Geri

   

 

 

İleri

 

2 . Fasıl

3 - 2 Allah’ın Peygamberimize Verdiği Güzel Huylar ve Vasıflar

Malûm olsun ki, hulk demek huy demektir. Alimler: “Güzel huy tabiat mıdır yoksa çalışarak elde edilen bir şey midir?” diye ihtilâf etmişlerdir. Tabiattır diyenler İbn-i Mes’ûd’un şu hadîsini delil olarak kabûl ettiler ki:

“Hiç şüphesiz Allahü teâlâ, sizin aranızda rızıklarınızı taksim ettiği gibi ahlâkınızı da taksim etmiştir,” diye buyrulmuştur.

Hâsılı Allah, kendi irade ve ihtiyarı üzre kullarının bazısına az verdiği gibi kimine güzel huy ve kimine kötü huy vermiştir, insanın bu hususta dahli yoktur, dediler.

Diğerleri şuna zâhib oldular ki, güzel huyda kişinin çalışıp çabalamasmm dahli vardır. Riyazet ve çalışma ile güzel huy elde edilebilir.

İmâm-ı Kurtubî (Allah ona rahmet etsin) buyurmuştur ki: “insan nev’inde hulk cibillettir, yâni tabiattır. Onlar bu hususta birbirinden üstün dereceler üzeredirler. Bir kimsenin üstüne o cibilletten bir şey galip olursa o kimse Mahmûd (övülen, beğenilen bir kişi) olur. Aksi halde o kimse tâ güzel ahlâkı elde edinceye kadar çalışmaya, mücahede etmeye me’murdur,” demiştir. İmâm-ı Ahmed ve Nesâi’nin nakillerinde, âlemlerin kerem sahibi hocası Efendimiz hazretleri, sahâbe-i kirâmdan Eşec adlı bir kimseye hitâben:

“Hiç şüphesiz sende iki huy vardır ki, Allah onları sever. Birisi hilm (yumuşaklık) ve biri de yavaşlık (tedbirli iş tutınak, acele etmemek),” diye buyurdu.

O da:

— Ya Resûlâllah! Bunlar bende çok eskiden beri mi vardı yoksa sonradan mı oldu? diye sordu.

Fahr-i Âlem hazretleri:

—Çok eskiden vardı, diye buyurdu.

Bunun üzerine o da, Hak teâlâ hazretlerinin kendisini sevdiği iki huy üzere yarattığına hamd etti.

O halde o kimsenin “Bunlar bende çoktan mı vardı, yoksa sonradan mı oldu?” deyip Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin cevap verişinden anlaşılır ki, insanda sonradan bazı güzel huyların hâsıl olması caizmiş.

İmâm-ı Ahmed’in rivâyet ettiği sahih hadîse göre Resûlüllah Efendimiz:

“Ya Rab, benim yaratılışını güzel ettiğin gibi huyumu ve tabiatımı da güzel eyle,” diye buyurmuştur.

İmâm-ı Müslim’in rivâyetinde Iftitah Duası hadîsinde:

“Ya Rab, ahlâkın en güzeline sen beni hidayet eyle. Ona kimse hidâyet edemez, ancak sen hidâyet edersin,” diye dua ederdi.

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinde bu denli ahlâk güzellikleri toplandığı zaman Hak teâlâ hazretleri, kerîm Kitabında onu övüp:

“Ve inneke lealâ hulûkın azîmin — Muhakkak sen, azîm (çok büyük) bir ahlâk üzeresin,” (Kalem sûresi: 68/4) diye buyurdu.

Hulk (huy) dedikleri şeyin hakikati nefsanî bir melekedir ki, onunla vasıflanmış olan kimseye güzel işleri işlemek kolay olur. Başkalarına iyilik etmek, ihsanda bulunınak nefsine hoş gelir. Kötü huylu olup şeytan nefisli olanlara ise iyi işleri işlemek güç gelir. Hep fitne ve fesada çalışır.

Gerçektir ki, Hak teâlâ hazretleri Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin İlmî kuvvetine ilişkin olan şeyi azametle vasıflandırıp:

“Ve allemeke mâlem tekün ta’lemü ve kâne fadlullahi aleyke azîmen — Ve Allah sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah’ın sana lûtfu, cidden çok büyük olmuştur,” (Nisâ sûresi: 4/113) diye buyurmuştur.

Yine Hak teâlâ hazretleri kerîm Kitabinin başka bir yerinde Resûlüllah Efendimizin ilmî kuvvetine ilişkin olan şeyi azametle vasıflandırıp:

“Ve inneke lealâ hulûkın azîmin — Muhakkak sen çok büyük bir ahlâk üzeresin,” (Kalem sûresi: 68/4) diye buyurdu.

O halde bu iki âyet-i kerîmenin toplamı delâlet eder ki, beşerî ruhlar arasında Resûlüllah Efendimizin temiz ruhu en büyük ve en yüksek derecededir. Kemâlinin kuvvetinden sanki meleklerin ruhu cinsinden olmuştur, dediler.*

İmâm-ı Halîmî (Allah ona rahmet etsin) buyurmuştur ki: “Ekseriya hulk (huy) keremle (güzellikle) vasıflandırılıp hulk-ı kerîm (güzel huy) denilirken Hak teâlâ hazretleri Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin hulkunu azametle vasıflandırıp “Hulk-ı Azîm” diye buyurduğunun açıklaması şudur ki, huy güzelliği denilse bununla nefsin civanınertliği ve mülâyemeti murad olunur. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin hulku ise sadece bu değildi. Belki mü’minlere nasıl merhamet ve şefkat üzere ise kâfirlere şiddet ve salâbet üzre idi. Düşmanlarının üzerine galip ve muzafferdi. Onların gözlerine heybetli görünürdü; kalblerine bir aylık yoldan korku düşerdi. Bu takdirde şerefli hulkunu azametle vasıflandırmak daha uygundur. Zira in’ama ve intikama şâmil olur.”

Cüneyd-i Bağdâdî (yüce sırrı noksandan münezzeh olsun) buyurmuştur ki:

 “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin hulkunun azîm (çok büyük) olması sadece şunun içindi ki: Allah’dan başkasına himmeti (kasdı) yoktu. Muradı ve maksudu sadece ve yalnız Allah idi.”

İmâm-ı Mâlik’in (Allah ona rahmet etsin) Muvattâ’ adlı kitabında naklettiği üzre Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki:

 “Ben ahlâk güzelliklerini tamamlamak için peygamber gönderildim,” diye buyurmuştur.

O halde bütün güzel huylar Resûlüllah Efendimiz hazretlerinde mevcuttu. O, Kur’ân-ı azîm ile edeplenmişti. Nitekim Âişe (radıyallahü anhâ); “Kur’an ahlâkı ile ahlâklanmıştı,” diye buyurdu.

Avârifü’l'Maârif sahibi der ki: “Hazret-i Âişe’nin “Kur’an ahlâkı ile ahlâklanmıştı” diye buyurmasında Rabbani ahlâka gizli bir işaret bulunduğundan şüphe edilmesin. O, “Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmıştı” demeğe Hak teâlâ hazretlerinden hayâ edip “Kur’an ahlâkı ile ahlâklanmıştı” demiştir. O halde Kur’an-ı azîmin mânasına nihayet olmadığı gibi Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin azîm hulkuna delâlet eden güzel vasıflarına da nihayet yoktur.”

     Akıl ve Ahlâk:

Güzel ahlâkın her ne kadar çalışma ile elde edilmesinin kabil olduğu sâbit ise de Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin övülen yüksek ahlâkı aslında yaratılışı üzre Allah’ın bir bağışı idi. Çalışma ve riyazetle kazanılmış değildi. Bu güzel niteliklerin de ana kaynağı aklın tamamlığı ve mükemmelliğidir. Zira bütün faziletler ve üstünlükler onunla kazanılır. Kötü huylardan, utanılacak hallerden ve çirkinliklerden onunla kaçınılır. Akıl, ruhun lisanı ve basiretin tercümanıdır. Basiret dedikleri ruhun kalbi mevkiindedir; akıl ise lisanı mertebesindedir, dediler.

Bazı âlimler (Allah onlara rahmet etsin) buyurmuşlardır ki:

“Her nesnenin bir cevheri vardır. İnsanın cevheri de akıldır. Aklın cevheri ise sabırdır.”

Akim mahiyeti hakkında âlimler pek çok ihtilâf etmişlerdir. Kamus sâhibi de (Allah ona rahmet etsin) bu ihtilâfların birkaç şeklini zikrettikten sonra: “Doğrusu şudur ki, ruhani bir nesnedir. Zarurî ve nazarî ilimleri nefs onunla idrâk eder. Onun varlığinin başlangıcı, çocuğun ana rahminde sureti yaratılıp ruhu üflendiği zamandır. Bu zamandan ta bülûğ çağma varıncaya kadar akıl cevheri artınaktadır. O vakit kemâl (olgunluk ve tamamlık) bulur,” demiştir.

Akim bu mertebeden tâ ihtiyarlık dairesine varıncaya kadar olan kemâli, bilgileri ve faziletleri kazanına yoluyladır. Yoksa akıl cevherinin kendisi bülûğ mertebesinde kemâlini bulur. Onun içindir ki, bütün şer’î teklifler ile mükellef olmada bâlîğ olmuş çocuk ile ihtiyarın farkı ve birbirine üstünlüğü yoktur. Zira o zamanda kişi, bir şeyin güzelliğini ve çirkinliğini, tamlığını ve eksikliğin, hayrı ve şerri idrâk eder.

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin aklinin mükemmelliği öyle bir derecede idi ki, beşer nev’inden hiç bir kimsenin o daireye ayak basması ihtimali asla yoktur. Onun için Resûlüllah Efendimizin ahlâkı en büyüktü. Bu hususu anlamaya yaklaştırmak için âlimler onun aklı ile diğer insanların akıllarını nice türlü nesneye tesbih buyurmuşlardır.

Hattâ bazıları dediler ki: “Akıl yüz hissedir. Doksan dokuzu Resûlüllah Efendimiz hazretlerinde, birisi diğer mü’minlerdedir.”

Bazıları buyurmuşlardır ki: “Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin akimın bütün âlem halkinin aklından daha ziyade olduğuna kesin bilgi sâhibi olmak için iyi düşünüp görmek gerektir ki: Arap tâifesi ne türlü vahşî bir tâifedir, nasıl sert ve serkeş bir kavimdir? Böyle bir topluluğun arasına geldi de tedbir ve tedârik güzelliği ile onları kendine nasıl mutî ve müsahhar eyledi? Ne kadar cevr ve cefalarına tahammül etti? Ne denli belâ ve ezalarına sabretti? Sonunda itâat ve bağlılıkları öyle bir dereceye vardı ki, dinlerini terk edip İslâm’a girdiler. Resûlüllah Efendimiz hazretleri katında kendi ehilleri, ataları ve oğulları ile İslâm dini yolunda savaştılar. Kendi nefisleri üzerine Resûlüllah Efendimiz hazretlerini seçkin ve üstün tuttular. Onun şerefli rızası için vatanlarını ve mallarını terk ettiler. Üstelik böyle bir şeye alışık da değillerdi. Okuma ve yazma bilen bir topluluk da değillerdi ki, eski kitapları okuyup inceleyerek oradan geçmiş peygamberlerin ve ümmetlerin hallerini öğrensinler.

İşte böyle bir tâifenin arasından zuhur edip tedbir güzelliği ile bu kadar eserler ortaya koymaya ne denli akıl gerektiğini akıllı olan kimse idrâk edebilir. Şüphesiz aklı tamamlığın nihayetinde olduğu için cömert nefsinin ahlâkı da genişliğin en son derecesi üzere idi. Hiç bir nesneye daralmazdı. Yumuşaklıkta, kudret sahibi iken afvetmede ve çirkin görülen şeylere karşı sabretmede çok övülen ahlâkı kemâlini bulmuştu. Onun içindi ki, müşrikler kendisiyle harb ve kıtal edip kendisini yaraladılar, mübarek dişini kırdılar, mübarek yüzünde yara açtılar ve şerefli yüzünün üzerine kan revan oldu. Ashâb-ı kirâm hazretlerine bu hal çok güç gelip:

— Ya Resûlâllah! Ne olaydı, kâfirlere beddua etseydin, dediler.

Resûlüllah Efendimiz:

— Ben lânetçi olarak gönderilmedim, ancak dâvet ve rahmet edici olarak gönderildim, buyurdu.

Yâni: “Hak teâlâ hazretleri beni kimseye beddua ve lânet etmek için göndermedi, hayır dua ve rahmet için gönderdi. Ben insanları öldürmek için gelmedim, kurtarmak için geldim,” dedi .

Ondan sonra:

“Ya Rab, benim kavmime sen mağfiret eyle ve sen hidâyet eyle. Çünkü onlar bilmiyorlar,” diye dua etti.

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin sabrinin ve afvinin ne derecede olduğuna bu kıssa yeter.”

İbn-i Hibbân (Allah ona rahmet etsin) zikrolunan duayı tefsir edip:

— “Allahümme’ğfir li-kavmî — Ya Rab, benim kavmime mağfiret eyle,” demekten muradı: “Ya Rab, yüzümü yaralamak hususundaki günahlarını mağfiret eyle” demektir. Yoksa mutlak olarak günahlarını mağfiret eyle demek değildir. Eğer böyle olsaydı duası kabûl olunurdu. Eğer kabûl olunsaydı Kureyş kâfirlerinin hepsi îmana gelirdi, diye buyurmuştur.

