Geri

   

 

 

İleri

 

1 . Fasıl

3 - 1 Peygamberimizin Şerefli Sıfatları

Bazı âlimler buyurmuşlardır ki: “Hak teâlâ hazretlerinin Resûlüllah Efendimizin şerefli cismini güzellik ve letafette beşer nev’inin ferdlerinden seçkin yarattığına itikad etmek o Hazret’e îman getirmenin tamam olmasının şartlanndandır.”

Rivâyet olunur ki, Hâlid bin Velîd (radıyallahü anh) bir zaman askeriyle Arap kabilelerinden bazı kabilelere gitti. O kabilenin seyyidi olan kişi, Hâlid’e:

— Yâ Hâlid! Muhammed’in vasfını bize anlat, dedi.

Hâlid:

— Eğer tafsil etmemi (ayrıntılı anlatmamı) dilersen ben onu tafsil edemem, dedi.

O şahıs:

— Yâ Hâlid! İcmâl ile (özetle) anlat, dedi.

Hazret-i Hâlid:

— Resul, mürsil’in (peygamber, peygamber olarak gönderenin) kadrince olur, dedi.

Yâni: “Mürsil ki, Hak teâlâ hazretleridir, O’nun tarafını düşün ve ondan resûlünün şerefinin yüceliğini anlarsın,” demek olur.

Bundan anlaşıldığına göre o Hazret’in bütün güzellik ve iyiliklerinin mufassal olarak idrâk edilmesi kabil değildir.

İmâm-ı Kurtubî (Allah ona rahmet etsin) Kitâbü’s-Salât’ında bazı büyüklerden nakledip der ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin güzelliğinin tamamı bize zâhir olmamıştır. Eğer zâhir olsaydı ona bakmağa gözlerimiz dayanamazdı.”

Velhasıl mümkün olduğu kadar bir miktar hadîs ve tefsir İmâmlarından nakledelim.

Mübarek varlığı hakkında İmâm-ı Buhârî ve Müslim (Allah onlara rahmet etsin), Berâ’ hazretlerinden rivâyet etmişlerdir ki:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri, veçhen ve hulkan insanların en güzeli idi,” diye buyurmuştur.

Hâsılı, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mübarek yüzü ve diğer azaları bütün insanların yüzlerinden ve âzalarından güzeldi, demek olur.

İmâm-ı Tirmizî, İmâm-ı Ahmed, Beyhakî ve İbn-i Hibbân’ın (Allah onlara rahmet etsin) rivâyetlerinde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh):

— Ben Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden daha güzel bir şey görmedim. Sanki mübarek yüzünden güneşin nuru akardı, diye buyurmuştur.

Yine İmâm-ı Tirmizî ve Beyhakî’nin rivâyetlerinde Ali (kerremallahü veçhe) hazretlerinden nakledilmiştir ki, Fahr-i Kâinat Efendimizin vasfından bahisle:

— Mübarek yüzü çok yuvarlak ve çok enli değildi. Biraz yuvarlaktı, diye buyurmuştur.

Bilindiği gibi güzellik ve hoşluk bu şekilde olur. Yüzün çok yuvarlak ve enli olması muteber değildir. Alimler, bu hususta seçkin sahâbelerden kiminin güneşe ve kiminin aya benzettiklerini nakil buyurmuşlardır. Maksatlarının güzellik ve hoşlukta mükemmellikle vasıflandırmak olduğu açıktır.

İmâm-ı Müslim’in (Allah ona rahmet etsin) Ebû Tufeyl’den (radıyallahü anh) naklinde bildirdiğine göre ona:

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin vasfını anlat, dediler.

O da:

— Ak benizli, melîhü’l-vech (güzel ve sevimli yüzlü) idi, diye buyurdu.

İmâm-ı Buhârî (Allah rahmet etsin) Kâ’b bin Mâlik (radıyallahü anh) Hazrenlerinden şöyle rivâyet etmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz sevindiği zaman mübarek yüzü ay parçası gibi parlardı ve sevinci mübarek alnında zâhir olurdu,” demiştir.

     Mübarek Gözlerinin ve Görüşünün Vasfı:

Mübarek gözlerinin vasfı hakkında Hak teâlâ hazretleri:

“Mâ zâğa’l-basaru ve mâ tağâ — Gözü şaşırmadı ve haddi aşmadı.” (Necm sûresi: 53/17) buyurmuştur.

Kaadî (Allah rahmet etsin) der ki: “Mânası, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mübarek gözü gördüğü nesneden ayrılmadı ve onu tecavüz etmedi. Belki sahih isbat ile isbat etti. Bâki olmayı isteyici olduğu halde, demektir.”

Hulâsası şudur ki, Hak teâlâ hazretleri nereye nazar etmesini buyurdu ise şerefli emri üzerine oradan gözünü ayırmadı, demek olur.

İmâm-ı Buhârî’nin (Allah ona rahmet etsin) naklinde İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) Hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri gündüz nasıl görürse, gece karanlığında da öyle görürdü, “diye buyurmuştur.

Aişe-i Sıddîka (radıyallahü anhâ) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz aydınlıkta nasıl görürse, karanlıkta da öyle görürdü,” diye buyurmuştur.

İmâm-ı Buhârî ve Müslim’in Ebû Hüreyre hazretlerinden rivâyet ettikleri hadis-i şerifte gelmiştir ki, Fahr-i Âlem hazretleri ashâbına:

“Vallahi sizin rükûunuz ve sücudunuz benden gizli kalmaz. Hiç şüphesiz ben sizi önümden ve arkamdan görürüm,” diye buyurmuştur.

Yine İmâm-ı Müslim (Allah ona rahmet etsin) Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) Hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, bir gün âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri:

“Ey Âdemoğulları! Elbette ben sizin İmâmınızım. O halde rükû ve sücûdu benden önce etmeyin. Hiç şüphesiz sizin öyle ettiğiniz bana malûm olur. Çünkü ben sizi önümden de, arkamdan da görürüm,” diye buyurdu.

Hamîdî Müsned’inde ve İbn-i Münzir tefsirinde buyurmuştur ki, Mücâhid (radıyallahü anh):

“Ellezî yerâke hıyne tekûmü ve tekallübeke fi’s-sâcidîne — O, kalktığın ve secde edenler arasında dolaştığın zaman seni görüyor,” (Şûrâ sûresi: 42/218) âyet-i kerîmesinin tefsirinde buyurmuştur ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri önünde olanları gördüğü gibi arkasında olan safları da görürdü.” Bu hâlet Resûlüllah Efendimiz hazretleri hakkında alışılmışın ötesine geçen bir hususiyettir. Gözde görme sıfatını yaratan Cenâb-ı Allah başka uzuvlarda da yaratmaya kadirdir, diye buyurmuşlar ve bu hususta diğer bazı görüşler de bildirerek sonunda: “Bu sıfatın Resûlüllah Efendimiz hazretlerine mahsus bir mûcize olduğunu isbat hususunda evlâ olan şudur ki, görmekten murad nazar âletine muhtaç olmadan idrâk etmektir,” demişlerdir. Allah en iyisini bilir.

Bazı âlimler, bu rü’yetin kalb-i şeriflerinin rü’yeti olduğuna zâhib olmuşlardır. Bazıları da, rü’yetten murad ameldir, demişlerdir. Sahâbe-i kirâmın işledikleri fiillerin keyfiyetini Hak teâlâ hazretleri vahiy veya ilham yoluyla bildirirdi, dediler.

Bundan Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin gaybı bilmesi lâzım gelmez. Zira Hak teâlâ hazretlerinin bildirmesi ile olunca her kişinin bilmesi mümkündür. Nihayet Hak teâlâ hazretleri ona bildirmeği ihtiyar etmiştir. Bu sebeple ona malûm olur, başkalarına malûm olmaz. Onun içindir ki, Resûlüllah Efendimizin bindiği deve bir zaman kayboldu. Bunun üzerine bazı münafıklar dil uzatıp:

— Hani Muhammed size göklerin ahvalinden haber veririm derdi. Şimdi devesi kayboldu. Ne hoş! Şimdi devesinin nerede olduğunu bilmiyor! dediler.

Münafıkların bu sözü Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin kulağına ulaşınca:

— Vallahi ben, Rabbimin bildirdiğinden başka bir şey bilmem. Benim bildiğim Rabbimin bildirmesiyledir. Şimdi o devenin nerede olduğunu Rabbim bana bildirdi. Filân yerde yularından bir ağaca ilişip tutulmuş, kalmıştır, dedi.

Ashâb-ı kiramdan bazı kimseler gittiler, varıp buyurduğu yerde gördüler. Gerçekten devenin yuları bir ağaca takılıp kalmıştı. Oradan deveyi alıp Peygamber Efendimizin şerefli huzurlarına getirdiler. Münafıkların yüzleri kara oldu.

Bundan anlaşıldı ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri duvarın arkasında olan nesneyi kendiliğinden bilmez, ancak Allah’ın bildirmesiyle bilirdi. Gayb âlemi Hak teâlâ hazretlerine mahsustur. Enbiya ve evliyasinin gayba ait bazı şeylerden haber vermeleri Hak teâlâ hazretlerinin onlara bildirmesiyledir. Yoksa O’ndan başka bir kimsenin gaybı bilmesi düşünülemez.

Kaadî Iyâd’m Şifâ’sında zikredilmiştir ki: “Fahr-i Âlem hazretlerinde görüş keskinliği o denli idi ki, Süreyya’yı on bir yıldız görürdü.” İmâm-ı Süheylî’nin rivâyetinde “On iki yıldız görürdü” demişlerdir.

İbn-i Ebî Hâle (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: “Fahr-i Âlem hazretleri iltifat ettiği (yü-zünü çevirip baktığı, birine yöneldiği) zaman bütünüyle iltifat ederdi.”

Bu sözün mânası, bazıları katında, bir nesneye nazar edecek olsa sadece mübarek başını çevirerek nazar etmezdi, demektir. Bazıları da dediler ki: Hafiflik edip başını o yana bu yana çevirmezdi. Belki bütün âzasiyle dönüp nazar ederdi.

Yine buyurmuştur ki: “Mübarek gözünü aşağı tutardı. Yeryüzüne bakışı gök yüzüne bakışından ziyade idi. En çok baktığı göz kuyruğu ile bakmaktı.” Gerçekten de edebin iktizası olan şey, gözlerini muhafaza etmektir. Oraya buraya baka baka yürümek edepsizlik nişanıdır.

Hazret-i Ali (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: “Fahr-i Âlem hazretlerinin mübarek gözleri büyüktü. Mübarek kirpikleri uzundu. Mübarek gözlerinde biraz kızıllık vardı.” Bu sıfat gözde gayet güzel olmayı gerektiricidir.

Yine Ali (kerremallahü veçhe) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, mübarek gözlerinin karası gayet siyahtı. Yine rivâyet olunmuştur ki, Hazret-i Ali (kerremallahü veçhe) şöyle dedi:

—‘Bir zaman Resûlüllah Efendimiz hazretleri beni Yemen diyarına gönderdi. Tâ ki, gidip halka hutbe okuyup vaaz ve nasihat edeyim diye. Ben de hutbeye çıktım. Orada Yahudi âlimlerinden bir kişi duruyordu. Elinde bir cüz tutup ona bakıyordu. Beni görünce:

— Eba’l-Kasım’m (Peygamber Efendimiz’in) vasfını bana söyle, dedi.

Ben de:

— Çok uzun değildir, kısa da değildir, dedim.

Ondan sonra sustum. O:

— Daha nasıldır? dedi.

Ben:

— Hatırımda olan budur, dedim.

O Yahudi âlimi başladı:

— Gözlerinde kızıllık vardır ve sakalı çok güzeldir, dedi.

Ben:

—Vallahi Resûlüllah hazretlerinin sıfatı böyledir, dedim.

O zaman Yahudi âlimi:

— Ben babalarımın ve dedelerimin kitaplarında O’nun vasfını böyle buldum. Ben şehadet ederim ki, o nebidir ve Allah’ın resûlüdür. Bütün Âdemoğullarına resûl olarak gönderilmiştir, dedi.

İşitmesi:

Mübarek işitmesinin tavsifi hakkında şu kifâyet eder ki, Ebû Zerr (radıyallahü anh) hazretlerinden İmâm-ı Tirmizî’nin rivâyeti üzere, Fahr-i Âlem hazretleri buyurmuştur:

“Hiç şüphesiz ki, ben, sizin görmediğinizi görürüm ve işitmediğinizi işitirim. Gök ses verdi. Ses vermek onun hakkıdır ki, onda, Allah’a secde edici olduğu halde yüzünü yere koymuş bir meleğin bulunınadığı dört parmaklık bir yer yoktur.”

Ebû Nuaym (Allah rahmet etsin) Hakîm bin Hizâm’dan (Allah ondan râzı olsun) rivâyet etmiştir ki: “Bir gün Resûlüllah Efendimiz hazretleri ashâb-ı kirâmı arasında oturuyordu. Onlara:

— Benim işittiğimi siz de işitiyor musunuz? diye buyurdu.

— Hiç bir şey işitmiyoruz, ya Resûlâllah! dediler.

O zaman Resûlüllah Efendimiz:

— Muhakkak ben, göğün ve yıldızların sesini işitirim. Onun ses verdiği inkâr edilemez. Çünkü onda bir karış yer yoktur ki, üzerinde secde veya kıyam edici bir melek bulunınasın, diye buyurdu.

     Mübarek Alnı:

Mübarek alninin tavsifi hakkında buyurmuşlardır ki: Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin alnı parlak ve açıktı. Mübarek kaşları çatık ve ince idi. Bazılarının rivayetinde kaşlarının arası açıktı denilmiştir. İki kaşinin arasında olan damarı gazab zamanında dolardı, dediler.

     Mübarek Burnu:

Mübarek burnu gayet güzel ve biçimli idi. Ucu incelik ve güzellik üzere idi. Orta yeri biraz yüksekti. Güzelliğin en yüksek derecesi de bu görünüş ve biçimde olur.

Mübarek başları büyüktü. Hadîs âlimlerinden çok kimse böyle olduğunu nakletmiştir. İmâm-ı Buhârî’nin (Allah ona rahmet etsin) naklinde Hazret-i Enes’den de şöyle rivâyet edilmiştir: Gayet güzel, yakışıklı ve biçimli idi.

     Mübarek Ağzı:

Mübarek ağzinin tavsifi hususunda İmâm-ı Müslim, Câbir (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet etmiştir ki, mübarek ağzı çok küçük değildi. Arap tâifesi içinde küçük ağız makbul değildir. Büyük ağız makbuldür, demişlerdir.

