2-LÂFIZLA İLGİLİ SAN'ATLARBir takım edebî sanatlar varchı ki, ifâdeye sırf ihtiva ettikleri lâfızların bâzan tamâmından, bâzan bir kısmından dolayı güzellik sağlarlar. 0 lâfızlar kalkıp da yerlerine aynı mânâyı ifâde eden başka kelimeler konsa, bu güzellik kaybolur. Bunlar, kulakta veya gözde, yahut bunların her ikisinde birlikte hoş tesir bırakarak, bünyesine girdikleri ibareye süs katarlar1. Bir metin, aralarında aynı kelimeleri ortak olarak aynı vazifede kullanmayan bir dilden diğerine çevrildiği zaman bu çeşit güzellikler kaybolur. Bunlar, sanat derecesine yükseltilmiş hünerlerdir Başarısızlıkta sun'îliğe düşmek mukadderdiı. Bu yüzden üslûbun, bu sanatlar sayesinde kazanacağı renk, ses, hareket, büyük itinâyı gerektirir. Bunların, mânâ ile büsbütün ilgisizlikleri düşünülemez: Ayrıca, mânâ san'atlarıyla aralarına kesin bir sınır çizmek de mümkin değildir.. Her ifâde, diğerlerinden farklı ölçüde mânâ sanatlarından birine de girmiş bulunabilir Fakat bu kategoriye giren san'atlarda hâkim rengi lâfız sağlar Edebiyatımızda, Tanzimat'ın birkaç yıl öncesinden beri, bu san'atlar tedricî ve mütemâdi surette terkedilmiştir. Ancak günümüzden önceki metinler üzerinde yapılacak üslup çalışmaları bunların da bilinmesini gerektirmektedir. Bu yüzden kitabımızın bu kısmını lâfızla ilgili san'atlara ayırıyoruz Telhis ve Mutavvel tercemesinde bu sanatların yedisinden sözedilmiştir. Biz, terceme esnasında, esere sağladıkları güzelliklerin az çok kaybolmayacaklarını daha önce anlattık. 306 Birinci AltbÖlüm 1-Cinas1-Lâfızların birbirine göre durumlarıLâfızların birbiri kaışısındaki durumlau, çeşitli vönden ele ahnabiliı Burada bir tevkîb içine giımeksizin, sırf lügat olarak bu durumlara temas edilecektir: Lâfızların, ya birbiriyle hiç ilgisi olmaz: Kitap, taş gibi. Ya ela ilgili hâlde bulunurlar Zıt anlamlı lâfızlar, yakın anlamlı lâfızlar, eş anlamlı lâfızlar, kökleri bir lâfızlar, aralarında kül-cüz, umüm-husûs vb ilgiler bulunan lâfızlar, benzer lâfızlar. a) Zıt anlamlı lafrzlaı: Acı-tath, soğuk-sıcak, güzel-çirkin gibi, b) Yakın anlamlı lâfızlar: Udül-rücu', temennî-tereecî, ibda ihtira, ibtâl-ügâ ittihâd-ittifâk, ihvâziktisâb, cûd-kerem gibi c) Kökleri bir lâfızlaı: Zâtında mümkin olmayan mânâsına gelen ahad ile, sıfatında mümkin olmayan mânâsına gelen vâhid, lenâkuz-nakz, tekebbür-kibir, ta'ayyüş-ma'âş, mubâyaa-bâyi', katl-maktul, hak-hukük gibi ç) Aralarında kül-cüz, umûm-husûs ilgisi bulunan lâfızlar ve bunların akisleri: Kitap-sahîfe, tath-baklava gibi d) Benzer lâfızlar: Bu benzerlik ya mânâ yönünden olur: Su-âb, dühan-duman, nân-ekmek, çiçek-şüküfe, namâz-salât gibi Bunlar, eski kitaplarda «elfâz-ı müteradife» adıyla gecedeı-Ya valnız ses ve yazılış yönünden olur: «Hâl» mânâsına gelen ben ile, müte-tekellime mahsûs şahıs zamiri olan ben; mevsimlerden birine delâlet eden yaz ile, «yazmak»tan emr-i hâzıı olan yaz; «zeyl» mânâsına gelen «ek» ile, «ekmek»ten emi-i hâzır oian ek, beyazın müteradifi olan ak üe, «akmak» tan emr-i hâzır olan ak, «ok» kelimesinin ac-cusatif'i olan oku ile, «okumak»tan emı-i hâzır olan oku gibi Ya da vezin yönünden olur: Harb-darb gibi Bunlar dışında lâfızlar arasında daha birçok ilgiler vardır ki, bunların bir kısmından da Lâfzın mânâya delâleti bahsinde söz edilmiştir „ 307 2-Lâfızlar arasındaki ses ve yazı benzerliğiCinas, lâfızlar arasındaki ses ve yazı benzerliğine dayanır Telhis ve Mutavvel tercemesi’nde, cinastan söz edilirken; bu san’at için, iki lafın benzer halde bulunmasıdır deniyor. Arkasından da, bunun telaffuz benzerliği olduğu ilave ediliyor. Dilimizde yazılan belâgat veya edebiyatla ilgili kitaplar:-aşağı yukarı bütün mana ve lâfız sanatlarında olduğu gibi-cinası izah ederken ya doğrudan doğruya, ya da dolayısıyla sözü edilen kitaba dayanmışlardır;-manevi cinas diye izah edilen husus haric-Ta’lim-i edebiyat ve ona bağlı kitaplar dahi buraya dahildir. Müelliflerin çoğu, cinas ve tecnis tabirlerini birbirinden ayırmaksızın kullanmışlardır. Hadd-i zatında bunlardan birincisi lâfızlara ait bir keyfiyyettir; ikincisi de, bu keyfiyyetin husulü ameliyesidir. Buna göre, tarife san’at olanından başlamak gerekir: Tecnis, manaları ayrı, telaffuzları bir kelimeleri bir ibarede toplamak san’atıdır. O kelimeler arasındaki benzerlik de, cinası meydana getirir. Cinasa bağlı bazı lâfız san’atları da vardır ki, bunlar cinasın mülhakatını teşkil ederler. Namık Kemal ve onu takibeden bir kısım muharrirler, bilhassa tenkitlerinde <cinas> ı tarifine uygun manada kullanmamışlardır. Cinasın, memleketimizde hakim olan tarifi; Recai-zade Mahmud Ekrem Bey’den beri üzerinde ısrar edilen tasnifteki ifade tarzlarından bir kısmına uygun gelmektedir. Ta’lim-i edebiyat’ta tecniz lafzı ve manevi olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Arap belâgatçilerinde başlayıp Türkiye’de Ekrem Bey’e kadar devam ettirilen cinasla ilgili izahlar, Ekrem Bey’in lafzi cinas veya tecnis dediği da’ire içine girecek maddelerdir. Maamafih