Hazret-i Ömer’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki:

— Ya Resûlâllah! Anam babam sana fedâ olsun, Nuh peygamber kavmine beddua edip: “Rabbi lâ-tezer alel-ardı mine’l-kâfirine deyyâren — Ey Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden bir tek kişi bırakma!” (Nûh sûresi: 71/26) diye buyurdu. Eğer sen de onun gibi bize beddua etseydin hepimiz helâk olurduk. Mübarek sırtına vurdular, mübarek yüzünü kanattılar, mübarek dişini kırdılar, yine beddua etmedin. Dua edip: “Allah’ım, benim kavmimi sen bağışla. Çünkü onlar bilmiyorlar,” diye buyurdun, dedi.

Burada şöyle bir incelik vardır: Kâfirler Fahr-i Âlem hazretlerinin mübarek yüzünü yaraladıkları vakit onları affedip: “Allahım, kavmime sen hidâyet eyle,” dedi. Ama Hendek gazâsmda namazdan alıkoydukları zaman beddua edip: “Allahümme emlâü butûnihim nâren — Allahım, onların karınlarını ateşle doldur!” dedi. Kendi yüzüne erişen yaraya tahammül etti, dinin yüzüne erişen yaraya tahammül etmedi. Zira dinin yüzü namazdır. Kendi hakkinin üzerine Hak teâlâ hazretlerinin hakkını tercih etti, dediler.

Malûm olsun ki, ezâya sabretmek nefsin cihâdıdır. Hak teâlâ hazretleri nefsi öyle yaratmıştır ki, ona zarar verseler veya aykırı bir şey söyleseler huzursuz olup elem çeker, üzülür. Bundan dolayı Fahr-i Âlem hazretleri kendini kısmette çevre nisbet ettikleri zaman güç geldi, ıstırap çekti, ama sabretti. Çünkü biliyordu ki, sabredenlere Hak teâlâ hazretleri hesapsız ecir ve sevaplar verecektir. Ezaya sabır ve tahammül kendi hakkında idi, İslâm dini hakkında değildi. Bunun için İslâm dinine ezâ ve ihanete kasd etseler orada Hak teâlâ hazretlerinin:

“Yâ eyyühe’n-nebiyyü câhidi’l-küffâre ve’l-münâfıkîne ve’ğluz aleyhim — Ey Peygamber! Kâfirler ye münafıklarla cihâd et, onlara sert davran!” (Tevbe sûresi: 9/73) yüce fermaninin hükmü gereğince kâfirler ve münafıklar ile cihâd üzre olup onlara şiddet ve sertlik gösterirdi.

Ama kendine ait hususlarda sabrı öyle bir derecede idi ki, İmâm-ı Buhârî’nin rivâyetinde Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) hazretleri şöyle buyurmuştur:

— “Ben Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile gidiyordum. Fahr-i Âlem hazretlerinin üzerinde Necrant bir hırka vardı. Hırkanın kenarı sertti. Bir Arabî yetişip hırkasına yapıştı, sımsıkı tutup çekti. Mübarek omzunun üstünde hırkanın kenarının geldiği yere baktım, Arabi’nin çekmesinden orada bir iz belirmişti. Ondan sonra Arabî:

— Ya Muhammed, emret, senin katında bulunan Allah’ın malından bana versinler! dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri dönüp baktı ve güldü. Ondan sonra Arabi’ye armağan verilmesini buyurdu.”

O halde Arabi’nin bu küstahlığına bakmadan yumuşaklıkla sabır ve tahammül edip yine ihsan eden o Kerîm’in şerefli zâtında ne kadar lütuf ve kerem bulunduğu iyice düşünülsün. Nefs ve mal hususunda bu denli ezâya sabrı şunun içindi ki, Hak teâlâ hazretlerinin kullarını ahlâk güzelliği ile teshir edip Islâm dinine yetiştirsin; kendisinden ürküp nefret etmesinler. Gönül hoşluğu ile Islâm’ı kabûl etsinler.

Âişe (radıyallahü anhâ) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki:

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinde asla fuhş (çirkin söz ve hareketler) yoktu; mütefahhiş de değildi. Kötülüğe kötülükle karşılık vermezdi,” diye buyurmuştur.

Yâni: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin ne tabiatında ve ne de çalışıp kazanınasında fuhuş vardı. Kendisinden asla çirkin bir söz veya hareket sâdır olmamıştı,” diye tefsir etmişlerdir. Arap dilinde fuhuş diye, haddini aşan ve hattâ çirkinlik derecesine ulaşan şeye derler. Fuhuş sözde, fiilde ve sıfatta olur. Ama çoklukla söz hakkında kullanılır. Mütefahhiş diye de, fuhşu kasdeden, kendisinden çok fuhuş sâdır olan ve onunla gösteriş yapan kimseye derler. Bunları yapmadığı gibi kötülüğe de karşılık vermez, onu afveder ve ondan yüz çevirirdi, demektir.

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin müdârâsımn (yüze gülmesinin, dost görünmeşinin) güzelliği hakkında İmâm-ı Buhârî’nin naklinde Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) buyurmuştur ki:

“Bir kere bir kişi Resûlüllah Efendimiz hazretlerine gelip içeri girmek için izin istedi. Fahr-i Âlem hazretleri o kişiyi karşıdan görünce istikrah edip:

“Ne kötü aşiret kardeşi ve ne kötü aşiret oğlu!” diye zemmetti.

Sonra o kimse gelip oturunca yine Fahr-i Âlem hazretleri lütuf ile nazar edip güler yüz gösterdi; ferahlayıp açıldı ve sohbet etti. O şahıs gider gitmez ben dedim ki:

— Ya Resûlâllah! Onu ilk gördüğün zaman şöyle şöyle söyledin. Sonradan açıldın, ferahlık gösterdin? Bunun hikmeti nedir?

Resûlüllah Efendimiz:

— Ya Âişe! Sen benim ne vakit fahhâş (her nevi kötülükleri kendinde toplayıcı) olduğumu gördün? Hiç şüphesiz Hak teâlâ hazretleri katında kıyamet gününde rütbe bakımından insanların en kötüsü şu kimsedir ki, insanlar onun şerrinden (kötülüğünden) korktukları için onu terk ederler, dedi.

Yâni: “Şerrinden korkup ona yaklaşmazlar, onu kendi hâline bırakırlar,” demektir.

Buyurmuşlardır ki: O şahıs Uyeyne bin Husayn (veya Hısn) dedikleri kimse idi. O fâsık ve müfsit bir bedbaht idi. Şerrinden kimse emin değildi. Fezâre kabilesinin reisi idi. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin onun yüzüne gülmesi şunun içindi ki, onunla ülfet kazanıp kavmi İslâm’a girsinler, onlara mâni olmasın.

Şöyle malûm olsun ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin ümmetinden bazı kimseler hakkında söylediği zemmedici sözler gıybet olmaz. Ümmetinden olan kimselerin biribiri hakkında söyledikleri ise gıybet olur. Belki Fahr-i Kâinat Efendimiz’in üzerine gerekli idi ki, onun hâlini ve durumunu halka bildirsin; tâ ki, şerrinden sakınsınlar. Böyle etmesi halka nasihat ve şefkat bakımındandır ki, o türlü kimselerle müdâra (dost görünme) üzere olup şer ve fesadından böylece kurtulmuş olurlar.

İmâm-ı Kurtubî (Allah ona rahmet etsin) buyurmuştur ki: “Zikrolunan kıssada şuna işaret vardır ki, fısk ve fesadını açığa vuran kimseleri gıybet etmek câizdir. Şerlerinin korkusundan onlara müdârâ etmek (yüzlerine gülmek, onlara dost görünmek) de câizdir. Ama müdârâ etmek, müdâhane (dalkavukluk) derecesine varmamalıdır.”

Ondan sonra Kadî hissine uyarak müdârâ ile müdâhane arasındaki farkı zikredip buyurmuştur ki: “Müdârâ diye din ve dünya iyilikleri için yahut yalnız birinin iyiliği için dünyayı harcamağa derler. Böyle etmek mübahtır. İşin gereği olarak bâzen müstahsen bile olur. Müdâhane diye dünya iyiliği için dini harcamağa derler. Meselâ mal ve makam elde etmek için yalan, hile, yalan yere yemin ve meşru olmayan fiiller irtikâb etmek gibi. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin o şahsa harcadığı dünyasından bir miktar iyi geçinine, konuşmada yumuşaklık gösterme ve şakalar etmekti. Lûtfunun kemâlinden dolayı onun kabahatini yüzüne vurup kendisini reddetmedi. Ne söylediyse hepsi gerçekti. Nihayet işin gereği olarak sözünün gerektirdiği şeyi fiilinde zuhura getirmedi. Lütuf gösterdi. Zira böyle etmekte hikmet vardı. Fayda bunda idi.”

Kâdî Iyâd (Allah rahmet etsin) buyurmuştur ki: “Allah bilir ki, Uyeyne o zamanda henüz İslâm’a gelmemişti. Bu takdirde onun hakkındaki sözü gıybet olmazdı. Yahut İslâm’a geldiyse de henüz müslümanlığı tam ve temiz olmamıştı. Kalbi mustarip idi. Resûlüllah Efendimiz şunu murad edindi ki, onun halini beyan etsin. Tâ ki, bâtininı bilmeyenler zâhirine aldanınasınlar. Bu şahsın Resûlüllah Efendimizin zamanından daha sonraları bazı halleri ortaya çıkmıştır ki, îmaninin zayıflığına delâlet ederdi. Bu takdirde Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin onu öyle tavsif etmiş olması nübüvvetinin işaretlerinden olur. İçeri girdikten sonra ona yumuşaklıkla konuşup güzel muamele etmesi ise ülfet göstermek yolu olur .”

Fethü’l-Bârî’de zikredilmiştir ki: “Uyeyne, Ebû Bekir Sıddık (radıyallahü anh) zamanında mürted oldu. Müslümanlara karşı muharebe eyledi. Sonradan yine dönüp İslâm’a geldi. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) zamanında bazı fetihlerde hazır bulundu.”

İmâm-ı Buhârî’nin (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde gelmiştir ki: “Alemlerin iftihar kaynağı Efendimiz hazretleri, kendi nefsi için intikam almamıştır. Kendine ezâ eden mel’unlar cümlesinden Ukbe bin Ebî Muayt, Abdullah bin Hatl ve diğerleri gibi bazılarımn katledilmesini buyurması mücerred kendilerine cefa ettikleri için değildi. Bunlarda Allah’ın hakkı da vardı. İlâhî haramları hetk ederlerdi. Yâni şeriatın namus perdesini yırtarlardı. Onun için bunların katledilmesini buyurmuştur.”

Ancak Davudi (Allah ona rahmet etsin) intikam almamayı, mala mahsus olan nesnede almamaya hamletmiştir. “Ama şerefli ırzı hususunda edepsizlik edenin hakkından gelirdi,” demiştir.

Hâkim’in (Allah rahmet etsin) naklinde Zührî’den rivâyet edilmiştir ki, şöyle buyurdu: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri hiç bir müslümana açıkça ismini zikrederek lânet etmemiştir. Mübarek eliyle hiç bir kimseyi döğmemiştir. Meğer ki, Allah yolunda gazâda olsun. Ondan hiç bir şey isteninemiştir ki, onu reddetmiş olsun. Meğer ki, o şey şerefli şeriata muhalif olsun, ondan günah sâdır olsun. Hiç bir kimseden intikam aldığı görülmemiştir. Meğer ki, Allah’ın haramlar perdesini yırtmış olsun. Bu takdirde intikamı Allah için alırdı.

Övülen, beğenilen yüksek ahlâkları cümlesinden biri de şu idi ki, münafıklar taifesi kendisine ezâ ederlerdi. Gıyabında olduğu zaman boş ve değersiz sözler söylerler, şerefli huzurlarına gelince de yaltaklanırlardı. Bu öyle bir haldir ki, beşeri nefslerin bundan nefret etmeleri kesindir. Ancak o nefs tahammül eder ki, Rabbani te’yidlerle te’yid edilmiş olsun. Münafıklar üzerine şiddet göstermesi hakkında kendilerine Allah’ın izninin geldiği her defada kendisi merhamet kapısını açıp onlar için bağışlanına diler ve hayır dua ederdi. Hattâ:

“İstağfir lehüm ev lâ testağfir lehüm — Sen onlar için ister bağışlanına dile, ister bağışlanına dileme,” (Tevbe sûresi: 9/80) âyet-i kerimesi nâzil olduğunda:

— Rabbim beni istediğimi seçmekte serbest bıraktı. Ben de onlar için bağışlanına dilemeyi seçerim, dedi.

“İn testağfir lehüm seb’îne merreten felen yağfirallahü lehüm

— Onlar için yetmiş kere af dilesen Allah yine onları afvetmez,” (Tevbe sûresi: 9/80) buyurulduğunda yine Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Ben yetmişten fazla istiğfar ederim, dedi.

Abdullah bin Übey dedikleri kimse münafıkların reisi idi. Oğlu ise müslümandı. Fahr-i Âlem Efendimiz onun oğluna, babasma hürmet ve riayet etmesini emretti. Mezkûr Abdullah vefat ettiğinde kendi mübarek gömleğini arkasından çıkarıp ona kefen etmek için verdi. Namazını kılmaya giderken Hazret-i Ömer elbisesine yapışıp çekti:

— Ya Resûlâllah! Münafıkların reisinin namazını mı kılacaksın? dedi.

