftada bir kere mânası verilmiştir.

Ona acele etmesinin mânası ise tez pişer, tez hazmolur ve yemesi güzeldir, demek olur.

Resûlüllah Efendimiz boyun etini de severdi. Rivâyet olunmuştur ki, Zibâa binti Zübeyr (radıyallahü anh) evinde bir koyun boğazlamıştı. Resûlüllah Efendimiz hazretleri bir adam gönderip o koyundan biraz et istedi. Zıbâa:

— Boyundan başka bir nesne kalmadı. Resûlüllah Efendimiz hazretlerine boyun göndermeğe utanırım, dedi.

Gelen kimse geri döndü. Resûlüllah Efendimiz hazretlerine böylece haber verdi. Resûlüllah Efendimiz onu yine gönderip:

— Versin... Boyun, hayra en yakındır ve ezâya en uzaktır, diye buyurdu.

Ezâ’dan murad, hayvanın içinde olan fazlalıklarıdır. Gerçekten de ona boyundan ırak yer yoktur. Şu da açıktır ki, koyun etinin en hafifi boyun etidir, kol ve bazu etleridir. Bunlar mideye ağırlık vermezler. Tez hazmolunurlar. Besleninede bu türlü hallere riayet olunınak gerektir.

Arka (sırt) etine de şerefli meyilleri olduğu Tirmizî’nin naklettiği şu hadîs-i şe-riften anlaşılır ki:

“Etlerin en güzeli sırt etidir,” diye buyurulmuştur.

Ama böbrekleri sevmediği hususunda Hâfız Irakî, İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden bir hadîs-i şerif nakletmiştir. Ancak bu hadîsin isnadında tamamen zaaf vardır. “Sevmemeleri idrarla yakın ilişkisi olduğu içindi,” demişlerdir.

Güzel âdetlerinden biri de şu idi ki, et yedikleri zaman mübarek dişleriyle yapışıp çeker, öylece kemikten koparırlardı. Yâni kemirmek sünnettir. Buhârî’nin hadîsinde eti bıçakla kestikleri de vârid olmuştur. Ama ısırıp yemek evlâdır,” demişlerdir.

Bu türlü şeyler vâcip olan nesnelerden değildir. Ama sünnete riayet eden kimse böylece eder.

Resûlüllah Efendimizin büryan yemeleri de vâki olmuştur. Ümmü Seleme’den (radıyallahü anhâ) rivâyet edilmiştir ki: “Bir kere büryan olmuş bir böğür etini şerefli huzurlarına getirdim. Ondan yediler, sonra kalkıp namaza durdular. Taze abdest almadılar,” demiştir.

İmâm-ı Tirmizî, “Hadîs sahihtir” diye buyurmuştur. Abdest almadıklarının zikredilmiş olmasının sebebi şudur ki, büryan kuru bir yiyecektir. Yerken dişlerin kanaması ihtimali vardır. Onun için buyurmuşlardır ki: “Bu türlü nesnelerde mücer ret ihtimal ile abdestin yenileninesi gerekmez. Yakîn (kesin bilgi) hâsıl olmadıkça abdest sinınaz.”

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin pastırma yedikleri de vâki olmuştur. Hadîs kitaplarında vârid olmuştur ki, bir kimse koyun boğazlayıp pastırma etti ve Medine’de bulunan Resûlüllah Efendimiz hazretlerine gönderdi. Pastırma etmeyi Resûlüllah Efendimiz, buyurmuştu .

Resûlüllah Efendimiz büryan olmuş ciğer de yemişlerdir. Tavuk eti de yemişlerdir. Şeyhayn böyle rivâyet ettiler. Yine Şeyhayn’ın rivâyetlerinde hımâr-ı vahşî (yaban eşeği) etini yedikleri de vâki olmuştur. Ayrıca seferde ve hazerde deve etini yemişlerdir. Yine Şeyhayn’ın rivâyetlerinde geldiğine göre tavşan etini yedikleri de olmuştur.

Resûlüllah Efendimiz tirit yemeği ziyade severlerdi,” diye İbn-i Abbâs rivâyet etmiştir. Ekmeği doğrayıp et suyu ile ıslatarak yapılan yemeğe tirit derler. Ama İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinin naklinde: “Peygamber Efendimiz hazretlerine en sevgili yiyecek ekmek tiridi ve hays tiridi idi,” demiştir. Yâni ekmekten ettikleri gibi hays (hurma, yağ ve keş karışımı) denilen bir yiyecek vardır, ondan da tirit ederlermiş. Tiridi yağ ile yedikleri de vâki olmuştur. Ekmekle zeytinyağı yedikleri de olmuştur.

Ama herîse (keşkek) hususunda Huzeyfe hazretlerinden rivâyet edilmiş olan:

“Hiç şüphesiz Cebrâil, geceleri kalkmaya yardım ve kuvvet vermesi için bana keşkek yedirdi,” hadîsi sahih değildir, sonradan ortaya konmuştur. Muhammed bin Haccâcü’l-Lâhmî denilen kimse onu uydurmuştur, dediler.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri kabak da yemişlerdir. Kabak aşını severlerdi. Yedikleri zaman kâsenin etrafından sıyırırlardı. Enes bin Mâlik (radıyallahü anh): “Resûlüllah Efendimiz hazretleri öyle ettiği günden beri kabağı severim,” diye buyurmuştur.

İmâm-ı Müslim (Allah rahmet etsin) böylece rivâyet etmiştir. İmâm-ı Nevevî der ki: “Bu rivâyette, kabağı sevmenin ve aynı zamanda Resûlüllah Efendimiz’in sevdiği her nesneyi sevmenin müstehap olduğuna delâlet vardır.”

Arpa unu ile pişmiş pazı da yerlerdi. İmâm Tirmizî buna “Hasen ve garib bir hadîstir” demiştir.

Tirmizî’nin rivâyetinde gelmiştir ki: “Bir kere Hazret-i Hasan bin Ali, İbn-i Abbas ve İbn-i Ca’fer (Allah onların hepsinden razı olsun), Selmâ Hatun’a geldiler:

Bize Resûlüllah Efendimiz’in sevdiği yemeklerden birisini pişir, dediler.

Selmâ Hatun:

— Ey benim sevgili yavrucuklarım! Şimdiki zamanda siz ondan hoşlanınazsınız, dedi.

Onlar da:

— Hoşlanırız; sen hemen pişir, dediler.

Bunun üzerine Selmâ kalktı, bir miktar arpa alıp değirmene koydu, çekti, un etti. Ondan sonra bir kabın içine koyup üstüne bir miktar zeytinyağı döktü, pişirdi. Üzerine karabiber ve daha birtakım ısı otlar (biber, baharat) saçıp önlerine getirdi:

— işte Resûlüllah Efendimiz’in beğendiği ve güzel güzel yediği yemek budur, dedi.”

İki cihanın övüncünün dünyada ne türlü bir geçimden hoşnut olduğunu ve şimdiki zamanda yeyip içme, geçim ve zevkleninenin ne dereceye vardığını düşünüp Hak teâlâ hazretlerine şükür nimetini ona göre yerine getirmek gerektir. Şükrün mânası sadece dille şükür demek değildir. Belki her kişinin kendi mertebesine göre hizmetinde kaim ve daim olup kulluk vazifelerini lâyık olduğu şekilde edâ etmektir.

Resûlüllah Efendimiz aynı zamanda hazîre dedikleri yemeği de yemişlerdir. Hazîre dedikleri yemek şudur: Eti ufak doğrar, bol su ile bir çömlek içinde pişirirler. Et erimeye yakın olduğu zaman üzerine un çalıp karıştırırlar. Biraz da öyle peşirdikten sonra indirirler, içinde et olmazsa ona asîde derler.

Kutbî ve Cevheri (Allah onlara rahmet etsin) böyle demişlerdir. Vâkıt (keş) yedikleri de vâki olmuştur. Yâni yağı alininış sütün peynirini yerlerdi. Mekke ve Medine’de bu türlü peynir çok olur.

İmâm-ı Müslim’in naklinde: “Kebâs yedikleri de vâki olmuştur,” denmiştir. Kebâs diye misvâk ettikleri ağacın yemişine derler. Bazıları o ağacın yaprağına derler, demiştir. Ama Ismailî bu sözü beğeninemiştir: “Ha.cikat şudur ki, zikrolunan ağacın yemişidir. Ağacın adı erâk’dir. Meyvesine berber derler. Olgunlaşıp karardığı zaman da kebâs derler,” demiştir.

İbn-i Esîr Nihaye’sinde: “Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri cezeb’i severdi,” demiştir. Cezeb, hurma ağacinin tâ ucunda yenen bir yeri vardır, ona şahmu’n-nahl (hurma ağacinin yağı) derler, odur.

Rivâyet olunur ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, yiyeceklerin tabiatlarına en güzel usûl üzre riayet ederlerdi. Her ne zaman bir yemeğin tabiatında te’sirini kesmeye ve değiştirmeye muhtaç bir hal olsa zıddı ile onu ıslah ederdi. Yâni sıcak tabiatlı bir yemek, meselâ hurma yese, onun hararetini karpuz yiyerek def ederdi. Zıddını bulamadığı zaman da çok hararet vermeyecek kadar yerdi.

Ebû Davud’un (Allah ona rahmet etsin) naklinde Ebû Ümâme Hişâm’dan şöyle rivâyet etmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz taze hurmayı karpuzla yerdi. Ve buyururdu ki:

— Hurmanın hararetini karpuzla def ederiz. Karpuzun bürudetini (soğukluğunu) hurma ile keseriz.”

Bazı rivâyetlerde “Hurmayı kavunla yerdi,” demişlerdir. Gerçi kavunda da hararet vardır, fakat nihayet soğukluğu ve sulu oluşu ile yine hurmanın hararetini def’ ederdi. Zira hurma çok yakıcıdır.

Hazret-i Âişe’den rivâyet edilmiştir ki, şöyle dedi: “Babam beni Resûlüllah Efendimiz hazretlerine vermek istediği zaman beni şişmanlatmak istedi. Her ne eyledi ise uygun gelmedi. Sonunda taze hurma ile kıssa yedim. Ondan sonra bir güzel semirdim.”

Kıssa, hıyarın bir nevidir ki, ona Türkistan’da şenhıyar derler.

İbn-i Mâce (Allah ona rahmet etsin) Hazret-i Aişe’den böyle rivâyet etmiştir. Tirmizî de böyle rivâyet etmiştir. Ancak Tirmizî, “Kıssa ile temr yedim de semirdim,” dediğini rivâyet etmiştir. Temr diye hurmanın bu diyara gelen kurusuna derler.

Karpuzun faziletleri hakkında gelen hadîsler sahih değildir, bâtıldır, demişlerdir.

Hurma ile kaymak yemeği de severlerdi. Bişr oğulları Abdullah ve Atiyye (Allah onlardan razı olsun) dediler ki: “Bir gün Resûlüllah Efendimiz hazretleri bizim evi şereflendirdi. Önüne kaymak ve hurma getirdik. Bunları severdi.”

Sütle hurmanın adını “Etyabeyn — En güzel iki yiyecek” koymuştu. İmâm-ı Ahmed böyle rivâyet etmiştir. Allah ona rahmet etsin.

Güzel âdetlerinden biri de şu idi ki, ekmeği katık ile yerlerdi. Katık olması kabil ne bulurlarsa onunla yerlerdi. Bâzan et ile yeyip: “Bu, dünya ve âhiret yiyeceklerinin efendisidir,” derlerdi. Bâzan karpuzla, bâzan da hurma ile yerlerdi.

Rivâyet olunur ki, bir kere arpa ekmeğinin üstüne bir tane hurma koydu da:

—Bu bunun katığıdır, dedi.

Böyle buyurmalarının sebebi hakkında bazı âlimler buyurmuşlardır ki: “Arpanın tabiatı soğuk ve kurudur. Hurmanın tabiatı, sahih kavil üzre, sıcak ve yaştır. O halde onu ona katık etmek en güzel tedbirdendir.”

Bâzen ekmekle sirke yerler ve: “Sirke ne güzel katıktır,” buyururlardı. “Sirkenin övülmesinden murad, yeme ve içme hususunda orta yolu tutınak gerektiğini bildirmektir. Çok lezzetli yemeklere pek fazla rağbet etmemek gerektir. Kişi sirke de bulursa yemesi gerektir. Bunun benzeri yiyeceklere hor nazarla bakmamak gerek. Şehvetlere rağbet etmek dini bozar ve bedeni hasta eder, demektir,” dediler.

İmâm-ı Nevevî bu hususta der ki: “Lâyık olan, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli muradinin sirkenin kendisini medh etmek olduğuna kesinlikle hükmetmektir. Onun yiyecek ve içecekte orta yol kılininası ve şehvetleri terk etmek mânası başka yerlerden malûm olmuştur.

Ama İbn-i Kayyum (Allah rahmet etsin) demiştir ki: “Medihden şerefli muradları sirkeyi diğer yiyecekler üzerine tafdil etmek değildi. Belki mevcut olan hâlin gerektirmesi üzere övmekti. Hadîs-i şerifin sebebi şu idi: Bir gün Resûlüllah Efendimiz hazretleri ehline geldi. Şerefli huzurlarına ekmek getirdiler.

— Katık kısmından hiç bir nesne yok mu? diye sordular.

— Sirkeden başka bir nesne yok, diye cevap verdiler.

O vakit:

— Sirke ne güzel katıktır, diye buyurdu.

Maksat, “Ekmeği katıkla yemek sıhhatin korunınasının sebeplerindendir. Yalnız birini yemek buna aykırıdır,” demek olur.

Arap dilinde katığa idâm (idâme edici, devam ettirici) derler. Çünkü ekmeği ıslah eder ve sıhhatin korunınasına elverişli hâle getirir. Bu hadiste sirkeyi, sütten yahut baldan veya etten üstün tutına mânası yoktur. Eğer onlardan birisi bulunsaydı onun övülmesi evlâ olurdu. Böyle buyurmaları sadece getiren kimsenin hatırını sayıp getirdiğini hoş görmekten ibaretti.”

Güzel âdetlerinden biri de şu idi ki, şehrin meyveleri geldiği zaman perhiz etmez, hangisi gelse yerdi. Böyle etmek sıhhatin en büyük sebeplerindendir. Çünkü Hak teâlâ hazretleri kendi hikmetiyle her diyarda vaktine göre oranın halkına faydalı olacak meyveyi halk etmiştir. Ondan yemek sıhhat ve âfiyet sebeplerindendir. Mizacı, birçok ilâçlara muhtaç olmaktan müstağni kılar. O halde herkes, kendi memleketinin meyvelerinden zamanında itidal üzere yerse, Allah’ın yardımı ile ona faydalı olur. Zannedilmesin ki, meyvelerden perhiz etmek bedenin sağlıklı olmasını gerektirir. Belki nice kimseler vardır, daima perhiz üzeredir, ama yine ondan hastalıklı kimse yoktur. Belki uygun olan, her birinin zamanında olmuşundan bir miktar yemektir.

Ama soğan yemek hususunda Ebû Dâvud’un (Allah rahmet etsin) naklinde Hazret-i Âişe’ye (radıyallahü anh) soğandan sual ettiler.

Resûlüllah Efendimiz’in en son yediği yemeğin içinde soğan vardı, diye buyurdu.

Sahihayn’da sâbit olmuştur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri, soğan yiyeni mescide girmekten yasaklamıştır. Murad, çiğ yiyeni yasaklamaktı demektir. Zira onun kokusundan müslümanlar incinirler. Pişmiş soğanın kokusu kalmaz.

Ancak Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri sarımsak yemeği daima terk ederdi. Zira her saat meleklerin ve vahyin gelmesini bekler idi.

İmâm-ı Nevevî der ki: “Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri hakkında, sarımsak, soğan, kürrâs ki bu diyarda ona pırasa derler ve bunların benzeri şeyleri yemek nasıldır diye Şâfiî âlimleri arasında ihtilâf vardır. Bazısı onun hakkında haramdır dediler. Ama en doğrusu, onlar katında tenzihi kerahetle mekruh olduğudur. O halde Resûlüllah Efendimiz hazretlerine muhabbeti olan kimseye yakışan, bu gibi yiyecekleri terk etmede ona uymaktır. Çünkü gerçekten seven bir kimse, sevgilisinin sevdiğini sever, sevmediğini terk eder.”