eskilerde de bir lafzı cinas terimi vardır. Fakat, bu Ekrem Bey’in kasdettiği mana dışındadır: Eskiler, bu çeşit cinası tarif ederken, telaffuzları bir, yazılışları ayrı mütecanis lâfızlara ait bir hal olduğunu ileri sürüyorlar. Ekrem Bey’in tasnifinde, lafzı cinasa karşılık olan bir de manevi cinas yer almıştır. Bu manevi cinasın, başka sanatlarla birbirine girmiş bir mana taşımasına rağmen, okuyucumuza bu geniş tasnif içinde izahat vermek için, bilgileri, büyük çizgileriyle o iki çerçeveye yerleştireceğiz. Belâgat kitaplarında yer alan cinas çeşitleri: Ekrem Bey’in “Tecnis-i lafzi” adını verdiği çeşitler. Bu kitapta “cinas” terimi, yanında tavsif veya tayin edici bir lâfız bulunmadıkça daima o manada kullanılacaktır. Bu, onlara üstün bir san’at değeri atfetmekten değil, karşılık olarak kabul edilen manevi tecnis için ayrı ayrı isimler bulunmasındandır. O takdirde cinas veya tecnis tabiri, yalnız belâgat kitaplarında yer alanlara kalıyor. 3-Cinas ve ÇeşitleriYukarıdaki izahattan da anlaşılacağı üzere, cinas; manaları ayrı iki veya daha ziyade lâfız arasındaki telaffuz veya yazılış benzerliğidir. Bu iş oldu-bu meyve oldu. Bu iş bitti-Bu çiçek bitti. Tatlı yendi-Bu pehlivan o pehlivanı yendi. O adamın saçı sakalı aktı. Su, aktı. Bu ağaçta her gece uğursuz bir hayvan öter: Yarasa-Bari yediği bünyesine yarasa. İşi, dereyle, dağladır-Yüreğini ateşlere dağladır. Keremin çaldığı saz-Dere boyu, bütün saz cümle ve eksik terkiplerinde “ oldu, bitti, yendi, aktı, yarasa, dağladır “ kelimeleri cinaslı surette kullanılmıştır. Cinas; ana çizgileriyle tam ve eksik (gayr-ı tam) olmak üzere ikiye ayrılmıştır;-terimler arasındaki ilgiyi bozmamak için-sonuncusundan, tam olmayan cinas diye söz edeceğiz. Burada cinas çeşitlerini anlatmak için dört benzerliğin izahına lüzum vardır: Dört benzerlik yönü: Cinası meydana getiren kelimeler arasında dört yönden benzerlik bulunabilir: Bunlar, eski kitaplarda vücuh-ı erba’a diye adlandırılmıştır. Şöyle sıralanırlar: Lafzı meydana getiren harflerin: Nev’i, Sayısı, Hey’eti, Düzeni, Alfabeyi teşkil eden her harf, diğer harflere nisbetle bir nev’idir. Bir kelime kaç harf ise o da Lâfzın sayısını meydana getirir. Bu harflerin ünlü-ünsüz, uzun-kısa, seslendirilişlerinin düz-yuvarlak, geniş-dar, kalın-ince olması da, hey’etini teşkil eder. Düzen, harflere ait öncelik sonralık sırasıdır. Tam cinas: Harfleri arasında, yukarıda izah edilen dört yönden beraberlik bulunan lâfızlar, tam cinası meydana getirirler. Örnekler: Tohma Çayı kenarında, serin söğütler altında semaver kurup çay içmek gençlik yıllarımın, unutulmayan zevklerindendir. –Fatma Hanıma yüz def’a şu yorgana yüz geçir dedik.-Çiçek hastalığı geçirene böyle bir demet çiçek getirilir mi ?-Bu gök entariyi giymiş kız, gözleri gök yüzünde düşünüyordu.-Gözünü havuzun gözüne çevirmiş, kendi güzelliğini seyrediyordu.-Yolunu kaybeden adam, tepeden evleri görünce sevindi: “ A, dam ! “ diye çığlık kopardı.-Başı sarıklı adam, onu başından savdı. Cümlelerinde “ çay, yüz, çiçek, gök, göz, adam, başı “ lâfızlarında tam cinas vardır. Tam cinas, lâfızların dahil oldukları gramer kategorilerine ve yapılış tarzlarına göre sınıflandırılır. Lâfızların dahil oldukları gramer kategorisine göre: Cinası meydana getiren lâfızlar ya aynı gramer kategorisine girerler, ya girmezler. Bu esasa göre cinas ikiye ayrılır: Mümasil cinas: Bir ibarede ismin isimle, fiilin fiille teşkil ettiği cinas, bu adı alır. (Burada “isim”le isim soyundan, “fiil”le de fiil soyundan gelen kelimeler kasdedilmektedir. ) İsmi-mümasil cinasa örnekler: Bu (yazı), (yazıda) geçirdi.-Ancak Ada’da (Dil’e) gidince (dili) açıldı.-Meğer ol acuze (karı) (karı) görünce korkarmış.-Kayın valide, (gelinciğini) yanına almış, (gelincik) tarlasında ot topluyordu.-O hüsnü, o (anı), her (an) özledik.-Hacı (Arab’a) (araba) getirdiler. Yukarıdaki cümlelerde, ismi mümasil cinaslara örnek teşkil eden kelimeler, parantezler içine alınarak gösterilmiştir. Fiili-mümasil cinasa örnekler: Kimi saz (çalar), kimi para (çalar) .-Ne zaman attığı kurşun hedefe (değer), o zaman anlarız ki, bu silah istediğin paraya (değer) .-Garip aşık, ne olursun, peri kızı (der) ; bana o bahçeden gül (der) .-Ağa, yeni ırgada bağırdı: Şimdi fidan dikeceğin tarlayı (belle) ; yarın da git, öğleye kadar orayı (belle) . Bu cümlelerde de, parantez içindeki kelimeler, fiili-mümasil cinasları göstermektedir: Müstevfa cinas: Biri isim, diğeri fiil olan kelimelerin meydana getirdiği cinas, bu ad ile alınır: “ (Al) basmayı (al) .-(Asma) dalına mendil (asma) .-Ateştendir bu (yaka), giyen yiğidi (yaka) .-(Acı) zehirler yutturduğun anana (acı) .-Bu (yaz) Ada’ya gideceksin, her hafta bir makale (yaz), Mecmua’ya gönder.-Madem ki (açtın), niçin yemekten başka şeylerden söz (açtın) .