Peygamber Efendimiz Ömer’e muhalefet edip:

— Ya Ömer! Benden elini çek! deyip elbisesini Ömer’in elinden aldı.

Bütün bu zikrolunan haller ümmetine merhameti olduğu içindi.”

İmâm-ı Nevevî der ki: “Resûlüllah Efendimizin kendi gömleğini kefen ettirmesi oğlunun hâtırı içindi. Zira oğlu sahâbeden iyi bir kimseydi. Gelip Resûlüllah Efendimizden istedi. Resûlüllah Efendimiz de verdi.”

Bazıları: “Resûlüllah Efendimiz gömleğini ivaz olarak vermişti. Zira münafık Abdullah, Bedir gazâsmda Abbâs esir olduğu zaman ona bir gömlek vermişti. Varlıkların övüncü ve yardımların en güzeli kendisine olan Efendimiz hazretleri de onun karşılığında mübarek gömleğini verip Abdullah’a kefen ettirdi,” dediler.

Üzerine namaz kılıp onun için istiğfar etti. Hak teâlâ hazretleri:

“înneke lealâ hulûkm azîmin — Hiç şüphesiz sen, azîm (çok büyük) bir ahlâk üzeresin,” (Kalem sûresi: 68/ 4) diye buyurdu.

Bütün bunlar hep Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinde ne kadar ahlâk güzellikleri bulunduğunu gösterir. Düşmanlarına böyle lûtufta bulunan kerem sahibi zât, dostlarını şefaatinden mahrum eylemez. Ümid edilir ki, Hak teâlâ hazretleri dostları zümresinden kılıp şefaatini nasib buyurur.

Lûtufları cümlesinden biri de şudur ki, Lebtd bin A’sam kendisine sihir ettiği zaman onu azarlamadı. Kendine zehir yediren Yahudi karısını da affetti.

Biri de şudur ki, ümmetinden büyük günah işleyene şefkat edip onların günahlarını örtüp gizlemeyi buyurdu:

“Bu haram işlere müptelâ olan kimse örtünüp saklansın, aşikâre etmesin,” dedi.

Şarap haram olduktan sonra ekseri zaman sarhoş olarak götürülen bir kimse vardı. Bir kere ashâb o kişiye lânet ettiler. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri onları bundan men’edip:

“Ona lânet etmeyin. Çünkü o, Allah’ı ve resülünü sever,” dedi.

Halk zâhirine bakıp o kişiyi terk etmişlerdi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri onun bâtın! ahvâlini beyan buyurup: “Kalb âlemi temizdir. Hak teâlâ hazretlerinin nazargâhı kalbdir,” demeyi ashâbma bildirdi.

     Geçim Güzelliği ve Tevazuu:

Resûlüllah Efendimiz kendi ailesi, ashâbı ve hizmetkârları ile en mükemmel âdâb ve tevazu, güzel geçim ve dirlik üzere idi.

Bazı ulular buyurmuşlardır ki: “Bir kul, tevazuun hakikatine vâsıl olamaz. Meğer ki, müşahede (Hakk’m ef’al ve sıfatlarının bütün varlıklarda tecelli ettiğini görme) nuru onun kalbinde parıldasın. O zaman nefsi erir. O erimekle kibir ve ucubdan kurtulup safâ bulur. Yumuşar, serkeşlikleri gider. Hakk’a ve halka yakışır.”

Bu tevazu’dan nasibin en çoğu ve hazzın en büyüğü Resûlüllah Efendimiz hazretlerinindi. Bu mânayı ispatta şu yeterlidir ki: Allah, onu dilerse “melik peygamber”, dilerse “kul peygamber” olmakta muhayyer kılmıştı. Ondan sonra kendisine şu mertebeyi nasib etmişti ki, ilkönce kabri yarılıp kalkan, ilk şefaat eden, şefaati ilk kabul edilen kendisi olsun, kendilerine bu kadar şeref bağışlandıktan sonra yine de ta dünyadan ayrılıncaya değin bir yere yaslanarak yemek yediği asla görülmedi. Ashâba emredip buyurdu ki:

“Beni övmede çok mübalâğa edip haddi aşmayın. Nitekim Hıristiyanlar, Meryem’in Oğlunu (Hazret-i Isâ’yı) övmede haddi aşmışlardı. Ben kuldan başka bir şey değilim. Benim için ancak ‘Allah’ın kulu ve Allah’ın Peygamberidir’ deyiniz.”

Resûlüllah Efendimiz hizmetkârlarından hiç kimseyi herhangi bir işi yapmaya zorlamamış ve asla onu sıkıştırmamıştır. İmâm-ı Tirmizî’nin (Allah ona rahmet etsin) naklinde Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) der ki:

— On yıl Resûlüllah Efendimiz hazretlerine hizmetkâr oldum. İşlediklerimin hiç birisi için “Niçin işledin?” demedi. Terk ettiklerimin hiç birisi için “Niçin terk ettin?” demedi.

Kölelerine ve cariyelerine karşı da böyleydi. Birisini döğdüğü aslâ vâki olmamıştır. Allah’ın desteklemesi olmayınca insan tabiatinin buna mütehammil olması ihtimali yoktur.

İmâm-ı Müslim’in rivâyetinde: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden ailesine daha merhametli bir kimse görmedim,” diye buyurulmuştur. Hazret-i Âişe’den (radıyallahü anhâ) rivâyet edilmiştir ki:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri hiç bir kimseye mübarek eli ile vurmadı. Ne bir hatununa, ne de bir hizmetkârına vurdu. Ancak Allah yolunda cihad ederdi. Kendine kötülük edenlerden asla intikam almadı. Meğer ki, o kimse Hak teâlâ hazretlerinin haram kıldığı şeyleri işlemeğe girişmiş olsun. Öylelerinin hakkından gelirdi. Allah için intikam alırdı, diye buyurmuştur.

Yine Hazret-i Âişe’ye suâl edip:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri evinde yalnız olduğu zaman nasıldı? dediler.

Hazret-i Âişe:

— “İnsanların en yumuşak huylusu idi. Çok tebessüm edici ve çok gülücü idi. Ashabı arasında mübarek ayaklarını uzattığı asla görülmemiştir,” dedi.

Hadîs İmâmlarından sahih haber gelmiştir ki: Mübarek elbisesini ve ayakkabısını kendisi dikerdi. Bunun gibi kendi nefsine lâzım olan hizmeti kendisi görürdü. Bâzan onları kullanırdı, bâzan kendisi yapardı, bâzan da onlarla beraberce yapardı, demişlerdir.

Hiç kimseye hakaret nazariyle bakmazdı. Hattâ eşeğe binerdi de arkasına bir başkasını bindirirdi. Benî Kureyza gününde bir eşeğe bininişti ki, başında hurma lifinden yuları vardı. İmâm-ı Tirmizî böylece rivâyet etmiştir. Devesinin veya merkebinin arkasına, bâzan önlerine adam bindirdiği birçok defalar görülmüştür. Mekke’ye geldiği zaman Benî Abdülmuttalib’in çocukları onu karşıladılar. Onlardan birisini alıp önüne, birisini arkasına bindirdi.

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) der ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri geldi. Kusem’i önüne, Fazıl’ı arkasına bindirmiş, yahut Kusem’i arkasına, Fazıl’ı önüne bindirmişti.”

Kuşem ve Fazıl (radıyallahü anhüma) Hazret-i Abbâs’ın çocukları idi.

Muhibbü’d-Dîn Taberî, Siyer’inde der ki: “Resûlüllah Efendimiz çıplak bir eşeğe bininişti. Kuba bölgesine gidiyordu. Yanında Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) de vardı. Resûlüllah Efendimiz:

— Ya Ebâ Hüreyre! Seni merkebe bindireyim mi? dedi.

Ebû Hüreyre:

— Emir şenindir, yâ Resûlâllah! dedi.

Resûlüllah Efendimiz’in “Bin!” demesi üzerine Ebû Hüreyre eşeğe bininek için sıçradı, fakat binemedi. Bu sefer Resûlüllah Efendimiz, yapışıp bininek için sıçradı. İkisi beraber düştüler. Sonra bir defa daha böyle oldu. Üçüncüde yine “Bin!” diye buyurduklarında Ebû Hüreyre:

— Yok, vallahi ya Resûlâllah seni yine düşürürüm! dedi.”

Bakmak gerekir ki, bu kadar izzet ve saadet içinde iken ne derece alçak gönüllü idi? Ashabına nasıl muamele ederdi?

Yine Taberî zikretmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz bir yolculukta idi. Ashâbma bir koyunu kesip temizlemelerini emretti. Birisi:

— Boğazlamak benim üzerime olsun, dedi.

Bir başkası:

— Yüzmek benim üzerime olsun, dedi.

Biri:

— Pişirmek benim üzerime olsun, dedi.

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri de:

— Odun toplamak benim üzerime olsun, dedi.

Ashâb-ı kirâm:

— Ya Resûlâllah! İşi görmeğe biz yeterliyiz, dediler.

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri:

—Sizin yeterli olduğunuzu ben de biliyorum. Fakat bana hoş gelmez ki, kendimi sizin üstünüzde tutayım; siz çalışasınız, ben durayım. Hak teâlâ hazretleri, kulunun arkadaşları karşısında kendisini üstün tutınasını kerih görür, diye buyurdu.

Hâsılı: “Kişinin dostlan bir işi yoluna koymaya çalışırlar da kendisi aralarından ayırıp çıkar, işe yapışmazsa, ben bunu kerih görürüm, Hak teâlâ hazretleri de kerih görür,” diye buyurdu.

Bu kıssaya uygun olarak hadîs İmâmlarından daha nice hususlar rivâyet olunmuştur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinde asla kibir eseri yoktu. Ashabına hep lütuf ve ihsan üzre muamele ederdi. Yumuşaklık, sabır, cömertlik ve keremi öyle bir dairede idi ki, bir kere bir hatun geldi. Kadinin aklında biraz noksanlık vardı. Edebe riayet etmenin ne olduğunu idrâk edemediğinden:

— Ya Resûlâllah! Benim seninle bir işim var, dedi.

Maksadı tenha bir yerde buluşup sözünü söylemekti. Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Medine sokaklarından herhangisini istersen orada otur, ben de senin yanına oturayım, dedi.

Ondan sonra sokağa çıktılar. Kadın, haceti ne ise arz etti. Resûlüllah Efendimiz, hiç sözünü kesmeden sonuna kadar onu dinledi. Kadın içini döküp rahat etti, demişlerdir.

İmâm-ı Nesâî’nin rivâyetinde İbn-i Ebî Evfâ’dan rivâyet edilmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri, dul kadınla ve zavallı bir fakirle beraber gidip onun hâcetini bitirmeğe arlanınazdı.”

İmâm-ı Buhârî’nin (Allah ona rahmet etsin) naklinde şöyle vâki olmuştur ki: “Eğer bir cariye gelip onun eline yapışsa nereye isterse alıp götürürdü,” demişlerdir.

“Eline yapışsa” demekten murad, bir işini bitirmeğe dâvet eylese, arlanınazdı. Ona tâbi olup giderdi demektir. Bu sözde Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin tevazuu hakkında mübalâğa vardır. Yâni: “Kadın tâifesinden olsa, hem de cariye bulunsa, bir işi düşse de gelip yardımını dilese Resûlüllah Efendimiz tevazuunun kemâlinden onu reddetmezdi. Onun hizmetinde bulunur, işini bitirirdi. Nerde kaldı ki, başka birisi davet etsin,” demek olur.

Bir kere Hazret-i Hasan (radıyallahü anh) çocuk iken Fahr-i Âlem hazretlerinin yanına geldi. Fahr-i Âlem hazretleri secdede bulunuyorlardı. Hemen Hazret-i Hasan gelip mübarek sırtına bindi. Ta Hasan ininceye kadar Resûlüllah Efendimiz secdeyi uzattı. Namazı bitirince ashâbdan bazıları:

— Ya Resûlâllah! Secdeyi uzattın, dediler.

Resûlüllah Efendimiz:

— Elbette, oğlum Hasan arkama bininişti. Onun için evdirmeği kerih gördüm, acele etmedim, diye buyurdu .

İmâm-ı Tirmizî’nin rivâyetinde gelmiştir ki: Nerede bir hasta olsa onu görmeğe giderdi. Bir cenaze olsa üzerinde hazır bulunurdu. Hacc ettiğinde zayıf bir deveye bininişti. Üzerine bir kadife örtülmüştü ki, dört dirhem değmezdi. Yine dua edip:

“Allahım, eğer onda riya ve gösteriş yoksa bu haccımızı kabûl eyle!” diye buyurdu**.

Temiz zevceleri ile geçim ve dirlikleri kemâl derecesinde idi. Ayrı yatmazdı. Kadınlarıyla yatardı. Bundan bilindi ki, kişinin hatunu ile yatması daha üstündür, diye buyurdular.

Ensar kavminin kızlarına izin verirdi, gelip Hazret-i Âişe ile oynarlardı. İmâm-ı Buhârî ve Müslim böyle rivâyet etmişlerdir. Zira Hazret-i Âişe’yi çok genç almışlardı. Gönlü eğlensin diye kızlarla oynamasına izin verirdi. Hazret-i Âişe bir kabdan su içse kendileri de onun içtiği yerden içerlerdi. İmâm-ı Müslim böylece rivâyet etmiştir. Aynı zamanda kendileri oruçlu iken Hazret-i Âişe’nin göğsüne dayanıp öperdi.