Yemek yemekte güzel âdetleri şu idi ki, üç parmağı ile yerlerdi. Zira iki parmağı ile yemek cebâbirenin (zorbaların) âdetidir. Yiyen lezzetini de bulmaz. Beş parmağı ile yemek yahut avcunun tamamını doldurup yemek, yeme vasıtalarına sıkışıklık vermektir. Ne ağızda lezzet alınır ne de midede rahatlık bulunur. En faydalısı, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin sünnetine uymaktır.

Tirmizî’nin (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde gelmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz, yemekten sonra üç kere mübarek parmaklarını yalardı. İmâm-ı Müslim’in naklinde de “Mübarek elini silmeden önce yalardı,” denilmiştir.

Ebû’ş-Şeyh katında Câbir’den merfuan rivâyet olunan bir hadîs-i şerifte: “Bir kimse, sofradan yahut tabaktan düşeni yerse, fakirlikten, baras ve cüzzam hastalıklarından emin olur; oğlu ve kızı ahmaklıktan korunur,” buyrulmuştur.

Deylemî de İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden merfuan rivâyet etmiştir ki:

“Bir kimse sofradan düşeni yerse onun çocukları güzel suretli olur ve ondan fakirlik giderilir,” diye buyurmuşlardır.

İmâm-ı Gazâlî hazretleri, îhyâu Uiûm’unda bu hadîs-i şerîfi:

“Âşe fî saate ve avfî veledihi — Geçimine genişlik ve çocuklarına âfiyet verilir,” kelimeleriyle getirmiştir.

Müellif der ki: “Bu zikrolunanlar münker hadîslerdir. Fakat Sahih-i Müslim’de Câbir ve Enes’ten (Allah onlardan razı olsun) merfuan rivâyet edilmiştir ki:

“Her ne zaman birinizin lokması elinden düşse onu kaldırıp alsın, üzerine yapışan nesneyi giderip yesin. Onu şeytana bırakmasın. Parmaklarını yalamayınca peşkire silmesin. Zira bereketin, yemeğin hangi cüz’ünde olduğu bilininez,” buyurulmuştur.

Parmaklarını yalama tarzı hakkında Taberânî rivâyet etmiştir ki, Kâ’b bin Ucre (radıyallahü anh) şöyle dedi: “Peygamber Efendimiz hazretlerinin üç parmağıyla yemek yediğini gördüm. Baş parmağıyla, yanındaki parmağıyla ve orta parmağıyla... Ondan sonra silmeden parmaklarını yaladığını gördüm. Önce orta parmağını, sonra şehadet parmağını, ondan sonra baş parmağını...”

Bazıları: “Önce orta parmağını yalamasının sebebi şu olabilir ki, diğerlerinden uzunca olduğu için yemeğe daha ziyade bulaşır,” dediler.

İbn-i Şehâb, Mürselinde: “Said bin Mansur katında şöyle denilmiştir ki: Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri yemek yediği zaman beş parmağiyle yerdi.”

Bu hadîsle daha önce geçen hadîsler arasını, bunların çeşitli zamanlarda görülmüş olması ile izah ederek birleştirmişlerdir. Yâni bir halde üç parmağı ile yerdi, başka bir halde beş parmağı ile yerdi. Zira zaman olur ki, bazı yiyeceklerde üç parmakla yemek yeterli olmaz, beş parmağı beraber kullanınak gerekir. Meselâ bir kişi narı taneleyip yiyecek olsa beş parmağını kullanınadıkça zevk ve lezzet bulamaz. Ama et yiyecek olsa üç parmak yeter. Rivâyet edenlerin her biri değişik bir halde müşahede ettiğini rivâyet etmiştir. Nitekim meyvelerden yiyecek olsa buna iki parmağı da yeterli olabilir.

Zikrolunan hadîs-i şeriflerde parmağını yalamaktan kaçan kimselere red mânası vardır. Bazıları büyüklenip yalamazlar. Resûlün sünnetine uymaktan kaçarlar. Ama faydasinin ne olduğunu bilmezler. Malûm olsun ki, sünnet olan, yemeği bitirdikten sonra yalamaktır. Yoksa her lokma aldıkça yalamak sünnet değildir.

Yemekten sonra parmağını yalamanın Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin sün-neti olduğunu bilip de kasden parmağını yalamaktan kaçan kimse, büyük bir edebsizlik etmiş olur. Üzerine büyük bir kötülüğün lâzım gelmesinden korkulur, diye buyurmuşlardır. Yâni Allah saklasın kasden aykırı hareket etme şekli olup küfür lâzım gelmesi ihtimalinden korku vardır demektir.

Güzel âdetleri arasında yemek yerken bir yere dayanınak yoktu. Nitekim İmâm-ı Buhârî’nin rivâyetinde gelen sahih hadîste:

— “Ben bir yere dayanarak yemek yemem,” buyurmuştur.

Yine buyurmuşlardır ki:

— “Ben kulum. Kulun oturduğu gibi otururum ve kulun yemek yediği gibi yerim.”

Hadîs İmâmlarından İbn-i Mâce ve Taberanî güzel isnat ile nakletmişlerdir ki, bir kere Resûlüllah Efendimiz’e hediye olarak pişirilmiş bir koyun eti getirdiler. He-men mübarek dizleri üzerine gelerek yemeğe başladı. Bunu gören bir A’rabî:

— Ya Muhammed, bu oturuş nedir? dedi.

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri:

— “Gerçekten Allah beni kerîm (cömert ve güzel huylu) etmiştir, cebbâr-ı anîd (çok inatçı, gayet dik kafalı bir zorba) etmemiştir,” diye buyurdu.

Yâni: “Beni böyle yüce ve yüksek ahlâklı kılan Rabbime karşı kendimi alçalta-rak kulların oturduğu gibi otururum,” demektir.

İbn-i Battal (Allah ona rahmet etsin) Zührî’den nakletmiştir ki: “Peygamber Efendimiz hazretlerine bir melek geldi. Daha önce hiç kimseye öyle bir melek gelmiş değildi. Melek, Resûlüllah Efendimize:

— Gerçekten Rabbin seni kul peygamber olmak ile melik peygamber olmak arasında muhayyer kılıyor, dedi.

Resûlüllah Efendimiz kendisine danışır gibi Cebrâil aleyhisselâm’a baktı. O da: “Tevâzu’ eyle,” diye işaret etti. Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz:

— “Bel nebiyyen abden — Ben ancak kul peygamberim,” dedi.

Ondan sonra bir yere dayanarak yemek yediği vâki olmadı.”

İmâm-ı Nesâî (Allah ona rahmet etsin) başka bir yolla yine Zührî’den, o da Muhammed bin Abdullah bin Amr bin Âs’dan rivâyet etmiştir ki: “Resûlüllah Efendi-miz bir yere dayanarak yemek yerken asla görülmemiştir,” dedi.

İbn-i Ebî Şeybe, Mücâhid’den rivâyet etmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin bir kereden başka bir yere dayanarak yemek yediği vâki olmadı,” demiştir. Abdullah bin Amr’m hadîsinde, “Görülmemiştir” diye buyrulmuştu. Vâki olduğu halde görmemiş olması mümkündür.

İbn-i Şâhin’in rivâyetinde Atâ bin Yesâr’m Mürsel’inden naklen gelmiştir ki: “Gerçekten Cebrâil aleyhisselâm, Resûlüllah Efendimiz’i dayanarak yemek yerken gördü de ondan nehyetti,” diye buyrulmuştur.

İbn-i Mâce’nin naklinde gelmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri, bir kim-seyi yüzü üstüne düşüp yemek yemekten gerçekten nehiy etmiştir,” dediler.

Dayanıp yemek yemek hususunda bazı değişik görüşler zikredilmiştir. Kadı lyâz dedi ki: “Dayanınaktan murad yemek için iyice yerleşip oturmaktır. Meselâ bağdaş kurup oturmak gibi. Aynı zamanda herhangi bir şekilde oturan kimse, oturduğu yere dayanır ve böyle etmesi sırf yemek ve çok yemek için olursa bunlar da sırf dayanınaktır. Hadîs-i şerifte geçen ittika’dan murad, muhakkikler katında bir yanına dayanıp oturmak değildir.” Yâni, bir yanına dayanınak mertebesi değil, sadece zikrolunduğu şekilde oturmak da dayanınaktır, demek olur.

İhmâl adlı kitabında Kâdî Iyâd’tn ittika’yı yukarıda açıklandığı şekilde tefsiri, Hattâbî’den nakledilmiştir. Müellif der ki: “Bizim gördüğümüze göre Hattâbî’ye nisbet edilen söz şudur: ‘Herkes öyle sanır ki, ittika eden, bir yanına dayanan kimsedir. Ama böyle değildir. Belki altında olan döşeğe dayanandır.’ Bu sözün zâhirinden anlaşılan şudur ki, oturduğu mindere bir eliyle yahut dirseğiyle dayanınak ittika olur.”

Ama İbn-i Ebî Cevzî (Allah ona rahmet etsin): “Ittikâ’dan murad, bir yanına eğilip dayanınaktır,” diye kararlaştırmıştır. Bazıları: “Sadece bir nesneye dayanınaktır,” dediler. İmâm-ı Mâlik (Allah ona rahmet etsin) dedi ki: “Öyle etmek, dayanınanın bir nevidir.”

Ebü’l-Fazl Askalânî (Allah ona rahmet etsin) dedi ki: “İmâm-ı Mâlik’in bu sözünde, dayanınanın belli bir şekli olmadığına, belki ne şekilde olursa olsun yemek yerken dayanınanın mekruh olduğuna işâret vardır. İbn-i Esir, Nihâye’de, ittikâ’yı vücudun iki şıkkından birisi üzre eğilmekle tefsir eden tıb mezhebine göre te’vil etti.”

Yâni hakikatte ittikâ dayanınaktır; her ne yolla ve her ne şekilde olursa olsun bir kimsenin bir yanı üzre dayanınasıdır, dedi.

Hadîs-i şerifin mânası tıb kaidesi üzre olduğu takdirde İbn-i Kayyum’un dediği gibi: “Bir yanına dayanarak yemek yemek tıb hükmünce zarar vericidir. Çünkü yemek tabiî mecrası üzre gidemez, başka yerlere uğrar. Boğaza durması, midenin ağzına durması ihtimali vardır. Bunlar insana elem verir,” demek olur. Ama murad bu değildir. Belki, “Ben yemek yerken dayanıp cebbârlarm oturuşu gibi oturmam,” demektir. Zira: “Ben kulum. Kulun oturduğu gibi otururum ve kulun yemek yediği gibi yerim,” diye buyurmuş olmaları bu mânayı kesinleştirir.

Enes bin Mâlik’in (radıyallahü anh) hadîsinde “Resûlüllah Efendimiz hazretleri, mübarek dizlerini dikip otururken hurma yedi,” diye vârid olmuştur.

Netice olarak asıl şerefli şanları mûtad üzre önlerine sofra kurdukları zaman iki dizinin üstüne gelip tevazu ile yemekti. Ama meyve kısmından bazı nesneler yemekte bu âdeti ihmal ettikleri olmuştur, demek olur. Zira bazı küçük şeylerde nihayet müsamaha etmek edebe halel vermez. Meselâ bir aziz veya devlet sahibi bir kimse, bağ ve bahçe arasında gezerken bir tane incir koparıp ayak üzeri yese yahut kürsü üzerinde otururken tabakla karşısında tutsalar bir tane, iki tane yese asla kabahat işlemiş oh maz. Bir kimse onun hakkında “Niçin böyle etti?” demez. Ama âdet üzere ziyafet çekildiğinde edeple yerine oturmayıp bir parça ekmekle bir parça yahni alarak ayak üzerinde yemeğe başlasa yahut kürsü üzerinde oturup karşısında sahanlar ve tepsiler tutsalar, o da öylece yemeğe başlasa kabahatinin ne mertebede olacağı açıktır.

Selef, dayanıp yemenin hükmü hakkında ihtilâf etmişlerdir. Yâni mekruh olması kerem sahibi Efendimiz hazretlerine mi mahsustur, yoksa başka kimseler de etse yine mekruh olur mu?..

Süheyl dedi ki: “Başkaları ettiği takdirde de mekruhtur. Zira bu, mütekebbirlerin işidir, Acem meliklerinden kalmıştır.” Ondan sonra tafsil edip: “Eğer doğru oturmaya kadir değilse, bir özrü varsa, asla keraheti yoktur. Nasıl olursa otursun,” dedi. Seleften bir topluluğun dayanarak yemek yediklerini nakledip bunu zaruretten ettiklerine hamletti.

Ama İbn-i Hacer Fethü’UBârî adlı kitabında dedi ki: “Bu cümlede düşünülecek bir nokta vardır. Zira İbn-i Ebî Şeybe, İbn-i Abbâs, Hâlid bin Velîd, Muhammed bin Şîrîn, Atâ bin Yesâr ve diğerlerinden mutlak olarak caiz olduğu sonucunu çıkarmış-tır. Gerek zaruret halinde, gerek başka zamanda kerahet olmaz. Eğer böylece keraheti yahut terk etmenin daha uygun olduğu sabit olsa bile oturmanın şekli hakkında müstehab olan şudur ki, diz çöküp oturmalı yahut sağ ayağını dikip sol ayağinin üstüne oturmalı.”

İbn-i Kayyum “Resûlüllah Efendimizden zikredilmiştir ki, yemek için oturmakta diz çökerek bir yanı üstüne, mübarek sol ayağinin üstüne oturmak vâki olmuştur. Böyle oturmak, yemeğe oturuşların en faydalısı ve en üstünüdür. Zira bu oturuşta bütün âzalar tabiî vaziyeti üzere olur,” demiştir.

İbn-i Ebî Şeybe, İbrahim Nahaî tarikinden rivâyet etmiştir ki: “Bir yere dayanarak yemek yemekten, karınlarının büyümesi korkusundan kaçarlardı,” demiştir.

Besmele ile Yemeğe Başlaması, Hamd ile Bitirmesi:

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin güzel âdetlerinden biri de şu idi ki, yemeğe uzandığı zaman Hak teâlâ hazretlerinin ismini zikrederdi.

İmâm-ı Nevevî (Allah rahmet etsin) dedi ki: “Efdal olan, yemeğe başlarken “Bismillâhirrahmânirrahîm” demektir. Eğer “Bismillah” dense o da yeter, sünnet de hâsıl olur.”

Peygamber Efendimiz yemeğin sonunda Hak teâlâ hazretlerine şu yolda hamd ederdi:

“Elhamdü lillâhi hamden kesîren tayyiben mübareken fîhi ğayre raüveddei ve lâ müstağnen anhü rabbenâ — Terkedilemeyen ve kendisinden müstağni de olunamayan en çok, en güzel ve en kutlu övgüler, Rabbimiz olan Allah’a mah-sustur.”

Bir rivâyette:

“Elhamdü lillâhi’l-lezî et’amenâ ve sekanâ ve cealenâ müslimîne — Övgü, bizi yediren, içiren ve müslüman kılan Allah’a mahsustur,” diye buyururdu.

İmâm-ı Nesâî’nin naklinde Abdurrahman bin Cübeyr-i Mısrî yoliyle rivâyet edildiğine göre Resûlüllah Efendimiz’e sekiz yıl hizmet eden bir kimse Abdurrahman’a şöyle haber vermiş: “Her ne zaman Peygamber Efendimiz hazretlerinin önüne yemek getirseler ‘Bismillah’ derdi. Yemeği bitirince de:

“Allahümme et’amtü ve askaytü ve ağneytü ve akneytü ve hedeytü ve ahyeytü feleke’l-hamdü alâ mâ-a’tayte — Allahım, beni yedirdin, içirdin, doyurdun, kandırdın, hidayet ettin ve ihyâ ettin. Bana ihsan ettiğin şeyler hakkında övgü ancak sana mahsustur,” der idi.

Ayrıca sağı ile işlemeyi severdi. Yâni sağ eliyle tutınak, sağ tarafından tutınak ve bunun benzeri sağa gelen her ne varsa hepsini severdi.

“Ey çocuk! Allah’ın ismini an! Sağ elinle ye, sana yakın olan yerden ye!” di ye buyurmuştur.”

Yâni “Önünden ye, kimsenin önünden yeme” demek olur.