-Onların sayıları (yüzdü) dedi, kendisini de suya attı, biraz çırpındıktan sonra (yüzdü) cümlelerinde parantez içindeki kelimeler, bu çeşit cinaslar için örnek teşkil ederler. Sünbül-zade Vehbi’ye ait şu mısradaki “yaz” kelimelerinden birincisi isim, ikincisi fiildir: Eyleme vaktini zayi’ deme kış (yaz), oku (yaz) Kimin tarafından söylendiği bilinmeyen şu beyitte de aynı san’atla karşılaşıyoruz: Kısmetindir gezdiren (yer yer seni ) Gafil olma akıbet yer yer seni Belâgat-i Osmaniye’de geçen şu beyit de, bu husus için –ancak şeklen-bir örnektir: Bağda mey içilip naleler eyler (neyler) Sesi çıkmaz acaba bülbül uyur mu (n’eyler) Ancak şeklen dedik, zira, ikinci mısradaki “neyler”, hakikatte “ne” ile “eyler”in kaynaşmasından meydana gelmiştir bu,-ileride görüleceği gibi-başka bir cinas çeşidi için de örnektir. Tam cinasın yapı bakımından sınıflandırılması: Tam cinas; yapı bakımından da basit ve mürekkeb olmak üzere ikiye ayrılır. a) Basit cinas: Cinası meydana getiren lâfızlardan her ikisi de tek kelimeden ibaret olursa, buna basit cinas denir. Yukarıdaki örneklerden, sonuncusu müstesna olmak üzere hepsi böyledir. Fuzuli’nin şu beytine bakalım: Gerçi ey dil yar içün (yüz) verdi (yüz) mihnet sana Zerrece kat’-ı mahabbet etmedin rahmet sana İlk mısradaki “yüz” kelimeleri –basit-bir cinas meydana getirmektedir. Nef’i’nin şu beyti de bu husus için bir örnek taşıyor: Meclis-i erbab-ı dil bir lahza sensiz olmasın (Hürmet) in inkar eden alemde (hürmet) bulmasın Burada birinci hürmet “haram oluş”, ikincisi “saygı” manasınadır. Hemen hemen her edebiyat kitabında yer alan İsmail Safa Bey’in şu beytinde de aynı hal vardır: İsterim haftada bir name bu (yaz), Yazacaksan dediğim vechile (yaz) ! b) Mürekkeb cinas: Cinası meydana getiren lâfızlardan biri tek, diğeri birden ziyade yahud ikisi birden ziyade olursa, bu çeşit cinasa da mürekkeb cinas denir. Tanzimat ricalinden Fuad Paşa’nın şu mısraını örnek olarak yazalım: Bir evde (dü zen) olsa o evde (düzen) olmaz. Dü zen (iki kadın), düzen “nizam” manalarına gelir. Demek ki, mürekkeb olan bir tam cinasla karşı karşıyayız. Aşağıdaki örnekte de böyle bir cinas görüyoruz: Şah verdi, filiz sürdü sinemde (yara dalı) Şu cihanda gülmedim yaradan (yaradalı) Şu da aynı çeşitten bir halk edebiyatı örneğidir: Terzi kolun kırılsın bedeni bol, (yakam az;) Ermeni’de güzel çok, Urum beni (yakamaz!) Diğer bir örnek: Meltem mi, poyraz mıdır şu deryada (yayılan?) Geçme arslan önünden ya kurt kapar (ya yılan!) Yahut: Bülbül eder (güle naz) Gül eder bülbüle naz Bugün bir şehre vardım Ağlayan çok (gülen az) Son örneği yine divan şiirinden verelim; şu beyit Nabi’ye aittir: Çerağ-ı hüsnüne ey meh beni (pervane) derlerse Kabul et sen dahı ey şuh-ı bi-(perva ne) derlerse Vasıf’a ait şu beyitte, cinası meydana getiren lâfızların iki tarafı da birden ziyadedir: Duş olup bir (taze yare) Cana açdım (taze yare) Mürekkep cinaslarda, imla tarzlarına göre, müteşabih, mefruk ve merfu olmak üzre üçe ayrılır. Müteşabih cinas İmlaları birbirine uyan lâfızların meydana getirdiği mürekkeb cinaslara, müteşabih cinas denir. Örnekler: Birincisi Vasıf’a ait yukarıdaki beyittir. İkincisi de, aşağıya alınmıştır: Ol meh cefayı sanma ki (devrandan) öğrenir Bi-mihr ü bi-vefalığı (devr andan) öğrenir Mefruk cinas İmlaları birbirine uymayan lâfızların meydana getirdiği mürekkeb cinaslar, mefruk cinas adını alır. Örnek: Ruhsarını ey dilber (ayineye) benzetdim Vah vah ne hata etdim (ayı neye) benzetdim Yahut: Dağıldı beyaz gerdenine zülf-i (perişan) Buldı o (peri şan) Bu örneklerin ikisinde de, aralarında cinas bulunan lâfızların, imla ayrılığı taşıdığını görüyoruz: İlk kelimelerdeki uzun (i) eski harflerle altında iki nokta bulunan (y) ile, birinci beyitteki (ı) ve müstezad parçasındaki (ı) ise, aynı alfabede kelime sonuna has (y) ile yazılır. Son olarak Fatih’in şu meşhur beytine göz atalım: Bizimle saltanat lafın idermiş ol (Karamani) Huda fırsat verirse ger kara yire (karam anı) Merfu cinas: Bir Lâfzın tamamı ile diğer bir Lâfzın parçasından meydana gelen cinaslara da, merfu cinas adı verilir. Ah kim ağzım sulandı seyrederken (sakızı) Buse va’diyle anı çiğnerdi bir ter-(sa kızı) Muallim Naci tarafından verilen şu örnek de İsmail Safa’ya aittir: Yokken gümeşin eşi (semada) Bir iş görüyordu (şemse ma) da Birinci mısraın manası açıktır. İkinci mısra ise “su da, güneşe bir iş görüyordu” demektir. Tam olmayan cinaslar: Cinası meydana getiren lâfızlar arasında dört benzerlik yönünden biri bozulduğu takdirde, tam olmayan cinaslar meydana gelir. Bunun da çeşitleri vardır. Şimdi her birini ayrı ayrı gözden geçirelim: a) Eksik cinas: Eski kitaplarda cinas-ı nakıs diye sözü edilen bu cinas çeşidi, mütecanis lâfızlardaki harflere ait sayı ayrıldığından doğar. Bunun dışında kalan diğer üç özellik yönü, iki kelimede muhafaza edilir. Böyle adlandırılmasının sebebi, lâfızlardan birindeki harf sayısının diğerinden eksik olmasıdır. Fazla harf ise ya bir olur ya daha çok olur. Buna kelimenin başında, ortasında ve sonunda rastlanabilir. Bu yüzden Telhis ve Mutavvel tercemesinde, eksik cinasın “altı kısım” olduğu bildirilmiştir. Bunlar, fazla harflerin sayısına göre