İmâm-ı Buhârî’nin rivâyetinde geçtiğine göre: Habeş tâifesi gelip Mescidde oynadıkları zaman Hazret-i Âişe’ye seyrettirirdi. Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) Fahr-i Âlem hazretlerinin mübarek omuzuna dayanıp temaşa ederdi. Hatırlarının hoş olması için bu denli müsaade buyururdu.

İmâm-ı Tirmizî’nin rivâyetinde şöyledir: “Bir gün Resûlüllah Efendimiz hazretleri gördü ki, Habeş tâifesi gelmişler, def çalıyorlar. Çocuklar da etrafına durmuş seyrediyorlar. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, Hazret-i Âişe’yi çağırıp:

— Ya Âişe! Gel seyreyle! dedi.

Hazret-i Âişe der ki:

— Ben de gittim, elimi Hazret-i Resûl’ün mübarek omzu üstüne koydum, seyrettim. Fahr-i Kâinat hazretleri:

— Ya Âişe! Daha seyre doymadın mı? dedikçe ben:

— Yok, yok! derdim.”

Yâni: “Muradım tamam oluncaya kadar seyrettirdi, mâni olmadı,” demektir.

İmâm-ı Taberânî’nin (Allah rahmet etsin) naklinde Enes bin Mâlik’den rivâyet edilmiştir ki, Hazret-i Enes Resûlüllah Efendimizin hizmetkârı idi. Onun için pek çok hadîs-i şerif rivâyet etmiştir. Hazret-i Enes şöyle anlattı: “Bir gün Hazret-i Âişe’nin evinde idik. Resûlüllah Efendimizin hatunlarından Ümmü Seleme’nin evinden bir çanak pişmiş et ve ekmek geldi. Resûlüllah hazretlerinin önüne koydular. Bize:

—Buyrun, yeyin, diye buyurdu.

Kendisi mübarek elini uzattı, biz de uzattık, yedik. Bu sırada Hazret-i Âişe de ocakta yemek pişiriyordu. Hemen aceleyle yemeğini pişirdi. Ümmü Seleme’den yemek geldiğini görmüştü. Kendi yemeğini yetiştirip ortaya koydu. Ümmü Seleme’nin çanağını kaldırdı, yere vurup parçaladı. Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

—“Külü bismillâhi, ğâret ümmüküm — Allah’ın ismiyle yeyin. Anneniz kıskandı,” diye buyurdu.

Ondan sonra Âişe’nin çanağını yemeği ile birlikte Ümmü Seleme’ye gönderdi:

—Çanak yerine çanak, yemek yerine yemek, diye buyurdu.”

Bu hikâyeden kasdedilen Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin hatunları ile güzel geçim ve dirliğini bildirmektir. Her birinin hatırlarını nasıl sayardı? Ara sıra yersiz hareketlerini nasıl mâzur görüp özürlerini kabûl ederdi, demektir.

İmâm-ı Ahmed ve diğerlerinde Hazret-i Âişe’den rivâyet edilmiştir ki, şöyle dedi: “Ben, Safiye gibi güzel yemek pişiren bir kadın görmedim. Bir gün Safiye Resûlüllah Efendimiz hazretlerine bir çanak yemek göndermişti. Ben de kendimi yenemedim, çanağı parçaladım. Ondan sonra:

—-Ya Resûlâllah! Bunun keffareti nedir? dedim.

Fahr-i Kâinat hazretleri:

— Çanağı gibi çanak ve yemeği gibi yemek, diye buyurdu.”

Velhasıl kadınların erkeklerini kıskanınamaları mümkün değildir. Bu hususta onların gösterdikleri davranış ve hareketleri mâzur görmek gerekir. Çünkü kıskançlıkla akılları perdelenir, ne ettiklerini bilmezler.

İbn-i Gaylan’ın rivâyetinde Hazret-i Âişe’den rivâyet edilmiştir ki, şöyle anlattı: “Bir kere harîre* pişirmiştim. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin önüne getirdim. Hatunlarından Sevde Hatun da (radıyallahü anhâ) orada idi. Ben Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile Sevde’nin arasında oturmuştum. Hazret-i Sevde’ye teklif edip:

— Ye, dedim.

Sevde yemedi.

— Ye, yoksa vallahi yüzüne sürerim, dedim.

Sevde yine yemedi. Ben de hemen ondan biraz alıp Sevde’nin suratma sürdüm. Fahr-i Âlem hazretleri gülerek:

— Ya Sevde! Sen de onun suratma sür! dedi.

O da bir parça alıp benim suratıma sürdü. Resûlüllah Efendimiz hazretleri gülüp hoşlandı.”

Velhâsıl âhir zaman nebisi Peygamber Efendimiz hazretlerinin ahlâk ve davranışlarını iyice düşünüp ehli, ashâbı, diğer fakirler, miskinler ve zayıflar ile nasıl geçindiğini, onlara karşı nasıl davrandığını bilen bir kimse anlar ki, o Hazret’in kalbinin inceliği, yumuşaklığı, tevazuu ve sair güzel huyları beşer kudretiyle olacak iş değilmiş. Böyle yüksek bir ahlâka sâhip olmak için muhakkak Allah tarafından te’yid edilmiş olmak gerekmiş.

Bununla beraber Resûlüllah Efendimiz din hususunda ve Allah’ın koyduğu sınırları korumada, cezaları yerine getirmede şiddet üzere idi. Hırsızın elini kesmeyi ve zâniye had vurmayı buyururdu. Allah’ın diğer hukuku her ne ise yerine getirirdi. Bâzan fırsat düştükçe ashâb ile sohbet edip rahatlar, onları rahatlatır, gönüllerini alırdı.

     Latifeleri:

Rivâyet olunur ki, çöl halkından Züheyr adlı bir kişi vardı. Zaman zaman çölde bulunan armağanlardan Resûlüllah Efendimize hediye gönderirdi. Resûlüllah Efendimiz de şehirde bulunan armağanlardan Züheyr’e hediye gönderirdi. Ona muhabbet üzere idi.

Bir gün Peygamber Efendimiz hazretleri pazar içinde giderken bir yerde Züheyr’in ayak üzeri durduğunu gördü. Hemen gidip arkasından Züheyr’i kucakladı. Mübarek ellerini Züheyr’in göğsünün üstüne koydu. Züheyr, onun Resûlüllah Efendimiz olduğunu anladı. Züheyr: “O zaman arkamı Resûlüllah Efendimizin bereketi umuduyla mübarek göğsüne sürerdim,” diye hikâye ederdi.

Harîre dedikleri öyle bir yemektir ki, eti doğrarlar, sulu kavurma ederler ve içine bir miktar un katarlar. Böylece o yemek bir nevi etli bulamaç olur.

Ebû Ya’lâ ve diğerlerinin naklinde gelmiştir ki: “Şuh tabiatlı bir kimse vardı. Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerine hediye diye bâzan yağ, bâzan bal getirirdi. Sonra sâhibi gelip kendisinden parasını istediği vakit adamı Peygamber Efendimiz hazretlerine getirip:

— Ya Resûlâllah! O gün getirdiğim nesne bunundur. Parasını ver, derdi.

Fahr-i Âlem hazretleri gülüp:

— Sen onu bana hediye getirdin. Parasını sen ver, derdi.

O da:

— Param yok, ne vereyim? derdi.

Fahr-i Kâinat Efendimiz güle güle emrederdi, parasını verirlerdi.”

Kendilerinden daha bazı lâtifeler sâdır olurdu. Ama daima gerçek söylerdi, aykırı bir şey sâdır olmazdı.

Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) rivâyet eylemiştir ki: “Bir kere ebleh bir kişi vardı; Peygamber Efendimiz’e geldi. Binecek bir deve istedi. Resûlüllah Efendimiz:

— Seni devenin yavrusuna bindireyim mi? dedi.

O kişi eblehliğinden sandı ki, Resûlüllah Efendimiz kendisini küçük deve yavrusuna bindirmek istiyor.

— Ya Resûlâllah! Küçük deve benim işimi görmeye yetmez, dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Ya büyük deve de devenin yavrusu değil midir? diye buyurdu.”

İmâm-ı Tirmizî ve Ebû Dâvud (Allah onlara rahmet etsin) böylece naklettiler. Yine Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin bir halası vardı. Yaşlı bir hatundu. Adı Safiyye idi. Peygamber Efendimiz bir kere ona lâtife edip:

— Yaşlı kadınlar cennete girmez, dedi.

Safiyye huzursuz olup üzüldü. Peygamber Efendimizin muradı, “Sen cennete genç suretinde girersin. Cennete giren genç olur,” demekti. Safiyye bunu anlamadı. Sandı ki, yaşlı kadınlar cennete giremez! Bunun için huzursuz olduğu gibi Fahr-i Âlem hazretleri muradını açıklayınca hoşlanıp gönlünü sevinç kapladı.

Bazı büyüklerden nakledilmiştir ki, Peygamber Efendimiz hazretleri ashâbı ile oturup sohbet eder, onlarla karışıp görüşür, sohbet ve arkadaşlık eder, arada ünsiyet peyda eder, işlerinin yoluna ve düzenine girmesine bile bizzat karışırdı. Onların çocuklarını dizinin üzerine alıp okşar, severdi. Zâhir hali böyle idi. Ama hakikatte bunlarla meşgul değildi. Temiz ruhu melekût âleminde cevelân ederdi, diye buyurmuşlardır.

Rivâyet ederler ki, bir gün Ebû Hüreyre:

— Ya Resûlâllah! Sen bizimle eğlence ve şaka ediyorsun, dedi.

Fahr-i Âlem hazretleri:

— Evet, ama ben hakdan (doğrudan) başka bir şey söylemem, diye buyurdu.

Bundan anlaşılır ki, lâtifede yalan, iftira, mâkul ve meşrû olmayan bir şey bulunınadıkça caiz imiş. Bazı hadîs-i şeriflerde Resûlüllah Efendimizin lâğ ve lâtifeden (eğlence ve şakadan) nehiy buyurması onu ifrat derecede yapmaya göredir. Zira eğlence ve lâtife ile meşgul olup bunu iş güç edinen kimse Allah’ın zikrinden vazgeçmiş olur. Dine ait mühim şeyleri düşünmekten uzaklaşır. Bu mertebeye düşmekten emin olursa mubahtır. Eğer işin yoluna konulması gereği olup maksat muhatabın ürkekliğini defederek hatırını hoş etmek olursa müstehaptır, diye buyurmuşlardır.

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, hatır hoş etmek için çocuklara bile iltifat buyurup lâtife ederlerdi.

Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) der ki: “Benim Ebû Umeyr adında küçük bir kardeşim vardı. Bir nuğrası* vardı, onunla oynardı. Bir gün Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin yanına girdi. Resûlüllah Efendimiz bakıp oğlanı mahzun görünce:

— Buna ne oldu? diye sordu.

— Ya Resûlâllah! Bir kuşu vardı, öldü. Onun için üzüntülüdür, dediler.

Resûlüllah Efendimiz çocuğa iltifat buyurup:

— Ey Ebâ Umeyr! Senin nuğracığm ne oldu? diyerek onu teselli buyurdu.”

Heybeti ve Tevazuu:

Muhammed Mustafa (sallâllahü aleyhi ve sellem) hazretleri gerçi her kişiye karşı güzel geçim ve dirlik, lütuf, iltifat ve hoşnutluk üzere idi, ama yine de mehabeti kemâl derecesinde idi. Onu gören kimse heybetinden korkar, büyüklüğünden utanırdı.

Rivâyet olunur ki, bir kere şerefli huzurlarına bir kimse geldi. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin karşısında dururken korkudan kendisini titreme tuttu. Fahr-i Âlem hazretleri bu hâli görünce o kişiye:

— Korkma, ben padişah değilim! Cebbar değilim! Ben Kureyş tâifesinden fakir bir kadinin oğluyum ki, Mekke şehrinde kuru et yerdi, diye buyurdu.

Tevazu göstererek böyle dedi. Zira kuru et yemek tevazu ehlinin hâlidir, dediler.

Nuğra: Serçeye benzer kırmızı gagalı bir kuştur.

Bundan sonra o kimse muradı ne ise söyledi, gerektiği gibi hâlini beyan etti. Korkusu tamamen zâil oldu. Ondan sonra Peygamber Efendimiz ayağa kalktı ve ashâbma:

— Ey insanlar! Tevazu edin. Bilin ki, bana şöyle vahiy geldi: Siz tevazu ediniz, hatta birbirinize karşı bâğilik (yol kesicilik) etmeyiniz. Yâni haddi tecavüz etmeyiniz. Birbirinize karşı böbürlenineyiniz. Yâni malı ve mevkii olanlar, olmayanlara karşı gururlanınasınlar. Nesep cihetinden veya başka bir husustan dolayı kimse kimseye karşı kibir ve azamet tavrı göstermesin. Ey Hak teâlâ hazretlerinin kulları! Birbirinizle kardeş olun, diye buyurdu.

Mü’minlerin kalblerinde olan korku ve ıstırabı teskin etti. Padişahlık vasfını kendinden kaldırıp “Ben padişah değilim” demesi şunun içindi ki, saltanata muhakkak azamet ve ceberût lâzımdır. Kendini ondan sakındı, demişlerdir. Zira o sıfatlar Hak teâlâ hazretlerinden başkasına lâyık değildir. Padişahlık Allah’ın kullarının işlerini görüp adalet etmek içindir. Yoksa azamet ve kibir satmak için değildir, diye buyurmuşlardır.