Hâfız Irakî Tirmizî’nin şerhinde: “Şâfiî âlimlerinin çoğu bu emirleri, o işlerin mendup oluşuna yormuşlardır,” dedi. Yâni bu gelen emirler müstehaplık içindir, vücub için değildir. Bismillâh demek, sağ eliyle yemek ve kişinin kendi önünden yemesi müstehabtır, vâcib değildir, demek olur. İmâm-ı Gazâlî ve İmâm-ı Nevevî de böyle demişlerdir. Fakat İmâm-ı Şâfiî, vücub için olduğunu bazı kitabında tasrih etmiştir. Sarfî de Risale şerhinde böyle nakletmiştir. Beydâvî (Allah ona rahmet etsin) Minhac’ında “Sana yakın olan yerden ye,” hadîsini mendupluk için misal getirmiştir. Tâceddin İbn-i Sübkî, şerhinde itiraz edip: “Şafii başka yerlerde tasrih etmiştir. Nehyi bildiği halde kendine yakın olmayan yerden yiyen her kişi âsi ve günahkâr olur,” demiştir.

Şeyhü’l-Islâm İbn-i Hacer (Allah rahmet etsin) bu hususu zikrettikten sonra dedi ki: “Sağ eliyle yemenin vacip olduğuna, sol eliyle yeme hakkında vârid olan vaîd (ceza tehdidi) delâlet eder. Zira Sahih-i Müslim’de vârid olmuştur ki, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri bir kimseyi sol eliyle yemek yerken gördü ve:

— Sağ elinle ye! diye emretti.

O kimse:

— Kadir değilim, dedi.

Peygamber Efendimiz hazretleri de:

— Kadir olmayasm! diye buyurdu.

O kişi ondan sonra lokmasını ağzına kaldıramaz oldu.”

Eğer suâl olunup:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri kabak aşı yediğinde muhabbetinden tabağın etrafında kalanları araştırır, alıp yerdi. Eğer her kişinin önünden alıp yemesi vacip olsaydı Resûlüllah Efendimiz hazretleri öyle etmezdi, denilirse bunun cevabı şudur:

— Yemeği beraber yiyen kimsenin rızası olduğu takdirde caizdir. Ama ne zaman ki, onun hatırına hoş gelmeyip yoldaşinin böyle ettiğine razı olmazsa sadece kendi önünden yiyip tecavüz etmemek gerekir, dediler.

İbn-i Battal dedi ki: “Resûlüllah Efendimizden öyle vâki olması şunun içindi: Kendisinin öyle etmesinden asla hiç kimsenin incininediğini bilirdi. Belki her kişi, Fahr-i Âlem Efendimiz’in mübarek elinin kendi önlerinde bulunan parçacıklara dokunınasını hayır ve bereket bilirdi.”

Ama işin hakikati şudur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin öyle ettiği kabak aşını sevdiğini söylemek konusunda zikredilmiştir. Vârid olan ibare de şudur:

Peygamber Efendimiz hazretleri kabak aşı yemiştir. Kabak, O’na hoş gelirdi. Yedikleri zaman tabağın etrafındaki kabağı yoklardı,” buyrulmuştur.

Bu ibareden açıkça anlaşılır ki, sevdiğinden, tabağın ortasında yemek kalmadıktan sonra etrafında kalan parçacıkları bile yoklayıp alırdı, demiştir. Malûmdur ki, bu zamanda insanlar onu yemekten af dileyip ona rağbet kalmamıştır. Kabağa muhabbet de bununla sâbit olur. “Size yakın olan yerden yeyin” sözünden murad şudur ki, her kişi rağbet ve iştiha ile yemekte iken kimsenin önünden lokma kaldırmamalıdır. Zira belki arkadaşinin arzu ettiği lokmayı alırsın, hatırı kırılmış olur, demektir. Bu mâna nerede, kabak hikâyesi nerede?.. Ondan şüphe edip cevabında zorluklar çıkarmak abes şeydir.

Yemekten Önce ve Sonra El Yıkamak:

Yemek âdâbı cümlesinden biri de el yıkamaktır. İmâm-ı Tirmizî’nin rivâyetinde Resûlüllah Efendimiz’den rivâyet edilmiştir ki:

 “Yemekten önce ve yemekten sonra el yıkamak, yemeğin bereketine sebep olur,” buyurmuştur.

Bazıları “Önceki yıkamadan murad, şer’î yıkamadır ki, abdest almak demektir. İkinci yıkamaktan murad da lûgavî yıkama; yâni el yıkamak demektir,” dediler. Ama birinci yıkamayı da şer’î yıkamaya hamletmek lâzım değildir. Hanefî İmâmlarından İmâm Kadıhân fetvâsmda sadece el yıkamak diye tabir buyurup: “Yemekten önce ve sonra el yıkamak sünnettir,” diye buyurmuştur.

Tirmizî’nin bir rivâyetinde de şöyledir:

“Şerefli huzuruna yemek getirdiler ve:

— Ya Resûlâllah! Sana abdest, suyu getirelim mi? dediler.

Bunun üzerine o da:

— Benim abdest almağa memur olduğum zaman, sadece namaz kılacak olduğum zamandır, diye buyurdu.”

Bundan da anlaşılıyor ki, yemek için şer’î yıkama (yâni abdest) lâzım değildir. Ancak sünnet olan el yıkamaktır. El yıkamak da her zaman lâzım değildir. Bâzen terkedilmesi de caizdir.

Ayrıca Fahr-i Kâinat Efendimiz sıcak yemek yemezdi. İmâm-ı Taberânî’nin naklinde Bilâl bin Ebî Hüreyre (radıyallahü anh) babasından rivâyet etmiştir ki: “Bir kere Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin önüne bir tabak gayet sıcak yemek getirmişlerdi. Resûlüllah Efendimiz:

— Allah, bize ateş yemeği buyurmadı, dedi.”

Ebû Nuaym Enes bin Mâlik’den (radıyallahü anh) merfuan rivâyet etmiştir ki, şöyle derdi: “Fahr-i Kâinat Efendimiz dağlamayı ve sıcak yemeği sevmezdi:

— Soğuk yemekten ayrılmayın. Zira o bereketlidir. Sıcak yemeğin bereketi yoktur, diye buyururdu.”

Soğuk yemekten murad, yemeğe elverişli olacak derecede bulunan yemek demektir. Yoksa sıcaklık eseri kalmamış olan yemek demek değildir.

Hadîs İmâmları, rivâyetlerinde: “Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin demir-lenmiş bir ağaç kadehi vardı,” demişlerdir. Kadeh diye su ve şerbet içecek nesneye derler. Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) dedi ki:

— Ben Resûlüllah Efendimiz hazretlerine bütün içecekleri, nebiz (hurma veya arpa şırası) ve balı hep bu kadehten içirirdim.

İmâm-ı Buhârî Asım-ı Ahvel’den rivâyet etmiştir ki: “Ben Resûlüllah Efendimiz’in kadehini Enes bin Mâlik’de gördüm. Çatlamıştı da Enes (radıyallahü anh) onu gümüşle bağlatmıştı. Güzel, yassı bir kadehti. Nudardan yapılmıştı,” diye hikâye etti. Nudar diye hâlis ödağacına derler. Aynı zamanda her nesnenin hâlisine de derler.

İbn-i Sîrîn der ki: “O kadehte bir demir halka vardı. Enes (radıyallahü anh), o halkayı çıkarıp yerine altından veya gümüşten bir halka koymak istedi. Ebû Talha (radıyallahü anh):

— Sakın, Peygamber Efendimiz hazretlerinin ettiği nesneyi değiştirme! dedi.

Bunun üzerine Enes, onu değiştirmekten vazgeçti.”

İmâm-ı Kurtubî Muhtasar-ı Buhârî’de der ki: “Buharî’nin bazı eski nüshalarında gördüm ki, Ebû Abdullah Buhârî:

— Ben o kadehi Basra şehrinde gördüm, içinden su içtim. Sonra Nazar bin Enes’in mirasından sekiz yüz bine alininıştı, dedi.”

Bazıları, “Kadehin aslı neba’ ağacındandı,” demişlerdir. Bazıları da: “Esi (karaılgm) ağacındandı ve rengi sarılığa meyilli idi,” demişlerdir. Hâlin hakikatini en iyi Allah bilir...

Tirmizî’nin rivâyetinde: “Fahr-i Kâinat Efendimizin sofra üzerinde yemek yediği ve yufka ekmeği yediği vâki olmadı,” demişlerdir.

Ebû Nuaym’m naklinde yemek üzerine uyumaktan nehiy buyurup “Kalbe kasavet verir,” derlerdi. Onun için tabibler: “Sıhhatini korumak isteyen kişi, akşam yemeğini yedikten sonra bir miktar gezinsin. Yüz adım da olsa yeter. Yemeğin ardından hemen yatmasın. Hemen yatmak elbette zarar eder,” demişlerdir. Yemekten sonra namaz kılmak hazmı kolaylaştırır.

     İçtikleri Şeyler ve İçme Tarzları:

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin içtikleri ve içmesi hususunda buyurmuşlardır ki, O’na tatlı su getirirlerdi. Hazret-i Âişe buyurmuştur ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerine Büyûtu Sekayâ’dan tatlı su getirirlerdi.” Sekayâ dedikleri, Medine-i Münevvere’ye iki günlük yolda bir çeşmedir. Hâsılı Medine yakininda bulunan sulardan hoşlanınayıp ta oralardan su getirirlermiş.

İbn-i Battal der ki: “Böyle etmek, çirkin görülen refah ve rahatlıktan sayılmış değildir. Ama suya misk gibi bazı güzel kokular koymağı İmâm-ı Mâlik çirkin görmüştür. Zira bu, israftır, demiştir.”

Tatlı su bulmak kabil iken acı su içmekte bir şey yoktur. Tatlı su taleb etmek mubahtır. Sâlihler böyle etmişlerdir. Acı su içmekte bir fazilet de yoktur, dediler.

Yine Resûlüllah Efendimiz soğuk su ile bal şerbeti içerlerdi. Balda çok yararlar vardır. Şerbetini içmek ve öylece yemek balgamı gidericidir, mideyi temizler, itidalle kızdırır ve tıkanıklıklarını açar. Soğuk su da yaş-soğutucu niteliktedir, harareti def eder ve bedeni korur.

Tirmizî’nin rivâyetinde Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) buyurmuştur ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerine içeceklerin en sevgili olanı, tatlı ve soğuk olandı.”

Bu sözden Hazret-i Âişe’nin muradı, ihtimal ki, soğuk su ile bal şerbetidir. İhtimal ki, üzüm suyu, hurma suyu veya kuru üzüm yahut kuru hurma suyudur ki, bunları suya bırakırlar, lezzetleri suya çıkıp şerbet olur.

İmâm-ı Müslim’in rivâyetinde gelmiştir ki, hurmayı akşamdan ıslatırlardı. Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri şerbetini içerdi. O gün, o gece ve ertesi gün ikindiye değin içerdi. Eğer bitmeyip gerisi kalırsa hizmetkârlara içirir yahut emredip yabana döktürürdü. O geceden sonra tabiatı değişip sekir verici olması korkusundan içmez idi.

Sütü bâzan saf olarak, bâzan da soğuk su ile içerlerdi. Zira süt sağıldığı zaman sıcakça olur. O memleketler sıcak yerler olduğu için sütün hararetini su ile keserlerdi, dediler.

İmâm-ı Tirmizî’nin naklinde İbn-i Ömer (radıyallahü anh) hazretlerinden merfuan rivâyet olunmuştur ki:

“Üç şey reddolunınaz: Biri süt, biri yastık, biri yağ...” diye buyurulmuştur.

Ancak dühn (bitkisel yağ) diye, tohumlardan ve yemişlerden çıkarılan, hâsılı aslı yerden bitmiş olan şeylerin yağma derler. Şiroğan (şirik, susamyağı), zeytinyağı ve bunların benzerine dühn derler. Bazıları, “Dört nesnenin reddolunınaması Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin yolundandır,” dediler. Bunları bir araya getirip şu beyitleri düzdüler:

“Kad kâne min sîreti hayri’l-verâ

Sallâ aleyhillahü tûle’z-zemeni

En lâ yerüdde’t-tîbe ve’l-müttekâ

Ve’llahme eyzan yâ ahi ve’l-Iebene.”

Mânası:

“Hoş kokulu nesneleri, yastığı, eti ve sütü reddetmemek, Resûlüllah Efendimiz’in sünnetinden oldu,” demek olur.

İbn-i Kayyum der ki: Fahr-i Kâinat, Efendimiz hazretleri, yemek üstüne su içmezdi. Yemeği ifsad etmesin diye böyle yaparlardı. Hususiyle su çok soğuk veya sıcak olursa muhakkak zararlıdır.”

İmâm-ı Müslim’in naklinde: “Suyu otururken içerdi. Böyle etmek kendinin âdeti idi,” demişlerdir. Bir rivâyetinde de: “Ayak üzeri dururken içmekten nehiy buyurmuştur,” dediler. Yine Müslim’in rivâyetinde Ebû Hüreyre’den rivâyet edilmiştir ki:

“Sizin hiç biriniz ayak üzeri dururken bir şey içmesin. Eğer unutarak içerse içtiğini kussun,” diye buyurulmuştur.

Sahihayn’da İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki:

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine Zemzem suyundan bir kova getirdim. Ayak üzeri dururken içti,” demiştir.

İmâm-ı Buhârî’nin naklinde Hazret-i Ali Efendimizden rivâyet edilmiştir ki: “Hazret-i Ali ayak üzeri dururken içti ve:

— Halk ayak üzeri içmeği kerih görürler. Şüphesiz olarak Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri benim ettiğim gibi etmiştir, dedi.”

Müellif der ki: “Bu zikrolunan hadîsler, hep sahih hadîslerdir. Bunlarda güçlük ve çelişiklik yoktur. Hakikatte birbirine aykırı değillerdir. Resûl-i Ekrem hazretlerinin bâzan ayak üzeri dururken, bâzan da otururken içmeleri, ikisinin de câiz olduğunu bildirmek içindir. Nehiy buyurulması da tenzihi kerahete yorulmuştur. Kendilerinin ayakta içmeleri, bunun caiz olduğunu gösterir. Eğer sual olunup:

— Ayakta iken içmenin tenzihi kerahetle mekruh olması nasıl uygun düşer ki, Fahr-i Âlem hazretleri ayakta dururken içtiler? denilirse bunun cevabı şudur:

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin onu işlemesi caiz olduğunu bildirmek için olursa mekruh olmaz. Belki o Hazret’in üzerine onun bildirilmesi vâciptir.

Ama “Unutup içen kimse kussun,” diye buyurması müstehaplığa ve mendupluğa yorulmuştur. Yâni ayakta içen kimse ister unutup içsin, ister kasden içsin, bu sahih hadîsten ötürü kusma zahmetine katlanınası müstehaptır, demek olur.

İmâm-ı Nevevî böyle buyurmuştur. Neticesi şudur ki: Otururken içmek ve ayakta iken içmek, bunun ikisi de caizdir. Ama otururken içmek yeğrektir. Bir kimse ayakta iken içmiş olursa kusması müstehaptır. Kusmadığı takdirde de tahrimî kerahet ile mekruh değildir, demektir.

Mâlikî İmâmları: “Ayak üzeri dururken içmekte beis yoktur. Zira Cübeyr bin Mut’im’den rivâyet edilmiştir ki:

— Ben Ebû Bekir Sıddık’ı ayak üzeri içerken gördüm, diye buyurdu. İmâm-ı Mâlik: “Hazret-i Ömer, Osman ve Ali’nin (Allah onlardan razı olsun) ayak üzeri dururken içtikleri bana vâsıl olmuştur,” derdi,” dediler.

Ebû Hüreyre’den rivâyet edilmiş olan: “Sizin hiç biriniz ayak üzeri dururken bir şey içmesin...” hadisi hakkında cevap verip: Şeyh Abdülhak, “Bu hadîsin isna-dında Amr bin Hamzatü’l-Amrî vardır. O zayıftır,” diye buyurdu, dediler.

Bazı şeyhler dediler ki: “Açık olan şudur: Bu hadîs Ebû Hüreyre üzerinde mevkuftur. Yâni Ebû Hüreyre’den rivâyet olunmuştur, ama Ebû Hüreyre’nin, “Ben Peygamber Efendimizden işittim” dediği rivâyet olunınamıştır.”

Netice olarak Peygamber Efendimiz’in buyurduğu sâbit değildir, demek olur. Bunun üzerine kendi kendime dedim ki, benim katımda açık olan şudur: Peygamber Efendimiz’in ayakta durarak içmesi onun caiz olduğuna delâlet eder. Nehiy hadîsleri de müstehap ve evlâ olanı işlemeğe kandırmak (inandırmak) içindir. Zira ayakta durarak içmekte nihayet zarar vardır. Onun için onu yasakladı ve kendisi zararından korunmuş olduğu için içti. Bu takdirde, “Kim içerse içtiğini kussun” diye buyurması da şuna yorulur ki: Öyle içmek karışmayı azdırır. Onun için o kimsenin kusması daha hayırlı olur, dediler.”