değil, bulundukları yere göre adlandırılmışlardır. Fazla harfin kelime başında bulunduğu cinaslar: İki mütecanis lâfızdan birinin başında fazla harf bulunursa, mutarref cinas meydana gelmiş olur. Cem-Acem, ok-çok, dem-adem, dam-adam, ab-serab, ab-şArap, kıl-akıl, ram-meram, ol-kol, dem-nedem. . kelimelerinde olduğu gibi. Başka bir örnek: Oğlum ey maye-dar-ı hüsn-i (Hasen) Seni benden güzel bilirsin (sen) Mensur örnek: Bir mes’elede akl ü nakl ta’arruz edince huccet-i baliga-i kudret olan aklın hükmü evvel ve nakl anında (mü’evvel) olduğiyçün ‘ulema-i şeri’at ma’kulat ile mükellef. . Fazla harfin kelime sonunda bulunduğu cinaslar: İki mütecanis Lâfzın birinin sonunda fazla harf bulunursa, müzeyyel cinas meydana gelmiş olur. Göz-göze, od-oda, kul-kula, perva-pervane, ağ-ağu, divan, divane. . . kelimelerinde olduğu gibi. (Burada türkçe kelimeler, Yeni Türk Alfabesi’ndeki imlalarına göre yazılmıştır. ) Şu mısrada bu tarz bir cinas örneği vardır: (Çeşm)-i insan ta ezelden böyle (çeşme) görmemiş Seyyid Vehbi’nin aşağıdaki beyti de aynı şekildedir: Bize ey (badi)-i perişanı olursan da Dokun gahı o zülf-i tarmara (bada)-bad Son örnek de Enderuni Vasıf’a aittir: Dostum etmez idin (gamze) ni böyle hun-riz Beni (gamz) eylemese düşmen-i bed-hah sana Fazla harfin kelime ortasında bulunduğu cinaslar: Bu çeşit cinasa, Telhis ve ona bağlı kitaplarda hususi ad verilmemiştir. Fakat öğreniyoruz ki, Fahreddin Razi, Süyuti gibi bazı zevat bunu da, adlandırmışlardır. Biz, de benimseyerek, iki mütecanis Lâfzın birinin ortasında fazla harf bulunduğu takdirde meydana gelen cinasa, müşevveş cinas diyeceğiz. Cem-cam, der-dar, fem-fam, dem-dam, kem-kam, der-dur, ner-nar, bir-bar, dür-dur. . . kelimelerinde görüldüğü gibi. Bu lâfızlardan (-) den öce gelenler, Eski türk Alfabesine göre, baştaki ve sondaki harflerle yazılırdı. Bu hususla ilgili bir örneği taşıyan şu beyit, Yahya Kemal’e aittir: (Cem) bezm-i (cam) ı kurduğun gün, şad olun dedi; Ey dil-harablar, için abad olun dedi. Mütekarib cinas: Tam olmayan cinaslardan biri bu adı alır. Aralarında tecanüs bulunan kelimelerde, yalnız birer harf ayrılık gösterir. Bu çeşit cinas, diğer hususiyetleriyle tam cinasa benzer. Hacis-haciz, sevab-cevap, lâfızlarında görüldüğü gibi. Mütekarib cinas ikiye ayrılır: Muzari cinas, lahik cinas. Şimdi her birini ayrı ayrı tanıyalım: Muzari cinası: Mahreçleri aynı kalmak şartıyla –dört benzetme yönünden-yalnız harfler arasında aykırılık bulunan lâfızların meydana getirdiği san’at, cinas-ı muzari adını alırdı. Bu san’at, değişiklik gösteren harfin başta, ortada, sonda bulunuşuna göre üç manzara gösterir: Kelime başında bulunuşuna örnekleri: Zahire-sahire, gibi. . Şu cümle, Yusuf Kamil Paşa’nın Telemak tercemesindendir: Yarın enamil-i gül-gun-nüma-yı şafak ebvab-ı mutalla-yı şarkı açup giysuvan-envar-efşan-ı hurşid derya-yı ayine-nümadan bedid ve pişgah-ı (şahir)-i ahenden nücum-ı za’ire (sahire)-i semaya sercünban-ı teb’id olunca Kelime ortasında bulunuşuna örnekler: Fütur-futur, gibi. . Şu örnek Hoca Sadeddin Efendi’nin Tacü’t tevarih’indendir: Muhayyer-i ukul olan meşmulat-ı makbulesinin biri vak-ı bülend-revnakı ahdak-ı huzzakı müşahede-i fütur ü futurdan ta’ciz eden Ayasofya kubbesidir. Kelime sonunda bulunuşuna örnekler: Sa’il-sa’ir, afat-afak, hacib-haciz, hamil-hamid, hazir-hazik gibi. . Şu mısrada böyle bir örnek vardır: Zıll-ı adlin haris-i afatdır afakdan Yine Yusuf Kamil Paşa’dan bir örnek alalım: Tarhlar içinde ki müte’addid ırmaklar birbiri ardınca cereyan ü revan ederek ba’zısı kemal-i sür’atle (da’ir) ve ba’zısı yavaş yavaş dolaşa dolaşa sanki tarik ü farig olmadığı menba-ı kadimi semtine sa’il ü (sa’ir) olup. Lahik cinas: Bir cinası meydana getiren lâfızların yalnız harfleri arasında ihtilaf bulunur, bunlar da yakın mahreçli olmazsa, bu takdirde lahik cinas meydana gelmiş olur. Bu uzak mahreçli harfler; ya başta, ya ortada, ya da sonda bulunurlar. Başta bulunuşa örnekler: Sun-hun, tirab-mizab, yar-nar, kahil-cahil, tar-mar, tahir-bahir gibi. Aşağıdaki örnek, Veysi’nin Şehadet-name’sindendir: Ve dehan-ı amele-i duzeh ki (mizab)-ı (tiyab)-ı azabdır. Ortada bulunuşa örnekler: Kadir-kahir, etraf-eşraf, temekkün-terekkün, şakir-şa’ir gibi. . Şu mısra, Vasıf’a aittir: (Maran) gibi hep birbirini sokmada (yaran) Sonda bulunuşa örnekler: Naşit-naşir, bam-bad, bac-bar gibi. . Şu cümle de Yusuf Kamil Paşa’nın Telemak tercemesi’nden alınmıştır: Nişan-i nişabe-i hışm u gazabım olmakdan ittika ve selem-i selamet-i müsellem iltifatına irtika itmelidür: Kalb cinası: Mütecanis lâfızlarda harflerin tertibi birbirine uymazsa, kalb cinası meydana gelir. Eski kitaplarda bu lâfız san’atından cinas-ı kalb, tecnis-i kalb adlarıyla söz edilmiştir. Kalble meydana gelen cinaslar, şu iki halden biriyle karşımıza çıkarlar: Ya tam cinas, ya da eksik cinas olurlar. Bunlardan ilki, eski kitaplarda kalb-i küll; ikincisi kalb-i ba’z diye adlandırılmıştır. Elem-emel, kelef-kelek, ihmal-imhal, ikmal-malik, safa-vasıf. . . kelimeleri