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinde heybetlilik keyfiyeti o kadardı ki, bir kere Mescid-i şerifte oturmuştu, iki mübarek dizini dikip ellerini ayaklarının üzerinden bağlamıştı. Bu halde iken Kıyle binti Mahreme adlı bir kadın vardı, Resûlüllah Efendimizi görünce öyle korktu ki, ıstırabından ne olduğunu bilemedi, kendini kaybetti.

İmâm-ı Müslim (Allah ona rahmet etsin) rivâyet etmiştir ki, Abdullah bin Amr bin As şöyle dedi: “Ben Peygamber Efendimiz hazretlerinin sohbetine eriştim. Ama utandığımdan ve saygımdan asla doyuncaya kadar yüzüne bakamadım. Eğer bana “Peygamber Efendimiz nasıldı, anlat” deseler buna muktedir olamazdım.”

Zikrolunan Abdullah, seçkin sahâbenin gayet ulularındandır. Onlar böyle buyurunca malûm oldu ki, eğer Peygamber Efendimiz hazretleri lütuf ve ihsân edip halka karşı tevazu üzre olmasalar, onlara yakınlık gösterip yumuşak ve dostça davranınasalar büyüklük ve heybetinden dolayı hiç kimse yanında oturmağa, sözünü dinlemeğe tâkat getiremezlerdi.

Onun için rivâyet olunduğuna göre sabah namazinin sünnetini kıldıktan sonra eğer Hazret-i Âişe uyanıksa onunla konuşurlardı. Uyanık değilse kendileri bir müddet yanı üzerine yatarlardı. Ondan sonra Mescid’e farzı kılmağa çıkarlardı. Zira sünneti bitirdiği zaman Hakla muameleden kendisine öyle bir hâlet gelirdi ki, o hâlede hiç kimse kendisiyle buluşup görüşmeye kadir olamazdı. Kendi lûtfundan bir müddet Âişe ile konuşarak veya yer üzerinde yatarak beşeriyet âlemine gelirdi. Ancak ondan sonra ashâb arasına çıkardı. Onlara şefkat ve merhametinden ötürü böyle ederdi.

Hadîste gelmiştir ki, Hak teâlâ hazretleri Fahr-i Âlem hazretlerini melik nebilikle kul nebilik arasında muhayyer kıldığı zaman kendisine danışır gibi Cebrâil aleyhisselâm’a baktı. Cebrâil aleyhisselâm da yere baktı. Muradı “Tevazuu kabûl eyle” demekti. Resûlüllah Efendimiz hazretleri de tevazu ve kulluğu kabûl etti.

İşte bunları kabûl ve ihtiyar edip kendini yer gibi alçak tutınağa başladığı zaman Hak teâlâ hazretleri de onu göklere çıkardı; yıldızlar âlemini dolaştırıp “Kâbe kavseyni ev ednâ” makamına eriştirdi .

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin ettiği şaka ve lâtifenin her birinde bir hikmet, bir iyilik, bir hayır ve bereket vardı. Abes yere değildi.

Rivâyet olunur ki, Mahmud bin Rebî’ beş yaşında bir çocuktu. Bir kere Resûlüllah Efendimiz hazretleri kovadan mübarek ağzına su aldı da Mahmud’un yüzüne püskürdü, lâtife eyledi. Sonra Mahmud büyüyüp Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden sonraya kalınca Resûlüllah Efendimizin o lâtifesinden başka hâtırmda bir şey kalmamıştı. Resûlüllah Efendimizi gördüğünü ancak onunla hatırlayabiliyordu. O lâtife olmasaydı Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden hiç haberdar olmazdı. Sonunda bu sebeble Mahmud (radıyallahü anh), sahâbe-i kirâm zümresinden sayılmıştır. Bu hadîs Sahîh-i Buhârî’de zikredilmiştir.

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin üvey kızı Zeyneb binti Ümmü Seleme küçük bir kızdı. Bir kere Peygamberimiz yıkanacak yerde iken yanına gitti. Hemen kızcağızı görünce lâtife ile yüzüne biraz su saçtı. Sonradan Zeyneb ihtiyar bir kadın olduğu zaman yüzünün letafet ve güzelliği asla bozulmadı. Genç ve güzel kadınlar gibiydi.

Buyurmuşlardır ki: Resûlüllah Efendimiz hazretleri ailesi ve büyük ashâbı ile o derece güzel huy ve dirlik üzereydi ki, her birisi Resûlüllah Efendimiz katında kendisinden daha sevgili hiç kimse olmadığını sanırdı. Zira yanında fakir, zengin, garib ve şehirli birdi, kime rast gelse lûtufla selâm verirdi. Yolda giderken iş ve ihtiyaç sâhipleri muradlarını arzetmek isteseler durup dinlerdi. Küçük büyük herkese güzel muamele ederdi. Gerçek söyleyerek lâtife ederdi. Bir toplantıya dâvet etseler giderdi; asla gönülleninezdi. Ashâb-ı kirâm (Allah onların hepsinden razı olsun) kendi şerefli meclisine gelseler sohbetlerinin çoğu Hak teâlâ hazretlerini anınak ve andırmak hak-kında olurdu. Yahut Kur’ân-ı azîm okumakla veya vaaz ve nasihatle halkı iyiliklere karşı isteklendirir ve kötülüklerden korkuturdu. Yâni bâzan cennet hallerinden haber verip halkı o tarafa isteklendirir; bâzan da cehennemin şiddetli zahmetlerini zikredip kötülüklerden korkuturdu. Aynı zamanda dinin esaslarını ve şartlarını öğretmekte idi. Bu bakımdan sahâbe-i kirâmın kalblerinde şerefli meclislerinin ve sohbetlerinin bereketleriyle yufkalık ve yumuşaklık hâsıl olurdu. İçlerinde dünyadan vazgeçme ve âhirete yönelme isteği kuvvet kazanırdı.

Ebû Hüreyre’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, şöyle dedi: “Bir gün biz Resûlüllah Efendimiz hazretlerine:

— Ya Resûlâllah! Bunun sebebi nedir ki, biz sizin şerefli meclisinizde olduğumuz vakit kalblerimizde yufkalık ve yumuşaklık hâsıl olur. Nazarımızda dünyanın değeri kalmaz, ona karşı isteklerimiz gider. Ahiret ehlinden oluruz. Sizin şerefli huzurunuzdan dışarı çıktığımız gibi ehlimiz ve evlâdımızla oynarız. Velhâsıl böyle ettiğimizi beğeniniyoruz, dedik.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— “Eğer siz benim yanımdan dışarı çıktığınız zaman o hâliniz üzre kalmakta devam etseydiniz hiç şüphesiz melekler evlerinizde sizi ziyarete gelirlerdi,” diye buyurdu.”

Resûlüllah Efendimizin tevazuları cümlesinden biri de şu idi ki, asla bir yemeği yermezdi. İştahı varsa yerdi, yoksa terk ederdi. Ancak haram olan yemeği zemmedip ayıplardı ve ondan nehiy buyururdu. Velhâsıl helâl yemeği hiç bir bakımdan ayıplamazdı. Ne yaratılışı bakımından, ne de yapılışı bakımından... Zira “Hak teâlâ hazretlerinin yaratığı olan ayıplanınaz; insan yapması olanı ayıplamak ise kalbin kırılmasına sebep olur,” demişlerdir.

İmâm-ı Nevevî (Allah ona rahmet etsin): “Yemeğin âdâbmdan biri de onu ayıplamamaktır,” demiştir. Meselâ tuzludur veya tuzsuzdur, koyudur veya suludur, pişmemiş yahut çiğdir, dememek gerekir.

     Dünyaya ve Zamana Sövmeyi Sevmezdi:

Resûlüllah Efendimizin güzel ahlâklarından biri de şudur ki, âlem halkı arasında dünyaya sövmek yaygın bir alışkanlık iken kendileri bunu men etti. Dünyaya sövmeyi yasakladıktan sonra onu övüp:

“Dünyaya sövmeyiniz. O bir mü’min için ne güzel binektir ki, onun üzerinde hayra yetişir ve onunla şerden kurtulur,” diye buyurdu.

Aynı zamanda Resûlüllah Efendimiz, dehre (zamana) sövmeyi de yasaklayıp: “Lâ tesübbü’d-dehre — Zamana sövmeyiniz,” diye buyurmuştur.

İmâm-ı Buhârî (Allah rahmet etsin) Ebû Hüreyre’nin hadîsinde:

“Bu zamanda ümit kalmadı demeyiniz. Çünkü hiç şüphesiz ki, o zaman dediğiniz Allah’dır,” diye rivâyet etmiştir.

Yine Buhârî, bir rivâyetinde:

“Âdemoğulları zamana söverler. Halbuki zaman Benim! Gece ve gündüz Benim elimdedir,” kelimeleriyle getirmiştir.

Dehr diye uzun zamana derler. Arap tâifesinin âdeti şu idi ki: vâki olan kötülükleri zamana isnat ederlerdi. Zamanı fâil (işleyici) sanırlardı. Aynı zamanda ona söverlerdi. Resûlüllah Efendimiz bundan men’edip “Fâiline sövmeyin! Âlemin tasarrufu Allah’ın elindedir,” demeyi beyan buyurdu.

Sonuncu hadîs, kudsî hadîstir. Hak teâlâ hazretleri, bu kudsî hadîste: “Âdemoğulları dehre söverler. İşleri döndüren Benim! Gece ve gündüz Benim kudret elimdedir,” diye buyurmuştur.

Burada “înnallahe hüve’d-dehri — Hiç şüphesiz ki, Allah zamandır. Yahut: O zaman dediğiniz Allah’dır,” sözünü âlimler üç şekilde te’vil etmişlerdir:

1 — Bundan maksat: “înnallahe hüve’l-müdebbiri’l-umûr — Hiç şüphesiz ki, bütün işleri çeviren Allah’tır,” demektir.

2 — Yahut burada gizli bir isim tamlaması bulunup belirten ve belirtilenden muzâf (belirtilen) çıkarılmıştır. Yâni aslında “Zamanın sâhibi” demek iken “sâhip” kelimesi söyleninemiştir.

3 — Yahut “Takdîr-i mukallibü’d-dehr — Zamanı halden hâle değiştirenin takdiri” demektir. Bu takdiri Buhârî’nin rivâyeti te’yid eyler ki, “Biyedî’l-leyli ve’nnehâri” buyurulmuştur. Yâni: “Zaman dediğiniz gece ve gündüzden başka bir şey değildir. Onlar ise Benim kudret elimdedir. Onları nasıl istersem öyle döndürürüm,” demektir.

 Muhakkikler buyurmuşlardır ki: Bir kimse fiillerinden bir şeyi zamana nisbet etse, yâni “Zamane şöyle etti” dese, kâfir olur. Ama bu söz sadece diline geliverse, zamanın böyle ettiğine itikadı olmasa kâfir olmaz. Ancak böyle demekte kerahet vardır. Zira bu sözü rastgele salıvemede küfür ehline teşebbüh (kendini benzetme) vardır, diye buyurdular.

     Kapıcı ve Bekçi Kullanınazdı:

Resûlüllah Efendimizin yüksek tevazuları cümlesinden biri de şu idi ki, daima kapısında kapıcı ve bekçi yoktu. Nitekim Hazret-i Enes’den rivâyet edilmiştir ki: “Bir kadın bir kabrin üzerine oturmuş ağlarken Resûlüllah Efendimiz oraya uğradı. Kadına:

— Allah’dan kork ve sabreyle, diye buyurdu.

Kadın:

— Beni kendi hâlime bırak, kendi işine bak! Benim başıma gelenden senin ne haberin var! dedi.

Resûlüllah hazretleri geçip gittikten sonra bir kişi kadına:

Resûlüllah sana ne dedi? diye sordu.

Kadın:

— Ben onun Resûlüllah olduğunu bilmiyordum, dedi.

O adam:

— Seninle konuşan Resûlüllah hazretleri idi, dedi.

Bunun üzerine kadın oradan kalkıp Fahr-i Kâinat hazretlerinin kapısına geldi. Orada hiç bir kapıcı bulamadı.”

İmâm-ı Buhârî böylece rivâyet etmiştir. Fakat Ebû Mûsâ’nm (radıyallahü anh) hadîsinde gelmiştir ki, Ebû Mûsâ’nın kendisi bir yerde Resûlüllah Efendimiz hazretlerine kapıcılık etmiştir.

Bazı âlimler bu iki rivâyetin arasını bulup: “Ehli bakımından bir meşguliyet üzere olmadığı ve kendini hazırlamak için yalnızlık lâzım gelmediği zamanlar kapısında bekçi ve engelleyici kimse bulunınazdı. İş ve ihtiyaç sâhiplerinden gelen kimse kendisiyle doğrudan doğruya buluşup konuşurdu,” diye buyurdular. Bazı zamanlar bu türlü haller belli olmadan gelip girmek için izin isteyenler hakkında da te’vil buyurmuşlardır.

Hüküm ehli olan kimselerin bekçi ve kapıcı kullanınası hususunda âlimler ihtilâf etmişlerdir. İmâm-ı Şâfii ve bir cemaat, hâkimin kapıcı kullanınaması gerektiğine zâhib olmuşlardır. Başka bir cemaat da, kullanınanın câiz olduğuna zâhib olmuştur.