Mübarek dişleri beyazdı ve çok sık değildi, araları açıktı, inci gibi berrak, sağlam ve güzeldi. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, Fahr-i Âlem hazretlerinin ön dişleri seyrekti. Söz söylediği zaman sanki dişlerinin arasından nur çıkardı.

     Mübarek Dudakları:

Mübarek dudaklarının mübarek ağzını yumduğu zamanda görünen şekli Allah’ın kullarından hiç bir kimseye verilmiş değildi. Öylesine güzellik ve letafet üzere idi, demişlerdir.

Ebû Kursâfe’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, şöyle dedi: “Ben, annem ve teyzem Resûlüllah Efendimiz hazretlerine gidip bîat ettik. Dönüp eve geldiğimiz zaman bana:

— Oğlum, hiç bunun gibi yüzü güzel, elbisesi temiz, sözü yumuşak ve tatlı bir kimse biz görmedik. Ağzından nur çıktığını görüyorduk, dediler.

Mübarek ağzinin suyunun vasfı hakkında çok mûcize ve kerametler beyan olunmuştur. Bunlardan biri ittifakla nakledilen bir hadîste gelmiştir ki, Hayber gazâsmda Hazret-i Ali’nin gözleri çok ağrıyordu. O kadar ki, gözlerini açmaya muktedir olamıyordu. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri o gün eline sancağı alıp gözlerine tükürdü. Öyle sıhhat buldu ki, sanki hiç gözleri ağrımamış gibi oldu.

Bu mu’cizelerden biri de şudur ki, İmâm-ı Ahmed’in ve diğerlerinin naklinde Vâil bin Hucr’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir: “Bir kere Resûlüllah Efendimiz Hazret-lerine bir kova su getirdiler. Suyu içti, ondan sonra kalanı kuyunun içine döktü. Kuyudan misk kokusu çıkmağa başladı. Yahut kuyunun içine tükürdü de kuyudan misk kokusu çıkmağa başladı,” demiştir.

Ebû Nuaym’m naklinde geldiğine göre Enes hazretlerinin evinde bir kuyu vardı. Fahr-i Âlem hazretleri onun içine tükürmüştü. Medine şehrinde suyu ondan daha tatlı bir kuyu yoktu, demişlerdir.

Güzel âdetlerinden biri de şu idi: Aşure günü olunca kendinin ve kızı Hazret-i Fâtıma’nm süt emen çocuklarını getirir ve ağızcıklarma tükürürdü. Sonra da annelerine:

— Akşama kadar emzirmeyin, diye tenbih ederdi.

O gün çocuklara bu yeterdi, acıkmazlardı.

İmâm-ı Taberânî’nin (Allah ona rahmet etsin) naklinde geldiğine göre Utbe’ye kurdeşen dedikleri hastalık ârız olmuştu. Fahr-i Âlem hazretleri onun sırtına ve karnına bir miktar ağzinin suyundan püskürdü ve mübarek eliyle sığadı. Sıhhat bulduktan sonra bedeni öyle hoş kokulu oldu ki, ondan güzel koku olmazdı.

Bir zaman Hazret-i Hasan’a susuzluk son derece galebe etmişti. Fahr-i Âlem hazretleri mübarek dilini Hasan’ın ağzına verdi. Hasan emdi, susuzluğu zâil oldu.

     Mübarek Lisâninin Fesâhati:

Mübarek lisaninin fesâhati hakkında buyurmuşlardır ki: Hak teâlâ hazretlerinin yaratıkları arasında ondan daha fasih ve şirin konuşan, üslûbu hızlı ve akıcı bir kimse yoktu. Mübarek sözleri gönülleri alır ve ruhları cezbederdi. Lisaninin fesâhati o derecede idi ki, onun nihayetine akıl yetişmezdi. Nasıl böyle olmasın ki, şerefli lisanı Hak teâlâ’nın kılıçlarından bir kılıçtı. Allah’ın muradı onun lisanından beyan olunurdu. Allah’ın emir ve yasaklarının hepsi onun vasıtasiyle açıklanıp bildirilirdi. Farzlar ve sünnetler onunla açık seçik ortaya konulmuştur. Doğruluk ve olgunluk yolu, mebde’ ve meâd (dünyaya geliş ve Allah’a dönüş) caddesi onunla açık ve aydınlık hâle gelmiştir. O derecede konuşması akıcı ve aydınlık, sözleri açık ve berrak idi ki, söz söylediği zaman kelimeleri inci gibi dizilirdi. Bir kimse saymak istese şerefli kelimelerinin sayılması kabildi.

Âişe-i Sıddıka (radıyallahü anhâ) buyurmuştur ki:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri sözünü sizin dizdiğiniz gibi dizmezdi. O öyle söz söylerdi ki, eğer sayıcı bir kimse onları saymak istese sayılması kabil olurdu. Bazı yerde anlaşılsın diye bir kelimeyi üç kere tekrarlardı. “Ve enâ efsahu’l-arab — Ben Arab’ın en açık ve aydınlık konuşanıyım”* diye buyururdu. Cennet ehli Muhammed Aleyhisselâm’ın diliyle konuşurlar.

Ebû Nuaym’m rivâyetinde gelmiştir ki, Hazret-i Ömer bin Hattâb, bir gün:

— Ya Resûlâllah! Ne haldir ki, sen bizim aramızdan çıkıp yabancı bir diyara gitmedin. Yine de fesâhatte hepimizden üstünsün, dedi.

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri:

— İsmail’in lügati (konuştuğu dil) kaybolup gitmişti. Cebrâil aleyhisselâm onu bana getirdi, ezberletti, diye buyurdu.

Velhasıl fesâhet ve belâğatinin kemâline delâlet eden şeylerin nihayeti yoktur. Bu mânanın tasdiki, akıllı kişiler katında asla delile ve ispata muhtaç değildir. Bazı âlimler (Allah onlara rahmet etsin) Peygamber Efendimiz hazretlerinin lâfzı az ve mânası çok olup asla fasihlerin divanlarından hiç birinde geçmemiş olan şerefli sözlerinden bazısını toplamışlardır. Bunlardan Kaadî Iyâd’ın Şifâ’sında geçen bazılarını zikredeceğiz. Bunlardan biri şudur :

“Kişi sevdiği kimse iledir,” diye buyurmuştur.

Hâsılı salihlere muhabbet eden salihlerle haşrolur. Fâsık ve fâcir kimselere muhabbet eden onlarla haşrolur, demektir.

Biri de:

 “Müslüman ol ki, selâmet bulasın. Eğer müslüman olursan Allah sana iki kat ecir verir,” diye buyurmuştur.

Bu mübarek sözü Resûlüllah Efendimiz Rum Kayserine gönderdiği şerefli mektubunda yazmıştır. Mânası daha önce açıklanmıştı. (Eğer müslüman olursan hem sen selâmet bulursun, hem de başkaları senden selâmet bulur. Yahut hem dünyada selâmet bulursun, hem de âhirette kurtulursun. Bu bakımdan ecrin iki kat olur, demektir.)

Biri de:

“Saadetli o kişidir ki, başkalarının hâlinden öğüt (ibret) alır” diye buyurmuştur.

Meselâ: Kötülük edenlerin başlarına ne belâlar geldiğini görür ve kötü işlerden çekinir, iyilik edenlerin ne yüceliklere eriştiğine bakar, iyi işlere ve doğruluğa meyleder.

Biri de Buhârî ve Müslim’in sahihleri ile diğerlerinde gelmiştir ki:

 “Hiç şüphesiz ki, ameller niyet iledir,” diye buyurmuştur. Yine buyurmuştur ki :

 “Niyeti olmayanın ameli yoktur.”

Bu iki şerefli sözün altında ilimden nice hazineler vardır. Onun için İmâm-ı Şâfiî (Allah rahmet etsin):

— “El-a’mâlü bi’n-niyyât (Ameller niyet iledir),” hadîsi ilmin yarısını teşkil eder, diye buyurmuştur.

Açıklaması şudur ki: İslâm dîninin zâhiri ve bâtını vardır. Niyet bâtına ve amel zahire bağlıdır. Aynı zamanda niyet kalbin ubudiyeti (kulluk etmesi) ve amel uzuvların ubudiyetidir, demişlerdir.

Bazı hadîs İmâmlarından rivâyet edilmiştir ki: “Ameller niyet iledir, hadis-i şerifi dinin üçte biridir,” diye buyurmuşlar. Bunun açıklama şekli şudur: Din, sözden, amelden ve niyetten ibarettir. [Sözün ve amelin makbul olması, niyetin makbul olmasına bağlıdır.] O halde niyet üç bölümden biridir.

Bir hadîs-i şerifte de:

“Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır,” buyurulmuştur.

Mânası hakkında bazı âlimler buyurmuştur ki: “Niyet kalbin işidir. Amel ise uzuvların işidir. O halde kalbin işi, uzuvların işinden hayırlıdır. Çünkü uzuvlar kalbe bağlıdır. Uzuvların ameline sebep olan kalbdir. “

Yine Peygamber Efendimiz:

 “Harp hiledir,” buyurmuştur. Başka bir hadisinde Peygamber Efendimiz: “En büyük hile, hileyi terk etmektir,” buyurdular.

İmâm Nevevî buyurmuştur ki: “Muharebede kâfirlere hile etmek câizdir. Caiz olduğu hususunda bütün âlimler ittifak etmişlerdir. Mümkün olan her şekilde hile etmek gerekir. Ancak onda ahdi ve emânı bozmak bulunursa o vakit helâl olmaz. Meselâ kâfirlere ahd ve emân verilmiş olsa ve onlardan ahdi bozduklarını gösteren bir nesne sâdır olmayıp kendi hallerinde olsalar, onları gafil olarak basıp öldürmek ve mallarını yağmalamak haramdır. Zira ahdi bozmak onlardan değil, bu taraftan olmuş olur.”

Yine Peygamberimiz:

“Çöplükte biten çimenden sakinin” diye buyurmuştur.

Rivâyet olunur ki, sahâbe-i kirâm suâl edip:

— Ya Resûlâllah! Bundan şerefli muradınız nedir? dediler.

Fahr-i Kâinat Efendimiz:

— Aslı kötü kadındır, diye buyurdu.

Sözün özü, aslı kötü kadinin güzelliğine meyledip onu nikâh etmeyin demektir. Peygamber Efendimiz onu çöplük üzerinde biten yeşil çimene benzetmiştir ki, görünüşü güzel ve hoştur, fakat aslı temiz değildir. Suyu murdar nesneden içip pis ve değersiz şeylerden beslenmiştir. Hakikati bozuktur.

Yine Peygamber Efendimiz:

“Kişiye kendi elinden başkası cinayet işlemez,” buyurmuştur.

Özü: “Kişinin kendine ettiğini kimse kimseye etmez” demek olur..

Başka bir rivâyette de:

“Hiç bir cinayet işleyici kendi nefsinden başkasına cinayet işlemez,” diye gel-miştir.

Bunun da özü: “Kişinin kendi nefsine karşı işlediği cinayeti (ağır suç ve günahı) hiç kimse bir başkasına karşı işleyemez. Bütün kötülükler insana yine kendi nefsinden gelir,” demektir.

Yine Peygamber Efendimiz hazretleri:

“Şiddetli ve kuvvetli olan, insanlara galip gelen kimse değildir. Ancak şiddetli ve kuvvetli olan, öfke zamanında nefsine sahip olandır,” diye buyurmuştur.

Bu hadîs-i şerif Şeyhayn’ın (Hazret-i Ebû Bekir ile Ömer’in) rivâyetlerinde “Men galebe’n-nâse — insanlara galip gelen kimse” yerine “Bi’s-suraa — Başka-larını yere çalan kimse” diye gelmiştir ki, ikisinin mânası birdir.

Yine Peygamber Efendimiz hazretleri buyurmuştur ki:

“Haber almak gözle görmek gibi değildir.”

Özü: İşitmekle hâsıl olan bilgi, müşahede ile elde edilen bilgi gibi değildir,” demek olur.

Yine Peygamber Efendimiz, bir rivâyette: “El-Mecâlisü bi’l-emânât — Meclisler emanetlerle kaimdir,” buyurmuş ve başka bir rivâyette de şöyle gelmiştir ki:

“Bir kimse bir mecliste bir söz söyleyip gitse onu bir emanet olarak korumak gerekir.”

İkisinin de mânası, güzel geçimi ve sohbet âdâbını öğretmektir. Mü’mine lâzım

olan, vâkıf olduğu sırrın emini olmak, emanete hiyanet etmemek, bir mecliste görüp işittiğini başka bir mecliste söylememek, mü’min kardeşlerine iyi davranınak, onlarla güzel geçininek, kişilerin arasını bulucu olmak, ıslah etmeye çalışmak, halk arasına kin ve düşmanlık sokmaktan sakinınaktır.

Yine Peygamber Efendimiz:

“Şer işi terk etmek sadakadır,” buyurmuştur. Yine Peygamberimiz:

“Hangi hastalık cimrilikten daha şiddetlidir?” diye buyurmuştur. Yine Peygamber Efendimiz hazretleri buyurmuştur ki:

“Yalan yere olan yemin, evleri harap eyler, yerleri ıssız bırakır.”

Yine Peygamber Efendimiz:

“Hayâ her şeyden hayırlıdır,” buyurmuştur ki, bunun mânası açıktır. Yine Peygamberimiz buyurmuştur ki:

 “İlmin fazileti ibâdetin faziletinden üstündür.”

Yine buyurdu:

“Atların yüzünde hayır vardır.”

Aynı hadîsin iki rivâyeti daha vardır ki, hepsinin mânası: “At yüzü uğurludur. At beslemek mübarektir, ziyade hayır ve mübarektir,” demektir. Ziyade hayır ve bereket o attadır ki, Allah yolunda gazâ için beslenir.

Diğer hadîs-i şerifler de şunlardır:

“Cezası tez yetişen şeylerin en sür’atlisi zulmün cezasıdır.”

“Hiç şüphesiz şiirin hikmet olanı vardır.”