Bu sözü, Nehaî’nin: “Ayakta içmenin yasaklanınası sadece karın hastalığından ötürüdür,” diye buyurması te’yid edicidir.

İbnü’l-Kayyum dedi ki: “Ayak üzeri dururken içmekte birkaç belâ vardır. Bunlardan biri şudur ki, tam olarak kanına hâsıl olmaz. Ciğere ve diğer âzalara dağılması için su midede eğleşmez. Mideye sür’atle iner. Bu sebeple midenin hararetini soğutup bedenin aşağı kısımlarına sür’atle ininesinden, yavaş yavaş ininemesinden korkulur. Bunlar hep zarardır. Ama ara sıra içmek zarar etmez.”

Bundan anlaşılır ki, yasaklanan, onun âdet edinilmesidir.

İmâm-ı Müslim’in naklinde gelmiştir ki: “Peygamber Efendimiz içerken üç kere nefes alırlardı. Böyle etmek için:

“Hiç şüphesiz bu, kandırmada, gemlemede ve şifa vermede en üstündür,” diye buyurdu.

Üç kere nefes almaktan murad, su kabını üç kere ağzından ayırıp teneffüs edip tekrar ağzına almaktır, dediler.

İmâm-ı Taberânî’nin naklinde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri üç nefeste içerdi. Su kabını mübarek ağzına yaklaştırınca “Bismillâh” derdi. Ağzından ayırınca da “Elhamdü lillâh” derdi. Üç kere böyle ederdi.”

Böyle dinlenerek içmede çok faydalar yazıp bir defada içmede bazı zararlar beyan etmiştir. Bilhassa sıcak yerlerde birden soğuk su içmek mide fesadına ve karaciğer zaafına sebep olur.

Abdullah bin Mübarek ve Beyhakî’nin rivâyetlerinde Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki:

 “Sizden biriniz su içecek olduğu zaman süze süze içsin, soluk almadan içmesin,” diye buyurmuştur.

Suyu ağzından ayırıp dışarıda teneffüs etmenin sebebi açıktır ki, nefesle çıkan midenin Buhârî suya dokunınasın demektir.

Peygamber Efendimizin güzel âdetlerinden biri de şu idi ki, kendilerini bir ziyafete dâvet ettikleri zaman beraber gidecek kimseyi ev sâhibine bildirip:

— Filân kimse bizimle beraber geldi. Eğer dönsün dersen dönsün, derdi.

Kendine konuk olanlara birkaç kere yemeleri teklifinde bulunurlardı. Yâni utanınasınlar diye:

— Bırakmayın, yeyin, diye buyururdu.

Buharî’nin naklinde gelmiştir ki, süt içmek hususunda Ebû Hüreyre’ye nice kere “İç,” diye buyururdu. Hattâ o kadar oldu ki, Ebû Hüreyre:

—Artık içemiyorum, ya Resûlâllah! diye yemin etti.

İmâm-ı Beyhakî mürsel olarak rivâyet etmiştir ki, Fahr-i Âlem Efendimiz bir toplulukla yemek yiyecek olsa hepsinden sonra sofradan el çekerdi. Tâ ki, daha iştahı olanlar, Resûlüllah Efendimiz’in el çektiğini görüp de yemekten vazgeçmeleri gerekli olmasın diye böyle ederlerdi.

İbn-i Ömer hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Sofra konduğu zaman kimse yerinden kalkmamalı. Eğer doydu ise de kalkmamalı. Tâ eller yemekten çekilinceye kadar oturmalı,” diye buyurmuştur.

Güzel âdetlerinden biri de şu idi ki, bir topluluğun evinde veya yanında yemek yeseler onlara dua etmedikçe meclisten dışarı çıkmazdı. Abdullah bin Bişr’in evinde:

“Allahım, onlara rızk olarak verdiklerini kendilerine mübarek eyle, günahlarını bağışla ve onlara rahmet eyle,” diye dua etti.

Sa’d hazretlerinin evinde de:

 “Sizin katınızda oruçlular oruçlarını açtılar, salihler yemeğinizi yediler, me lekler de size dua ettiler,” diye buyurdu.

Amr bin Hamak adlı bir kimse Fahr-i Kâinat Efendimiz’e süt içirmişti. Ona:

— Ya Rab, ona sen gençlikle saadet ver, diye dua etti.

Rivâyet ederler ki, o kimse seksen yaşma vardı da sakalında bir ak kılı görünmez di. İbn-i Sünnî böylece rivâyet etmiştir.

2.Kısım

     Peygamberimizin Elbisesi ve Yatağı

Elbisesi

Buharî bu hususta: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri belli bir elbise sınıfını kendine tahsis edip kendini sıkıştırmazdı. Genişlikle davranıp hemen nasip ve kolay olan ne ise onu giyerdi,” demiştir.

Yahut bu sözden murad, “Güzel ve pahalı elbise isteğiyle kendini zorlamazdı. Hangi çeşit giyecek olursa olsun kolayca elde edilen ne ise Onu kullanırdı,” demek-tir, dediler.

Kâdî Iyâd der ki: “Zaruretin gerektirdiği her ne ise onunla yetinip giyer, geri kalanına rağbet etmezdi. Çok zaman şemle, kisâ, haşin, ridalar ve izârlar giyerlerdi . Altın düğmeli atlas kaftanları parça parça ederdi de mecliste bulunanlara paylaştırırdı. Yâni bazı gazâlarda ganimet alman değerli atlas, ipek ve kadife elbiseleri parça parça kesip sahâbe-i kirâm’a taksim ederdi. Onlar da bunu satıp bedelinden faydalanırlardı. Onun için çok değerli giyeceklere rağbet etmezdi. Giyeceklerle övünmek ve böbürleninek, şerefli ve yüce hasletlerinden değildir. Esasen bu, erkeğe yakışan bir haslet de değildir. Ancak kadınlar zümresinin şâmna lâyıktır.

Giyecek hususunda övülen ve beğenilen, sadece onun temiz olmasıdır; çeşitleri arasında orta hallisinin gözetilmesidir; kendi emsali olanların giydiği nesne olup kendi cinsinin sevgisini düşüren bir şey olmamasıdır. Meselâ bilginlerin iyice ve astarlı kaftancıklar giymesi kendi akraninin haysiyetine halel vermez, ama abalar ve kebeler giymesi uygun değildir. Zira bu şekilde giyininek onların mûtadı değildir. Sofiler ve şeyhler aba ve kebe giyseler uygundur. Zira onlarda mutad olduğu için kimse ayıplamaz.”

Ebû Nuaym Hilye’de İbn-i Ömer (radıyallahü anh) den merfuan rivâyet etmiştir ki:

“Gerçekten mü’minin elbisesinin temizliği ve azıcık nesneye râzı ve kanaat edici olması, Allah’a olan saygısındandır,” buyurulmuştur.

Yine Ebû Nuaym, bir rivâyette Câbir (radıyallahü anh) hazretlerinden nakleder ki: “Bir gün Resûlüllah Efendimiz. hazretleri, kirli bir kimseyi gördü ve:

— Şu kişi elbiselerini temizleyecek bir şey bulamaz mı? diye buyurdu.”

Kendileri giyecek kısmından bedene en faydalı ve en hafif olanı tercih ederdi. Mübarek sarığı, şerefli başını incitecek kadar büyük değildi. Sıcaktan ve soğuktan saklamaya yetmeyecek kadar küçük de değildi. İkisi ortası bir sarıktı. Sardığı zaman biraz ucunu boğazinin altından dolaştırırdı. Zira böyle etmek, boynu sıcaktan ve soğuktan saklar, ata bindiğinde ve gazâlarda at koşturduğunda düşmekten korunmuş olur. Böyle etmeğe Arap dilinde tahnîk (veya tahannük) derler.

Tahnîk’in müstehap olduğunu delillendirmek hususunda İbnü’l-Hâc Medhal adlı kitabında çok sözler zikretmiştir:

“Sarık mübahlar kısmından olunca buna ilişkin olan sünnetlere riayet etmek gerektir. Meselâ sağ el ile sarininak ve “Bismillâh” demek gibi. Eğer yeni ise yeni elbise giydiğinde Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinden vârid olan zikir ve dualardan okumak gibi. Tahnîk etmek ve uçlarını sarkıtınak gibi. Sarığı küçük etmek gibi. Küçük etmenin haddi, boğaz altında olandan ve sarkıtılan uçlardan başka yedi zirâ’ miktarı olmalıdır.”

Bundan sonra İbnü’l-Hâc: “Eğer soğuktan ve sıcaktan sakinınak için bir miktar daha fazla etseler caizdir,” demiştir. Ondan sonra: “Ve mâ âtâkümü’r-resûlü fehuzûhü ve mâ nehâküm anhü fentehû — Peygamber size ne verdiyse alın, size neyi yasakladıysa ondan sakinin,” (Haşr sûresi: 59/7) âyet-i kerîmesini zikredip: “O halde senin üstüne lâzım olsun ki, iç donunu otururken giyesin ve sarığı ayak üstü dururken sarasın,” diye buyurmuştur.

Peygamber Efendimiz mübarek yenlerini bileklerinden uzun etmezdi. Şimdiki zamanda olan geniş ve uzun yenler gibi etmezdi. Bunlar hep israftır.

Tirmizî’nin naklinde Esmâ binti Yezîd (radıyallahü anh): “Peygamber Efendimiz hazretlerinin mübarek gömleğinin yeni bileğe dek idi,” diye buyurmuştur. Bundan ziyade eylemezdi. Tutınağa ve kapmağa mâni olmasın diye... Daha eksik de etmezdi ki, sıcaktan ve soğuktan saklamağa yeterli olsun diye... Mübârek ridâsinin ve gömleğinin etekleri mübarek baldırlarının ortalarına kadardı. Çok uzun olsa da topuklarını tecavüz etmezdi. Kısa olsa baldır etlerinden yukarı olmazdı.

Tirmizî’nin rivâyetinde Eş’as bin Selim (radıyallahü anh) dedi ki: “Ben halamdan işittim. O da halasından rivâyet edip derdi ki: Bir gün Medine’de giderken arkamdan bir kimsenin:

— “Izârmı (eteğini) kaldır. Zira kaldırmakta takvâ ve temizlik daha ziyadedir,” dediğini işittim. Dönüp arkama baktım. Meğer söyleyen Resûlüllah Efendimiz hazretleri imiş. Ben:

— Ya Resûlâllah, bu bürdedir, dedim.

O da:

— Sen bana tâbi olmaz mısın? diye buyurdu.

Baktım, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin mübarek izârlarımn, baldırinin ortasına kadar olduğunu gördüm.”

İmâm-ı Taberânî’nin naklinde İbn-i Ömer (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edil-miştir ki: “Ben izârımı uzatmıştım. Fahr-i Âlem Efendimiz beni böyle gördü ve: “Yâ İbn-i Ömer!

“Elbiseden yere temas eden her şey ateştedir,” diye buyurdu,” dedi.

İmâm-ı Buhârî’nin naklinde de Ebû Hüreyre (radıyallahü anh), Resûlüllah Efendimiz’den rivâyet etmiştir ki:

“Izârın topuktan aşağı olan kısmı ateştedir,” diye buyurmuştur.

Hattabî der ki: “Bunların mânası şudur: Bir kimsenin elbisesi topuklarından aşağı inse onun topuğundan aşağısı cehennem ateşi ile muazzeb olur.”

Yine İmâm-ı Taberânî’nin naklinde Abdullah bin Muğaffel merfuan rivâyet etmiştir ki:

“Mü’min olan kimsenin izar bağlaması şu şekilde olmalıdır: Baldırlarının ortasına kadar varsm. Baldır ortası ile topuk arasinin ortasına dek uzatmak da caizdir. Ondan aşağısı ateştedir,” buyurulmuştur.

Ama şöyle bilinsin ki, bu ceza tehditleri, elbisesini uzatması tekebbür ve böbürlenine için olan kimselere mahsustur. Ellere karşı kibir ve azametle salma salma yürümek için olursa bu cezaya müstehak olur, diye buyurmuşlardır. Zira bir hadîs-i şerifte izârını, gömleğini ve tülbendinin ucunu tekebbür için uzatan kimselere ceza tehdidi vârid olmuştur.

Sâlim bin Abdullah (radıyallahü anh) babası Abdullah bin Ömer’den, o da Peygamber Efendimiz hazretlerinden rivâyet etmiştir ki:

“İzârı, gömleği ve sarığı bundan fazla salıvermek ve yukarı çekmek kibir ve ucubdur,” diye buyurmuştur.

Bu rivâyette bildirildiğine göre fesat, bunun tekebbür için uzatılmasmdadır ve fesat sadece izâra mahsus değildir.

Taberânî der ki: “Haberlerin izâr kelimesiyle gelmesi şunun içindir ki, Peygamber Efendimiz zamanında insanların çoğu ridâ ve izâr giyerlerdi. Sonradan halk gömlekler, zırhlar ve çeşitli elbiseler giymeğe başladılar. Bunların da yasaklanınakta hükümleri izâr hükmü gibi oldu. Yâni tekebbür için izârı uzatmak nasıl haram ise diğer giyecekleri de uzatmak öyle haramdır, demek olur.”

Sarığın ucunu uzatmanın fesadı, Arap âdetinden fazla uzatmaktadır. Her ne zaman âdetten fazla olursa memnu kabilinden olur. Ama şu bol ve uzun olan yenler de bu kabile dahil olur mu, olmaz mı mes’elesi üzerinde değişik görüşler vardır. Açık olan şudur ki, itidal haddinden ziyadesi, Hicaz ehlinin ettikleri gibi bu kabilden olur. İbn-i Hatîb Kastalânî böyle demiştir.

İbnü’l-Kayyûm der ki: “Hani şu heybe gibi geniş yenler ve burçlar gibi sarıklar var ya, onları ne Resûlüllah Efendimiz ne de ashâbından bir kimse giymiştir.”

Yine dedi ki: “Bunların cevazında düşünülecek noktalar vardır. Zira bunlar ucub cinsindendir. Yâni böyle etmek tekebbür kısmmdandır.”

Medhal sahibi der ki: “Basireti olan kimse için gizli değildir ki, şimdiki zamanda ilim ehli geçinenlerin bazısinin yenlerinde mal ziyaı vardır. Halbuki ondan nehiy büyütülmüştür. Zira bu yenlerden kesilen parça başka bir yere elbise olur.”

Ancak bu söz, Arap âlimlerinin yenlerine göredir ki, gerçekten dedikleri gibi her biri bir heybe gibidir. Güzellik ve letâfetinin ne olduğu asla anlaşılamaz. Buyurmuşlardır ki: Halk yenlerini uzatmak hususunda ittifak etmişlerdir. Her tâifenin bir türlü giyimi vardır ki, başkalarından onunla ayrılırlar. Giyecekler, kibirlenine karışmadığı zaman âdet üzre kullanılır. Yere sürünmedikçe de haram olmaz. Aksi halde haramlığında şüphe yoktur.

Kâdî Iyâd, uzunlukta ve bollukta mûtaddan fazla olan giyeceklerin kerahetini âlimlerden nakletmiştir. İmâm-ı Buhârî katında Ebû Hüreyre’den (radıyallahü anh) merfuan rivâyet olunan bir hadîs-i şerifte zikredilmiştir ki: “Bir kimse, fâcir bir elbise içinde ucubla giderken yere geçti. Kıyâmete değin inip gitmededir,” diye buyurulmuştur.

İmâm-ı Taberanî ve Ebû Dâvud’un rivâyetlerinde gelmiştir ki:

“Gerçekten sizden önce olanlardan bir kimse bir bürde giydi. O bürdenin içinde salma salma yürüdü. Allah o kişiye baktı da gazap edip yere emretti. Yer de

o kimseyi tutup kendi içine aldı,” diye buyurmuştur.

Bu ceza tehditleri erkeklere ve kadınlara göre değişiktir. Onun için mü’minlerin anası Ümmü Seleme (radıyallahü anhâ) düşünüp:

— Ya kadınlar eteklerini nasıl etsinler? diye sordu.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Bir karış daha uzun etsinler, diye buyurdu.

Ümmü Seleme:

— O zaman ayakları açık kalır, dedi.

Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz:

— Bir zirâ’ uzatsınlar, ondan daha fazla uzatmasınlar, dedi.

Zikrolunanlardan çıkan sonuç şudur ki, erkeklerin iki hâli vardır: Birisi müstehap olmak mertebesidir ki, izârını baldırinin ortasına dek kısa etmektir. Biri de cevaz mertebesidir ki, topuklarına dek uzatmaktır. Bunun gibi kadınların da iki hâli vardır:

Birisi müstehap olmak mertebesidir ki, eteklerini, erkeklere caiz olan dereceden bir karış daha fazla uzatmaktır.

Biri de cevaz mertebesidir ki, ondan bir zirâ uzatmaktır.

İmâm-ı Nevevî der ki: “Hadîslerin açık ifadesinde, huyelâ (kibir ve ucub) şartına bağlı olduğuna, haramlığın huyelâ’ya mahsus bulunduğuna delâlet vardır. Yani uzun elbiselerin haramlığı, tekebbür ve tefahür etmeğe göre olur. Mutlak olarak haram olmaz, demektir. Allah en iyisini bilir.”

Sarığı:

Rivâyet olunur ki, Peygamber Efendimiz hazretlerinin bir sarığı vardı. Adı Sehâb idi. Onun altına Kalensöve (takke gibi bir başlık) giyerdi. Kalensöve bir taçtır, üstüne tülbend sararlar. Ama Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin giydiği kalensöve’nin ne şekilde olduğunu kimse tasvir etmemiştir. Bazıları, başa giyilen yağmurluktur, dediler. Şimdiki zamanda Arap diyarında kalensöve diye tanınan ve başa giyilen bir nesne vardır, ama Peygamber Efendimiz hazretlerinin giydiğinin bu şekilde mi yoksa başka şekilde mi olduğunu kimse tayin etmeye muktedir değildir.

İmâm-ı Tirmizî, Câbir bin Abdullah’dan rivâyet edip: “Resûlüllah Efendimiz Mekke-i mükerreme’yi fethettiği gün mübarek başında siyah sarık vardı. Mekke şehrine siyah sarık ile girdi,” diye buyurmuştur.

İmâm-ı Buhârî’nin rivâyetinde Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: “Mek-ke’nin fethi yılında Resûlüllah Efendimiz mübarek başında miğfer olduğu halde Mekke şehrine girdi.”

Miğfer diye zırhtan takke gibi örülmüş olan tolgaya derler. Bazıları bu iki rivâyetin arasını bulup: “Siyah sarığın

miğfer üstüne sarılmış olması mümkündür,” dediler.

Ama Kâdî Iyâd bu iki rivâyetin arasını şu şekilde bulup ikisini birleştirdi: “O şehre girdiği zaman mübarek başında miğfer vardı. Onun için miğfer giydi. Daha sonra siyah sarık sarındı. Zira Amr bin Hâris, babasından şöyle rivâyet etmiştir ki:,

— Hutbe okuduğu zaman mübarek başında siyah sarık vardı.

Bundan, miğferi daha önce giymiş olduğu anlaşılır. Zira hutbe okunınası, fethin tamamlanınasından sonra Kâbe kapısinin yanında vâki olmuştur.

İbn-i Irakî iki rivâyetin bu şekilde birleştirilmesini birincisinden daha üstün tutmuştur.

Abdullah bin Ömer (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri sarık sarındığı zaman ucunu sarkıtırdı.”

Bu diyarda ona taylaşan derler. Ama Arap tâifesiniıı taylaşan dedikleri başka bir şeydir. İnşaallah aşağıda beyan olunacaktır.

İmâm-ı Müslim’in rivâyetinde: “Sarığinin ucunu mübarek yağırinin (kürek kemikleri arasinin) ortasına değin sarkıtırdı,” diye buyurulmuştur.

Ebû Muhammed bin Hayyân da: “Sarığı mübarek başına sarar ve ucunu arkasından sokup mübarek yağırinin ortasına sarkıtırdı,” diye rivâyet etmiştir.

Yine İmâm-ı Müslim Amr bin Hâris’den şöyle rivâyet etmiştir:

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerini minber üzerinde gördüm. Mübarek başında siyah sarığı vardı. Sarığın ucunu arkasından kürek kemiklerinin ortasına sarkıtmıştı.”

Netice olarak sarığinin ucunu sarkıttıkları nice hadîs-i şeriflerle sâbit olmuştur. Müslim’den bazı rivâyetlerde Câbir (radıyallahü anh) hazretlerinin: “Başında siyah sarık olduğu halde Mekke’ye girdi,” diye buyurduğu hadîste ucunu sarkıtınanın zikrolunınamasmdan anlaşılır ki, her zaman sarkıtınazlardı. Zaman zaman öyle yaparlarmış, dediler.

İbn-i Kayyûm Hüdâ-yı Nebevi adlı kitabında der ki: “Şeyhülislâm İbn-i Teymiyye sarığın ucunu sarkıtınanın sebebi hakkında şaşılacak bir şey zikredip buyurdu ki: ‘Resûlüllah Efendimiz hazretleri Medine’de bir gece bir rü’ya görmüştü. Hemen o sabah sarığinin ucunu sarkıttı. Gördüğü rü’ya da şu idi: Rabbü’l-Izzet’i gördü. Yüce Rabbi ona:

— Ya Muhammedi Gök halkı birbiriyle ne hususta çekişiyorlar, biliyor musun? diye buyurdu.

Çekişmekten murad, bahse girişmek, yâni konuşmaktır. Fahr-i Kâinat Efendimiz:

— Bilmiyorum, dedi.

Sonra Resûlüllah Efendimiz: “Yüce Rabbim, bunun üzerine elini iki küreğimin ortasına koyduğu gibi yerle gök arasında ne varsa hepsini bildim,’ dedi.” Tirmizî bu hadîsi zikretmiştir. İmâmı Buhârî hazretlerine de bu hadîsten sordular, “Sahihtir,” diye cevap verdi.”

İbn-i Ebî Şeybe, Ali’den (radıyallahü anh) şöyle rivâyet eder ki: “Fahr-i Kâinat Efendimiz bana sarık sardı. Sarığın ucunu omzuma sarkıttı ve buyurdu ki:

— “Gerçekten Allah, Bedir ve Huneyn gazâlarında beni bu şekilde sarıklar giyininiş meleklerle desteklemiştir.”

Yine buyurmuştur ki:

“Gerçekten sarık, müslümanlarla müşrikleri birbirinden ayırır.”

Ebû Dâvud Abdurrahman bin Avf hazretlerinden rivâyet etmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri bana sarık giydirdi. Önümden ve arkamdan uçlarını sarkıt-tı,” demiştir.

Bu rivâyetlerden anlaşıldı ki, sarığın ucunu sarkıtınanın birkaç şekli vâki olmuş imiş.

Tirmizî’nin rivâyetinde Rükâne (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, Re-sûlüllah Efendimiz hazretleri:

“Gerçekten bizimle müşrikler arasındaki fark, kalensüveler üzerine sarılmış sarıklardır,” diye buyurmuştur.

Yine Tirmizî’nin naklinde Ebî Kebşetü’l-Eninârî’den rivâyet edilmiştir ki, ashâb, “Resûlüllah’m kalensüvesi yassı idi, başlarına yakışırdı. Sivri değildi,” demiştir.

Hazret-i Âişe’den (radıyallahü anhâ) rivâyet edilmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin beyaz bir kalensüvesi vardı,” diye buyurmuştur.

Fahr-i Kâinat Efendimiz, giyecekler kısmından kamîs’i (gömleği) çok severlerdi. Ümmü Seleme (radıyallahü anhâ): “Resûlüllah Efendimiz’e gömlekten daha sevgili bir giyecek yoktu,” diye buyurmuştur. Ancak o zamanda olan gömlek, şimdiki zamanda olan düğmeli sade elbise gibi olurdu.

Tirmizî’nin naklinde Muâviye bin Kurre (radıyallahü anh) babasından rivâyet etmiştir ki, şöyle dedi: “Biz bir zaman Müzeyne kabilesinden bir topluluk ile Resûlüllah Efendi-miz hazretlerine bîat etmeğe gitmiştik. Arkasında olan mübarek gömleğinin düğmeleri çözülmüştü. Yakasından elimi soktum da kutlu nübüvvet mührüne yapıştım.”

Dimyatî (Allah ona rahmet etsin) Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet etmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mübarek gömleği pamuktandı,” demiştir.

Tirmizî’nin naklinde Hazret-i Enes’den rivâyet edilmiştir ki: “Resûlüllah Efen-dimiz hazretlerine hibere’den (Yemen alacasından) daha sevgili bir giyecek yoktu,” buyurmuştur. Hibere, bürdenin (hırkanın) bir nevidir ki, onun renginde kızıllık vardır, demişlerdir.

Yine Tirmizî’nin rivâyetinde Ebû Remse’den nakledilmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerini gördüm, üzerinde yeşil iki bürde vardı,” demiştir.

Ebû Dâvud’un rivâyetinde Atâ bin Ebî Ya’lâ, kendi babasından nakletmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerini Beytullah’ı tavâf ederken gördüm. Yeşil bir bürde ile ıztıbâ etmiş (ihrama bürünmüş) idi,” demiştir. Iztıbâ diye, bürdenin bir ucunu koltuk altından almağa derler.

İmâm-ı Tirmizî, Urve bin Muğîre bin Şu’be’den o da babasından rivâyet etmiştir ki:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri, yenleri dar, Rumî cübbe giydi,” dedi.

İmâm-ı Buhârî Ebû Zürre (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet eder ki: “Resûlüllah Efendimiz’e geldim, onu arkasında beyaz bir elbise ile gördüm,” diye buyurmuştur.

Hazret-i Âişe-i Sıddıka’dan rivâyet edilmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz bir sabah evden dışarı çıktı. Mübarek sırtında siyah sof elbise vardı,” diye buyurmuştur.

Şeyhayn’ın rivâyetlerinde Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) buyurmuştur ki:

“Gerçekten Resûlüllah Efendimiz hazretleri sof giyerdi. Bir de yamalı bir elbisesi vardı, onu giyer ve:

—Ben kulum. Kuldan başka bir şey değilim. Kulların giydiği gibi elbiseler giye-rim, derdi.”

Bu rivâyetlerin hepsinden anlaşılan şudur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin elbise hususunda bir nev’e ne vasfında ne de rengindeihtisası yokmuş. Her zaman belirli bir elbise giymezlermiş. Meselâ Rumî ve Arabi, beyaz ve siyah, eski ve yeni, hangisi rast gelirse giymesi mümkünmüş. Eğer sual olunup:

— Anlaşıldığına göre salih selefler eski ve yamalı elbise giymede Resûlüllah Efendimizin sünnetine uyup kul ve hademelerin elbisesini seçerlermiş. Ya sebep nedir ki, Sofiyyun tâifesinden Şazeliyye cemaati kendilerini gösterişli elbiselerle süslerler? Halbuki tarikleri Peygamber Efendimizin sünnetine uymaktır? denilirse Seyyid Aliyyü’l-Vefevî (kaddese sırrehu) bunun cevabında şöyle buyurmuştur:

— Salih selefler (Allah onların hepsine rahmet etsin) bakıp gördüler ki, gaflet ehli dünya ile böbürlenip dünyevî sebeplere öyle bir şekilde gönül vermişler ki, yanlarında asıl maksat tamamen terk edilmiş halde bulunup dış görünüşlerini süslemekten başka bir şey kalmamış. Çaresiz onlara muhalefet maksismiyle kendileri de kalbin onarılmasından ve bâtinin tasfiyesinden başka bir şeye iltifat göstermeyip onların izzet ve rağbet ettikleri dünya metâlarmdan yüz çevirdiler. Onların yüce tuttuklarını kendileri alçalttılar. Eskice ve yamalıca hırkalarla kanaat edip zâtın imar edilmesi ve sıfatın temizleninesi ile meşgul oldular. Fakat zaman geçtikçe bu tâifenin arasına şerirler karışıp cübbe ve hırka giymeği, dünya menfaatleri elde etmek için, hile ve tezvir tuzağı eylediler. Bu görünüş içinde olan fesat ehli çoğaldı. Öyle bir dereceye vardı ki, selefin yolu üzere gidenler bunlara muhalefette bulunur oldular. Zira onların maksadı, gaflet ehline muhalefet idi. Gaflet ehli de şimdiki zamanda bu surete girince bunların sûretlerini terkederek onlara muhalefet etmeleri gerekli oldu. Velhasıl Şâzeliyye’nin nazarları mânaya oldu, sûrete olmadı. Dünya ve gaflet ehlini hangi sûrene buldularsa ona muhalefet ettiler. Dervişlik kalb hâlidir, sûret hâli değildir. Güzel elbiseler giymekle o kalb hâli zâil olmaz. Sahih hadîste: “Innallahe cemîlün yuhibbü’l-cemâlü — Allah çok güzeldir, güzel olanı sever,” buyurulmuştur. Mânası açıktır. Bir hadîs-i şerifte de: “İnnallahe yuhibbü’n-nezâfetü — Gerçekten Allah temizliği sever,” buyurulmuştur.”

Ebü’l-Ahvas Cesimi (radıyallahü anh) babasından şöyle rivâyet etmiştir: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri beni eski elbiselerle gördü ve:

— Hiç senin malın var mıdır? dedi.

Ben de:

— Evet, ya Resûlâllah. Vardır, dedim.

Peygamber Efendimiz:

— Ne türlü malın var? diye buyurdu.

Hak teâlâ hazretlerinin verdiğinden hep vardır. Deveden, koyundan, dedim.

Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz:

Hak teâlâ hazretlerinin nimetinin eseri üzerinde görünsün, diye buyurdu.”

Câbir (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: “Resûlüllah Efendimiz bir kere saçları dağılmış bir kimseyi gördü de:

— Bu kişi, saçlarını örtecek bir nesne bulamaz mıydı? diye buyurdu.

Bir keresinde de elbisesi kirlenmiş bir kişiyi gördü ve:

— Bu kişi elbisesini yıkayacak bir şey bulamaz mıydı? diye buyurdu.” Sünen’de vârid olmuştur ki:

“Gerçekten Allah, nimetinin eserini kulunun üzerinde görmeği sever,” diye buyurmuştur.

Buyurmuşlardır ki: Hak teâlâ hazretlerinin ihsan eserinin kişinin üzerinde görülmesi Hak teâlâ hazretlerinin sevdiği güzelliklerdendir. Nimetin izhar edilmesi nimetin şükründendir. Bu bakımdan o, bâtın güzelliği dahi olur. O halde zâhir güzelliği olan nimetin eserini ve bâtın güzelliği olan nimetin şükrünü Hak teâlâ hazretleri kulunun üzerinde müşahede etmeği sever. Bu sebeple kulunun üzerine elbise indirmiştir ki, zâhirlerine güzellik versin. Nitekim kadîm kelâmında buyurmuştur ki:

“Yâ benî âdeme kad enzelnâ aleyküm libâsen yüvârî sev’âtiküm verişen ve libâsü’t-takvâ zâlike hayrün— Ey Âdemoğulları! Biz size avret yerlerinizi ve çıplak vücutlarınızı örtmek için elbise indirdik. Ziynet elbiseleri de indirdik. Ayrıca takvâ elbisesi de indirdik ki, bu ötekilerden daha hayırlıdır.” (A’raf sûresi: 7/26).

Yâni elbiselerin bir kısmı avret yerlerin örtülmesi, bir kısmı da güzelleşmek için verilmiştir. Hak teâlâ hazretlerinin korkusu ise her elbiseden daha hayırlıdır, demek olur. Kâdî Iyâd böyle tefsir etmiştir.

O halde bu âyet-i kerîme gereğince kişinin zâhirinin temiz ve güzel elbise ile bezenmiş, bâtininın da takva giysisi ile donanmış olmasının Hak teâlâ hazretleri katında muteber bir şey olduğu anlaşılmış oldu.

Buyurmuşlardır ki: “Hak teâlâ hazretleri, sözlerde, işlerde, görünüşlerde ve giyinişlerde güzelliği sevdiği gibi bu zikrolunanlarda çirkin olmağı sevmez. O halde güzelliği ve güzellik ehlini sever, çirkinliği ve çirkinlik ehlini sevmez.

Şöyle malûm olsun ki, giyiniş ve görünüşte güzellik üç nevi üzredir: Bir nevi beğenilen, bir nevi kötülenendir. Bir nevi de ne beğenilen, ne de kötülenendir.