“Câiz olmaması evvel zamanda idi ki, halk hâkime itâat edici idiler. Hayır üzerinde içtima ve ittifakları vardı. Kapıcıya ihtiyaç yoktu,” dediler.

Bir cemaat da ihtiyaç zamanında kullanınanın müstehap olduğuna zâhib oldular. “Hasımları (dâvacı ve dâvalıları) toplayıp getirmek, şerirleri defetmek ve insanların haklarını alıvermek için lâzımdır ve kullanılması müstehaptır,” dediler. En iyisini Ah lah bilir.

     Edeb ve Hayası:

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin edeb ve hayâsinin, yüzsuyunun (nâmus ve şerefinin) vasfı hakkında Buhârî’nin naklinde Ebû Saîd’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiş olan şu hadîs-i şerif yeter ki:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri, hayâ cihetinden, perdeli bir kız çocuğundan daha şiddetli idi,” diye buyurmuştur.

Hayâ’ kelimesi med ile hayât kelimesinden gelir. Kalbin hayâtı gibi insanın da hayâsı olur ve hayânın azlığı kalbin ölümünden hâsıl olur. Kalbin hayâtı (diriliği) galip olduğu zaman hayâ da en tam ve en mükemmel olur.

Hayâ diye lûgatta, ayıplanınaya sebep olacak şey korkusundan insana ârız olan değişme ve kırılmaya denir. Meselâ bir kişiye utanına arız olur: Kendinden çirkin bir işin sâdır olup o sebeple halkın kendisini ayıplamasından korkar, insanda bu korkuyla hâsıl olan hâle hayâ derler. Bu hâl, kalbin kuvvet ve basiret derecesinin tamamİlgındandır ki, gaflet etmeyip durumunun tedâriki üzre olur. Şüphesiz Allah da onu görünmez şeylerden ve utanacak hallerden korur.

Şeriat dilinde ise hayâ diye, kabahat ve günahlardan sakınınaya sebep olan güzel huya derler. O huy, sâhibini Hakk’a karşı kusur işlemekten men’eder, dediler.

Geçmiş büyüklerden her biri hayânın faziletine ilişkin bir söz zikretmiştir. Yahyâ bin Muâz (Allah rahmet etsin) buyurmuştur ki: “Bir kimse itâati hâlinde Hak teâlâ hazretlerinden utansa, günahkârlığı hâlinde Hak teâlâ hazretleri ondan utanır.”

Bu sözden murad şudur: Bir kimse tâat ve takvâ zamanında mağrur olmayıp Hak teâlâ hazretlerinden hayâ ve hicab üzre olsa, bu sıfat kendinde galip olsa, sonra beşeriyet icabı birden bir günah işlediği zaman Hak teâlâ hazretleri onun ayıbına bakmaz, af ve ihsan eteğiyle işlediği ayıbı örter, demektir. Dünyada da bunun misâli vardır. Meselâ bir kimsenin edepli bir hizmetkârı, yahut oğlu veya akrabasından bir kimsesi olsa, hizmetini gerektiği gibi yaptıktan sonra yine kendisinden mâkul olmayan bir davranış asla görülmeyip hayâ üzre olsa, bir gün hatâ ile kendisinden bir günah sâdır olmuş olsa o kimse onun günahına bakmaz. Onun hatâsını duyduğundan hoşlanınaz, o hatâ kendisinden sâdır olmuş gibi üzülür. Görmezliğe vurup geçer. Ayıbını yüzüne vurmayıp afveder.

Hayânın aslı sekiz kısımdır. Ama Müellif (Allah ona rahmet etsin) sözü uzatmaktan kaçıp sadece bir kısmını zikretmiştir.

Bunlardan biri kerem hayâ’sıdır: Meselâ Resûlüllah Efendimiz. hazretleri Zeyneb’in velîmesine (yâni Zeyneb’i aldığı zaman verdiği düğün ziyafetine) halkı dâvet etti. Yemekten sonra dağılmayıp bazıları çok oturdular. Edebin gereği biraz oturduktan sonra dağılmaları idi. Orada kerem sâhibi Resûlüllah Efendimiz onlara dağılın demeğe utandı.

Biri de muhib (seven) hayâsı’dır. Mahbubundan (sevgilisinden) utanır. Meselâ sevgilisi gâib iken de hâtırma geldiği gibi kendinde bir hayâ müşahede eder. Ama sebebinin ne olduğunu bilemez.

Biri de ubudiyet (kulluk) hayâsı’dır. Bu hayâ birkaç nesne ile karışıktır. Burada muhabbet ve korku vardır. Kendi kulluğunu Mâbud’una lâyık görmeyip Mâbud’unun kadrini kendi kulluğunun liyâkatinden yüksek görmek vardır. Bu mânalardan elbette bir hayâ hâsıl olur. Ona kulluk hayâsı derler.

Biri de kişinin kendi nefsinden hayâ etmesidir. Bu mertebe o şerefli nefislerin şânıdır ki, kendisine redâeti ve noksanı lâyık görmez. Kendi kendinden utanır. Sanki iki nefsi vardır, biri öbüründen utanır. Bu mertebe, hayânın en yüksek tabakasıdır. Kişi nefsinden hayâ edince başkasından hayâ etmesi evleviyetle olur. Bu mertebeye ulaşan kimse kötülük işlemekten kurtulur.

Hikâye ederler ki, eski zamanın meliklerinden birisi bir gece tenhada fırsat düşürüp hatununun bir cariyesi ile muamele eder. Ertesi gün olunca o diyarın keşif ehli azizlerinden biri padişahı ziyarete gelir. Padişah, meclisi tenha eyler ve azize çok iltifatlar edip kendisiyle sohbet eder. Aziz de, padişahın iltifatlarına mağrur olmak şeklinde konuşma sırasında yakışıksız bir söz söyler. Padişah gönlünden: “Herife biraz gevşeklik gösterince edepsizliğe başladı. Bizi hafife aldı,” diye biraz kasılıp durur. Sonunda sabredemeyip:

— Bre kişi! Niçin bizim meclisimizde yakışıksız söz söyledin? Sana yüz verdikse küstahlığın mânası var mı? Halifelik şerefi yok mudur? diye itâb eder.

Azizin de maksadı padişahı terbiye etmekti. Hemen der ki:

— Eğer sen halifelik şerefine riayet etseydin önce kendi nefsinden hayâ ederdin. Senden o türlü bir iş sâdır olmazdı, diye gece vâki olan hususa dokunur.

Padişah neye uğradığını bilemeyip hayrete düşer. O azize olan evvelki itikadı daha ziyade olur. Kendisini irşâda geldiğini anlar. Özürler dileyip tevbe ve istiğfar eder.

Ondan sonra tenhada aklına şeytanî bir düşünce gelse o durumu hatırlayıp o makama lâyık görmez, kendinden hayâ eder. Bu sebeple kötülüklerden tam olarak kaçınıp sonunda velilik derecesine ayak basar.

O halde her kişiye gereklidir ki, kendi şanını düşünüp nefsinden hayâ eylesin.* Böyle kimselere Hak teâlâ hazretleri hayırlar sevk eder. Nitekim Sahih-i Buhari’de

 “Hayâ kişinin başına hayırdan başka bir şey getirmez,” hadîs-i şerifi bu mânaya delildir.

Başka bir rivâyette de:

 “Hayâ îmandandır,” buyrulmuştur.

Bir nesne ki, îmandan olur, ondan daha yüksek bir sıfat olmaz.

Kâdî Iyâd ve diğerleri buyurmuşlardır ki: “Hayâ tabiata ait bir nesne iken îmandan olmasının sebebi şudur: Şeriat kanunu üzere kullanılması kasda, çalışıp kazanınaya ve amele muhtaçtır.”

İmâm-ı Kurtubî: “Şeriat sahibinin îmandan kıldığı o hayâdır ki, kisb (çalışıp kazanına) ile olmuştur. İnsan onunla mükelleftir. Yoksa tabiî olanla mükellef değildir. Nihayet şu vardır: Bir kimsede tabiî hayâ olunca çalışıp kazanınası üzre ona yardımcı olur. Hattâ o kadar yakın olur ki, o çalışıp kazandığı da tabiî hayâ derecesinde olur,” demiştir.

Velhâsıl hayâ iki kısımdır. Birisi şudur ki: Hak teâlâ hazretleri onu kişinin zâtında yaratır. Daima kabahatlardan perhiz üzre olur. Kendisinden uygunsuz ve yakışıksız davranışlar sâdır olması korkusundan hâli olmaz.

Biri de şudur ki: Kişi tedbir ve tedârikle yavaş yavaş onu elde eder, meleke bağlar. Öyle olur ki, tabii hayâ mertebesine yaklaşır.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri hayânın iki kısmını da kendilerinde toplamışlardı. Mevhûb ve müktesep (yaratılışta verilmiş ve sonradan kazanılmış) hayâ ile şerefli zâtları süslenmişti. Kâdî Iyâd’m naklinde Fahr-i Âlem hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, hayâsından mübarek gözünü hiç kimsenin üzerine çevirip nazar etmezdi. Yâni dik dik bakmazdı, diye buyurmuşlardır.

“Kendi nefsinden utanınayıp başkasından utanınakta riya, riyada gizli şirk vardır.”

Hak teâlâ hazretlerinden havfı (korkusu) hususunda da bunca sahih haberler gelmiştir.

Önce malûm olsun ki, Arap lisanında havf, haşyet, vecel ve rehbet mâna bakımından birbirine yakın kelimelerdir; hepsi aynı mânada değillerdir. Güneyd hazretleri havf kelimesinin tefsirinde:

“Her nefeste ukubetten sakinınaktır,” diye buyurmuştur.

Meselâ bir kişiye havf ârız olsa her nefesinde emin ve ıstıraptan hâli olmaz. Acaba şimdi mi ukubet olur, şimdi mi olur, deyip durmak üzere bulunur. Bazıları, “Kalbin korkacak nesneyi hatırlamaktan ıstırap duyup hareket etmesidir,” diye tefsir etmişlerdir. Bazıları da, “kalbin bir mekruhu duyduğu zaman onun kendisine hulul etmesinden kaçmasıdır,” demişlerdir.

Haşyet, mârifete (Allah’ı tanımaya) ilişkin olan korkudur. Zira Hak teâlâ hazretleri onu bilenlere tahsis edip:

“Innemâ yahşallahe min ibâdihi’l-ulemâü — Hiç şüphesiz bilen kulları Allah’dan korkar,” (Fâtır sûresi: 35/28) diye buyurmuştur .

Haşyet, havf’dan daha hususidir, dediler. O halde havf harekettir. Haşyet ise büzülme ve sükûndur. Meselâ bir kimse düşman veya sel görse o kimsede iki hâlet hâsıl olur. Birisi kaçmak için olan hareketidir ki, ona havf denir. Birisi de düşmanın veya selin erişemeyeceği yerde karar ve sükûnudur ki, ona haşyet denir.

Rehbet, mekruhtan kaçmakta çok dikkat etmektir. Bu mâna rağbet’in zıddıdır. Rağbet diye, merğûb (beğenilmiş, istenmiş) olan nesnenin talebinde kalbin seferine derler.

Vecel, ukubetinden ve saltanatından korkulan kimsenin hatırlanınasından kalbe hâsıl olan şiddetli ıstırap ve inkisardır.

Heybet ise saygı göstermeye lâyık, yüce ve büyük görmeye ilişkin olan korkudur. Bu hâlet ekseri marifet ve muhabbet (tanıma ve sevme) ile olur, demişlerdir.

Iclâl öyle bir saygıya lâyık ve büyük görmedir ki, muhabbete ilişkin olur.

O halde havf (korku) mü’minlerin umumuna mahsustur. Haşyet Hakkı tanıyan âlimlerindir. Heybet muhabbet sâhiplerinindir. Iclâl mukarreblerindir, dediler. Kişinin ilim ve marifeti (bilgisi ve tanıması) derecesinde havf ve haşyeti olur. Nitekim Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri:

“Muhakkak ki, ben sizin Allah’ı en iyi bileninizim ve O’nun haşyeti bakımından en şiddetli olanınızım,” diye buyurmuştur.

Hâsılı: “Hak teâlâ hazretlerini ben hepinizden ziyade bilirim ve hepinizden çok korkarım. Hak teâlâ hazretlerinin korkusu bende sizden ziyadedir,” demek olur.

İmâm-ı Buhârî (Allah ona rahmet etsin) hadislerindendir ve bir rivâyette gelmiştir ki, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri:

“Eğer benim bildiğimi siz bilseydiniz az gülüp çok ağlardınız,” diye buyurmuştur.

Bu hadîs-i şerifte Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin maârif-i basariye ve kalbiyeye (Allah’ı görerek ve kalben duyarak tanımaya) ihtisası olduğuna delâlet vardır. Az olur ki, Hak teâlâ hazretleri ümmet-i Muhammed’den bazı muhlisleri o maârife muttali kılar. Ama icınâl yoliyle kılar. Tafsil yoliyle ıttıla’ ancak Resûlüllah Efendimiz hazretlerine tahsis edilmiştir, dediler.

Sahih-i Müslim’de Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

“— Muhammed’in nefsi elinde olan Allah hakkı için eğer benim gördüğümü siz görseydiniz az gülüp çok ağlardınız, dedi.

Ashâb:

— Ya Resûlâllah! Ne gördün? dediler.

— Cenneti ve cehennemi gördüm, buyurdular.”