Burada hikmetten murad, doğru ve hakka uygun olan sözdür, diye buyurmuşlardır. İmâm-ı Taberanî (Allah ona rahmet etsin): “Bu hadîs-i şerifte mutlak olarak şiiri çirkin görenlerin sözlerini red vardır,” diye buyurmuştur. Gerçekten de bazı şiirin doğru ve hakka uygun olduğunda şüphe yoktur. Bu hususta dayanılan: “Sözün güzeli güzeldir, kötüsü kötüdür” kavl-i şerifidir. Elbette şiir bir sözdür; iyisi iyi, kötüsü kötüdür. Eğer mutlak olarak (ayırım yapmaksızın) kötü olsaydı sahâbe-i güzîn ve hulefâ-i râşidîn (Allah onların hepsinden razı olsun) şiir söylemezlerdi. Bilindiği gibi sahâbe-i kirâmlerin çoğundan güzel şiirler sâdır olmuştur. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri nice nice şiirler okutup dinlemişlerdir. Hadîs kitaplarından haberdar olmayan cahiller hasetlerinden buldukları mâlâyâniyi söylerler. Bu hususta bir miktar tafsilât daha önce geçmiştir. Gerçekten şiir, söylemeye ağzı yakışmayanlara ve anlamağa idrâki yetişmeyenlere çok çirkin bir şeydir.

“Beden sıhhati ve tasadan uzak olmak, iki büyük nimettir.”

“İşinizi ve ihtiyaçlarınızı gizli tutarak yardım isteyin. Çünkü her nimet sahibi hasede uğrayıcıdır.”

Sözün kısası şudur ki, bir kişinin bir muradı olsa husule gelmeden önce herhangi bir kimseye söylemekten sakinınalıdır. Sırrını saklaması gerekir. Çünkü sırrını örtaya dökünce hasûd kişi bundan haberdar olur, ona göre hazırlanıp o muradın meydana gelmemesine çalışır. Böylece bir fitne ortaya çıkar ve o kişinin muradına erişememesine sebep olur.

(El-mekrü ve’l-hadiy’atü fi’n-nâr)

“Hîle edenler ve aldatanlar cehennemdedir.”

Zira bu sıfatlar diyanet ve takvâ ehlinde olmaz, şer ve fesat ehlinde olur. Bunları eden Allah’ın kullarına zarar verici olur, şüphesiz onun yeri de cehennem olur.

(El-müsteşârü mü’temenün)

“İstişâre edilen kimse emin kabûl edilmiştir.”

Yâni: “Bir kimse kendine ait bir hususu istişare etmek için senin yanına gelse o kimse seni kendi sırrına mahrem ve emin etmiş olur. Doğru yolu sana danışarak bulmak istiyor demektir. O halde emanetin gereği olan, doğru yol ne ise ona göstermendir. Doğru olmayan yola onu sevk edip aldatmamalısm. Aksi halde emanete hıyanet etmiş olursun. Kendisiyle istişare olunan kişiye gereken, hayırlı ve doğru olana delâlet etmektir. İstişare eden kimseye de gereken, herhangi bir kimseye itimat edip o re’yi ve sırrını vermemek, emanet ve diyanet ehli kişilerle istişare etmektir.

“Pişmanlık tevbedir.”

Yâni: Bir kimse günâh işlese ve işlediği günaha pişman olsa bununla mağfirete müstehak olur.

“Hayır işe delâlet eyleyen kimse, o hayrı işleyen gibidir.”

Bir rivâyette de şöyle gelmiştir:

“Her ihsan sadakadır. Hayır işe delâlet eden o hayrı işleyen gibidir. Allah mazlumun feryadına yetişmeği sever.”

“Bir nesneye muhabbetin seni kör ve sağır eyler.”

Hâsılı, kişi sevdiği nesnenin ayıbım görmez ve işitmez olur. O muhabbet buna mâni olur. Kötülükleri iyilikler şeklinde görünmeğe başlar. O halde lâyık olan, böyle bir şeye müptelâ olunca nefsine tâbi olmayıp aklın iktizası üzere hareket etmek, akıllı kimselerin öğütlerini kabûl etmek ve hakka razı olmaktır.

Rivâyet olunur ki, Resûlüllah Efendimiz Ebû Hüreyre’ye:

— Dün neredeydin? dediler.

— Ehlimden bazı kimseleri ziyarete gittim, dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Hasan’dan rivâyet olunduğu üzre: “Yâ Eba Hüreyre! Zür ğıbben tezded hubben. — Haftada bir kere ziyaret et; muhabbetin ziya-de olsun,” diye buyurdu.

Kişi dostlarını çok tez (sık) ziyaret edince rağbetsiz olur. Biraz geç ziyaret edince muhabbetlice olur.

Resûlüllah Efendimizin lisaninin fesâhatini gösteren pek çok hadîs-i şeriflerden bir kısmı da şunlardır:

“Siz insanlara mallarınızla ikrama kadir olamazsanız güzel ahlâkınızla (tatlı sözlerinizle) ikram edin.”

 “Kötü huy ve tabiat, sirkenin balı bozduğu gibi ameli bozar.”

“Akıllı ve zekî olan o kimsedir ki, nefsini zelil ve zebûn edip kendine muti eyler, ölümden sonrası için amel işler. Aciz ve zavallı olan da o kimsedir ki, nefsinin hevasına tâbi olur.”

“Kadın üç şeyden birine rağbet edilerek nikâh olunur: Ya malı, ya güzelliği, ya da dini (ahlâk güzelliği) için. Sen dinden ayrılma. Gerekli olan dindir.”

Hâsılı evlenecek kimse mala ve güzelliğe rağbet etmemeli. İyi huylu, teiniz tabiatlı ve dindar olanı tercih etmeli, demektir.

 “Kış mevsimi mü’minin baharıdır. Gündüzü kısa olur, oruç tutar. Gecesi uzun olur, namaz kılar.”

Evet, bahar mevsimi yemek ve içmek için yaşayan kimselere nasıl uygunsa iyi işlerle meşgul olmak isteyen mü’minlere de kış mevsimi öyle uygundur. Gündüz oruç tutınakta zorluk çekmez. Geceleri de rahatça tâat ve ibadette bulunur. Gönlünün muradmca hareket eder.

“Kanâat tükeninez maldır ve fenâ bulmaz hazinedir.”

Kanaat hakkında çok hadîs-i şerif gelmiştir. Bazı âlimler: “İzzetle kazanıp geçimini sağlamaktan başka kanaatta hiç bir fayda dahi olmasa yine sahibine bu yeter,” diye buyurmuşlardır. Yâni: Bu fayda yetmez mi ki, kanaat eden zillet görmez, demektir. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin duâlarmdandır ki:

— “Allahümme, kanaanî bimâ rezaktenî — Ya Rab, bana nasîb ettiğin rızka kanaat da nasîb eyle,” diye buyururdu.

 “Geçimde iktisat etmek yaşamanın yarısıdır, güzel ahlâkla halkın sevgisini kendine çekmek aklın yarısıdır ve güzel sual sormak ilmin yarısıdır.”

İktisattan murad, harcamalarda ne cimrilik ne de israf edip orta yolda direninektir. Bir rivâyette de:

“El-iktisâdu msfü’l-îşu ve hüsnü’l-hulku nısfü’d-dînü — iktisat hayatın yarısı ve güzel ahlâk dinin yarısıdır,” buyurulmuştur.

Bir rivâyette de şöyle gelmiştir:

“Sual sormak ilmin yarısıdır, yumuşak ve tatlı davranınak geçininenin yarısıdır, iktisat etmekle hiç kimse fakir olmamıştır.”

Yine buyurmuşlardır:

“Mü’min, insanların kendisinden emîn olduğu kimsedir.”

“Müslüman o kimsedir ki, müslümanlar onun dilinden ve elinden sâlim olurlar (diliyle ve eliyle kimseyi incitmez). Muhacir de o kimsedir ki, Allah’ın haram kıldıklarını terk eder.”

“Iyâlin (ailenin, çoluk çocuğun) azlığı, iki zenginlikten biridir.”

Iyâl diye geçim ve yaşama masrafları senin üzerine olan kimselere denir. Hulâsa olarak, masrafı gerekli olan kimselerin sayısını arttırmak geçime darlık vermektir. İki zenginlikten biridir demenin sebebi, Allah bilir ki, şudur: Kişinin geçim masrafı kendi haline göre olunca kimseye muhtaç olmayarak yaşar. Nasıl malı çok olanlar geçimde ihtiyaç ve zorluk çekmezlerse bu da çekmez. Ama masrafı haddinden fazla olunca darlık ve sıkıntıdan kurtulamaz.

“Emaneti seni emin bilen kimseye emanet eyle. Ancak sana hiyanet edene sen hiyanet eyleme.”

Demek ki, hiyanet edene hiyanet etmek caiz olmayınca başkalarına hiyanet etmek asla caiz olmaz.

“Emaneti olmayanın (kendisine güvenilmeyen kimsenin) îmanı yoktur. Ahdi olmayanın (sözünü tutınayanın, vaadini yerine getirmeyenin) dîni yoktur.”

“Kadın taifesi şeytanın tuzaklarıdır.”

Hâsılı, nâmahrem kadına bakan kimse şeytanın hile kemendine yakalanır, demektir.

“Hüsn-i ahd (sözünü güzellikle tutına) îmandandır.”

Hâkim (Allah ona rahmet etsin) Âişe-i Sıddıka (radıyallahü anhâ) hazretlerinden rivayet etmiştir ki, şöyle anlattı: “Bir gün Resûlüllah Efendimiz hazretleri benim yanım-da idi. Yaşlı bir kadın Resûlüllah Efendimize geldi. Fahr-i Âlem hazretleri:

— Sen kimsin? dedi.

Kadın:

— Ya Resûlâllah! Ben Müzeyne kabilesinden Hasâne hâtunum, dedi.

Resûlüllah Efendimiz:

— Sen Hasâne hatun musun? Ne haldesiniz? Biz o diyardan gittikten sonra hâliniz nice oldu? diye hal ve hâtırını sorarak iltifat edip lûtuflar gösterdi.

O da:

— Hayır oldu, ya Resûlâllah! Anam babam sana fedâ olsun, dedi.

Kadın çıkıp gittikten sonra ben:

— Ya Resûlâllah! Böyle bir karıya bu kadar iltifat etmenin sebebi nedir? dedim.

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri:

— Bu bize Hadîce (radıyallahü anhâ) zamanında gelirdi. Hüsn-i ahd îmandandır, diye buyurdu.”

Hâsılı, ahd-i kadîmi (eski günleri, geçmiş zamanı) unutınayıp kişinin eski dostlarını anınası, araması, onlara yakınlık göstermesi îman alâmetidir, demektir.

“Erkeğin güzelliği, konuşmasının düzgünlüğüdür.”

Bundan murad, sözü doğru olmaktır, yoksa mücerred konuşmaya kadir olup hile ve hud’a etmek değildir. Zira bir hadîs-i şerifte de: “El-cemâlü sevâbü’l-makalü — Güzellik doğru konuşmaktır,” diye buyrulmuştur.

“İki hâris doymazlar: Biri ilim isteyen, biri de dünya isteyen.”

“Cehaletten daha şiddetli fakirlik yoktur, cehalet ziyade yoksulluktur. Akıldan daha aziz mal yoktur; akıllı olan kişi ziyade aziz mala mâliktir. Ucub (kendini beğenine) ve kibirden daha şiddetli vahşet yoktur.”

Bu cehalet, akılsızlık, ucub ve kibir gibi sıfatlarla muttasıf olanlar hiç kimse ile dostluk kuramazlar. İnsanlar bu gibi kimselerden uzak durup onları yalnız bırakırlar.

“Günah unutulmaz. Hayır ve iyilik eskimez (zâyi olmaz). Dindar kimse ölmez.

O halde sen dilediğin gibi ol!”

Netice olarak şu demektir ki: Günah her ne kadar mağfiret olunursa da günah işleyenle işlemeyen bir değildir. İyilik de öyle bir şeydir ki, asla yok olup gitmez. Her halde faydası bakidir. Dindar olan kimse ise “El-mü’minûn lâ yemûtûn — Mü’minler ölmez” hadîs-i şerifi uyarınca ölmez. Mü’minin ölümü sadece dünyasını değiştirmektir. Böylece bunlar bilindikten sonra her kişi hangisini seçerse öyle olsun!..

“Mâ alâ’r-resûlü illâ’l-belâğu” hükmünce “Risalet vazifesi ancak gerçeği beyan etmekten ibarettir”. Ondan sonra her kişinin iradesi kendi elindedir. İsterse doğru yola gidip iki cihanda yüz aklığı kazansın, dilerse eğri yola gidip ukubet bulsun. Cürüm ve isyan eden kimse, mağfiret olunup azâb ve ikab olunınadığı takdirde bile işlediği kabahatin utancı kendine yeter.

“Hiç bir şeyin cem olması hilimle ilmin cem olması kadar güzel değildir.”

 “Rızkı toprakta gizlenen şeylerde arayın.”

İbn-i Ebî Şureyh (Allah rahmet etsin): “Burada habâyâ’dan murad ekindir,” demiş. Bu takdirde mânası: “Rızkı ekinlerden taleb edin” demek olur. İnsanları ziraata teşvik etmektir .

“Dünyada garip yahut yolcu gibi ol ve kendim kabir ehlinden bil.”

Bundan çıkan mâna kısaca şudur: Dünyanın fena bulacağı muhakkak olduğundan akıllı olan kimseye yaraşan, böyle bir harabe menzili vatan bilip orada yer-leşmeye çalışmamak, ilerde gelecek nesneyi hemen gelmiş bilip ona göre amel et-mektir.

“Gizli sadaka vermek Allah’ın gazab ateşini söndürür ve akrabayı ziyarete gitmek ömrü uzatır.”

“Günahkârın suçunu bağışlamak elbette kişinin izzetini arttırır. Alçak gönüllü olmak muhakkak kişinin mertebesini yüceltir. Sadaka vermekten asla mal eksilmez.”

Bu mânada değişik ibarelerle daha birçok hadîs-i şerifler gelmiştir. Hepsinin meali birdir.

“Ya Rab! Zenginlik fitnesinin şerrinden sana sığınırım.”

“Alışverişinde en ziyan etmiş kimse odur ki, başkasinin dünyası için kendi âhiretini harâb eder.”

“Elbette kişinin musibetlerini halka açıklamaması hayır ve hasenat hâzinelerinden biridir.”

Yâni böyle eden kimse,hayır hazinesie malik olur,demektir.

“Mü’min kardeşinin belâya uğramasına sevinç izhar etme ki, Allah o belâdan ona âfiyet ihsân edip seni o belâya müptelâ kılar.”

Hiç kimsenin felâketine sevininek, Hak teâlâ hazretlerine hoş gelmez; kişiye belânın yetişmesine sebep olur.

Bir hadîs-i şerifte de buyurulmuştur ki:

 “Bir kimse mü’min kardeşini bir günahından dolayı ayıplasa, o günahı kendi işlemedikçe ölmez.”

Hiç kimseyi ayıplamak caiz değildir. Allah, o kınadığı şeyi kişinin kendi başına getirir. Elleri kınarken kendisi de o kötülüğe müptelâ olur.