birer kalb meydana getirmektedir. Muallim Naci Efendi, bunlar için Türkçe örnekler vermiştir: Aşağıdaki beyitte bir kalb-i külle karşılaşıyoruz. Önüne ebr-i siyahı çekerek Etdi pinhan-ı (kelef) bedri (felek) Şu mısra da, aynı şair Cinayet Mahkemesi’nde vazifeli bulunduğu sırada kendi hakkında söylemiş ki, bir cinas-ı ba’z örneğidir: (Cani) ler içinde kaldı (Naci) Bunlardan başka bir de kalb-i mücennah vardır; buna maklub-ı mücennah, tecnis-i mücennah dahi denir. Bu çeşit cinaslar, mütecanis lâfızlardan birinin beyt başında, diğerinin beyit sonunda yer almasıyla meydana gelir. Bu ismin verilmesi, sözü geçen yerlerin, nazım için iki cenah (kanat) sayılmasındandır. Örnek: (Gül)-ruhun hicriyle la’l olmuş gönül ey gonce-fem Gel bana ben ağlayım bülbül gibi, sen bak da (gül) Müzdevic cinas: Müzdevic cinas; mütecanis lâfızlardan ikisinin de, sonda bulunmasından hasıl olur. Bu çeşit cinasa, müredded cinas ve mükerrer cinas adları da verilmiştir. Hem kalb cinasından, hem de diğerlerinden yapılır. Örnek: Şem’ içün bu mertebe (pervaneden) (perva neden) Muharref cinas: Muharref cinas; mütecanis lâfızlar arasında yalnız harekat ve sekenat bakımından ayrılık bulunmasından doğar. Cinası meydana getiren dört benzerlik yönünde, bunların hususi terimi, hey’ettir. Şu halde muharref cinas, harflere ait hey’et ihtilafı dışında, tam cinasa benzer: Devr-dur, verd-vird, cennet-cinnet kelimeleri arasında bu çeşit bir cinas vardır. Örnek: (Genc)-i istigna ararsan yokla (künc)-i uzleti Yahud: Şehrin içinde şöhreti artar cemalinin Evsaf-ı (verd)-i arızı (vird)-i zeban olur Ya da : Ay güniyle (kavl) olunmuş, (kul) larındır mihr ü mah Bir beyit daha görelim: Bize bozdırdı akideyle siyamı ol şuh Buse-i (nukl)-i lebi bezme edüp (nakl)-i neval Hatti cinas: Hatti cinasa, cinas-ı tashif, cinas-ı musahhaf adları da verilmiştir. Mütecanis kelimelerde şekli aynı olan harfler arasındaki nokta ihtilafından doğar. Bunu, Yeni Türk Alfabesi’nde (s) ve (c) harflerinin altına konan (ş) ve (ç) harflerini meydana getiren (, ) gibi işaretlere de teşmil etmek gerekir. Örnek: Dersen oalyım kemali haiz Tazyi-i zamanı görme ca’iz Diğer örnek: Gerçi dilde var gam-ı aşkın gibi bir barımız Çok şükür Mevla’ya bari sensin ey can yarımız İştikak cinası: Aralarında türeme ilgisi bulunan iki Lâfzın meydana getirdiği cinasa iştikak cinası denir. Esbab-ı müsebbib kelimelerindeki gibi. Manevi Cinas Ekrem Bey, manevi cinası ses veya yazı değil, manaya ait bir tekerrür karşılığı olarak almıştır. Şöyle tarif ediyor: “ Bir söz içinde iki manalı olarak irad olunan elfazın diğer manalarıyla saded-i bahs arasında külli ve cüz’i-karib ve ba’id bir münasebet bulunmakdan vücuda gelir” Bu bahiste Recai-zade’ye bağlanan Eski Dahiliye Nazırı Reşid Bey (H. Nazım) ; bu tarife biraz daha sarahat getirmektedir: Ona göre, cinas-ı manevi, “iki ma’nalı bir kelimenin aynı cümlede her iki ma’nasıyla uzaktan, yakından bir münasebet gösterebilmesi suretinde tarif olunur. ” Reşid Bey, bu cümlenin arkasından hemen şunları ilave ediyor: “Ma’nevi cinası diğerinden tefrik için buna mevkine göre cinas-ı ma’nevi, mugalata-i ma’neviye, istihdam” isimleri verilmiştir. Ekrem Bey, “mevkiine göre” kaydına da lüzum görmeksizin, sözü geçen san’atın, bir adının da “mugalata-i ma’neviye” olduğunu bildiriyor. Süleyman Fehmi, bir “ihtar” ile “bir kelimenin muhtelif manalarda istimali suretiyle de cinas yapılabilir” demek suretiyle, diğer müelliflerin mevzuu “tevriye”ye yakınlaştırmasını bir adım daha ileri götürmüş bulunmaktadır. Yeni Edebiyat müellifi Muhiddin, cinasın bu çeşidini, “iki ma’naya mahmul söz söylemek” diye tarif ettikten sonra “buna tevriye dahi derler”diyor. Sözü edilen san’at; manevi mugalata mıdır, istihdam mıdır, tevriye midir? Bunlar, aynı şeyse, niçin her biri için ayrı ayrı terimler konulmuştur? Sonradan lâfız san’atları başlığı altında bir de “manevi cinas” terimine neden gerek duyulmuştur? Bunlar, inceden düşünülecek hususlardır. Bu san’atların her birini yukarıda ayrı ayrı gördük: Manevi mugalata, manayı bir mislinden diğerine yahut onu cerhedecek bir hususa nakletmektedir. Mananın misilden misle nakli, ortak lâfızlarla olur. Fakat bu san’ata hususiyle mübahese ve cedelde baş vurulduğuna göre, bu çeşit mugalata, mananın nakizine (ortaya çelişki koyanına) naklinde kendini gösterir. İstihdam, iki manası olan lâfızla bu manalardan biri kasdolunduktan sonra bu lafza ait zamirle diğerinin kasdolunmasıdır. Ayrıca bir zamirle bu manalardan biri, ikinci zamirle diğeri kasdolunmak suretiyle de istihdam yapılabilir. Tevriye ise, iki manası olan sözü, bu manalardan uzak olanını kasdederek ikisini de gelecek şekilde, kullanmaktır. Bütün bu san’atlar, aradaki ince ayrılıkları kaybetmemek maksadıyla Lâfzın iki mana taşıması üzerine kurulmuştur. Namık Kemal, daha önce de işaret ettik, çok def’a tenkitlerinde “cinas” ile tevriyeyi brbiriyle karıştırıyor; her ikisini de “cinas” terimiyle ifade ediyor. Acaba