Birincisi (Beğenilen) şu nevidir ki, Hak teâlâ hazretleri için olur. Hak teâlâ hazretlerinin tâatma ve hükümlerinin infazına ilişkin olur. Nitekim Resûlüllah Efendimiz hazretleri, rasüller geldiği zaman kendini güzelleştirirdi. Yâni güzel ve hoşa gidecek elbiselerle cemâlini gösterirdi. Bunun benzeri, savaş için harb âleti takınıp savaş meydanında ipek elbiseler giyip kâfirlere karşı salma salma yürümektir. Bütün bunlardan maksat i’lâ-yı kelimetullah (Allah’ın sözünü yüceltmek) olup İslâm’ın şerefini ve insanların Efendisinin dininin şevketini göstermek olduğu için beğenilmiştir. Bu niyetle edenler sevap ve mükâfat kazanmış olurlar.

İkinci (kötülenen) olanı şu nevidir ki, dünya ve başkanlık için olur. Giyinip kuşanınaktan muradı, halk içinde giyimiyle böbürleninek ve kibirleninekten başka bir şey olmaz. İsteklerinin sonucu, kendini süsleyip donatmaktan ibaret olur

Üçüncü nevi (yâni ne beğenilen ve ne de kötülenen) şu kısımdır ki, iki garazdan uzak olur. Yâni ne Allah için, ne de dünya için olur. Sadece şerefli şeriatın ruh-sat verdiği güzel elbiseleri giyinip kuşanır. Ama niyetinde, ne İslâm dininin şevke-tini göstermek, ne de halk arasmda böbürlenip kibirleninek garazı bulunur. Bu takdirde o kimse, ne beğenineye ve övülmeye lâyık olur, ne de kötülenineyi hak etmiş bulunur.

Yukarıda zikri geçen hadîs-i şeriften murad şöyle demektir: “Hak teâlâ hazretlerine, kulunun şöyle etmesi hoş gelir: Diline doğrulukla güzellik verir. Kalbine ihlâs, muhabbet ve tevbe ile güzellik verir. Azâlarma tâatle güzellik verir. Bedenine, Hak teâlâ hazretlerinin verdiğinden temiz ve güzel elbiseler giydirmekle, kirlerden, abdest bozan hâdiselerden, mekruh kıllardan temizlemekle, sünnet olmakla, tırnak kesmekle ve daha Peygamberimizin sünnetine uygun olan her ne varsa onlarla ziynet ve güzellik verir.”

Resûlüllah Efendimiz hazretlerine giydiği elbisenin yaraşması hususunda Câbir bin Abdullah’dan (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz’i açıklık bir gecede gördüm. Üzerinde kızıl bir elbise vardı. Bir ona bakıyordum, bir aya bakıyordum. Benim katımda Fahr-i Âlem Efendimiz aydan daha güzeldi,” diye buyurdu.

Dârimî ve Tirmizî böylece rivâyet etmişlerdir. Yine Tirmizî’nin naklinde Berâ bin Âzib (radıyallahü anh) buyurmuştur ki:

“Ben insanoğullarmdan hiç bir kimseyi görmedim ki, kırmızı hülle içinde Resûlüllah Efendimizden daha güzel olsun.”

Bu mânayı, hadîs İmâmları, ashâb-ı kirâmdan değişik ibarelerle çok rivâyet etmişlerdir. Hâsılı bazı seçkin sahâbe (Allah onların hepsinden razı olsun) Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine kırmızı hüllenin son derece yaraştığını beyan buyurmuşlardır. Hulle’nin mânası, bir izâr ile bir ridâ demektir. İzâr, daha önce işaret olunduğu üzere, iç donu yerine futa (peştemal) gibi belden aşağı bağlanan bir giyecektir. Ridâ ise üst elbisesidir ki, hepsinin üstüne giyilir. Astarlı elbiseye de hülle derler.

Ibnü’l-Kayyûm (Allah ona rahmet etsin) der ki: “Resûlüllah Efendimizin hülle-sinin sâfi kızıl olduğu asla sanılmasın. Böyle değildir. Belki hulle-i hamrâ (kırmızı hülle) dedikleri iki Yemeni bürdedir ki, siyah arasına yol yol kırmızı atılmıştır. Hulle-i hamrâ demeleri bu sebeptendir. Yoksa tamamen kırmızı giymek çok kuvvetle yasaklanmıştır. Sahîh-i Buhârî ve Müslim’de, “Resûlüllah Efendimiz hazretleri kızıl eyer minderlerinden nehyetti,” diye rivâyet olunmuştur.

Sahih-i Müslim’de İbn-i Ömer (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, şöy-le dedi: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri, benim üzerimde asfarlı iki elbise gördü. Yâni asfar çiçeği ile boyanmış iki giysi gördü ve:

— Bu renkli elbise kâfirlerin elbisesidir. O halde bu arkandaki elbiseleri giyme, diye buyurdu.”

Malûmdur ki, asfar kızıl boyadır. Kızıl elbise giymenin cevazında düşünülecek nokta vardır. Keraheti şiddet üzredir. Ne zannedersin; Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin sâfi kızıl giymesi ihtimali var mıdır? Hâşâ ve kellâ ki, böyle olsun. Sadece bu şüphe hulle-i hamrâ kelimesinden kopmuştur.” işte İbnü’l-Kayyûm’un bu husustaki sözleri bunlardır.

İmâm-ı Nevevî der ki: “Asfar ile boyanmış kumaşlarda âlimler ihtilâf etmişlerdir. Sahâbe ve tâbiînden bütün âlimler ve onlardan sonra gelenler, bunun mubah olduğunu söylemişlerdir.”

İmâm-ı Âzam, İmâm-ı Şâfiî ve İmâm-ı Mâlik de bunların mezhebine zâhib olup mubahtır dediler. İmâm-ı Mâlik: “Mubahtır, fakat başkasını giymek daha üstündür,” dedi. Diğerleri bu sözü söylemeyip sadece “Mubahtır” dediler. Yine İmâm-ı Mâlik’den bir rivâyette: “Ev içinde ve kapı önlerinde giymek caizdir, ama meclislerde, pazarlarda ve başka yerlerde mekruhtur,” diye gelmiştir.

Âlimlerden bir topluluk, “Tenzihi kerahet ile mekruhtur,” dediler. Nehiy buyrulmasmı tenzihîye hamlettiler. Zira sâbit olmuştur ki, Resûlüllah Efendimiz hulle-i hamrâ giydi diye buyrulmasının ve buna benzer sözlerin maksadı caiz olduğunu bildirmektir. Fahr-i Kâinat Efendimiz’in kendilerinin giymesi de bunu gösterir.

Bazı âlimler de dediler ki: “Yasaklanınası, hac yahut umre için ihram giymiş kimselere göredir.” Doğrusunu Allah bilir.

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin izârinin vasfında Ebû Bürde (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, şöyle dedi: “Âişe (radıyallahü anhâ) bize bir kisâ (kisve, elbise) ve kalın bir izâr çıkarıp:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri bu ikisinin içinde kabz olunmuştur, dedi.”

İmâm-ı Buhârî böylece rivâyet etmiştir. Bir rivâyette de şu ibare ile vâki olmuştur:

“Kisâü mülebbeden — Keçeden yapılmış kisve” denilmiştir. Yâni: “Hazret-i Âişe, Yemen diyarında işlenenlerden yoğun bir izâr ve keçeden yapılmış bir elbise çıkarıp: Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin ruhu, bu elbiseler içinde kabzolundu, dedi,” demektir.

Kisâ-i mülebbed, bazılarının kavlince yamalı kisve demektir. Bazılarının kavline göre de, yoğun ve sık dokunmuş, keçeye benzer kisve demektir.

İmâm-ı Müslim’in rivâyetinde Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) buyurmuştur ki:

Resûlüllah Efendimiz bir sabah çıktı. Üzerinde siyah kıldan bir mırt-ı murahhal vardı.”

Murahhal kelimesi muazzam vezni üzeredir demişler ve mânasında ihtilâf etmişlerdir. En uygun olanı Hattabî’nin buyurduğudur ki, “Muhattat (çizilmiş) demektir,” dedi. Muhattat o kumaştır ki, onda yol yol renkli iplik atılmış bulunur. Kürkîler ve Iskenderanî alacalar hep muhattattır ve mırt kisve demektir.

Netice olarak mânası: “Resûlüllah Efendimiz, siyah kıldan dokunmuş, yol yol alaca kumaştan bir kisve ile çıkmıştı,” demek olur.

Urve (radıyallahü anh) dedi ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mübarek ridasının uzunluğu dört zirâ idi. Eni ise iki zirâ bir karış idi.” Yine ondan rivâyet edilmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin giyip elçiye çıktığı yeşil bir ridâ idi. Boyu dört zirâ, eni iki zirâ bir karış idi,” demiştir.

Maan bin Isâ, Muhammed bin Hilâl’den rivâyet eder ki, şöyle dedi: “Ben, Emevî halifelerinden Hişâm bin Abdülmelik’in arkasında Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin mübarek bürdesini gördüm. Hibere cinsindendi ve iki hâşiyesi vardı,” demiştir. Hibere, bir nevi çubuklu elbisedir. Hâşiye dediği iki yanında sincef (saçak, nakışlı ve süslü kenar) dir.

Dimyatî’nin rivâyetinde İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerini gördüm; izârını mübarek göbeğinin altından bağlardı. Ömer’i gördüm, göbeğinin üstünden bağlardı,” diye buyurmuştur.

İmâm-ı Müslim’in rivâyetinde Hazret-i Aişe’nin kızkardeşi Esmâ’dan (radıyallahü anhâ) rivâyet edilmiştir ki: “Bir kere Acem padişahlarının giydiği elbiseler cinsinden bir cübbe çıkardı. Yakasında atlas toku vardı. Önünün iki kenarına atlas dikilmişti. “Bu cübbe Resûlüllah Efendimiz’in cübbesidir. Hazret-i Aişe’de idi. Âişe vefat ettiği zaman ben aldım. Resûlüllah Efendimiz bunu mübarek sırtına giyerdi. Biz bunu yıkayıp suyu ile hastalara şifa taleb ederiz,” dedi.

Yâni suyunu içirmek ve yüzlerine sürmek gibi her neyse eyleriz, bunun üzerine şifa bulurlar, demektir.

Bu rivâyette şuna delâlet vardır ki, ipeğin her cüzü, altın ve şarap gibi haram değilmiş. Ondan tok (yaka) ve sincef (nakışlı kenar) etmek caizmiş. Ama altın ve şarap ne kadar az olursa olsun haramdır.

İmâm-ı Nevevî böyle demiştir. Ama Hanefî İmâmları katında yüzük kaşındaki taşa altın mıh caizdir. İmâm-ı Muhammed katında sallanan dişi altın telle bağlamak da caizdir.

Yine rivâyet olunur ki, Resûlüllah Efendimizin mübarek arkasında elbsesinin kirleninesi vâki olmazdı. Elbisesine sinek konınazdı. Mübarek cisimlerini sivrisinek ve diğer ezâ verici hayvanlar incitmezlerdi. O’na, O’nun yüce soyunun ve sohbet arkadaşlarının hepsine Allah’ın salât ve selâmı olsun...

* * *

Giyecek kısmından taylaşan dedikleri nesne, Acem dilinden Arapçalaştırılmıştır. Arap dilinde bir adı tâk’dır. Bir nevine de sâc derler. Şimdiki zamanda nasıl ol-duğu malûm değildir.

İbn-i Kayyûm: “Zikrolunan kisveyi Resûlüllah Efendimiz’in giydiği veya ashâbından bir kimsenin giydiği nakledilmiş değildir. Sahih-i Müslim’de Resûlüllah Efendimizden rivâyet edilmiştir ki, Deccâl’ı zikrederek:

 “Isfahan memleketinin Yahudîlerinden yetmiş bin taylasanlı Yahudî, onunla beraber hurûc ederler,” dedi.

Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) hazretleri, taylasanlı birtakım kimseleri gördü de:

— Ne tuhaf! Şunlar, Hayber Yahudilerine nasıl benziyorlar? dedi.

Onun için seleften ve haleften bir cemaat, “Men teşebbehe bikavmin fehüve minhüm — Bir topluluğa kendini benzeten onlardandır,” sözü gereğince taylasanı çirkin gördüler.

Tirmizî’nin naklinde gelmiştir ki:

 “Bizden başkasına benzeyen, bizden değildir,” diye buyrulmuştur.

Taylaşan, başa giyilip iki yanı omuzların üstüne sarkıtılan bir giyecek olduğu için Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinden buna yakın bazı vaziyetler sâdır olmuştur.”

Böyle dedikten sonra İbn-i Kayyum, bunu yorumlamak için buyurmuştur ki: “Hicret gününde, ‘Peygamber Efendimiz mübarek başına bez örtüp öğle sıcağında Ebû Bekir Sıddık’a (radıyallahü anh) geldi,’ demelerinin sebebi şu idi ki, halktan kendisini gizlemek için böyle etmişti. Yoksa tenakku etmek, yani mübarek başına bir şey örtünmek âdetleri değildi.

Enes bin Mâlik’in, “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mübarek başını örttüğü çok oldu,” demesi, sıcaktan ve başka hususlardan dolayı ihtiyaç oldukça örterdi, demektir.” Buraya gelinceye kadar yazılanlar İbn-i Kayyum’un sözleridir.

Şeyhülislâm Veliyyüddin Irakî “Tenakku’, sarığm ucu ile yahut ridâ ile başı örtmektir,” dedi. İbnü’l-Hâc, Medhal adlı kitabında: “Erkeklerin kmâı (başörtüsü), başını ridâsiyle örtüp ucunu bir omuzu üstüne uzatmaktır,” dedi.

Velhâsıl böyle etmek de taylaşan giymek kısmından olduğu için hadîs İmâmları bu hususta bahisler edip: “Resûlüllah Efendimiz’in böyle ettiği, Süheyl bin Sa’d’m naklinde: “Kâne yeksirü’l-kmâu — Çok defa başörtüsü kullandı,” sözüyle ve Enes bin Mâlik’in rivâyetinde “Kâne yeksirü’l-tekannu’ — Çok defa başım örttüğü oldu,” sözü ile vârid olması gösterir ki, İbn-i Kayyum’un dediği gibi bu, vakit ve ihtiyaca mahsus değildir. Belki o, güzel âdetlerindendir. Bundan lâzım gelir ki, ‘Resûlüllah Efendimiz’in taylaşan giydiği nakledilmiş değildir,’ demesi de red olunur,” dediler. “Ashâb-ı kirâmdan bir kimsenin giydiği nakledilmiş değildir,” sözünü de reddedip dediler ki:

Hâkim, sahih senetle rivâyet etmiştir ki, Kurre bin Kâ’b (radıyallahü anh):

— Bir gün Resûlüllah Efendimiz fitne hususunu zikretti ve “Yakın zamanda olur,” dedi. O sırada mukanna’ bir kimse, yâni bir bezle başını bürümüş olan bir kişi oradan geçti. Resûlüllah Efendimiz hazretleri: “Hâzâ yevmeizin alâ’l-hüdâ — Şu kişi o fitne ortaya çıktığı gün doğru yol üzre olacaktır,” diye buyurdu. Kalkıp o kişiye baktım. Meğer o, Hazret-i Osman bin Affân (radıyallahü anh) imiş, dedi.”

Saîd bin Mansur da Ibnü’l-Alâ’dan rivâyet etmiştir ki: “Ben Hazret-i Hasan bin Ali’yi başı örtülü olduğu halde namaz kılarken gördüm,” demiştir.

Süleyman bin Muğîre’den rivâyet edilmiştir ki: “Ben Hazret-i Hüseyin’i gördüm; taylasanlar giyerdi,” demiştir. Umâre bin Zâdân’dan da rivâyet edilmiştir ki: “Ben Hazret-i Hüseyin’i gördüm; Antakî bir taylaşan giyerdi,” diye buyurmuştur.

İbn-i Kayyum’un zikrettiği Yahudi hikâyesi için Şeyhülislâm İbn-i Hacer: “Bundan, o vakit taylaşan giymenin onların şiarından olduğunu istidlâl etmek sahih olur. Şimdiki zamanda o âdet kalkmıştır. Bu takdirde bütün halk için mubah olan şeylere dahil olur,” dedi.