Gerçekten Hak teâlâ hazretleri, yakîn ile ayne’l-yakîn arasını, haşyetini kalbinde duyma ve azametini her an karşısında görme yolu ile Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinde toplamıştır. Öyle bir şekilde ki, başkasında bu özellikler toplanınamıştır. Onun için Hazret-i Âişe’den rivâyet edilmiş olan sahih hadîste:

“Muhakkak ki, sizin takvada ve Hak teâlâ hazretlerini bilmede en ziyadeniz benim. Bu iki sıfatta hepinizden ben ziyadeyim,” diye buyurmuştur.

Hadîs İmâmlarından Nesâî ve İbn-i Mâce (Allah onlara rahmet etsin) rivâyet etmişlerdir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri namaz kıldığı zaman derunu inlerdi, demişlerdir. Bunların ibaresinde:

“Namaz kılardı. Halbuki kazan kaynaması gibi derununun bir kaynaması vardı,” diye vâki olmuştur.

İbn-i Hibbân sahihinde şu kelimelerle getirmiştir ki:

“Değirmen sesi gibi derununun bir sesi vardı,” demektir.

Murad: “Hak teâlâ’nın korkusundan ağladığinin sesi işitilirdi,” demektir. En iyisini Allah bilir.

     Şecaatleri:

Resûlüllah Efendimizin şecaatleri (yiğitlikleri) hususunda Enes bin Mâlik’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

 “İnsanların güzellikte, cömertlikte ve şecaatte en üstünü idi,” demiştir.

Ayrıca şecaatini beyân edip dedi ki: “Bir gece bir ses işitilip Medine halkı arasına korku düştü. Bu ses nedir? diye bazı kimseler toplanıp şehirden dışarı çıktılar. Sesin geldiği yere doğru giderken gördüler ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri Ebû Talha’nın atma bininiş, öteden beri ve halka:

— Korkmayın! Bir şey yoktur! diyerek geliyor.

Meğer ses işitildiği zaman herkesten önce çıkıp o tarafları yoklamış. Halk birleşip çıkıncaya kadar o öteden dönüp halka haber verdi.”

Buharî (Allah ona rahmet etsin) bir rivâyetinde getirmiştir ki, Resûlüllah Efendimizin bindiği o Ebû Talha’nın atinin yürüyüşünde rahvanlık vardı. Yâni adımlarını küçük küçük ve tez tez atardı. Resûlüllah Efendimiz döndüğü zaman:

— “Vecednâ fereseküm hâzâ bahren — Şu atınızı deniz (gibi) bulduk,” diye buyurdu.

Atı cûş u "hurûşu bakımından denize benzetti. O zamandan sonra Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin bereketleriyle o at asla geçilemedi, dediler.

İbn-i Ömer (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: “Ben Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinden kahraman ve pehlivan bir kimse görmedim.”

     Pehlivanlarla Güreşmesi:

İbn-i İshak ve diğerleri zikretmişlerdir ki, Mekke şehrinde Rükâne adlı bir kimse vardı. Çok kuvvetli bir kişi idi. Güzel güreş tutardı. Etraf memleketten halk gelip onunla güreşirlerdi. Rükâne onların hepsini yenerdi. Bir gün Mekke’nin bir yerinde Resûlüllah Efendimiz ona rast gelip:

— Ya Rükâne! Hak teâlâ hazretlerinden korkmaz mısın? Benim dâvetimi kabûl etmez misin? dedi.

Yâni onu İslâm’a dâvet eyledi. Rükâne:

— Senin gerçek olduğuna hiç bir şâhidin var mıdır? dedi.

Resûlüllah Efendimiz:

— Eğer seni yere çalarsam îmana gelir misin? buyurdu.

O da:

— Evet, ya Muhammed, dedi.

Bunun üzerine güreşe tutuştular. Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri Rükâne’yi kaldırıp yere çaldı. Rükâne buna çok şaşıp bir daha tutuşmak istedi. Bir kere daha tutuştular. Neticede üç kere Resûlüllah Efendimiz ona imkân vermeyip Rükâne’yi bastı. Rükâne hayret ve şaşkınlık içinde kalarak:

— “Inne şâneke le-acîbü — Senin hâlinde çok şaşılacak bir şey var,” dedi.

Hâkim (Allah ona rahmet etsin) Müstedrek’inde mezkûr güreşçinin oğlu Muhammed bin Rükâne’den böylece rivâyet etmiştir. Ebû Dâvud ve Tirmizî de rivâyet etmişlerdir. İmâm-ı Beyhakî de Sa’d bin Cübeyr’den rivâyet eylemiştir.

Peygamber Efendimizin Rükâne’den başka kimselerle de güreştiği vâki olmuştur. Bunlardan biri Ebü’l-Esvedü’l-Cümahî’dir. Süheylî’nin dediğine göre İmâm-ı Beyhakî de rivâyet etmiştir. Mezkûr Ebü’l-Esved son derece kuvvetli bir kişi idi. Kuvveti o dereceye varmıştı ki, bir sığır derisini ayağinin altına alıp dururdu. On kişi bir uçundan tutup çekerlerdi. Deri parçalanır, ayağinin altından alamazlardı. Kendini derinin üzerinden ayıramazlardı. Bir gün Resûlüllah Efendimizi güreşe dâvet edip:

— Eğer beni yenersen sana îman getiririm, dedi.

Bunun üzerine güreştiler. Fahr-i Âlem hazretleri Ebül-Esved’i yere çaldı. Mel’un yine insafa gelip müslüman olmadı.

Peygamber Efendimizin Huneyn gazâsmda bütün asker dağıldığı zaman savaş meydanında kendinden başka kimse kalmayıp:

— “İnne’n-nebiyyi lâ kizbe enâ ibn-i abdü’l-muttalib — Ben gerçek peygamberim. Bende yalan yoktur. Gerçekten ben Abdü’l-Muttalib’in oğluyum!” diyerek durup meydan okuduğu daha önce etraflıca zikrolunmuşidi.

O hâli iyi düşünen bir kimse, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin ne derece şecaati olduğunu idrâk eder.

     Cömertlikleri:

O Hazret’in sehâsı, cûdu ve keremi (cömertlikleri) hakkında tafsilâta girmeden önce bilininesi gereken şeyler vardır ki, o da bu kelimelerin mâna farklarıdır. Evvelâ malûm olsun ki, sehâ dedikleri fıtrî (yaratılışta verilen) bir sıfattır. Sehâ’mn mukabili şuhh’dur. Nitekim menfaatin mukabili mazarrattır. Buyurmuşlardır ki, şuhh (cimrilik) nefsin gerekli sıfatmdandır. Onun içindir ki, Hak teâlâ hazretleri, onu nefse izafe edip:

“Ve men yûka şuhha nefsihî feülâike hümü’l-müflihûne — Kim nefsinin cimriliğinden kendini korursa işte onlar felâh bulanlardır,” (Haşir sûresi: 59/9) buyurmuştur.

Hâsılı: “O kimseler ki, nefislerinin cimriliğinden sakınırlar, mal sevgisi ve başkalarına infak etmekten kaçınına hususlarında nefslerine muhalefet ederler, işte onlar iki cihan saadetine zafer buluculardır,” demektir.

Felâh öyle bir kelimedir ki, iki cihan saadetini bundan daha ziyade toplayıcı olan başka bir isim yoktur. Sehâ, cûd’dan daha tam ve daha mükemmeldir. Cûd’un mânası, lâyık olan nesneyi lâyık olan kimseye vermektir. Bunun mukabili buhl’dür ki, lâyık olan nesneyi lâyık olan kimseden men etmektir. Cûd ile buhl’ün çalışıp kazanına ile elde edilmesi mümkündür. Ama sehâ ve şuhh, çalışıp kazanına yoluyla elde edilemez. Velhâsıl bu ikisi tabiî, fıtrî’dir. Cûd ile buhl ise böyle değildir, demişlerdir.

Meselâ bir kimse ihsân ettiği zaman tam gönül hoşluğu ile verip asla kalbinde bulanıklık olmazsa sehâ yoluyla vermiştir. Eğer işin gereği olarak verip gönül hoşluğu bulunınazsa cûd sâbit olur, ama sehâ bulunınaz, demişlerdir. Zira sehâ dedikleri, garazlardan hâli olan, yüksek himmetli nefsden ve temiz niyetten gelen bir sıfattır. Avârifü'l'Maârifde bu mânaya işaret buyrulmuştur.*

Burada Peygamber Efendimiz’in şu hadîs-i şeriflerini de hatırlamak gerekir ki, buyurdular: “Sahi (cömert) fâsık da olsa cehenneme girmez; bahil (cimri) zâhid de olsa cennete girmez-"

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin nefis nefsleri nefslerin en şereflisi olup güzel mizaçları mizaçların en dengelisi olunca elbette fiillerinin fiillerin en güzeli, şerefli şekillerinin şekillerin en iyisi ve huyunun da huyların en yücesi olacağı muhakkaktır. O halde şüphe yoktur ki, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri insanların en sahîsi idi.

İmâm-ı Müslim’in rivâyetinde gelmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden hiç bir nesne isteninemiştir ki, onu vermesin. Bir kere bir kimse geldi; Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri ona büyük bir sürü koyun bağışladı. O kişi kavminin arasına gittiği zaman:

 “Ey kavmim! Müslüman olun! Gerçekten Muhammed, fakirlikten korkmayan bir kimsenin vermesi gibi veriyor,” dedi.

Ondan sonra dedi ki:

Muhammed benim için şimdiye dek insanların en sevilmeyeni idi. Öyle ihsan etti ki, insanların en sevileni oldu.

Hâsılı, “Fakirlikten korkmayan bir kimsenin vermesi gibi verir,” demekle şuna işaret eyledi ki: “Fakir olan bir kimse, eline bu denli nesne geçmiş iken sonundan korkmayarak getirip bir kimseye bağışlarsa, elbette o kişinin İlâhına inancı ve güvenci en yüksek derecededir. Eğer öyle olmasaydı böyle etmezdi. Resûlüllah hazretlerinin Hak teâlâ hazretleri ile ilişkisi olduğundan şek ve şüphe kalmadı. Ben îman getirdim, siz de îman getirin,” demektir.

İbn-i Şehâb dedi ki: “Huneyn gününde Resûlüllah Efendimiz o kişiye yüz koyun vermişti. Sonra yüz daha verdi. Sonra yine yüz daha verdi.”

İmâm-ı Vakıdî Meğazi’sinde demiştir ki: “Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri o gün Safvân’a bir dere dolusu koyun ve deve bağışladı. Safvân:

— Ben şehadet ederim ki, böyle bir bahşişe peygamber nefsinden başka bir nefs asla razı olmaz, dedi.

Mevcudatın iftiharı ve hakkında övgülerin en mükemmeli olan Efendimiz hazretleri, şu sebeble birden bu denli ihsanda bulundu ki, Safvân’ın küfür hastalığına bundan başka ilâç olmadığını biliyordu. Bu ilâcı verdiği gibi Safvân müslüman oldu. Bu da Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin şefkat ve merhametinin kemâlindendir ki, bu mertebe lütuf ve ihsân edip onu cehennem azâbından kurtardı, cennete lâyık kıldı.

Ali bin Ebî Tâlib (radıyallahü anh) Resûlüllah Efendimiz hazretlerini tavsif ettiği zaman:

 “Eli cihetinden insanların en cömerdi ve konuşması cihetinden, insanların en doğru sözlüsü idi,” diye buyurmuştur.

Hâsılı: “Mübarek eli ihsan ve in’âmın en yüksek derecesi, mübarek dili doğru sözlülüğün nihayeti ile şereflenmişti,” demek olur.

İmâm-ı Buhârî Câbir’in (radıyallahü anh) hadîsinde rivâyet etmiştir ki:

 “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden bir şey istenip de “Yok” dediği aslâ görülmedi,” diye buyurmuştur.

İmâm-ı Müslim katında da böyledir. Bazı âlimler katında bundan murad: “Dünyaya ait şeylerden bir nesne taleb olunınadı ki, vermesin,” demektir. Bu takdirde mâna: “Her ne diledilerse verdi,” demek olur.

Ama Ebü’l-Fazl ibn-i Hacer buyurmuştur ki: “Câbir kavline göre mânası bu değildir, belki şudur: Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinden bir nesne taleb olunsa yok diye cevap vermezdi. Eğer istedikleri nesne kendisinde varsa ve vermesi câizse verirdi. Aksi halde sükût ederdi, demektir.”

İbn-i Hanefiye’nin mürsel bir hadîsinde bu zikredilenin beyanı vardır ve lâfzı da şudur:

 “Resûlüllah Efendimizden her ne zaman bir nesne istense, o da vermek istese “Peki” derdi. Vermek istemediği zaman sükût ederdi.”

Bu söz Ebû Hüreyre’nin sözüne yakındır ki:

“Aslâ bir yemeği ayıpladığı görülmedi. Eğer o yemeğe karşı iştihası olursa yer, olmazsa yemez, terk ederdi,” diye buyurmuştur.

Şeyh Izzeddin (Allah ona rahmet etsin) der ki: “Bunun mânası, yemeği men etmek için hayır demezdi, demektir. Yoksa bundan, özür bildirmek için dememesi lâzım gelmez. Nitekim “Üstüne bineceğiniz at yoktur,” sözünde olduğu gibi.”

Bu söz, Ebû Mûsâ El-Eş’arî’nin hadîsinde olanın benzeridir ki, Eş’arîler gelip binek istedikleri zaman: “Benim katımda sizi bindirecek davar yoktur,” diye cevap verdi. Hâsılı: “Sizi davara bindirmem” demedi. “Bindirecek davar yok” diye özür bildirdi. Gerçekte de bindirecek davar yoktu. Onun için böyle buyurdu.