Ekrem Bey’in bu terim bolluğu içinde “cinas-ı ma’nevi” tabirine duyduğu lüzum, Vatan Şairi’ninbu kullanışına ilmi bir ıstılah bulmak için midir? Yoksa, bizim gözümüzden kaçmış bir kaynağı mı vardır? Fransızca’daki equivoque tabirini, Türkçe’de iki manalı bir sözü, kasdolunan manada kullanmamaktan doğan bir fesahat hatası olarak karşılayacağız. Üstad Ekrem, bu tabirle calembour kelimesine karşılık mı getirmek istiyordu? Bilemiyoruz. Fakat bunun “mazmun” manası da vardır. Ta’lim-i Edebiyat’tayer alan şu örneğe bakalım: Zevk-aşina-yi aşka safa-yi müdamdır Bi-gane-i mahabbete işret haramdır Recai-zade’ye göre burada manevi bir cinas vardır: Ekrem Bey, bunu “daimi” ve şarab” manasında gelen müdam kelimesi üzerine kuruyor. Zahirde yakın manası göze çarptığı halde, ikinci mısradaki işret kelimesine bakınca, kelimenin uzak manası kasdedilerek kullanıldığı anlaşılıyor. O halde, beyitte manevi cinas değil, tevriye vardır: Hem de bu iki kelime, bir iham-ı tenasüb meydana getirecek şekilde kullanılmış. Ta’lim-i edebiyat müellifi’nin gözünden kaçmış diğer bir kelime de aynı vaziyettedir: Haram kelimesi. Ekrem Bey üzerinde dursa, burada da manevi cinas bulunduğunu söylerdi. Kelimenin yakın manası, şer’idir; işret kelimesi ile de, önce bu mana göze çarpıyor. Fakat aynı mısrada bulunan muhabbet kelimesine bakınca, “haram”dan ayrıca “hürmet” manasının kasdedildiği de anlaşılır. O halde burada da tevriye vardır: Bu kelime, hem “mahabbet” manasında, hem de birinci mısradaki “aşk” kelimesiyle bir ilham-ı tenasüb teşkil edecek şekilde kullanılmıştır. Acaba, safa kelimesinde de, müdam ve işret kelimeleri yanında “mey-i nab” tasavvuruna gidilerek, bir tevriye düşünülemez mi ? Beytin diğer hususiyetlerine de temas edelim: Aşina-bigane arasında tezat vardır; aşk-mahabbet, safamüdam, aşina-aşk, işret-haram kelimeleri ufki olarak münasebetlidir. (Melfuf, mefruk terimlerini kullanmadık) . Bigane ve mahabbet arasında da, kuvvetli olmamakla beraber bir tezad vardır. Nabi’ye ait şu beyit de, aynı kitapta manevi cinas örneği olarak yer almıştır: Saht-ruyana olur nerm-nihadan muhtac Düşmesün rişte çalışsın nazar-ı suzenden Bu beyitte açık olan, “saht-ruyan”a “nazar-ı suzen” “nerm-nhadan”a “rişte” tekabül ediyor. Ekrem Bey, manevi cinasın hangi kelimede bulunduğunu bildirmemiştir. İlk mısradaki “ruy” kelimesiyle münasebetini de göz önüne alarak “nazar” kelimesinde olduğunu düşünmek imkansız: Bu, bir terkip içine girerek, yakın manasından uzaklaştırılmıştır. Terkibin, izafetle izah edilemeyecek sınırlı bir manası vardır. Nazar-ı suzen, “iğne deliği” demektir. Kelime, asli mananın kasdine imkan veremeyecek şekilde kullanılmıştır. Burada ne cinas-ı manevinin, ne de tevriyenin mevcudiyeti düşünülebilir. İfadede bir de suzan kelimesi bulunması gerekir; o da kendi tasnifinde lafzi cinasa girer. Bu kitabın müellifi,-hiç olmazsa şu satırları yazarken-verilen örnekte, cinas tarifine uyacak bir kelime göremiyor. Ekrem Bey, Reisülküttab Arif’e ait şu parçayı da manevi cinas örneği olarak göstermiştir: Zir zülfündeki o hal-i siyeh Kim anın kadri müşke berterdir Perde-dar-ı harim-i ruhsarı Bende-i mukbil adı Anber’dir Recai-zade; burada da hangi kelimelerin cinası gerçekleştirdiğini bildirmiyor. İlk anda anber kelimesi göze çarpıyor: “Anber”, iki manada kullanılmıştır: Birincisi malum güzel koku, ikincisi şahıs ismi. Her iki manasıyla hal in Müşebbehün-bihidir. Divan şiirinde hal (=ben) hem “anber”e, hem de “habeş”e benzetilir. Osmanlı topraklarında da habeş asıllı kölelere verilen isimlerden biri “Anber”dir. Bir yandan ilk mısradaki “hal” kelimesi her iki mananın kasdedildiğini göstermektedir; diğer yandan yine aynı mısradaki siyeh ve ikinci mısradaki müşk kelimesiyle, son mısradaki bende kelimesi “habeş” fikrini kuvvetlendirmektedir. Şair, “anber” kelimesini, yakın manasının düşünülmesine de imkan verecek surette, uzak manasında kullanmıştır. Böylece de yapılan, tevriyedir. Şayet, nakıs cinasla böyle bir münasebet kurmak mümkün olsa, “bende” kelimesinden başka bir de “bend” kelimesi bulunsaydı, daha önce geçen “zülf” kelimesiyle “perde-dar” kelimesinin ilk kısmını göz önüne alarak, lâfızda iki mana arayabilirdik. Önce nakıs cinas, lafzidir; çift mana aranılamaz; sonra nakıs cinasın tahakkuku için gereken ikinci kelime yoktur. Reşid Bey’de, manevi cinas örneği olmak üzere Ragib Paşa’nın şu beytini veriyor: Baht olmayınca hüsn-i tabi’at neyi müfid Sa’ib de olsa halk hatasın arar bulur Burada da tevriye vardır şöyle ki, sa’ib, evvela “hata” Lâfzına göre “sevap” kelimesinin ism-i fa’ilidir. Yine “hata” ve “tabi’at” lâfızlarına göre de Hind üslubu ile şiir yazan bir İran şairidir. Şair, uzak olan bu ikinci manayı kasdetmiştir. Aynı beyitte “hata”kelimesi de iki manayı taşıyor: Birincisi sevabın zıddıdır. İkincisi de, Dou’da bir ülke. Ancak Ragıp Paşa, ilk manayı kasdedmiştir: Bir sebk-i hini şairi olan Saib’den bu manaya intikal ediyoruz. Türkçe’deki kullanılış tarzı ile müfid