 “Dudaklarının arası ile bacaklarının arasını haramdan saklayanı Hak teâlâ hazretlerinin cennete koyacağına ben kefil olurum.”

Bazıları: Hadîsin metninde geçen “mâbeyne lihyeyn” den (iki sakalın arasından) murad ağızdır, dediler. Bu takdirde mânası daha umumî olur. “Haram yemekten

ve içmekten, meşru olmayan söz söylemekten sakınan kimse” demek olur. “Mâbeyne ricleyn”den (iki bacağın arasından) murad açıktır. Netice olarak: “Bir kimse, ister erkek olsun, ister kadın olsun, zina fiilinden sakınsın” demek olur.

Bütün bu rivâyet olunan hadîs-i şeriflerin her biri Peygamber Efendimiz hazretlerinin fesâhat ve belagatlarına delâlet eder. Bu kadar yüce ve büyük mânaları, bu denli kısa söz, bu derece güzel tâbirle ifade etmek fasihlerden kimseye müyesser olmamıştır. Bir kimse bunlardan herhangi birini iş ve hareket düsturu etse en büyük saadete yetişeceği kesindir. Belâğatlarının örneği sayılanlardan biri de şudur ki, İslâm’ın bütün kaidelerini dört hadîs-i şerifte toplamıştır. Bu hadîsler şunlardır:

 “Elbette işler ancak niyetle olur.”

Her amelde (işde) Hak teâlâ hazretlerinin nazarı kişinin niyetinedir. Eğer kalbinde safâ ve niyetinde hulûs varsa o iş Hazret-i Allah’ın makbulü olur; türlü türlü menfaatler ve sevablar o kişinin eline geçer. Eğer işlediği sırf riyâ ise ameli bâtıl olur.

 “Helâl bellidir, haram da bellidir.”

Beyan olunınadık hiç bir şey kalmamıştır. Helâli terk edip harama meyleden sırf kötü niyetinden dolayı bunu eder; bilmediğinden değil.

 “İspat etmek dâvacıya ve yemin etmek inkârcıya düşer.”

Bütün dâvaların dayandığı şey şahitle yemindir. Bu hadîs-i şerifte Resûlüllah Efendimiz bunların her birinin yerini bildirip her türlü delil ve şahitle dâvasını ispat külfeti dâvacıya, yemin ise inkâr eden kişiye lâzımdır, demişlerdir.

 “Kendine lâyık gördüğünü mü’min kardeşine de lâyık görmedikçe kişinin imanı kâmil (tam) olmaz.”

Kâmil mü’min o kimsedir ki, kendisi için neyi severse bir mü’mine de onu sever. Kendisinin nasıl olmasını isterse mü’min kardeşinin de öyle olmasını ister. Yoksa kendisine menfaat hâsıl olup başkalarına mazarrat yetişmesini istemek kâmil iman işareti değildir.

Belâğatları cümlesinden biri de şu idi: Her tâifenin üslûbuna göre onlarla sohbet edip beliğ konuşan her kişiye kendi lûgatince hitap ve cevap buyururlardı. Şehir halkına hitabı tam yumuşaklık üzere edip çöl halkına (bedevilere) çok berk ve keskin söz söylerdi. Sözü kendilerine ne üslûp üzere sevk etseler o üslûb üzere cevap verirlerdi.

Bir zamanlar Beni Nehd tâifesi şerefli huzurlarına gelip kıtlıktan şikâyet ettiler. Sözlerini hayli belâğatli bir tarzda söylemişlerdi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri de onlara dua ettiğinde bunların lügatleri ve üslûpları üzre öyle belâğat gösterdi ki, hayran kaldılar. Onların sözcüsü Tuhfe bin Rühm ve sözleri de şu idi:

“Yâ Resûlüllah! Biz sana Tihâme diyarının nihayetinden, ceviz ağacından yapılmış deve semerleri üzerinde geldik. Öyle bir halde ki, develerimiz bizi düşürürdü. Yâni çok uzak bir yerden türlü mihnet ve meşakkatle geldik. Kıtlık ve kuraklık belâsından öyle olduk ki, her gördüğümüz buluttan yağmur umarız. Ekinlerimiz meydana gelmez, yaban otlarını biçeriz. Yeninesi kabil olmayan yabani ağaçların meyvesini toplarız. İhtiyacımızın şiddetinden suyu olmayan buluttan yağmur umarız. Sularımız kurudu, otlarımızın kökü kurudu ve ağaçlarımızın yaprağı dö-küldü, dalları kurudu. Davarlarımız asla süt vermez oldu. Biz kesinlikle İslâm şeriatı üzereyiz. Putları ve aramızda çekişmeleri terk ettik, çirkin işlerden vazgeçtik,” dediler ve Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden dua istediler.

Resûlüllah Efendimiz de dua edip öğüt vererek buyurdular ki:

“Ya Rab! Sen bu tâifenin davarlarının sütlerini ziyade eyle. Çobanlarını otlu ve sulu yerlere gönder. Az sularını çok eyle. Mallarını ve çocuklarını ziyade kıl. Namaz kılan bir kimse müslim (selâmet bulucu) olur. Zekât veren bir kimse muhsin (ihsân edici) olur. Şehâdet kelimesi getiren bir kimse muhlis (temiz kalbli) olur. Ey Benî Nehd! Size ahd ve mîsaklar olsun. Müslümanlara lâzım olan zekât ve sadaka neyse size de o lâzım olsun. O derece sizden ne afvolunsun, ne de size ziyade kılınsın. Zekât men olunınasın. Hayatta olundukça doğru yoldan ve doğru-luktan sapılmasın. Namazdan geri kalınınasın.”

Onların belâğatine üstün gelen bu beliğ duadan sonra Resûlüllah Efendimiz kendilerine bir mektup verdi. Mektubun ifadesi de son derece veciz ve beliğdi. Mektubun meâli şudur:

“Rahman ve Rahim olan Allah’ın ismiyle...

Allah’ın resûlü Muhammed’den Zeyd oğlu Benî Nehd’e:

Selâm, Allah’a ve onun size gönderdiği resûlüne îman edenlerin üzerine olsun.

Ey Benî Nehd! Zekât hususunda davarlarınızın ne çok yaşlısı, ne zayıfı ve hastası, ne de kuvvetli ve seçkin olanı, ancak orta hallisi alınsın. Davarlarınıza mer’alarda kimse dokunınasın; davarlarınızı mer’aya gitmekten kimse men etmesin. Ağaçlarınızı kimse kesmesin. Siz ahdinizi bozmadıkça hâl bunun üzerine kalsın. Bu mektubun içindekileri ikrar ve tasdik eden kimseye Hak teâlâ hazretlerinden ahd ve zimmet olsun. Zekâttan kısan ve kaçınan kimseye cezası ziyade takdir olunsun.”

Dikkat edilsin ki, Peygamber Efendimiz hazretleri, gerek dualarında ve gerekse şerefli mektuplarında, onların üslûplarına nasıl uygun cevap verip galebe etmiştir.

Arap fasihlerinden her fasih, ne kadar üstün olsa, kendi kabilesinin kelime ve tabirlerini zaptedip kendi üslûbu üzere sözünü icra ederdi. Ama Resûlüllah Efendimize her ne türlü söz arz olunsa onun lügati ve üslûbu üzere sözünü sevk ederdi. Bu haslet Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin niteliklerindendir. Bu, başkalarına müyesser olmamıştır. Daha bunun gibi nice mektupları vardır. Diğerleri buna kıyas olunsun. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli lisanındaki fesahat ve belagat üzerinde bütün düşmanlan ve dostları ittifak edip kimsenin “neden ve nasıl’a mecali yoktur. Şerefli lisanına ilişkin olan faziletlerden böylece bir miktarı zikredilmiş oldu.

     Resûlüllah Efendimizin Mübarek Sesi:

Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur:

Hak teâlâ hazretleri hiç bir peygamber göndermemiştir ki, onun yüzü ve sesi güzel olmasın. Tâ sizin peygamberiniz Fahr-i Âlem hazretlerini gönderinceye kadar böyle olmuştur. Onu da gönderdiğinde güzel yüzlü ve güzel sesli olarak gönderdi.”

İbn-i Asâkir (Allah ona rahmet etsin) Enes hazretlerinden böyle rivâyet etmiştir. Bunun benzeri bir söz de Hazret-i Ali’den şöyle rivâyet edilmiştir ki:

“Başka kimselerin sesinin yetişmediği yere Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin sesi yetişirdi.”

Berâ’ (radıyallahü anh) hazretlerinden şöyle rivâyet edilmiştir ki:

“Bir gün Peygamber Efendimiz hazretleri bize hutbe buyurdu. Hattâ sözlerini perde ehli kızlara oturdukları yerlerde işittirdi,” diye buyurdu.

Ebû Nuaym’m (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) buyurmuştur ki: “Resûlüllah Efendi-miz hazretleri bir cuma günü minber üzerine çıkıp oturdu ve halka ‘Oturun’ diye hitap etti. Abdullah bin Revâha, o sırada Benî Temim kabilesi arasında bulunuyordu. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin sesini ta oradan işitti, o da oturdu.”

İbn-i Sa’d’m (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde Abdurrahman bin Muâz (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri Minâ’da bize hutbe buyur-du. Hak teâlâ hazretleri kulaklarımızı açtı. O kadar ki, biz, kendi menzillerimizde iken ne buyurduğunu işitir olduk.”

Ümmü Hâni (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin gece içinde Kâbe’nin yanında Kur’an okuduğunu işitirdik. Şu halde ki, ben kendi arişimin üzerinde idim.”

Ariş diye gölgesinde oturulmak için yapılan eve denir. Hayme benzeri ağaçtan çatma eve de ariş denir. Kadınların bindiği kubbeli mahfeye de böyle derler. Murad hangisi olursa olsun neticesi şudur ki: “Resûlüllah Efendimiz Kâbe’nin yakininda Kur’an okuduğu zaman onun sesini kendi menzilimden işitirdim,” demektir.

     Gülmeleri:

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin gülmeleri hususunda Sahîh-i Buhârî’de Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) ‘dan şöyle rivâyet edilmiştir:

“Ben Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin gülmeğe itibar edip tam olarak güldüğünü görmedim. Sadece tebessüm ederlerdi.”

Bazı hadîs-i şeriflerde:

Resûlüllah Efendimiz o kadar güldü ki, yan dişleri göründü,” diye buyurulması buna aykırı değildir.

Zira Âişe (radıyallahü anhâ) kendi rü’yetini nefy etmiştir, yâni “görmedim” demiştir. Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) ise zikri geçen hadis-i şerifte “gördüğünü” rivâyet etmiştir. İspat edilmiş olan ise, nefiy edilmiş olan üzerine takdim edilir, dediler.

İbn-i Ebi Hâle (radıyallahü anh) buyurmuştur ki:

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin en fazla gülmesi tebessüm şeklinde idi. Gülerken mübarek dişleri habbü’l-ğamâm gibi görünürdü.”

Habbü’l-ğamâm, buluttan tane tane düşen çiğ damlası veya dolu tanesidir, mübarek dişlerini ona benzetmiştir.

İbn-i Hacer (Allah ona rahmet etsin) der ki: “Bütün hadîs-i şeriflerden açıkça anlaşılan şudur ki: Peygamber Efendimiz hazretlerinin çok görülen hâli tebessüm idi. Az olarak güldüğü de görülmüştür. Gülmenin mekruh olması, en çok görülen hal olmasında veya çok kuvvetli görülmesindedir. Zira böyle gülmek vakarı giderir.”

İbn-i Battal (Allah ona rahmet etsin): “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden uyulmaya lâyık olan nesne o fiilidir ki, ona müdavemet eylemiştir,” diye buyurdu.

Yâni gülme hususunda Resûlüllah Efendimizden en çok görülen tebessüm olunca mü’min olana da yaraşan, gülecek olduğu zaman tebessüm etmek ve aşırı derecede gülmemektir. Arada sırada beşeriyet icabı acayip bir şeyin idrâkinden zarurî olarak çok veya kuvvetli gülmek vâki olursa bir şey lâzım gelmez. Kerâhet bunun çok vâki olmasındadır.

Buharî EdebA Makrûn’da ve İbn-i Mâce Ebû Hüreyre’den merfu’ olarak rivâyet etmişlerdir ki, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri:

“Çok gülme! Zira şüphesiz çok gülmek kalbi öldürür,” diye buyurmuşlar. Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) buyurmuştur ki:

Resûlüllah Efendimiz güldükleri zaman nuru duvarların üzerine ışık saçardı.”

Peygamber Efendimizin güzel âdetleri şöyle idi ki, Cebrâil aleyhisselâm ile yakın zamanda buluşmuş olsa tâ o hâlet kendilerinden gidinceye kadar tebessüm ettikleri görülmezdi. Belki hutbe buyurduğu zaman yahut kıyâmeti andığı zaman gazabı şiddetlenip sesi sert ve yüksek çıkardı, demişlerdir.

     Ağlamaları:

Resûlüllah Efendimizin ağlamaları da gülmeleri gibi itidal üzere idi. Kendilerin-den kahkaha ile gülmek vâki olmadığı gibi yüksek sesle ağlamak da olmazdı. Ama mübarek gözlerinden yaş akardı, mübarek sinesinin coşkunluğu işitilirdi. Ağlamaları bazı ölülere merhametinden vâki olduğu gibi ümmeti hakkında korkusundan dolayı da vâki olurdu. Ayrıca Hak teâlâ hazretlerinin korkusundan, Kur’ân-ı azîm’i işittiği zaman ve bâzen de gece namazı kılarken ağlardı. Fahr-i Âlem hazretlerinin ağlamasına bunlar sebep olurdu. Hedy-i Nebevi adlı kitapta böyle buyurulmuştur.

     Mübarek Elleri:

Peygamber Efendimizin mübarek elinin vasfı hakkında çok kimseler rivâyet etmiştir ki, parmakları iri idi. Mübarek zirâ’ları, yâni bilekten dirseğe varıncaya kadar kolları, etlice idi. Avuçlarının içi genişti, demişlerdir.

İmâm-ı Müslim’in (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde gelmiştir ki, Câbir bin Semüre’nin yanağını Resûl-i Ekrem Efendimiz hazretleri mübarek eliyle mesh etmişti. Câbir dedi ki:

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin mübarek elinin hoşluğunu ve güzel kokusunu şöyle buldum ki, sanki cüvene-i attar’dan çıkmıştı.

Cüvene-i attar diye attarların içine hoş kokulu nesneler koydukları kutuya derler.