Bazıları da Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) hazretlerinin inkârına cevap verip “Enes hazretlerinin öyle demesi şunun içindir ki, gördüğü kimselerin taylasanları sarı idi,” dediler. Ama doğrusu şudur ki, Resûlüllah Efendimiz’in buyurduğu üzre Deccal’ın yanınca giden Yahudilerin kisvesi olunca kötülenmiş bir şey olduğu kesinleşir. Resûlüllah Efendimiz’den ve bazı seçkin sahâbeden rivâyet edilmiş olan tenakku’ (baş örtme), taylaşan giymek kısmından değildir. Hazret-i Hasan (radıyallahü anh) hususunda gelen haberlerin sıhhat ve kuvvetlerinde düşünmeye değer noktalar vardır. İmâm-ı Müslim’in hadîsine muârız olmazlar demek gerektir.

Ancak bu hususta hadîs-i şerifin şerefli kelimeleri arasında geleceğinden haber verilerek zikredilmiş olan “Yetmiş bin Isfahan Yahudîsinden” kasdedilenin, en iyisini Allah bilir hâlâ o diyarı istilâ etmiş olan zındıklar ve dinsizler zümresi, bile bile inkâr eden eşkiya fırkası olması muhtemeldir. Şüphesiz ki yol kesici, inatçı, inkâr edici ve dinden dönücü kimseler îman ehline karşı en şiddetli düşmanlıkla düşman oldukları için o mel’un, yezid, kovulmuş, dışarı atılmış ve pisliğin müridi olmuş alçakların, şeamet işareti taşıyan şanları ve çok perişan olmalan hususunda Yahudi diye isimlendirilmeleri mümkündür. Doğru söylemek gerekirse gerçekten o kabahat doğurmanın tâcı, kerahet mizacinin kisvesi, şiddetli üzüntü veren talihsizlik elbisesi ve necaset köklerinin çulu olan tabiatlarının gereği şudur ki, onları giyip o asık suratlan, uğursuz yüzleri, ters bakışlan ve aksi görüşleriyle Deccal’ın önüne düşüp davul ve zurnaları, yüzlerinin karalan ile şeytan askerlerinin ve mel’unlar ordusunun ileri gelenlerinden olurlar. Zira bu hususta Yahudi tâifesinden her bakımdan liyakat sebepleri daha güçlü ve istihkak bayrakları daha yüksek kılınmış mel’unlardır. Allah’ın lâneti onların hepsinin üzerine olsun.

Yüzüğü:

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin hâtemi (mühür olarak kullanılan yüzüğü) hususunda İmâm-ı Buhârî ve Müslim’in rivâyetlerinde Abdullah bin Ömer (radıyallahü anh) buyurmuştur ki:

“Gerçekten Resûlüllah Efendimiz hazretleri, gümüş bir hâtem edindi. O, ömrü boyunca kendinin mübarek elinde idi. Ondan sonra Ebû Bekir’in elinde oldu. Sonra Hazret-i Ömer’in, daha sonra Hazret-i Osman’ın elinde oldu. Tâ Osman’ın elinden Erîs kuyusuna düştüğü zamana dek onda kaldı.”

Yine Sahihayn’da Enes bin Mâlik’den (radıyallahü anh) rivâyet olunmuştur:

“Gerçekten Peygamber Efendimiz hazretleri, Habeşî kaşlı gümüş bir yüzük takininıştır. Yüzüğün kaşını avucu tarafına getirirdi,” demiştir.

Habeşî’den murad, akik yahut cez’ denilen alaca taştır. Zira ikisinin de madeni Habeş ülkesindedir, demişlerdir.

Hadîs âlimlerinden İmâm-ı Ahmed, Nesâî, Tirmizî ve Bezzâr’ın (Allah onlara rahmet etsin) rivâyetlerinde Büreyde’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri bir kişinin elinde demirden bir yüzük gördü de:

— Ben senin yönünden putların kokusunu alıyorum, diye buyurdu.

Ondan sonra:

— “Yüzüğünü gümüşten edin ve onu bir miskalden ziyade etme,” diye buyurdu.

Âlimler yüzük takinınak hususunda ihtilâf etmişlerdir. Çoğu, caiz görüp “Kerahet yoktur” demiştir. Bazıları, “Ziynet murad olunca mekruhtur,” dediler. Bazıları da “Mühür kullanınası gerekli olan hâkimlerden başkasinin takinınası mekruh olur,” demişlerdir. Zira Ebû Dâvud ve Nesaî’nin naklinde Ebû Reyhane’den rivâyet edilmiştir ki: “Onlardan başkasını, takinınaktan Resûlüllah Efendimiz nehiy buyurdu,” demiştir.

Resûlüllah Efendimizin onu kullanınası şunun içindir ki, etrafta olan hükümdarlara gönderdiği mektupları onunla mühürlemesi gerekiyordu. Çünkü Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: “Peygamber Efendimiz hazretleri, Rum, Acem ve Habeş padişahlarına mektuplar yazdı. Bunun üzerine ashâb dediler ki:

— Ya Resûlâllah! Onlar mührü olmayan mektubu kabûl etmezler.

Onun için bir yüzük edinip kaşına “Muhammed Resûlüllah” nakşını kazdırdı.”

Ebû Bekir, Ömer ve Osman (Allah onlardan razı olsun) hepsi ihtiyaç olduğu için hâtem (mühür) taşırlardı, dediler.

İbn-i Abdül-Ber bazı âlimlerden: “Mutlak olarak takininası mekruhtur. Zira Enes bin Mâlik’den rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri takınınadı, diye nakletti,” dediklerini rivâyet etmiştir.

Tirmizî Şemâıi’de, İbn-i Ömer hazretlerinin: “Resûlüllah Efendimiz hâtem edindi. Onunla mühürlerdi, ama takinınazdı,” dediğini rivâyet etmiştir.

Sahihayn’da Enes bin Mâlik’den rivâyet edilmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz’in mübarek elinde bir gün gümüşten bir yüzük gördüm. Bunun üzerine halk da gümüşten yüzük edinip takındılar. Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz yüzüğü çıkarıp bıraktılar. Başkaları da çıkarıp bıraktı,” dedi.

Ama doğrusu birinci sözdür. Çünkü Fahr-i Kâinat Efendimiz’in aslında yüzük takınınası civar padişahlara gönderdiği mektupları mühürlemek içindi. Sonradan devamlı takınır oldu. Ashâb-ı kirâm da takınır oldular. Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, hiç kimsenin yüzük takinınasını inkâr etmedi. Belki onun üzerinde işi kesinleştirdi. O halde bu zikrolunan husus, yüzük takinınanın kerahetsiz mubah olduğuna delil oldu. Ama hâkimlerden başka kimsenin takinınasının nehiy olunınasına dair gelen hadîsin zayıflığı hususunda İmâm-ı Ahmed Enes bin Mâlik’den rivâyet edip: “Resûlüllah Efendimiz bir gün gümüşten bir yüzük takındı. Ondan sonra çıkarıp attı,” demesine üç şekilde cevap vermişlerdir.

Biri şudur: Gümüş denilmesi, parlaklığın görülmesinden meydana gelen bir yanılmadır. O bir gün taktıktan sonra çıkarıp attığı yüzük altındı, başka bir şey değildi, dediler.

İkincisi şudur: O dediği yüzük hep gümüşten değildi. İçi demirden ve üstü gümüştendi, dediler.

Üçüncüsü de şudur: Çıkarıp atmasının sebebi, halk yüzük takınınanın şer’an gerekli bir şey olduğunu sanınasınlar ve sünnettir demesinler diye idi. Doğrusunu Allah bilir.

Şöyle malûm olsun ki, yüzük hangi nesnelerden olur? Altından, gümüşten, tunçtan, demirden, bakırdan ve bunların benzerinden, akîkden hep yüzük yaparlar. Bunların her biri hakkında neler buyrulduğunu beyan edelim.

Altın hakkında Sahîh-i Buhârî ve Müslim’de Berâ bin Azib (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki:

Peygamber Efendimiz hazretleri, bizi altın yüzükten ve altın kabdan nehyetti,” demiştir.

Yine Sahihayn’da Ebû Hüreyre’den (radıyallahü anh) nakledilmiştir ki:

“Gerçekten Resûlüllah Efendimiz hazretleri altın yüzük takınınaktan nehyetti,” diye buyurmuştur.

Yine Sahihayn’da Abdullah bin Ömer hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki:

“Gerçekten Peygamber Efendimiz hazretleri, altından bir yüzük edindi ve sağ eline takındı. Yüzüğün kaşını mübarek avcunun içine getirdi. Bunun üzerine halk da altın yüzükler edindiler. Sonradan Fahr-i Kâinat hazretleri, minbere çıktı; o yüzüğü çıkarıp bıraktı. Halkı altın yüzük takinınaktan nehyetti,” buyurmuştur.

İmâm-ı Azam, Şâfiî, Mâlik ve Ahmed’in (Allah onlara rahmet etsin) mezhepleri şudur ki, altın yüzük takinınak caiz değildir. Fakat bazı âlimler buna ruhsat vermişlerdir. Bunlardan biri olan Ishak bin Revahiye dedi ki: “Ashâb-ı kiramdan beş kişi altın yüzük takınırken vefat ettiler.” Yâni, ta ölünceye kadar altın yüzük takındılar, demektir.

Mus’ab bin Sa’d’dan rivâyet edilmiştir ki: “Talha’da, Sa’d’da, Suheyb’de altın yüzükler gördüm; takınırlardı,” demiştir. Allah onlardan razı olsun.

Hamza bin Üseyd’den rivâyet edilmiştir ki, Ebû Üseyd (radıyallahü anh) ki Bedir gazâsında hâzır bulunan seçkin sahâbelerdendi vefat ettiği zaman altın yüzüğünü elinden

Hamza ve Zübeyr çıkarmışlardır. Hadîslerin ikisini de İmâm-ı Buhârî, Tarih’inde rivâyet etmiştir.

İmâm-ı Nesâî (Allah ona rahmet etsin) Saîd bin Müseyyeb’den rivâyet etmiştir ki, Hazret-i Osman (radıyallahü anh), Suheyb’e:

— Sebebi nedir ki ben senin elinde altın yüzük görüyorum, dedi.

Suheyb de:

— Bu yüzüğü senden daha hayırlı olan bir kimse gördü, beni ayıplamadı, dedi. Hazret-i Osman:

— Kimdir o dediğin? diye sordu.

Suheyb:

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, diye cevap verdi.

Ancak gümüş yüzüğü âlimlerden çok kimse mubah görmüşlerdir. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri ve seçkin sahâbeden bir topluluk gümüş yüzük takininışlardır. Şâfiî âlimleri: “Gümüş yüzüğün ağırlığinin bir miskale varmaması gerektir. Bir miktar eksik olması gerek,” demişlerdir. Zira Büreyde bin Husayb’m (radıyallahü anh) rivâyetinde Fahr-i Âlem Efendimiz demir yüzük takınır bir kimseyi gördü de:

— Bana ne oldu ki, senin üzerinde cehennem ehlinin ziynetini görüyorum, dedi.

Bunun üzerine o kimse yüzüğü çıkarıp bıraktı ve:

— Ya Resûlâllah! Ya neden edineyim? diye sordu.

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri:

— Gümüşten edin ve bir miskali tamam eyle, dedi.

Hâfız Irakî, Tirmizi'nin şerhinde: “Hadîs-i şerifte vâki olan nehiy, tenzihe yorulmuştur. Bir miskalin tamam olması tenzihi kerahetle mekruhtur, demek olur,” dedi.

Ama Hanefî âlimlerinden Nihâye sahibi ve diğerlerinin naklinde Nu’man bin Beşîr’in (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerifin sonunda:

— Gümüşten edin ve bir miskalden fazla etme, diye vâki olmuştur.

Bu takdirde bir miskal mubah olur, fazlası caiz olmaz.

Akîkden yüzük takinınak hususunda Enes bin Mâlik’den rivâyet edilmiştir ki:

— “Akîk takinin ve sağ el sol elden ziynete daha lâyıktır,” buyurmuştur.

Ancak bunun senedinde meçhul vardır, dediler. Bu hadisin mânası, “Akîk takinin. Çünkü onu takinınak fakirliği giderir,” sözleriyle de rivâyet olunmuştur.

Ya’kub bin Erkam, Âişe-i Sıddıka’dan rivâyet etmiştir ki:

“Akîk yüzük takinin. Çünkü o mübarektir,” buyurulmuştur.

Velhasıl akîk yüzük takinınak hususunda zikrolunanlardan başka bazı hadîsler daha rivâyet olunmuştur. Ama hepsi, hadîs âlimleri katında sâbit olup itimada elverişli olan hadîslerden değildir. Ukaylî: “Akîk yüzük takinınak hususunda Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinden hiç bir hadîs sahih olmaz,” demiştir.

İbn-i Fünceveyh, Kitâbü’l'Havâtim’de zaif isnatla Hazret-i Ali’den (radıyallahü anh) merfuan rivâyet etmiştir ki:

 “Bir kimse sarı yâkuttan yüzük takınırsa taundan korunmuş olur,” diye bu-yurmuştur.

Ama gümüş yüzük hakkında İmâm-ı Buhârî ve diğerleri Enes bin Mâlik’den rivâyet etmişlerdir ki:

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri gümüşten bir yüzük edindi. Kaşı yine kendindendi,” diye buyurmuştur.

Sahih-i Müslim’de varid olmuştur ki, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin yüzüğünün kaşı Habeşî idi. Habeşî’den murad, İmâm-ı Nevevî’nin kavline göre, cez’ dedikleri taş yahut akîkdir. Çünkü ikisinin de madenleri Habeş ülkesindedir. Nevevî’nin kavli sahih olduğuna göre Resûlüllah Efendimizin iki yüzüğünün bulunınası, birinin safi gümüşten, birinin de kaşinin taştan olması mümkündür.

Yine İmâm-ı Nevevî (Allah ona rahmet etsin) Müslim şerhinde hikâye etmiştir ki: “O varlıkların iftiharı ve yardımların en güzeli kendisine olan Peygamber Efendimiz’in her zaman taşıdığı bir yüzüğü vardı. Kaşı yine o yüzüğün kendindendi. Başka bir hadîste de kaşı akîkdendi diye gelmiştir,” dedi. Fakat Fahr-i Âlem Efendimiz’in her yeri akîkden olan yüzük takındığı rivâyet olunınamıştır. Yüzüğünün kaşı akîkdi, denilmiştir. Ama hepsi akîkdi diye rivâyet edilmiş değildir, dediler.

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin yüzüğünün nakşı “Muhammed Resûlüllah” idi. Enes bin Mâlik hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki:

“Gerçekten Resûlüllah Efendimiz gümüşten bir yüzük edindi ve onun üzerine ‘Muhammed Resûlüllah’ diye nakşettirdi. Ve halka buyurdu ki:

— Gerçekten ben gümüşten bir yüzük edindim ve üzerine ‘Muhammed Resûlüllah’ diye nakşettirdim. O halde kimse kendi yüzüğüne ‘Muhammed Resûlüllah’ nakşını koymasın,” demiştir.

İmâm-ı Tirmizî: “Hiç kimse onun nakşını nakşetmesin demekten murad, hiç kimse yüzüğüne ‘Muhammed Resûlüllah’ nakşını etmesin, demektir,” diye buyurmuştur.

Daha önce işaret olunduğu üzere İmâm-ı Buhârî ve Tirmizî’nin rivâyetlerinde şerefli yüzüğün nakşı üç satırdı. Muhammed bir satır, Resul bir satır, Allah kelimesi de bir satırdı.

Fethü’l-Bârî’de zikredilmiştir ki, hattı diğer yüzüklerin hattı gibi tersti; bir şeye basıldığı zaman âdet üzre doğru hat çıkardı.

İbn-i Ömer (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Fahr-i Kâinat Efendimiz yüzüğünü mübarek sağ elinde taşırdı. Saâdetle âhiret yurduna intikal ettiğinde Ebû Bekir Sıddık’m eline geçti. O da sağ elinde taşırdı. Ondan Hazret-i Ömer bin Hattab’a geçti. O da sağ elinde taşırdı. Ondan Hazret-i Osman’a geçti. O da sağ elinde taşırdı. Ondan sonra Yevmü’d-Dâr denilen Hazret-i Osman’ın şehid olduğu gün yüzük kayboldu. Üzerindeki nakşı ‘Lâ ilahe illallah’ idi,” demiştir.