kelimesi de, mevzuumuz bakımından dikkat çekicidir: Bu kelime, birnicisi yakın ikincisi uzak olmak üzere “faydalı olma” ve “ifade etme” manalarına gelir. İkinci mısradaki “hata” kelimesi, bir şair olan Saib’in adı yani uzak mananın kasdedildiğini düşündürüyor. Bu itibarla bizim kullanışımıza göre, burada da tevriye vardır. Yeni Edebiyat müellifi de, manevi cinas için bir örnek vermiştir. Züvvar, gurub etdi bu mah on yedisinde, Düşdü kara topraklara eyvah bu sinde. Za’f-ı te’lif ve şiveye mugayyeretten hali olmayan bu rekik ifadede, mah on yedisinde terkibinin hem “ayın on yedisinde” hem de aya benzeyen “o güzelin on yedi yaşında” olduğu manalarını ifade edecek tarzda kullanılması, burada manevi cinas bulunduğu iddiasına yol açmış olmalıdır. “Mah”ın yakın manası, gerçek manası olan “ay”; uzak manası ise, “aya benzeyen güzel”dir. Aşağıdaki “kara topraklar” ve “sin” kelimesi de gösteriyor ki, burada uzak mana kasdedilmiştir. Binaenaleyh tevriye vardır. “Mah” kelimesi de, mecazi manası dışında, hem Arz’ın peyki olan “Ay” hem de zaman ismi olan “ay” manasında kullanılmıştır; fakat; bu kullanışta bir za’f-ı te’lif, yukarıda equivoque dediğimiz bir fesahat kifayetsizliği vardır. Ayrıca burada iki manaya gelebilecek başka bir kelime vardır: Sinde kelimesi. Yakın manasıyla “yaşta”, uzak manasıyla “mezarda” demektir. “Mah” kelimesi, istiare yoluyla taşıdığı karşılığa göre uzak manası kasdedilerek kullanılmıştır. Fakat yanında bulunan “kara topraklar” terkibi, uzak manayı da düşündürmektedir. İfade hem iki manaya gelecek şekilde, hem de manalardan şairin tercihini belirtecekvasıftadır. Bu yüzden sözü edilen örnek de, bir tevriyeyi taşımaktadır. Görülüyor ki, bu san’at için verilen örnekler, tamamiyle tevriyenin tarifine uygun gelmektedir. Reşid Bey, manevi cinasın “başlı başına” bir “kıymeti ha’iz” olamayacağını bildirdikten sonra, şöyle diyor: Fakat tevriye, iham, müşakale gibi avamil tarafından olan sanayi-i mecaziyyenin madde-i asliyyesini teşkil ve o zaman fikr ü hayale a’id bir münasebet-i timsaliye halini iktisab eder. Eski Dahiliye Nazırı’na göre, lafzı cinastan üstünlüğü de bu yüzdendir. Mesela tevriyenin, yahut onun diğer adı olan ihamın ne suretle asli maddesini teşkil edecektir? Buna göre, tevriyenin manevi mecazdan istihale yoluyla meydana gelmiş başka bir san’at olması gerekir. Verilen örnekler, bu başlığı ortaya koyamıyor. Acaba, Ekrem Bey tarafından ortaya atılan tasnifin yanlış olamayacağı önceden kabul edilerek, böyle bir izah yolu mu aranmıştır. Cevdet Paşa, Arap belâgatçilerine uyarak manevi san’atlar içine aldığı tevriyenin dahi mana san’atı sayılmasına itiraz ediyor. Tanzimat devrinin bu büyük alimi ve gayretli devlet adamı, fikrini izah ederken, içinde tevriye bulunan bir ibare; başka dile çevrilince, bu tevriye, kaybolur; o halde sözü edilen san’at lâfızla ilgilidir diyor. Şüphesiz, Paşa, bu iddiasında haklıdır. Tevriyenin mana san’atları içinde mütalası, bir an’aneye uymaktan ibaret bulunduğuna göre, cinasın, manevi olanlarından söz etmek isabetsiz bir hal alır. Madem ki, sınırları ve mahiyeti vazıh olarak belirtilmese bile-manevi cinas diye bir san’at çeşidinden bahsedilmiştir; okuyucumuzu haberdar etmek zorundayız. Bu yüzden, bütün bu satırları altında toplayan bir başlığa lüzum duyduk. Şurasını da belirtelim ki, Arap belâgatçileri, lafzi değil, işari olan bir san’at çeşidinden söz etmişlerdir. Ancak bu, Ta’lim-i edebiyat tasnifindeki lafzı cinasın karşısına çıkarılan büyük bir san’at dalı değildir. Lafzı cinasın dallarından birini teşkil eden “gayr-ı tam cinas”lardan biridir. Mutavvel ve Telhis tercemesine dayanarak bu husustaki kısa bilgiyi, daha önce vermiştik. Manevi cinastan söz eden kitaplar; bunu lafzı cinasla karşılaştırıyorlar. Fakat bu karşılaştırma, sözü edilen san’atın dinleyici veya okuyucu üzerindeki te’siri etrafında toplanıyor. Manevi cinasın mahiyeti nedir ? Hangi vasıfları onu, söz gelimi, tevriyeden ayırır? Bu hususlar aydınlığa kavuşmuyor. Onlara göre, lafzi cinas, yalnız bir söz oyunu olduğu halde; manevi cinas öyle değildir. Lafzı cinas; laubaliliğe, hatta “perde-birunluğ’a” imkan verir: Manevi cinası iltizam edenler bu yola gitmezler. Lafzı cinas yapanlar, “bir derece”ye kadar “hod-binlik”lerini ortaya koyarlar. Manevi cinası tercih edenler; tavırlarını “mahviyet ve nezaket perdesi altında” gizlerler. Lafzı cinas, haiz olduğu hüneri hemen ortaya koyar. Halbuki, manevi cinas, okuyucuya bulma zevki verir. (Acaba bilmece çözme zevki verdiği yerler de yok mudur?) Bunların ve bunlara benzeyen karşılaştırmaların bir ikisi hariç; sözü edilen farklar; bu iki çeşit cinasın mahiyetlerinden değil, o cinasları yapan şahısların mizaçlarından doğuyor. Manevi cinasla da –şayet böyle bir san’at adına lüzum varsa-hodbinlik göstermek, ağır surette yerme yolunu tutmak, “mahviyet”ten uzak ifade yollarına baş vurmak, sözü nezaket dışına çıkarmak mümkündür. Bu sözlerden, Ekrem Bey’le onun izinde yürüyenlerin “lafzı cinas” adını verdikleri hüneri müdafaa ettiğimiz manası çıkartılmamalıdır. Bu husustaki düşüncelerimizi, bahis sonunda, edebi san’atlarla lgili umumi görüşlerimiz içinde belirteceğiz. Netice olarak bildireceğimiz şey, “manevi” teriminin yeni bir kavrama karşılık olmamasıdır. 