İmâm-ı Taberanî ve Beyhakî’nin (Allah onlara rahmet etsin) rivâyetlerinde Vâil bin Hucr (radıyallahü anh) buyurmuştur ki:

— Vallahi ben Resûlüllah Efendimizle musafaha ederdim yahut, mübarek bedeninin cildi benim cildime değerdi. Hâlâ ben onun nasıl olduğunu bilirim. Öyle ki, mübarek cildi güzel kokusu cihetinden miskten daha güzel ve hoş kokulu idi.

Yine İmâm-ı Beyhakî’nin rivâyetinde Yezid bin Esved (radıyallahü anh) buyurmuştur ki:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri bana mübarek elini sundu. Gördüm ki, kardan soğuk ve miskten hoş kokulu idi.

Yine İmâm-ı Taberânî’nin (Allah ona rahmet etsin) naklinde yazılıdır ki, İbn-i Şeddâd (radıyallahü anh) babasından şöyle rivâyet etmiştir:

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mübarek elini elime aldım. İpekten yumuşak ve kardan soğuktu.

Rivâyet olunur ki, bir gün Mekke’de iken Sa’d bin Ebî Vakkas (radıyallahü anh) hasta ol-du. Resûlüllah Efendimiz hazretleri onu görmeye gitti. Sa’d der ki:

— Mübarek elini alnımm üstüne koydu ve yüzümü, göğsümü karnımı mesh eyledi. Tâ bu saate gelinceye kadar mübarek elinin soğuğunu ciğerimin üzerinde bulur gibi hayâl ederim. Bu hâlet benden hiç zâil olmadı.

Sahîh-i Buhârî’de Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, şöyle dedi:

— Ben ipekten ve atlastan bir nesneye asla dokunınadım ki, Resûlüllah Efendimizin avcunun içinden daha yumuşak olsun.

Bazı âlimler dediler ki:

— Bu zikrolunan hadîs, İmâm-ı Tirmizî, Hâkim ve diğerlerinin naklettikleri hadîse aykırıdır. Nice yollarla Hazret-i Ali’den rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri: “Şesenü’l-keffeyn ve’l-kademeyn” idi. Yâni mübarek avuçları ve mübarek ayaklan sertlik üzere idi. Hazret-i Âişe’den ve İbn-i Ebî Hâle’den de böyle rivâyet olunmuştur. Allah onlardan razı olsun.

Müellif (Allah ona rahmet etsin) her iki rivâyetin arasını bulup:

— Enes’in rivâyetinde murad, “Avcunun derisi yumuşaktı” demektir. Sertlik ise kemiklerinde idi. Bu takdirde mübarek bedeni, yumuşaklığı ve kuvveti kendinde toplayıp birleştirmiş olur, diye buyurdu.

İbn-i Battâl (Allah ona rahmet etsin) der ki:

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mübarek elinin içi etli, bununla beraber yine yumuşaktı.. Nitekim Hazret-i Enes’in hadîsinde de böyle gelmiştir. Bu, Ismaî’nin “Şesen lügat bakımından avucun sertliği ile yoğunluğudur” diye naklettiğine uygun olmamıştır. İki tefsirin bağdaştınlması daha uygundur. Teslim edelim ki, Ismaî’nin lügatinde dediği gibi olması da mümkündür. Enes (radıyallahü anh), Fahr-i Âlem hazretlerinin mübarek avcunun iki halinden birini vasfetmiş olabilir. Murad, mübarek eliyle cihad ve diğer hususlarda amel ettiği zaman sertlik kazanır, ameli terk ettiğinde yine aslına dönüp yumuşak olur, demektir.

Kâdî Iyâd (Allah ona rahmet etsin): “Ebû Ubeyde şesen kelimesini ‘gılz maa’lkasr’ ile tefsir etti,” diye nakletmiştir. Yâni kalınca ve kısa idi demiştir.

Bazı âlimler bu sözü reddedip: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin ‘sâilü’l-etrâf’ olduğu sâbit olmuştur,” dediler. Yâni: “Mübarek elleri, ayakları ve parmakları uzundu, kısa değildi” demektir. Velhasıl gerçek şudur ki, şesen, kısalıksız ve sertliksiz yoğunluk demektir.

İbn-i Haleviyye şöyle nakletmiştir ki, Ismaî şesen (sert) kelimesini mezkûr mâna ile tefsir ettiği zaman ona:

Peygamber Efendimiz hazretlerinin tavsifi hususunda “Mübarek avcu yumuşaktı” diye rivâyet olundu, dediler.

Ismaî bunun üzerine hemen hadîs-i şeriften hiç bir nesneyi tefsir etmemeye yemin etti. Mübarek cildinin yumuşaklığına daha bundan başka birçok hadîs-i şerifler delâlet etmiştir. En iyisini Allah bilir.

Hadîs İmâmlarından Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir (Allah onlara rahmet etsin) in rivâyetlerinde gelmiştir ki, Huneyn gazasında Âiz bin Amr (radıyallahü anh) hazretlerinin yüzü yaralanıp kanı yüzüne ve göğsüne aktı. Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz mübarek eliyle Âiz’in yüzünden ve göğsünden kanını sildi, ona dua etti. Sonradan Fahr-i Âlem hazretlerinin mübarek elinin dokunduğu yerler beyaz kaldı. At alnında olan sakar (akıtına) gibi oldu, dediler.İmâm-ı Buhârî Tarihinde, ayrıca İmâm-ı Beğavî ve İbn-i Mende de (Allah onlara rahmet etsin) rivâyet etmişlerdir ki, Bişr bin Muaviye, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine geldi. Resûlüllah Efendimiz mübarek elini bunun başına ve yüzüne sürdü. Ondan sonra mübarek elinin değdiği yerler at alnındaki beyaz gibi oldu. Mübarek elinin değdiği her nesne hastalıktan beri olup şifa bulurdu.

Yine İmâm-ı Buhârî (Allah ona rahmet etsin) tarihinde zikretmiştir ki, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri mübarek eliyle Ebû Süfyân’ın başını sığamıştı. Elinin değdiği yerlerin kılı kara kaldı, geri kalanı ağardı.

İmâm-ı Beğavî, Beyhakî ve İbn-i Mende’nin rivâyetlerinde geçtiğine göre büyük sahabeden Sâib (radıyallahü anh) hazretlerinin de başına böyle olmuştu. Yine İmâm-ı Beyhakî ve Tirmizî’nin (Allah onlara rahmet etsin) rivâyetlerinde Ebû Zeydu 1-Ensarî (radıyallahü anh) buyurdu ki:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri mübarek eliyle başımı ve sakalımı sığadı ve “Allahım, onu güzelleştir” diye buyurdu.

Rivâyet olunur ki, zikri geçen Ebû Zeyd yüz yıldan fazla ömür sürdü. Sakalında beyaz yoktu, yüzü de aydınlık ve açıktı. Tâ vefat edinceye kadar asla münkabız olmadı, dediler.

İmâm-ı Ahmed’in rivâyetinde, İmâm-ı Buhârî’nin tarihinde, Ebû Ya’lâ ve diğerlerinin nakillerinde gelmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri Hanzale bin Huzeym denilen kimsenin başını mübarek eliyle sığadı ve ona bereketle dua eyledi. Ondan sonra o kimse öyle oldu ki, ona memesi şişmiş bir koyunu yahut deveyi veya veremli bir insanı getirirlerdi de kendi eline püskürüp başında Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin dokunduğu yere sürer ve “Bismillâhi alâ isri yedin resûlüllah — Allah’ın resûlünün elinin izi üzre Allah’ın ismiyle” dedikten sonra yine sürer, ondan sonra o şiş yeri mesh ederdi. Şiş zâil olup giderdi, diye buyurdular.

     Mübarek Koltuğu, Sakalı, Karnı ve Sırtı:

Mübarek koltuğunun beyazlığı sahâbe-i kirâmden bir topluluğun rivâyet ettikleri hadîs-i şeriflerde gelmiştir.

Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) hazretlerinden şöyle rivâyet edilmiştir ki:

Resûlüllah Efendimiz hazretlerini duada ellerini kaldırırken gördüm. O kadar kaldırırdı ki, koltuklarının akını gördüm, diye buyurdu.

Beni Hureyş’den bir kimse dedi ki:

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri beni kucağına aldı. Hattâ koltuğunun terinden üzerime aktı. Kokusu misk kokusu gibi idi.

Hazret-i Ali (Allah varlığını mükerrem kılsın), Resûlüllah Efendimiz hazretlerini vasfedip “Zû Mesrûbe” diye buyurmuştur. Mesrûbe, insanın göğsünden göbeğine varıncaya kadar biten kıldır. Öyle ki, ona bakan bir kimse zikredilen yere bir iplik çekilmiş sanır. Ancak o yerde kıllar bitip hepsi bir iplik çekilmiş gibi görünür.

İbn-i Ebî Hâle: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mesrebesi ince idi” demiş-tir. İbn-i Sa’d katında Hazret-i Ali’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, “Fahr-i Âlem Efendimizin mesrebesi uzundu” demiştir. İmâm-ı Beyhakî (Allah ona rahmet etsin) katında: “Göğsünün aşağısından göbeğine varıncaya kadar dal şeklinde kıl bitmişti. Ama göğsünün ve mübarek kaminin üstünde ondan başka kıl yoktu,” demiştir.

Ebû Hureyre’den rivâyet edilmiştir ki, Peygamber Efendimiz hazretlerinin vasfında:

— Sanki gümüşten yapılmış gibi ak idi. Mübarek sakalı ne kısacık, ne de çok sarkmış idi. Belki tam itidal üzere idi. Mübarek karnı dümdüzdü. Mübarek omuz başinin kemikleri iri idi, demiştir.

Bazılarının kavline göre mübarek göğsü ile karnı beraber idi.

İmâm-ı Ahmed (Allah ona rahmet etsin) Muhriş-i Kâ’bi’den rivâyet etmiştir ki, şöyle dedi:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri bir gece Ci’râne’de umre eyledi. Mübarek arkasına baktım, sanki eritilip kalıba dökülmüş gümüştendi.

İmâm-ı Buhârî’nin (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde: “Baîdü mâ beyne’lmenkibeyn” denilmiştir. Mânası “Mübârek göğsü yassı idi” demektir, diye tefsir edilmiştir. İbn-i Sa’d’m naklinde Ebû Hüreyre’den rivâyet edilmiştir ki: “Ruhabu’sSadr” diye buyurmuştur. Yâni: “Mâbarek sinesi genişti” demek olur.

     Mübarek Kalbi:

Peygamber Efendimiz hazretlerinin mübarek, muazzam ve mükerrem şerefli kalbinin vasfı hakkında da nice hadîsler ve haberler gelmiştir. Evvelâ malûm olsun ki, kalb dedikleri, fuâd (yürek) içinde küçük bir et parçasıdır. Bir damarla asılmıştır. İmâm-ı Vahidî böyle nakletmiştir. Kalb diye isimlendirilmesinin sebebi de bazı havâtırla tekallüb eder (halden hâle döner) olmasıdır, demişlerdir. Nitekim şairin sözünde şöyle gelmiştir:

“İnsan ancak ünsünden ötürü insan diye isimlendirildi. İnsan kelimesi üns’den alininıştır. Kalb de ancak bir halden bir hâle tekallüb edip döndüğü için kalb kelimesi ile isimlendirildi.”

Zemahşerî buyurmuştur ki: “Kalb kelimesi tekallüb’den müştaktır. İfratla tekallübü olduğu için ondan türetildi. Ebû Mûsâ’l-Eş’arî’nin (radıyallahü anh) Fahr-i Âlem Efendimizden rivâyet ettiği şu hadîs-i şerife nazar etmez misin ki:

“İnsanın kalbi, sahraya atılmış bir kuş tüyü gibidir. Onu yel her yöne döndürür,” diye buyurmuştur.

Yine demiştir ki: “Kalb ile fuâd arasındaki fark şudur: Fuâd kalbin ortasıdır. Tefe’üdünden ötürü, yâni tevakkud (tutuşup yanına) edip alevlendiğinden ve aydınlattığından ötürü fuâd denilmiştir.”

Cevheri (Allah ona rahmet etsin) kalbi fuâd ile ve fuâdı kalb ile tefsir etmiştir. Onun katında ikisi birdir.

Ama Zerkeşî (Allah ona rahmet etsin) der ki: “En güzeli diğerlerinin kavlidir ki, fuâd kalbin perdesidir. Kalb onun habbesi (içindeki tanesi, tohumu, çekirdeği) ve süveydâsıdır (ortasıdır), dediler. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin hadîs-i şerifinde:

“Kalbleri en yumuşak ve fuâdları en incedir,” diye vâki olması ikisi arasında olan farkı te’yid edicidir, dediler.

Zira bu hadîs-i şerif, kalbi yumuşaklıkla ve fuâdı yufkalıkla vasf etmiştir. Diğerlerinin sözlerinde görülen ihtilâf kelime için tekrar olundu demekten farka zâhib olmak evlâdır, dediler.”

İmâm-ı Râğıb (Allah ona rahmet etsin): “Kalbe tahsis edilmiş olan mânalardan, meselâ ilim, şecaat ve bunların benzeri her ne varsa hepsinden kalb diye bahsedilir. Kalb denilince bunlar murad olunur,” demiştir.

Bazılarından nakledilmiştir ki, Hak teâlâ hazretleri her nerede kalb buyurmuşsa orada bu akla ve ilme işarettir. Meselâ:

“İnne fî zâlike lezikrâ limen kâne lehu kalbün — Muhakkak ki, bunda kalbi olan kimse için bir öğüt vardır,” (Kaf sûresi: 50/37) diye buyurduğu yerde murad akıl ve ilimdir. Yine Hak teâlâ hazretleri her nerede sadr (göğüs) buyurmuşsa orada akla, ilme ve sair kuvvetlere ki, şehvet, gazap ve bunlardan başka her ne varsa hepsine işarettir.

Bazı âlimlerden nakledilmiştir ki, Hak teâlâ hazretleri, zikir için insanı halk eyledi ve ona kalb verdi ki, onunla kendini idrâk etsin. O kalb insana ait varlığın aslıdır. O salih olduğu zaman insanın geri kalan yeri de salih olur. O fâsid olsa geri kalan yeri de fâsid olur. Hak teâlâ hazretleri kalbleri sır mahalli eylemiştir, ihlâs yeri kılmıştır. O ihlâs İlâhî bir sırdır ki, Hak teâlâ hazretleri dilediği kulunun kalbine onu tevdi eder. Hak teâlâ hazretlerinin sırrını kendisine tevdi ettiği kalb ise Resûlüllah Efendimiz’in kalbidir. Zira onu ilk halketmiştir. Ancak sureti nebilerin suret-lerinden sonra zuhura gelen surettir. Allah’ın salât ve selâmı O’nun üzerine olsun.