Fakat yemîn edip “Vallahi bineceğiniz davar yok” demesiyle güçlük gelince cevap verip buyurmuşlardır ki: “Sadece yok demekle iktifâ etmeyip yemin etmeleri şunun için olabilir ki, isteyen kimse istediği şeyin olmadığını bildiği halde istemiştir. Yahut sükût makamı üzre sözü kısa kesmek gerekmiştir. Şu bakımdan ki, olup biteni ve işin hakikatini anlatmaya lüzum görülmemiştir. Yahut isteyen kimse kendilerinin güzel âdetlerini biliyordu. Bu takdirde sadece sükût faydalı olmazdı. İsteyenin tamahı kesilmeyip yine istemeye başlardı.

Eğer suâl olunup:

— “Bineceğiniz at yoktur” cevabından sonra “Vallahi binek yoktur” cevabını buyurmalarının sebebi neydi? Niçin birinci cevapla iktifa etmedi? denirse bunun cevabı şudur:

— İlk cevap, diledikleri nesnenin kendi katında olmadığını bildiriyordu. İkinci cevap ise dilediklerini vermek için ellerden ödünç veya hibe yolu ile davar istemeyeceğini bildiriyordu. Zira böyle etmeğe zaruret yoktu, demişlerdir.

Güzel ahlâkları cümlesinden biri de İmâm-ı Tirmizî’nin (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde gelendir ki, bir kere doksan bin akçe getirmişlerdi. Hasır üzerine döktüler. Sonra Peygamber Efendimiz paylaştırmaya başladı. İsteyen hiç bir kimseyi reddetmedi, herkese verdi. Nihayet akçe bittikten sonra bir kimse geldi. Resûlüllah Efendimiz:

—Verecek bir şey kalmadı. Ama muradın her ne ise git, onu satın al. Bir yerden geldiği zaman parasını biz verelim, buyurdu.

Hazret-i Ömer:

— Ya Resûlâllah! Kadir olmadığın nesneyi Hak teâlâ hazretleri sana teklif etmedi, dedi.

Resûl-i Ekrem hazretlerine Hazret-i Ömer’in sözü hoş gelmedi. Ensar kavminden bir kimse:

— Ya Resûlâllah! Sen infak eyle. Hak teâlâ hazretlerinin sana az vermesi ihtimalinden korkma, dedi.

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, bu sözden hoşlanıp tebessüm etti ve:

— “Bihâzâ ümirte — Hak teâlâ hazretleri tarafından bana böyle etmem emrolündü,”, diye buyurdu.

Böyle etmelerinin sebebi halkı kendine yaklaştırmaktı. Tâ ki, o vasıta ile Hak teâlâ hazretlerinin hükümlerini yerine getirsin.

Rivâyet olunur ki, Huneyn gazâsında bir kadın gelip esir alman Hevâzin tâifesi içinde Resûlüllah Efendimizin süt kardeşini zikreden bir şiir okudu. O sebeble onlardan alman ganimetleri red edip geri verdi. Onlara çok ihsanlarda bulundu. Hattâ o gün bağışladıklarına kıymet biçtiler, yüzlerce yük mal karşılığı geldi.

Sahîh-i Buhârî’de Enes bin Mâlik’den rivâyet edilmiştir ki: Resûlüllah Efendimiz hazretlerine Bahreyn malını getirdikleri zaman:

— Mescide dökün! diye emretti.

Gittiler, malı mescide döktüler. Fahr-i Âlem hazretlerine getirilen malların en çoğu Bahreyn malı idi. Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz namaz kılmak için mescide çıktı. Mal tarafına asla dönüp bakmadı. Namazı bitirdikten sonra gelip malın yanına oturdu. Sonra her kimi gördüyse ona ihsanda bulundu. Abbâs (radıyallahü anh) geldi:

— Ya Resûlâllah! Bana da ihsân eyle. Ben kendim için bedel verdim. Oğlum Akil için bedel verdim, dedi.

Hâsılı çokça ver demeğe getirdi. Fahr-i Kâma: Efendimiz:

— Al, ya Abbâs! dedi.

Abbâs hemen elbisesinin içine dilediği kadar doldurdu. Ondan sonra kaldırıp arkasına vurmak istedi. Fakat kaldıramadı:

— Ya Resûlâllah! Emret de arkama kaldırsınlar, dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri razı olmadı.

— O halde sen kaldırıver, dedi.

Onu da etmedi. Sonunda bir miktarını döktü. Yine kaldırmak istedi, kaldıramadı. Tekrar:

— Ya Resûlâllah! Emret, kaldırsınlar, dedi.

Resûlüllah Efendimiz:

— Yok, diye buyurdu.

— O halde bâri sen kaldırıver, dedi.

Fahr-i Âlem hazretleri yine:

— Yok, diye buyurdu.

Ondan sonra bir miktarını daha döktü ve arkasına vurup gitti. Resûlüllah Efendimiz Abbâs’ın hırsından taaccüb edip ardınca nazar ederdi. Bahreyn malından bir akça kalmayıp hepsini ihsan edinceye kadar oradan kalkmadı.

İbn-i Ebî Şeybe rivâyetinde: “Mal yüz bin idi. Alâ bin Hadramî, Bahreyn haracı göndermişti. Fahr-i Âlem hazretlerine ilk yüklenip gelen mal o idi,” demiştir. Ama o yüz bin, akça mıydı yoksa altın mıydı belirtmemiştir.

Rivâyet olunur ki, bir kere Câbir (radıyallahü anh) O Hazret’i devesine bindirip bazı yerlere gitmişlerdi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

—Ya Câbir! Deveni bana sat, buyurdu.

Câbir:

— Ya Resûlâllah! Babam anam sana fedâ olsun. Deve şenindir, dedi.

Yâni devesini bağışladı. Resûlüllah Efendimiz kabûl etmeyip yine:

— Sat, buyurdu.

Câbir de sattı. Fahr-i Kâinat Efendimiz emretti, Hazret-i Bilâl devenin bahasını verdi. Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz Câbir’e:

— “Deveyi de bahasını da al, git. İkisini de Allah sana mübarek etsin,” diye buyurdu.

Hâsılı, Câbir “Deve şenindir, ya Resûlâllah” dediği için onun cömertliğini daha yüksek bir cömertlikle mükâfatlandırdı.

İmâm-ı Buhârî, Müslim ve diğerleri böylece rivâyet etmişlerdir. O Hazret’in saçtığı malların hepsi Hak teâlâ hazretleri içindi. Gâh fakir ve muhtaç olanlara verirdi. Gâh Allah yolunda cihada harcardı. Gâh olurdu ki, bir kimsenin gönlünü ele geçirmek için verirdi. O öyle bir kimse olurdu ki, onun Islâma gelmesiyle Islâm kuvvetlenirdi. Bu gibi kimseler fakir değillerdi, yine onlara bol mal verip hatırlarını hoş ederdi. Bu vasıta ile nice kimselere İslâm nasib olurdu. Kendi nefsine ve evlâdına harcamaktan böyle sarf yerlerine harcamayı tercih ederdi. O kadar bağış ve ihsanlar ettiği olurdu ki, Kayser ve Kisrâ o türlü ihsanı edemezlerdi. Ama kendisi fakr üzere geçinirdi. Bâzan bir ay geçerdi, evinde ateş yanınazdı. Açlıktan mübarek karnına taş bağlardı. Bir kere bir gazâdan esirleri çıkarıp getirmişlerdi. Fâtıma (radıyallahü anhâ) hazretleri:

— Ya Resûlâllah! Hizmetkârım yok. Bana bir esir ihsân eyle, dedi.

Resûlüllah Efendimiz, Fâtıma’ya:

— Tesbîh, tahmîd ve tekbîr eyle! Ben sana esir verip Suffe ehlini bu açlıkta bırakmam, diye buyurdu.

Suffe ehli dedikleri, ashâb-ı kirâmın o fakirleri idi ki, hiç bir nesneye mâlik değillerdi. Yatacak ve duracak yerleri yoktu. Mescid-i şerifin sofasında otururlardı. Ashâb-ı kirâmın zenginlerinden bazısı onları evlerine alıp gider ve yemek yedirirlerdi. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri o kimseler dururken ciğerparesine bir esir vermeği reva görmedi, onlara harcadı.

İmâm-ı Buhârî Sehl bin Sa’d’m (radıyallahü anh) hadîsinden rivâyet etmiştir ki: “Bir kere bir hatun bir bürde (hırka) getirip:

— Ya Resûlâllah! Bu bürdeyi giymeniz için size getirdim, dedi.

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin bürdeye ihtiyacı vardı. Alıp mübarek arkasına giydi. Ashâbmdan bir kimse bunu görünce:

— Ya Resûlâllah! Bu ne güzel bir bürde. Bunu bana bağışla, dedi.

Fahr-i Âlem:

— Peki, deyip bürdeyi o kimseye bağışladı.

Meclisten kalkınca ashâb o kimseyi kınadılar:

Resûlüllah Efendimizin o bürdeye muhtaç olduğu için onu aldığını gördün. Bilirsin ki, O, kendisinde olan bir şeyi istedikleri zaman reddetmez. Niçin istedin? dediler.”

Bu rivâyetten Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin ahlâk güzelliğinin ve cömertliğinin genişliğinin ne derecede olduğu çok açık anlaşılır.

Sufî tâifesinin uluları, bu hadîs-i şerif ile müridlerin şeyhlerinden teberrüken tasavvuf hırkasını istemelerinin caiz olduğunu istidlâl etmişlerdir. Nitekim şeyhin müridlerine hırka giydirmesinin caiz olduğunu Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin Ümmü Hâlid’e kaftan giydirmesinden istidlâl etmişlerdir. Giydirdiği kaftan, hadîs kitaplarında vâki olduğu üzre kamîse (gömlek) idi, demişlerdir. İbni Hatîb Kastalânî şeyhinden nakleder ki: “Hasan-ı Basrî Hazret-i Ali (radıyallahü anh) Efendimizden hırka giymiştir dediklerine İbn-i Dıhye ve İbn-i Salâh bâtıl sözdür, demişler.”

Şeyhülislâm İbn-i Hacer de: “O hırka kıssasinin geliş yollarında sâbit olan bir şey yoktur,” demiştir. “Peygamber Efendimiz hazretlerinin ashâbmdan herhangi bir kimseye, sufîler arasında bilinen şekil üzre hırka giydirdiği veya ashâbmdan birisine giydirmek için emrettiği ne sahih haberde gelmiştir, ne hasen ve ne de zayıf haberde vârid olmuştur. Bu üslûp Resûlüllah Efendimizden aslâ rivâyet edilmiş değildir. Bu hususta açıkça rivâyet olunan her nesne bâtıldır” demiştir. “Hazret-i Ali’nin Hasan-ı Basrî’ye hırka giydirdi demeleri yalan ve iftiradır. Hadîs İmâmları Hasan’ın Ali (radıyallahü anh) ile buluşup ondan bir şey dinlediğini yazmamışlardır. Nerde kaldı ki, ona hır-ka giydirsin,” dedi .

Velhâsıl Hazret-i Hasan-ı Basrî’nin (Allah ona rahmet etsin) Ali’ye (radıyallahü anh) yetişip hırka giydiği yahut ondan hadîs işittiği sâbit değildir. Hadîs âlimlerinden Dimyatı, Zehebî, Alâî, Muğletâî, Irakî, Enbasî ve Halebî (Allah onlara rahmet etsin) bunların hepsi İbn-i Hacer gibi söylemişlerdir. Bununla beraber âlimlerden bir cemaat tasavvuf ehline kendilerini benzetmek için hırka giydiler ve giydirdiler.

Sadece söz şundan ibarettir ki, Hazret-i Ali (kerremallahü veche)’nin Hasan Basrî hazretlerine hırka giydirdi denilmesi sâbit değildir.

Ama Kümeyi bin Ziyâd ki ihtilâfsız olarak Hazret-i Ali ile sohbet etmiştironun sohbetine ulaşan bir topluluğun hırka giydikleri vârid olmuştur. Hâsılı hırka giyenlerin bu hususta silsileleri Kümeyi bin Ziyâd’a ulaşır, diye vârid olmuştur. Allah ona rahmet etsin. Bazı haber yollarında: “Üveysü’l-Karanî hazretlerine ulaşır,” diye vârid olmuştur.

Hazret-i Uveys, Ömer bin Hattâb ve Ali bin Ebî Tâlib (Allah onlardan razı olsun) ile buluşmuş, sohbet etmiştir. Bu kesindir. Bu sohbete kimsenin itirazı yoktur. Büyük meşayihten çok kimse mücerret sohbetle iktifa edip hırkaya iltifat edici olmamışlardır. Şazelî gibi, Şeyh Ebî Ishak, İbrahim Betulî gibi.

Ama Şeyh Yusuf Acemî (Allah ona rahmet etsin) müride hem zikir telkin eder, hem ahid alır, hem de hırka giydirip üçünü cem ederdi. Bu hususta kendisinin Reyhânü'l-Kulûb adlı bir risalesi vardır. Şeyh Kutbü’d-Dîn Kastalânî’nin de îrtikaü’r'Rütbe fi’l'Libâsi ve’s-Sohbe adlı bir risalesi vardır.

Allah bizi de onların yoluna hidâyet eylesin.