Ancak bu rivâyet, Bereket bin Muhammedü’l-Halebî’nindir ki, o, yalancılığı ile tanininış bir kimsedir. Bu sebeple onun rivâyetine itimad yoktur. Onun sözünün daha başında bâtıllığına delâlet eden bir şey vardır ki, “Yevmü’d-Dâr’da kayboldu” demiştir. Halbuki o şerefli yüzük daha önce Erîs kuyusuna düşmüştü. Hattâ Osman (radıyallahü anh) çok mal harcadığı halde onu bulamamıştır. Ondan sonra günden güne ahvâli değişme üzre olup sonunda kendisini şehid etmişlerdir.

Bazı âlimlerden nakledilmiştir ki, bir kimse âriyet yüzük takınsa yahut kiralayarak alıp takınsa sünnet hâsıl olur. Ama en uygun olanı, onun mülkü olması ve her zaman takmmasıdır, dediler. Bir kişinin birkaç yüzüğü olması da caizdir. Ama bir eline iki yüzük yahut iki eline yüzük takininanın caiz olduğu hususunda ihtilâf vardır. En uygun olanı birden fazla takmmamaktır.

Yüzüğü sağ ele veya sol ele takinınak caizdir. Ama hangisinin daha üstün olduğu hususunda ihtilâf vardır. Bazıları, sol ele takınınak daha üstündür, dediler. Doğru rivâyette İmâm-ı Ahmed (Allah ona rahmet etsin) böyle tasrih edip: “Sol ele yüzük takininak bence daha sevimlidir,” diye buyurmuştur. İmâm-ı Mâlik’in mezhebi de sol ele takininaktır. Rivâyet olunur ki, İmâm-ı Mâlik yüzüğü sol eline takınırdı. İmâm-ı Şâfiî de böyle ederdi.

Sahih'i Müslim'de Enes bin Mâlik’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: “Fahr-i Kâinat Efendimiz’in şerefli yüzüğü şu parmağında idi,” diye sol elinin serçe parmağını gösterdi.

Sünen-i Ebî Dâvud’da İbn-i Ömer (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Gerçekten Resûlüllah Efendimiz yüzüğü soluna takınırdı,” diye buyurmuştur. Velhasıl sol ele takınınak hususunda çok hadîs-i şerifler gelmiştir. Bazı hâfızlar da İbn-i Receb’in buyurduğu gibi “Yüzüğü sol ele takınınak, sahâbe ve tâbiîn’in umumundan rivâyet edilmiştir,” diye zikr etmişlerdir.

Ancak bazı rivâyetlerde sağ ele takınınak da gelmiştir. Bazı kimseler bunu tercih etmişlerdir. İbn-i Abbâs ve Abdullah bin Ca’fer’in (Allah onlardan razı olsun) kavli budur. Hammâd bin Ebî Seleme: “İbn-i Ebî Nâfi hazretlerinden gördüm. Sağ eline takınıp:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri yüzüğü sağ eline takınırdı, diye rivâyet ederdi,” demiştir.

Hadîs âlimlerinden İmâm-ı Ahmed, Nesâî, İbn-i Mâce Ve Tirmizî böyle rivâyet ettiler.

Tirmizî’nin naklinde İmâm-ı Buhârî: “Bu kavi, yüzük takinınak hususunda Fahr-i Kâinat Efendimizden rivâyet olunanların en doğrusudur,” diye buyurmuştur.

Bundan başka Fahr-i Kâinat Efendimiz’in sağ eline yüzük takındığına delâlet eden bazı hadîsler daha gelmiştir. Ama bunları rivâyet edenlerin bir kısmına metrûktür, bir kısmına yalancıdır diye sataşmalar ve itirazlar olmuştur. Hadîsleri bu sebeple itimad edilmesi mümkün olan şeyler değildir.

Hâfız bin Receb’in kavlinde şöyledir ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz’in sağ eline ve sol eline takındığı olmuştur. Ama ilk âlimlerden açıklama gelmiştir ki, “Önce sağ eline takınırdı. Sonra sol eline takınır oldu,” demişlerdir.

Aynı zamanda Vekî’: “Sağ ele yüzük takininak sünnet değildir,” diye buyurmuştur. İmâm-ı Ahmed de: “Şehâdet parmağına ve orta parmağına yüzük takinınak mekruhtur,” diye tasrih buyurmuştur. Hazret-i Ali’den de (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: “Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, şehâdet parmağına ve orta parmağa yüzük takınınaktan beni nehyetti,” diye buyurmuştur.

Zayıf senetle bazı rivâyette gelmiştir ki: “Bir nesneyi unutınayıp hatırına getirmek dilese mübarek yüzüğüne bir iplik bağlardı,” demişlerdir.

Şalvar Giyip Giymediği:

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin şerâvil (şalvar) denilen içdonu giydiğinde ihtilâf etmişlerdir. Zira o zamanda şerâvil yerine izâr bağlanırlardı. Şerâvil, Arap tâifesinin giyeceklerinden değildi. Bazı âlimler, Fahr-i Kâinat Efendimiz’in şerâvil giymediğine kesin olarak hükmetmişlerdir. Bu mânaya, İmâm-ı Nevevî’nin zikrettiğiyle yakınlık hâsıl olur ki, Tehzîbü’l-Esmâ adlı kitabında: “Hazret-i Osman (radıyallahü anh) gerek cahiliyet zamanında, gerek Islâm devrinde asla şerâvil giymedi. Ancak şehid olduğu gün giydi,” demiştir.

Sâhâbe-i kirâm (Allah onların hepsinden razı olsun) Peygamber Efendimiz hazretlerinin sünnetine uymakta hırsın kemâl derecesi üzere iken Hazret-i Osman’ın o günden başkasında şerâvil giymemesi, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin giymediğine delâlet eder, dediler. Hazret-i Osman’ın o gün giymesi de kerametine delildir ki, hâdise günü şerâvilin izârdan daha ziyade örtücü olduğunda şüphe yoktur.

Fakat Ebû Ya’lâ Müsned’inde gayet zayıf bir senetle Ebû Hüreyre hazretlerinden rivâyet etmiştir ki, şöyle dedi: “Bir gün Fahr-i Kâinat hazretleri ile beraber pazara gittik. Fahr-i Kâinat hazretleri, pazarcıların yanında oturup dört dirheme bir şerâvil satın aldı. Pazarcıların bir altın ve gümüş tartıcıları vardı. Fahr-i Âlem hazretleri, ona:

— Verdiğim dirhemleri tart ve iyilerini seç, dedi.

Tartıcı:

— Bu, şimdiye kadar hiç kimseden işitmediğim bir sözdür, dedi.”

Bundan murad, “Dirhem veren hiç kimseden ben işitmedim ki, kendi verdiğinin iyisini kötüsünü bildirmeyi murad edinsin,” demek olur.

Ebû Hüreyre der ki: “Ben:

— Sana dininde zayıflık olarak bu yeter ki, peygamberini tanımıyorsun, dedim.

Bunun üzerine tartıcı, teraziyi elinden bırakıp sıçradı. Peygamber Efendimiz hazretlerinin elini öpmek istedi. O da mübarek elini çekti:

— Bu işi Acemler kendi padişahlarına ederler. Ben padişah değilim. Sizden bir kişiyim, diye buyurdu.

Bunun üzerine tartıcı dirhemleri seçip aldı. Fahr-i Âlem Efendimiz de şerâvili aldı. Ben yolda mübarek elinden onu alıp taşımak istedim. Peygamber Efendimiz:

— Kişinin kendi giyeceğini kendinin taşıması daha uygundur! Meğer ki, taşıyamayacak kadar zayıf olsun da müslüman kardeşi ona yardım etmek istesin, dedi.

 Ben:

— Ya Resûlâllah! Sen şerâvil giyer misin? dedim.

Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz:

— Evet, giyerim. Seferde ve hazerde, gecede ve gündüzde şerâvil giyerim. Ben örtünmekle emrolunmuşum. Ondan daha fazla örtücü bir şey bulamadım, diye buyurdu.

Bazı hadîs âlimleri bu hadîsi zayıflardan saymışlardır. Ama Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin şerâvil satın aldığı doğrudur. Hüdâ-yı Nebevî sâhibi: “Açıktır ki, giymek için satın aldı. Kendisinin giydiği ve zamanında giyildiği rivâyet olunmuştur. Elbette şerefli izni ile giyerlerdi,” der. Ama Ebû Abdullah Hicazî Şifâ Hâşiyesinde: “Hûdâ’da vâki olan, ‘Peygamber Efendimiz şerâvil giydi’ sözü kalem hatasıdır,” dedi.

Ebû Saîd Nisâburî hadîsin zikrini Fahr-i Âlem hazretlerinin ticareti bâbmda söylemiştir. Ama Buhârî, Sahı/ı’inde, Peygamber Efendimiz hazretlerinin elbisesi bâbmda Bâb-ı Şerâvil dedikten sonra ihrama ilişkin hadîsi yazmıştır. Şerâvile ilişkin hiç bir şey getirmemiştir. “Çünkü kendi şartı üzre şerâvil giydiği sâbit olmamıştır. Bu hususta sahih hadîs gelmiş değildir,” dediler.

Mest ve Ayakkabıları:

Huff bahsine gelince: Huff diye iç ediğe (meste) derler. İmâm-ı Tirmizî’nin rivâyetinde Büreyde (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: “Necâşî, Peygamber Efendimiz hazretlerine siyah sâde iki iç edik (mest) gönderdi. Onları mübarek ayağına giydi de üzerine mesh etti.” Sâde dediği, içleri aba yahut çuha veya bezle kaplanmış değildi, demektir.

Muğîre bin Şu’be (radıyallahü anh) de demiştir ki: “Dıhye, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerine iki iç edik hediye etmişti. Onları mübarek ayağına giydi.”

Nâlin (ayakkabı) hususunda gelen hadîslerden Sahîh-i Buhârî’de Enes bin Mâlik’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: “Peygamber Efendimiz hazretlerinin şerefli nâlininin iki kıbâli vardı,” diye buyurmuştur. Kıbâl, şu nesneye derler ki, onu nâline takarlar ve ayağa giydikleri zaman iki parmağın arasına getirirler. O olmadıkça nâlin ayakta durmaz. İbn-i Abbâs, Ebû Hüreyre ve diğerleri de böyle rivâyet etmişlerdir.

Isâ bin Tahmân’dan rivâyet edilmiştir ki: “Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) bize nâlin-i cürdâveyn (bir çift tüysüz ayakkabı) çıkarıp gösterdi. Onların iki kıbâli vardı. Sonradan Sâbit bana Enes’den nakletti ki, o nâlin Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinininiş,” diye buyurmuştur.

Cürd demek, kılı gitmiş demektir. Yâni o zamanda bazıları kıllı deriden ayakkabı giyerlermiş. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli ayakkabıları da tabaklanmış deriden imiş.

Ubeyd bin Cüreyh, Abdullah bin Ömer hazretlerine (Allah onlardan razı olsun):

— Seni görüyorum, tabaklanmış deriden ayakkabı giyiyorsun, dedi.

Yâni “Tabaklanmış yumuşak ve kılsız deriden yapılmış nâlinler giyiyorsun” dedi.

O da:

— Gerçekten Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerini gördüm; o türlü nâlinler giyerdi ki, onlarda kıl yoktu. Onların üzerinde abdest alırdı. Ben de o türlü nâlinler giymeği severdim, diye buyurdu.

Ömer bin Hâris’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki:

Resûlüllah Efendimiz hazretlerini gördüm. Dikilmiş nâlin (deri ayakkabı) üzerinde namaz kılardı,” diye buyurmuştur.

Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) buyurmuştur ki:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri mümkün oldukça sağ tarafından başlamayı severdi. Mübarek saçlarını taramakta, ayakkabılarını giymekte, abdest almakta ve gusletmekte...”

Tereccül’ün mânası, tarakla saçları açıp düzeltmektir. Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinden rivâyet etmiştir ki: “Her ne zaman biriniz ayakkabısını giyecek olsa sağından başlasın. Her ne zaman çıkaracak olsa sol eliyle başlasın,” diye buyurmuşlardır.

Ebû Dâvud ve Tirmizî’nin rivâyetlerinde: “Peygamber Efendimiz hazretleri, ayak üzeri dururken ayakkabısını giymekten kişiyi nehy ederdi,” diye gelmiştir.

Mübarek Döşekleri:

Peygamber Efendimiz hazretlerinin mübarek döşekleri hakkında buyurmuşlardır ki, zaruretin gerektirdiği miktarla iktifa edip ondan başkasını terk ederlerdi. Sahihi Müslim’de rivâyet olunmuştur ki:

“Bir döşek erkek için, bir döşek karısı için, bir döşek misafir için ve dördüncüsü şeytan içindir,” diye buyurmuştur.

Ama âlimler buyurmuşlardır ki: “Asıl mânası, ihtiyaçtan fazlarının kibirleninek ve dünya malı ile böbürleninek için olmasıdır. Böyle olan her şey zemmedilmiştir. Zemmedilmiş olan her şey de şeytana izafe olunur. Çünkü şeytanın rızası ondadır.”

Velhasıl her kişinin döşeği kendi şanına göre olur. Bazı kimse vardır ki, üç döşek ona yeter. Bazı kimse olur ki, yirmi, otuz döşek ona yetmez. İhtiyaçtan fazla ve sırf böbürleninek için yığılıp durmadıkça zemmedilmeye müstahak olmaz. Biri erkek ve biri karısı için diye buyrulmasının sebebi de şudur ki, hastalık hâlinde ve bazı özürlü durumlarda ayrı yataklarda yatmaları gerekebilir.

Şeyhayn’ın rivâyetlerinde Hazret-i Aişe-i Sıddıka’dan rivâyet edilmiştir ki: “Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin döşeği deriden idi ve içi hurma lifi ile doldurulmuştu,” diye buyurmuştur.

İmâm-ı Beyhakî’nin naklinde Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) buyurmuştur ki:

“Bir gün ensar hanımlarından birisi bana geldi de Fahr-i Âlem Efendimiz Haz-retlerinin döşeğini gördü. Ondan sonra gitti, bana yün doldurulmuş bir döşek gönderdi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri geldiği zaman bunu görünce:

— Ya Âişe, bu döşek nedir? dedi.

Ben:

— Ya Resûlâllah, ensardan filân kadın geldi, senin döşeğini gördü de gidip bu döşeği gönderdi, dedim.

Resûlüllah Efendimiz, kabûl etmeyip:

— Ya Âişe, bunu reddeyle. Vallahi, eğer ben isteseydim, Hak teâlâ hazretleri, gümüş ve altın dağlarını benimle beraber yürütürdü, diye buyurdu.”

Yine İmâm-ı Ahmed, İbn-i Hibbân ve Beyhakî’nin rivâyetlerinde İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Bir gün Hazret-i Ömer bin Hattâb (radıyallahü anh) Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin hücresine girdi. Resûlüllah hazretleri bir hasırın üzerine yatmıştı. Hasırın ipleri mübarek cismine iz etmişti.

Ömer (radıyallahü anh):

— Ya Resûlâllah, keşke yumuşak bir döşek edinseydiniz, dedi.

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri:

— Benim dünya ile ilişkim ancak şuna benzer ki, bir binici, yolda giderken bir ağaç altında bir saat gölgelenir, sonra yine kalkıp yoluna gider, diye buyurdu.”

İmâm-ı Taberanî’nin (Allah ona rahmet etsin) naklinde Abdullah bin Mes’ûd (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: “Bir gün Resûlüllah Efendimiz hazretlerine gittim. Hamam gibi sıcak bir gurfe’de (çardakta) bir hasırın üstüne yatmıştı..Mübarek cisminin bir yanına hasır iz etmişti. Bunu görünce ağladım ve:

— Ya Resûlâllah! Kisra ve Kayser ipekten döşekler üstünde yatıyorlar; sen ise böyle hasır üstünde yatıyorsun!., dedim.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:

— Ağlama, ya Abdullah! Gerçekten dünya onlar için ve âhiret bizim içindir, diye buyurdu.”

Velhasıl Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin şerefli sohbetine giren sahâbe-i kirâmden her biri, gördüğü ve işittiği üzre nakil buyurmuşlardır. Bu mâna, değişik ibarelerle bazı yollardan da gelmiştir. Hepsinin meâli aynıdır.

Rivâyet olunur ki, Peygamber Efendimiz hazretlerinin asla bir yatağı ayıpladığı olmadı. Eğer döşek bırakırlarsa onun üzerinde yatardı. Eğer bırakmazlarsa yer üzerine yatıp bahane bulmazdı. Yorgan edindiği de olurdu. Hanımlarına buyurmuştur ki:

“Ben Âişe’den başka sizden bir hanımın yorganında iken bana Cebrâil’in geldiği olmadı.”