Hak teâlâ hazretleri, kişinin ahlâkını kalbinin sırlarına alâmet kılmıştır. Kalbinde Allah’ın sırrından eser bulunan kişinin ahlâkı güzel olur. Hak teâlâ Hazret-lerinin bütün yaratıkları ile ahlâk güzelliği üzre dirlik eder. Yine bunun gibi Hak teâlâ hazretleri, bütün yaratıkları içinde Peygamber Efendimiz’in şerefli cisimlerine bazı sıfatlar tahsis etmiştir ki, bunlar, nefis nefslerinin hallerine ve güzel ahlâkına delil olmuştur. Onun çok öğülen ahlâkını, mukaddes kalbinde olan ilâhî esrara alâmet kılmıştır. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli kalbi bütün kalblerin en zengini olduğu için Hak teâlâ hazretleri ona haber vermiş ve o Allah’ın nazar yeri olmuştur.

Nitekim bu mâna haberde gelmiştir. Onun için uygun olan şudur ki, Hak teâlâ hazretleri:

“Yere ve göklere sığmadım; mü’min kulumun kalbine sığdım,” diye buyurduğunda “kul kalbinden” murad Fahr-i Âlem Efendimiz’in şerefli kalbidir.

Buyurmuşlardır ki: “Peygamber Efendimiz hazretlerinin şerefli kalbi, mi’rac gecesinden evvel diğer peygamberlerin kalbleri derecesinde idi. Mübarek göğsü daralırdı. Sonradan şerefli kalbine genişlik verilir, Hakk’ın ve halkın muamelesine tahammül ve tâkat yetiştirir oldu. Nitekim bu husus: “Elem neşrah leke — Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?” sûresinin (K: 94) tefsirinde beyan buyurulmuştur.

Sahih hadîste gelmiştir ki, Cebrâil aleyhisselâm, Resûlüllah hazretlerinin şerefli kalbini yarıp içinden bir parça donmuş kan çıkarıp:

— Şeytanın senden nasibi olan saadet işte budur,” demiştir.

Murad, “Bu gittikten sonra şeytan sana asla zafer bulamaz,” demektir.

Ondan sonra Cebrâil aleyhisselâm Peygamber Efendimizin kalbini bir altın le-ğen içinde Zemzem suyu ile yıkamıştır. Tekrar şerefli kalbini yerine koyup yarasını kapatmıştır.

Enes (radıyallahü anh) hazretleri yemin ederek dedi ki: “Mübarek göğsünde iğne yerlerini gördüm.”

Bazı hadîs-i şeriflerde de mübarek kalbi yarılıp su ve kar ile yıkandığı bildirilmiştir. Kalbinin yarılması bir defa da Resûlüllah Efendimiz hazretlerine çocukluk devrinde vâki olmuştu. Peygamberlik zamanından önce mucize vâki olmasını âlimler mümkün görmüşlerdir. Bu türlü hallere irhâsât derler. Hususiyle Peygamber Efendimiz hazretleri hakkında çok vâki olmuştur. Bunun inceleninesi ve açıklanınası inşâallah aşağıda gelecektir.

“Elem neşrah leke sadreke — Biz senin göğsüne inşirah (açıklık, genişlik) vermedik mi?” (K: 94/1) âyetinden murad şudur:

Bazı âlimler: “Âyet-i kerîmede şerh-i sadırdan (göğsün açılıp genişletilmesinden) murad maneviyata, ilim ve irfanla aydınlanıp ferahlamaya ve tâate yöneliktir” deyip, bu hususta bazı açıklama şekilleri beyan etmişlerdir. Bunlardan birisi şudur: Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri ins ve cinne nübüvvetle vazifelendirildiği vakit bütün ıstırap ve gamlar şerefli kalbinden çıkarılıp risalet için gerekli olan şeylerin toplamını kaplaması için onda genişlik hâsıl oldu. Bundan sonra daralmaktan ve ıstıraptan kurtulup sevinç ve gam zamanlarında aynı hal üzere kaldı. Daima göğsü inşirah (genişlik) bulup nübüvvet ve risalet vazifelerinin yerine getirilmesi ile meşgul oldu.

Eğer suâl olunup:

— “Elem neşrah leke sadreke — Göğsünü açıp genişletmedik mi?” denildi, “Elem neşrah leke kalbeke — Kalbini açıp genişletmedik mi?” denilmedi, derlerse bunun cevabı şudur:

— Vesvesenin yeri sadır (göğüs) dür. Nitekim Hak teâlâ hazretleri:

“Yüvesvisü fî sudûri’n-nâsi — İnsanların göğüslerine vesvese verir,” (Nâs sûresi: 114/5) diye buyurmuştur. İşte o vesveseyi sadırdan giderip yerine hayır ve hasenat fikirlerini getirmek sadrı şerh etmektir. Bu sebeple şerh-i sadr buyruldu, şerh-i kalb denilmedi.

Muhammed bin Aliyyü’t-Tirmizî (Allah ona rahmet etsin) buyurmuştur ki: “Kalb, akıl ve mârifet (Allah’ı tanıma bilgisi) yeridir. Şeytanın zafer bulmağa kasdettiği asıl kalbdir. Önce sadra gelir. Zira sadır, kalbin hisarıdır. Her ne zaman sadra yol bulup girse şeytanî havâtır, fâsid fikirler, gam, keder, hırs ve tama’ ile onu doldursa kalb daralır, tâat ve ibâdetin lezzetini bulamaz olur. Ama bunlar önceden çıkarılıp hisara yol bulamayınca emniyet hâsıl olur; kalbin daralması ve sıkışması olmaz. Sadır inşirah (genişlik) bulmuş olur. Böylece kulluğun haklarını yerine getirmeye kalkmak kolaylaşmış olur. İşte şerh-i sadrın tam olarak açık mânası, Hak teâlâ hazretlerinin insanın sinesinde olan fâsid fikir ve hâtıraları çıkarıp yerine hayra teşvik edici duygulan getirmesidir.”

Bazı âlimler bu hususta bir incelik buyurup demişlerdir ki: Hak teâlâ hazretleri, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm’dan hikâye ederek: “Rabbi eşrahlî sadrî” (K: 20/25) diye buyurdu ki, mânası: “Yâ Rab, benim gönlümü karışık ve karanlık düşüncelerden temizle” demek olur. Resûlüllah Efendimiz hazretlerine ise “Elem neşrah leke sadreke” diye buyurdu ki, mânası: “Ya Muhammed, biz senin sadrını şerh etmedik mi? Gerçekten biz senin sadrını temizledik,” demektir. O halde Hak teâlâ hazretleri, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinden talep vâki olmadan onun sinesini temizlemiştir. Ama Mûsâ aleyhisselâm’m talebinden sonra bu temizlik vâki olmuştur. Aynı zamanda Peygamber Efendimiz hazretlerinin vasfında “Ve sirâcen münîrâ” buyurup onu nurlu çıraya tesbih etmiştir ki, diğerleri nuru ondan alırlar.

Şerh-i sadır mertebesi nura kabiliyet (nuru kabul edicilik) mertebesidir. Böylece Muhammed Mustafa sallâllahü aleyhi ve sellem hazretleri ile Mûsâ aleyhisselâm hazretleri arasında olan farka nazar olunsun.

Dukak (Allah rahmet etsin) der ki:

—Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm mürid ve tâlib (isteyici) idi. Bunun için “Rabbiş- rahlî sadrî — Ey Rabbim, benim göğsümü genişlet,” (K: 20/25) diye buyurdu. Hazret-i Resûlüllah Efendimiz ise murâd ve matlûb (istenen) idi. Bunun için kendi-lerine “Elem neşrah leke sadreke — Biz senin göğsünü genişletmedik mi?” (K: 94/1) buyuruldu.

Fahr-i Âlem hazretlerinin kendi hâtûnları ile dirlik ve güzel geçimi hususunda buyurulmuştur ki: Gecede ve gündüzde bir saat içinde hepsini ziyaret ederdi. Bilindiği gibi Peygamber Efendimizin nikâhlı ve cariyelerinin sayısı on bir idi. Râvi diyor ki: “Enes bin Mâlik’ten ben sordum:

Peygamber Efendimiz hazretleri bu dereceye tâkat getirir mi îdi?

Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) dedi ki:

— Biz ashâb ile konuşurduk; Resûlüllah Efendimiz hazretlerine otuz kişinin kuvveti verilmiştir derdik.”

İmâm-ı Buhârî (Allah ona rahmet etsin) böyle rivâyet etmiştir. Bazı hadîs âlimlerinin Muâz (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet ettikleri üzere Resûlüllah Efendimiz hazretlerine kırk kişinin kuvveti verilmişti.

Ebû Nuaym’ın Mücâhid’den (radıyallahü anh) rivâyet ettiği üzre şöyle buyurulmuştur ki: “Resûlüllah Efendimize, cima’ etmek hususunda cennet ehli erkeklerden kırk kişinin kuvveti kadar kuvvet verilmişti.”

Enes bin Mâlik’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, “Mü’min kişiye cennette cima’ hususunda bu kadar kuvvet verilir,” diye buyurulmuş. Enes der ki: “Ben:

— Ya Resûlâllah! İnsan bu kadar cimâa kadir olur mu? dedim.

Buyurdu ki:

— Ona yüz kişi kuvveti verilir.”

O halde bu hesap üzre o hususta Fahr-i Âlem hazretlerine dört yüz kişi kuvveti verilmiş olur.

İbn-i Arabî (Allah ona rahmet etsin) der ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri-nin bu hususta diğer insanlar üzerine zâhir kuvveti vardı. Halbuki yeme ve içme hususunda kanaat üzere idi. îki üstünlüğü şer’î işlerde cem ettiği gibi itibarî işlerde de cem etmesi için Hak teâlâ hazretleri onu böyle kılmıştı. Öyle ki, Fahr-i Âlem hazretlerinin hâli iki cihanda kemâl üzere olsun.

Velhasıl bu hususta kuvvet ve kudretlerinin kemâl derecesinde olduğu, hadîs âlimlerinden çok kimsenin kavli ile sâbittir.

İmâm-ı Taberânî’nin (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki:

“Hiç bir peygamber ihtilâm olmamıştır. Çünkü ihtilâm olmak şeytandandır,” buyurulmuştur.

Hak teâlâ hazretleri Resûlüllah Efendimiz hazretlerini koruyup ömründe asla ihtilâm vâki olmadı. Nitekim diğer peygamberlere de vâki olmazdı, diye buyurmuşlardır.

     Mübarek Ayakları:

Resûlüllah Efendimizin mübarek ayaklarının vasfı hakkında hadîs İmâmlarından İmâm-ı Tirmizî ve diğerlerinin (Allah onlara rahmet etsin) rivâyetlerinde gelmiştir ki: “İki ayağı da iri idi,” diye buyurulmuştur. Bundan murat mübarek ayaklarının parmakları iri idi, demektir,” diye tefsir edilmiştir.

İmâm-ı Ahmed ve İmâm-ı Taberânî’nin rivâyetlerinde Meymûne binti Kerdem’den rivâyet edilmiştir ki, şöyle dedi: “Resûl-i Ekrem ve Nebiyy-i Muhterem Efendimiz hazretlerini gördüm. Hatırımdan gitmez ki, mübarek ayaklarının sebâbesi diğer parmaklarından uzun idi. Mübarek tabanları düz ve yumuşaktı.”

Sebâbe diye baş parmağın yanındaki parmağa derler.

Abdullah bin Büreyde (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: “Fahr-i Âlem Efendimiz Hazret-leri ayak cihetinden insan nev’inin en güzeli idi.” Âlimler ittifak etmişlerdir ki, o Hazret’in mübarek ayaklan son derece güzeldi.

     Mübarek Boyu:

Resûlüllah Efendimizin mübarek boyu hakkında İmâm-ı Beyhakî (Allah ona rahmet etsin) Hazret-i Ali (kerremallahü veçhe) den rivâyet etmiştir ki:

— Kısa değildi, uzun da değildi. Uzuna yakındı, diye buyurmuştur.

İmâm-ı Ahmed’in oğlu Abdullah’ın rivâyetinde yine Hazret-i Ali’den rivâyet edilmiştir ki:

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri çok uzun değildi. Ortadan yukarı da değildi. Her ne zaman bir toplulukla beraber bir yere gelse boyu onların boyuna galip olurdu, diye buyurmuştur.

Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) buyurmuştur ki:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri kısa değildi, çok uzun değildi, uzuna yakındı.

Velhâsıl zikrolunan rivâyetlerin toplamından anlaşılır ki, Fahr-i Âlem Efendimiz orta boyluluk derecesinden ziyade imişler. Nihayet çok uzun boylu değillermiş.

İbn-i Asâkir ve Beyhakî’nin rivâyetlerinde Hazret-i Âişe’den rivâyet edilmiştir ki:

Resûlüllah hazretleri çok fazla uzun boylu değildi. Kısa boylu da değildi. Yalnız yürüdüğü zaman orta boyluluğa nisbet olunurdu. Her ne zaman yanına uzun boylu bir kimse gelse kendisi ondan uzun boylu görünürdü. Çok defa olurdu ki, iki yanına uzun boylu iki kimse gelse Resûlüllah Efendimiz hazretleri uzunlukta onlara galip olurdu. Onlardan ayrılınca yine orta boyluluk üzere bulunurdu, diye buyurmuştur.

İbn-i Seb’ (Allah rahmet etsin) Hadis’inde buyurmuştur ki: “Resûlüllah Efen-dimiz oturdukları zaman mübarek omuzları bütün omuzlardan yukarıda olurdu.”

     Mübarek Saç ve Sakalı:

Resûlüllah Efendimizin mübarek saçları ve mübarek sakallarının vasfı hakkında Katâde (radıyallahü anh) dedi ki: “Ben Enes bin Mâlik’e sorup:

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mübarek kılı nasıldı? dedim.

Enes:

— iki nevi kıl arasında bir kıldı. Çok kıvırcık değildi, çok düz de değildi. İkisi arasında ve orta derecede idi. Uzunlukta ve kısalıkta görünüşü kulakları ile omzunun üstünün ortasında idi, dedi.”

Bir rivâyette de buyrulmuştur ki: “Mübarek saçı orta derecede kıvırcık idi. Çok güzel değildi. Çok kıvırcık da değildi. Mübarek kulakları ile mübarek omuzları ortasında idi.”

Başka bir rivâyette ise: “Mübarek kulaklarının ortasına gelinceye kadar uzundu,” diye vârid olmuştur.

Hadîs İmâmlarından İmâm-ı Buhârî, Müslim, Ebû Dâvud ve Nesâî (Allah onlara rahmet etsin) böyle rivâyet etmişlerdir. Bütün rivâyetlerin en doğrusu işte bu zikrolunanlardır.

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet etmişlerdir ki: “Fahr-i Âlem Efendi-miz mübarek saçlarını alninin üstüne salıverirdi. Müşrikler saçlarını iki yana ayırır-lardı. Kitap ehli, yâni Hıristiyan ve Yahudiler topluluğu saçlarını ayırmayıp salıverirlerdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz hazretleri kendilerine başkaca bir emir gelmemiş olan yerde kitap ehline uygunluğu severdi. Yâni müşriklerin üslûbunu ve davranışını ihtiyar etmezdi. Kitap ehlinin üslûp ve davranışını seçerdi. Sonradan mübarek saçlarını ayırır oldu,” demiştir.

İmâm-ı Tirmizî Şemâil’de böyle buyurmuştur. Sahih-i Müslim’de de bu rivâyetin benzeri gelmiştir. Âlimler (Allah onlara rahmet etsin) buyurmuşlardır ki: “Saçı iki tarafa ayırmak Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin sünnetidir. Zira sonradan böyle eder olmuştu. Doğrusu şudur ki, alninin üstüne salıvermek de câizdir, iki yana ayırmak da câizdir. Ama ayırmak daha üstündür.”

İmâm-ı Tirmizî’nin rivâyetinde Hazret-i Âişe-i Sıddıka (radıyallahü anhâ) buyurmuştur ki: “Peygamber Efendimiz hazretlerinin cümme’den yukarı ve vefre’den aşağı bir saçı vardı.”

Cümme diye omuz başlarına yetişen saça derler. Vefre diye de kulak yumuşağına yetişen saça derler. Velhasıl Hazret-i Âişe’nin rivâyeti üzre Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mübarek saçinin uzunluğu o kadardı ki, mübarek kulaklarının yumuşağından aşağı ininişti, ama omuzlarına varmamıştı, ikisinin ortasında idi.

Enes’in (radıyallahü anh) hadîsinde mübarek kulaklarına kadar ininişti. Bera’ (radıyallahü anh) hazretlerinin hadîsinde omuzlarına değerdi. Kâdî Iyâd (Allah ona rahmet etsin) der ki: “Bu zikrolunan rivâyetlerin bağdaştırılması şöyle olur: Mübarek kulakları tarafında olan saçları kulaklarının yumuşağına gelecek kadardı. Arkasında olan saçları ise omuzlarına yetişirdi.”

Şöyle de buyurmuşlardır: “Bazı rivâyette kulağına kadar ininişti ve bazı rivâyette omzuna kadar ininişti demelerinin sebebi şudur ki, bir zamanda öyle idi başka bir zamanda ise böyle idi demektir. Rivâyetler hep doğrudur. Peygamber Efendimiz hazretleri mübarek saçlarını bâzan olurdu ki, ihmal buyurup uzatırdı, ta omuz başlarına kadar inerdi. Bâzan da keserlerdi, mübarek kulaklarının yumuşağına, yahut ortalarına kadar gelirdi.

Ümmü Hânî (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: “Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri bir za-man Mekke’de bize gelmişti. O vakit dört gadîresi vardı.”

Gadîre’nin mânası saç bölüğü demektir. Yâni mübarek saçlarını dört bölük edip sarkıtmıştı, demektir.

Mübarek sakalinin vasfında Enes’den rivâyet edilmiştir ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin mübarek sakalında birkaç tane ak kıl vardı. İmâm-ı Müslim (Allah rahmet etsin) böylece rivâyet etmiştir. Yine onlar katında bir rivâyette de: “Ak kıl görünmezdi, ancak çok az görünürdü,” diye buyrulmuştur.

Bir rivâyette de gelmiştir ki: “Fahr-i Âlem hazretlerine saç ve sakal boyamak vâki olmadı. Ak kıl sadece anfesinde ve sudğalarında idi; birkaç kıl da yer yer mübarek başlarında idi,” denilmiştir.

Anfe diye alt dudaktan aşağıca biten kıllara denir. Sudğa’dan murad da gözle kulak arasında sakalın başladığı yerdir.

İmâm-ı Beyhakî (Allah ona rahmet etsin) katında Enes bin Mâlik’den rivayşt edilmiştir ki: “Resûlüllah hazretlerinin mübarek başında ve mübarek sakalında ak kıl, on yedi tane yahut on sekiz taneden fazla değildi.”

Velhasıl sahâbe-i kirâmden her biri bir zamanda ne sıfat üzere gördü ise öyle rivâyet etmişlerdir, insanoğlunun hâli bir karar üzere olmaz. Bâzan bir şekil ve görünüşte, bâzan da başka bir şekil ve görünüşte olur.

İmâm-ı Buhârî’nin rivâyetinde Ebû Cuheyfe’den rivâyet edilmiştir ki: “Saçları ağarmış gibiydi. Ak kılı ile kara kılı birbirine karışmıştı.” Bu rivâyete göre ak kıllarının pek çok olması lâzım gelir. Mümkündür ki, Ebû Cuheyfe (radıyallahü anh) gördüğü zaman Fahr-i Kâinat Efendimiz bu hâl üzere idi.

Bütün bunlar öyle bir şeydir ki, başına gelenler bilir. Önce kişinin saçında veya sakalında bir tane, iki tane ak kıl görünür. Bir iki hafta sonra bunlar beş on tane olmağa başlar. Altı ay veya bir yıl geçtikten sonra hesabını Hak teâlâ hazretlerinden başka kimse bilmez olur.

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet olunmuştur ki, Ebû Bekir Sıddık (radıyallahü anh) bir gün:

— Ağardın, ya Resûlâllah, dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri de:

— Beni Hûd, Vâkıa, Mürselât, Amme yetesâelûne ve İze’ş-şemsü küvviret

(Nebe’ ve Tekvîr) sûreleri ağarttı, buyurdu.

Yâni bu sûrelerde cennet ve cehennem halleri çok zikrolunmuştur. Ümmetimin hâli nice olur diye gam ve üzüntüyle saç ve sakalımı ağarttım, demektir.

Alimler (Allah onlara rahmet etsin) Peygamber Efendimiz hazretlerinin sakalını boyamasının vâki olduğunda ihtilâf etmişlerdir. Çokluk şunun üzerinedir ki, boyamadı. İmâm-ı Mâlik de böyle demiştir. Ancak İmâm-ı Nevevî (Allah ona rahmet etsin) der ki: “Seçkin olan görüş şudur ki, Peygamber Efendimiz hazretleri bir zaman mübarek sakalını boyadı. Çok vakitler terk edip boyamadı. Her kişi gördüğü şekilde haber vermiştir. Hepsi sözünde doğrudur.”

Sahîh-i Buhârî ve Müslim’de İbn-i Ömer (radıyallahü anh) hazretlerinden de rivâyet edil-miştir ki, mübarek sakalını sarıya boyadığını görmüştür. Mübarek kıllarının ağarması hususunda olan ihtilâf da böyledir. Her kişi nasıl gördüyse öylece rivâyet eyledi. Bazıları hiç ak kılını görmediler. Bazıları da gördüler, ama çok az gördüler. Bazıları da çokça gördüler.

İmâm-ı Müslim ve Nesâî’nin (Allah onlara rahmet etsin) rivâyetlerinde Câbir bin Semüre’den rivâyet edilmiştir ki, şöyle dedi:

Resûlüllah Efendimiz’in mübarek başinin ve mübarek sakalinin ön tarafında ak ile siyah karışıktı. Her ne zaman yağ sürünse belli olmazdı. Her ne zaman kılları dağınık olsa belli olurdu. Gür sakallı idi. Mübarek sakalinin kılı çoktu.”

İmâm-ı Tirmizî’nin (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde Amr bin Şuayb’den rivâyet edilmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz mübarek sakalinin eninden ve boyundan alırdı,” diye buyurmuştur. Tirmizî bu hadîs için “Garîb hadîsdir” demiştir.

Yine Tirmizî İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet etmiştir ki: “Peygamber Efendimiz hazretleri, “Bıyığını almayan kimse bizden değildir,” diye buyurmuştur.

Sahihayn’da gelmiştir ki: “Müşriklere muhalefet edin. Sakallarınızı çok eyleyin ve bıyıklarınızı iyice kesin,” diye buyurulmuştur.

Bıyığı kesmek ile kazımanın hangisi daha üstündür diye ihtilâf olunmuştur. “Bıyıktan, ta dudağın kenarı görününceye kadar alınınalıdır,” diye buyurulmuştur. İbn-i Abdül-Hakîm’den nakledilir ki. İmâm-ı Mâlik: “Bıyığı iyice kesmeli ve sakalı kesmemeli. Bıyığı iyice kesmeden murad kazımak değildir. Bıyığını tıraş eden kimseyi te’dip etmeyi ben caiz gördüm,” buyurmuştur.

Eşheb’den de rivâyet edilmiştir ki: “Bıyığını tıraş etmek bid’attir. Ben caiz görürüm ki, böyle edeni şiddetli dayakla döğsünler,” demiştir. Şâfiî âlimlerinden İmâm-ı Nevevî: “Bıyık kesmekte seçkin olan şudur ki, dudağın kenarı görününceye kadar kesmeli, tâ dibinden kesmemeli,” demiştir.

Ebû Hanîfe’nin ashâbmdan İmâm-ı Tahâvî: “Biz bu hususta İmâm-ı Şâfiî’den daha açık söylenmiş bir nesne görmedik. Müzeni ve Rebî’ bıyıklarını kırkarlardı. Ama İmâm-ı Ebû Hanife, İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed’in mezhebleri, baş kılında ve bıyıkta şudur ki, ihfâ taksirden daha üstündür,” demiştir.

İhfâ, bıyığı uzunca kesmektir. Taksir de onu kısaltınaktır. Yâni böylece, bıyığı ziyadece kesmek onu kısaltınaktan daha üstündür, demek olur.

Yine bıyığın iki yanından aşağı sarkan uçlarının kesilmesi hususunda da ihtilâf edilmiştir.

İmâm-ı Gazalî hazretleri İhyâ-i Ulûm adlı kitabında: “Onları kesmeyip bırakmak caizdir. Zira sahâbe-i kirâmden Hazret-i Ömer bin Hattâb ve diğerleri (Allah onlardan razı olsun) bıyığın uçlarını kesmeyip bırakmışlardır. Çünkü uçları ağzı örtmez ve yemek bulaşmaz” demiştir.

Ebû Dâvud Câbir (radıyallahü anh) hazretlerinden şöyle rivâyet etmiştir ki: “Biz bıyık uçlarını kesmezdik. Ancak hacda yahut umrede keserdik,” diye buyurmuştur.

Ama bazı âlimler bıyığın üstünü kırkıp iki yanından uçlarını sarkıtınayı kerih görmüşlerdir. “Zira kendini Acemlere benzetme, belki ateşperestlere ve kitap ehline benzetme lâzım gelir,” demişlerdir. Bu görüş doğruya daha yakındır.

İbn-i Hibbân Sahîh’inde İbn-i Ömer’in (radıyallahü anh) hadîsinden rivâyet etmiştir ki, şöyle dedi:

Resûlüllah Efendimiz hazretlerine Mecusî topluluğu anlatıldı. Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz: “Onlar bıyıklarının ucunu çoğaltırlar ve sakallarım tıraş ederler. O halde siz onlara muhalefet edin,” diye buyurdu.

Ondan sonra İbn-i Ömer hazretleri bıyıklarının ucunu koyun veya deve kırkar gibi kırkar oldu, demiştir.

İmâm-ı Ahmed (Allah rahmet etsin) Müsned’inde Ebû Umâme’nin bir hadîsi esnasında rivâyet etmiştir ki, Ebû Ümâme:

— Ya Resûlâllah! Kitap ehli sakallarını kırkarlar ve bıyıklarının ucunu çoğaltırlar, dedim, dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Siz bıyıklarınızın ucunu kırkın ve sakallarınızı çoğaltın. Kitap ehline muhalefet edin, diye buyurdu.

Enes (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri, nûre (kılları temizlemek için kullanılan ilâç) tutunınazlardı. Beşeriyet icabı olarak kılları gidermeyi murad edince ustura ile kazırlardı,” demiştir. İbn-i Mâce ve Beyhakî de böyle rivâyet etmişlerdir. Ama İmâm-ı Ahmed bu hadîsin sıhhatini inkâr etmiştir. Zira mü’minlerin anası Ümmü Seleme’den (radıyallahü anhâ) rivâyet etmiştir ki: “Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri nûre tutunduğu zaman evvelâ kendisi başlayıp örtülmüş olan yerine sürerdi. Bedeninin diğer yerine de ehli sürerlerdi,” diye buyurmuştur.

     Tırnak Kesmesi:

Tırnak kesmek hususunda Beyhakî’nin (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri katında cuma günü tırnak ve bıyık kesmek müstehap idi,” diye gelmiştir.

Kadîhân (Allah rahmet etsin) der ki: “Bir kimse tırnak kesmek ve baş tıraş etmek için cuma gününü tayin eylese, buyurmuşlardır ki, eğer cumadan başka zamanda da kesmeği caiz görürse ve cuma gününe bırakmayı aşırı yaparsa mekruh olur. Zira bir kimsenin tırnağı uzun olursa rızkı dar olur. Yâni geçiminde bolluk ve genişliğe erişemez. Eğer haddinden fazla olmayıp hadîs-i şeriflere teberrüken geciktirirse müstehaptır. Zira Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden rivâyet etmiştir ki:

“Bir kimse cuma günü tırnaklarını kesse Hak teâlâ hazretleri o kişiyi öbür cumaya kadar, hatta üç gün de ziyade belâlardan saklar,” buyurmuşlardır.

İmâm-ı Taberânî’nin naklinde Hazret-i Âişe’den (radıyallahü anhâ) rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz misvâkini ve tarağını yanından ayırmazdı. Mübarek sakalını taradığı zaman aynaya bakardı.

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin bir sürmedanı vardı. Her gece ondan sürme çekinirdi. Üç kere bir gö-züne, üç kere öbür gözüne sürme çekerlerdi,” diye buyurmuştur.

İmâm-ı Nesâî ve Buhârî’nin (Allah onlara rahmet etsin) rivâyetlerinde Muhammed bin Ali’den (Allah onlardan razı olsun) nakledilmiştir ki: “Âişe hazretlerine:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri güzel koku kullanır mıydı? diye sordum.

— Evet, misk ve amber kullanırdı, diye cevap verdi.”

     Yolda Yürüyüşü:

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin yolda yürüyüşü hususunda Hazret-i Ali (kerremallahü veçhe) Efendimizden rivâyet edilmiştir ki: “Önüne meylederek yürürdü,” diye buyurmuştur.

Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Ayağı ile yere bastığı zaman ayağinin tamamı ile basardı,” demiştir. Yâni: “Ayağinin ucu ile zerafet kasdedip yürümezdi. Mübarek ayağını iyice âdet üzre basardı,” demektir.

İmâm-ı Tirmizî’nin (Allah ona rahmet etsin) naklinde yine Ebû Hüreyre Haz-retlerinden rivâyet edilmiştir ki, şöyle derdi: “Ben, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden daha sür’atli yürüyen hiç bir kimse görmedim. Sanki yeryüzü ona dürülürdü. Yürümekte biz kendimize zahmet verirdik. O ise kaygısız yürürdü.”

Bir rivâyette de buyrulmuştur ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri yürüdüğü zaman sür’atle yürürdü. Hattâ arkasından gelen kimseler koşup ona yetişemezlerdi.”

Rivâyet olunur ki: Yürüdüğü zaman mübarek âzası kuvvet üzere idi. Azâsını boşandırmaz, yâni gevşek tutarak salıvermezdi. Adımlarını iri tutardı. Yürüyüş husususunun bütün hallerinde tam güzellik ve itidal (dengelilik) üzere idiler.

Rivâyet olunmuştur ki: Vedâ haccında yaya yürüyen ashâb Resûlüllah Efendimiz’e yürümekten şikâyet ettiler. Fahr-i Âlem hazretleri:

— “Esteînû bi’n-neselâni — Koşmaktan yararlanın,” diye buyurdu.

Bunun mânası: “Yorulduğunuz zaman bir miktar yelin (koşun). Yelmekle yorgunluk zâil olur,” demektir.

Neselân’ın mânası, yâb yâb (yavaş yavaş) yelmektir, seğirtmek (hızlı koşmak) derecesinde olmamalıdır. Bir miktar yorgalamak (atın ırgal gidişi, kurt yürüyüşü) olmalıdır. Bununla yorgunluk ve gevşeklik giderilmiş olur, yine taze şevk hâsıl olur.

     Mübarek Yüz Rengi:

Mübarek yüzlerinin rengi hakkında sahâbe-i kirâmın hepsi: “Beyaz idi” demişlerdir. Böyle diyenlerin bazısı şunlardır: Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Ebû Cuhayfe, İbn-i Ömer, İbn-i Abbâs, İbn-i Ebî Hâle, Hasan bin Ali, Ebû Tufeyl, Muharrisu’l-Kâ’bî, ibn-i Mes’ûd, Berâ’, Âişe-i Sıddıka ve Enes bin Mâlik... Allah onların hepsinden razı olsun.

Hazret-i Ali (kerremallahü veçhe) Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin vasfı hakkında: “Ebyazun meşrebün” diye buyurmuştur. Mânası: “Mübarek benzi ak idi, kırmızılığı da vardı,” demek olur. Hâsılı sadece ak ve yüzü renksiz değildi; belki beyaz ve kırmızı benizli idi, demektir.

Sahih-i Müslim’de Enes hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Ezherü’l-levn” idi, demiştir. Mânası: “Kırmızı benizli beyaz idi” demek olur. Velhasıl Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin bu sıfat üzere olduğu son derece kuvvetli rivâyetlerle sâbit olmuştur. Bunda şüphe yoktur.

     Tenbih:

Şifâ’da Ahmed bin Ebû Süleyman’dan ki Şahnûn’un arkadaşıdır rivâyet olunmuştur ki, bir kimse Peygamber Efendimiz hazretlerine “kara idi” dese onun katledilmesi gerektir. Hâsılı bir kimse Fahr-i Âlem hazretleri hakkında bir yalan söylese ve ondan kendilerine noksanlık lâzım gelse (Kara yüzlü veya yüzü kara demek gibi) katli icap eder, küfürdür, diye buyurmuşlardır.

Rivâyet olunur ki, güzel kokulu şeyler kullanınasalar dahi mübarek bedenlerinin kokusu güzeldi. Hattâ Enes bin Mâlik hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin kendi kokularından güzel bir koku, bir misk ve amber asla koklamadım,” diye buyurmuştur.

İmâm-ı Taberânî’nin rivâyetinde Utbe bin Âmir’in hanımı olan Ümmü Âsım’dan nakledilmiştir ki, şöyle dedi: “Biz Utbe katında dört hanım idik. Her birimiz, güzel kokulu nesneler kullanınakta öbürümüze galip olalım diye çalışırdık. Utbe, asla güzel kokulu şeyler kullanınazdı. Sadece sakalına bir miktar yağ sürerdi. Yine onun güzel kokusu bizden yeğ idi. Halk arasına çıktığı zaman:

— Biz Utbe’nin kokusundan daha güzel koku koklamadık, derlerdi.

Bir gün ben:

— Ya Utbe! Bu kadar misk ve amberler sürünürüz, güzel kokmak için bu kadar çalışırız, yine sende olan koku bizden daha güzeldir. Bunun sebebi nedir? diye sordum.

Bunun üzerine o da:

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin zamanında ben kurdeşen çıkardım. Bunun üzerine Resûlüllah Efendimize gidip hâlimden şikâyet ettim. Bana: “Soyun!” diye emretti. Ben de soyundum; avret yerimi örtüp karşısına oturdum. Ondan sonra Fahr-i Âlem Efendimiz mübarek eline püskürüp arkama ve karnıma sürdü. O günden beri bende bu güzel koku hâsıl olup asla gitmedi, diye hikâye etti.”

Câbir bin Abdullah’dan rivâyet edilmiştir ki, şöyle anlattı:

Resûlüllah Efendimiz’de nice haslet vardı. Her ne zaman bir yola gitse muhakkak onun ardınca giden bir kimse, o yoldan Resûlüllah Efendimizin geçtiğini güzel kokusundan anlardı. Gittiği yerlerde bir taşa rastlasa o taş kendilerine secde ederdi.

Enes bin Mâlik’den de rivâyet edilmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz Medine so-kaklarının birinden geçtiği zaman güzel kokusundan O’nun geçtiğini bilirler:

Resûlüllah Efendimiz bu sokaktan geçmiş, derlerdi.”

Ebû Nuaym’m rivâyetinde Hazret-i Aişe’den (radıyallahü anhâ) rivâyet edilmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Âdemoğullarının son derece güzel yüzlüsü ve son derece nuranî benizlisi idi. Onu tavsif etmek isteyen her kimse, yüzünü bedir olmuş aya benzetirdi. Mübarek yüzünde olan teri, inci gibi parlak ve en güzel kokulu miskten daha güzel kokulu idi,” diye buyurmuştur.

Bazı hadîs-i şeriflerde gelmiştir ki: “Terlediği zaman bazı kadınlar terinden alır, tîb (güzel kokulu nesne) edinirlerdi,” diye buyrulmuştur. Ama meşhur olduğu üzere Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin terinden gül yaratılmıştır dedikleri doğru değildir. İmâmı Nevevî böyle demiştir. Şeyhülislâm İbn-i Hacer de “O hadîs mevzudur” demiştir.

Bazı Şifâ nüshalarında vâki olduğu üzre Âişe (radıyallahü anhâ) hazretlerinden bazı rivâyette gelmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerine suâl edip:

— Ya Resûlâllah! Sen tenha yerlerde kazâ-i hacete gidiyorsun, ama biz orada hiç bir nesne görmüyoruz, dedim.

Resûlüllah Efendimiz:

— Ya Âişe! Sen bilmez misin ki, nebilerden dışarı çıkanı yer yarılıp yutar. Onun için hiç bir şey görünmez, diye buyurdu.”

Âlimlerden çok kimse ve Ebû Hanîfe (Allah ona rahmet etsin) şuna zâhib olmuşlardır ki, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin fazlalıkları temizdi.

İbn-i Hacer (Allah ona rahmet etsin) der ki-. “Peygamber Efendimizin fazlalıklarının temizliğine dair deliller çoğalmıştır. İmâmlar, bunu Fahr-i Kâinat hazretlerinin niteliklerinden saymışlardır.” Bazı âlimler: “Bunun sebebi, meleklerin Fahr-i Âlem hazretlerinin sinesini yarıp içini yıkamalarıdır,” dediler. Doğrusunu Allah bilir.

İbn-i Avâne ve Hâkim’in (Allah onlara mihmet etsin) rivâyetlerinde gelmiştir ki, Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) şöyle dedi: “Kur’ân-ı azîm nâzil olalıdan beri Resûlüllah Efendimiz ayak üzeri durup tebevvül (çiş) etmek kendisinden vâki olmadı.”

Arap taifesinin âdeti ayak üzeri durup tebevvül etmekti. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri onlara muhalefet edip oturdukları yerden tebevvül ederlerdi. Zira bunda temizlik vardır. Elbiseye ve bedene bir şey sıçramaz. Ama İmâm-ı Buhârî’nin rivâyetinde Huzeyfe (radıyallahü anh) buyurmuştur ki:

Resûlüllah Efendimiz bir kavmin zibilliğine geldi ve ayak üzeri durarak tebevvül etti. Ondan sonra su istedi ve abdest aldı.”

Bu hadîs-i şerif sahihtir. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden ayak üzeri durup bevl etmek vâki olmuştur. Bunun sebebi hakkında âlimler birkaç kavil buyurmuşlardır. Bunlardan biri şudur: “O zaman yakın yerde adam vardı. Ayak üzeri bevl etmekte yel çıkmasından kurtuluş vardır. Onun için böyle etti,” dediler. Bazıları da Imamı Şâfiî’den nakledildiği üzre: “Arap tâifesi ayak üzeri durup tebevvül etmede bel ağrısına şifa hâsıl olur, derler. Onun için böyle etti,” dediler. İmâm-ı Beyhakî ve Hâkim, Ebû Hüreyre’den nakletmişlerdir ki: “O zaman Fahr-i Âlem Efendimizin dizinin altında çıban vardı. O özürden dolayı böyle etti,” diye buyurmuştur. Ama bazı âlimler: “Bu hadîs zayıftır” dediler.

Asıl açık olan şudur ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin muradı, ayak üzeri durup tebevvül etmenin de caiz olduğunu bildirmekti. Zira idrarın insanın üstüne sıçraması ihtimali olmayan yerde ayak üzeri durup tebevvül etmek caizdir. Bunun keraheti yoktur,” diye buyurmuşlardır.

Hususiyle Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin tebevvülü sübâte üstüne vâki ol-muştu. Sübâte diye zibilliğe ve süprüntülüğe derler. Böyle yerler kaba ve yumuşak olur, içine su geçip gider, sıçramaz. Ama sert yer üstüne olunca sıçrar.

Bazı kimseler: “Ayak üzeri bevl etmek neshedilmiştir,” dediler ve Hazret-i Aişe’nin yukarıda geçen hadîsini delil olarak ileri sürdüler. Ama doğrusu şudur ki, neshedilmiş değildir. Ayak üzeri bevl etmek de caizdir. Zira Hazret-i Huzeyfe (radıyallahü anh) sahâbe-i kirâmdendi. O, “Ben gördüm” diye rivâyet etti. Âişe (radıyallahü anhâ) Resûlüllah Efendimizin evde olan hallerini bilirdi. Yabanda ne olduğunu ne bilsin. Her kişi gördüğü üzere rivâyet etmiştir, diye buyurdular.

Velhasıl zikrolunduğu üzre sıçraması ihtimali yoksa nasıl gerekirse öyle bevl etmek caizdir.

İmâm-ı Buhârî (Allah rahmet etsin) Enes bin Mâlik’den (radıyallahü anh) rivâyet etmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri helâya girdiği zaman:

“Ya Rab, muhakkak ki, ben sana sığınırım, şeytanların erkeklerinden ve di-şilerinden,” diye kulluğunu açıklamak için Allah’a sığınırdı.

Ümmetine öğretmek için de bunu sık sık söylerdi. Helâya girileceği zaman bunu dışarıda iken söylemek gerektir. Eğer dışarıda söylemeyi unutursa içeride kalbinden söylemek gerektir. Helâ olmayıp kırlık yerde çişhane varsa orada da söylemek gerek, diye buyurmuşlardır.

Şöyle malûm olsun ki, şeriatta utanınak olmaz. Müslümanlık her hususta edep ne ise ona göre hareket etmektir. Hayvanlar gibi hiç bir nesne ile ilişkisi olmamak Islâm ehline lâyık değildir. Hem dininin ve hem devletinin mâmur olmasını isteyenler, her hususta Resûlüllah Efendimizin sünnetine ve şeriatinin edeplerine riayet ederler

Âişe (radıyallahü anhâ) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, Peygamber Efendimiz hazretleri, helâdan çıktığı zaman:

“Hamd o Allahü teâlâ hazretlerine ki, benden ezâyı giderdi ve bana âfiyet verdi,” diye buyururdu.

İmâm-ı Buhârî’nin (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde Ebû Eyyûb Ensarî (radıyallahü anh) Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden rivâyet etmiştir ki: “Her ne zaman biriniz kaza-i hacete giderse kıbleye karşı oturmasın ve arkasını kıbleye dönmesin. Doğu yahut batı tarafına yönelin,” diye buyurmuştur. Ancak böyle etmek, sahrada ve açık yerde olmaya göredir. Bina içinde bulunulacak olursa nasıl gerekse öyle oturmak caizdir. Zira İmâm-ı Buhârî ve Müslim’in (Allah onlara rahmet etsin) rivâyetlerinde Abdullah bin Ömer hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Resûlüllah Efendimizi Hafsa’mn evinde kıbleye arkasını dönüp kaza-i hacet ederken gördüm,” diye buyurmuştur.

Velhâsıl İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Şâfiî, İshak ve diğerlerinin mezheblerinde sahra ile bina içinin farkı vardır. Ancak İmâm-ı Ebû Hanife ve İmâm-ı Ahmed’in (Allah onlara rahmet etsin) mezheblerinde meşhur olan, bunun mutlak olarak haram olduğudur. Yâni gerek sahralarda ve gerek evlerde asla ne kıbleye karşı oturmalı ve ne de arkasını kıbleye dönmeli. Öyle oturmalı ki, bir yanı kıbleye gelsin. Yüzünü isterse doğuya, isterse batıya karşı tutar.

Sahîh-i Buhârî’de Enes bin Mâlik’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri kaza-i hacete çıkacak olsa ben ve bir oğlan matara ile kendilerine su götürürdük,” diye buyurmuştur.