2-İştikakİştikakın lugat manası “türeme”dir. Edebiyatta ise, iştikak bir kök ile o kökten türeyen veya aslı manaları aynı köke bağlı bulunan yahut harflere ait şekil benzerliğinden dolayı aynı kökten türemiş gibi görünen sözlerin bir ifadede toplanmasından doğan san’atın adıdır. Zikr-mezkur, fevt-müteveffa, katl-katil, cerh-carih, akl-akıl, hilm-halim kelimeleri arasında iştikak vardır. Bunlardan “zikr, fevk, katl, cerh, akl, hilm” kelimeleri köktür; karşılarında yer alanlar ise, türetilmişleridir. Aynı tertibi şu şekle çevirerek yine iştikak yapabiliriz: Mezkur-zakir, akıl-ma’kul, müteveffa-vefiyyat, katil-maktul, carih-mecruh; bu defa da, iştikakı, aynı kökten türemiş kelimeler meydana getirmiş olur. Türkçe kelimelerden ver-vergi, sev-sevgi, bil-bilgi, geç-geçit, göz-gözlük, var-varlık, gün-günlük, as-askı, kes-keser, dur-durgun, soy-soydaş, süz-süzgeç, genç-gençlik, korku-korkak arasında da iştikak vardır. İşte belirli gramer kaidelerine göre türeyen bu çeşit kelimeleri aynı fıkrada, aynı ibarede, aynı nazım parçasında ifadeye süs verme maksadıyla toplama; lâfız san’atları arasına bir de iştikak’ın girmesine yol açmıştır. Mesela, Namık Kemal’e ait: Gönül kim mazhar-ı esrar-ı fakr-ı Fahr-i alemdir Felekler müftehidir şimdi feyz-i iftiharımdan Beytinde “fahr, müftehir, iftihar” kelimeleri arasında iştikak san’atı vardır. Fuzuli’ye ait : Aşıka ma’şukdan bilmem bu istigna nedür Mısraında “aşık” ve “ma’şuk” kelimeleri arasında da görüyoruz. Abülhak Hamid’e ait şu cümlede: Hatayı tashih için, ne yapalım ki, en büyük hata musahhihden sadır oluyor!. . . cümlesinde “tashih” ve “musahhih” kelimeleri arasında yine iştikak mevcuttur. Nabi’nin Hayriye’sinde yer alan : İlm bir lücce-i bi-sahildir Anda alim geçinen cahildir Beytindeki “ilm” ve “alim” kelimeleri de, aynı san’atı meydana getirmiştir. Yine Namık Kemal’in: Ne efsun-kar imişsin ah ey didar-ı hürriyet Esir-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esaretten Beytinde “esir” ile “esaret” kelimeleri, iştikak san’atına örnek teşkil etmektedir. Bu beyit de Nabi’dendir: Rişte-i dest-i müsebbibde iken esbabın Nabi’ya alem-i esbaba heves-kar olma burada da “müsebbib” ve “esbab” kelimeleri arasında iştikak vardır. Sinan Paşa’nın Tazarru’-name’sindeki şu parçayı da, son bir örnek olarak gözden geçirelim: Rahim’dür ki, dü alem rahmeti nesiminden bir nefha Kerim’dür ki iki cihan keremi denizinden bir katre. Gafur’dur ki zümre-i ervah-ı mukaddese süradikat-ı kudsinden bir kadem geçemez bir Aziz’dür ki hezaran can-ı azizan sera-perde-i izzetinden bir zerre keşf idemez. Bir Kahhar’dur ki celali satvetiyle her mevcud makhur Rahman’dur ki cemali tecellisiyle her zerre mesrur. Semi’dür ki sem’ine alet yok. Basir’dür ki basarına afet yok. Mürid’dür ki iradetine illet yok Halik’dür ki mahlukatına nihayet yok. Bu parçada yer alan kelimelerden aralarında iştikak san’atı bulunanları parantezler içinde toplayalım : (Rahim-rahmet), (Kerim-kerem), (Gafur-mağfiret), (Afüvv-afv), (Kuddus-mukaddes kuds), (Aziz, azizan, izzet), (Kahhar-makhur), (Semi-sem), (Basir-basar), (Mürid-iradet), (Halik-mahlukaat) . Yazılış ve telaffuzlarındaki benzerlikten dolayı, bir köke bağlı gibi görünen fakat hakikatte asli maddeleri ayrı olan kelimeler, aynı ifadede birleşirlerse, o ifadeye şibh-i iştikak denilen diğer bir süs kazandırırlar. Bu, asıl iştikake nisbetle, ikinci derecede bir san’attır. Nabi’nin şu mısralarına bakalım: Gönülde da’iye-i mal emel yüzündendir Nümud-ı silk-i kana’at kesel yüzündendir Kitablarla medarisde bahs eder tullab Kitab cildi anın çün cedel yüzündendir Burada (mal-emel), (silk-kesel), (cild-cedel) kelimeleri arasında şibh-i iştikak vardır. Gerek iştikak, gerek şibh-i iştikak; ince bir hayali taşımadıkça makbul sayılamaz. Bazan bu san’atların bulunduğu ifadelerde hakimane karşılaştırmalar da yer alır. Recai-zade Ekrem Bey, şibh-istikakın, “bir kaziyyeye burhan” olmak üzre kullanıldığından da bahsettikten sonra, Keçecizade Fuat Paşa’ya ait Hükumet hikmet ile müşterekdir Vezir olan hakim olmak gerekdir Mısralarını örnek olarak gösteriyor. Hakikatte “hikmet” ve “hakim” kelimeleri arasında iştikak vardır. “Hükumet” kelimesi de bunlarla bir şibh-i iştikak meydana getiriyor. Üçüncü Altbölüm 3-Reddü’acûz ale’s-SadrAcüz, bir mısraın ikinci yarısının veya bir fıkradaki son cümlenin adıdır. Mısraın ilk yarısı yahut 328 fıkranın ilk cümlesi ise sadr'ı teşkil eder. Bir mısraın ilk cüzü ile son cüz'ü arasında bulunan kısımlar ise, aruz ilminde haşv adını alır. Reddü'I-acüz ale's-sadr, bir şiir veya fıkrada «acüz»ü «sadr»a, «sadr»ı «acüz»e geçirmektir, Bu terimleri bir yana bırakırsak, bir fıkra veya mısıâm sonundaki kısmı, diğer fıkra veya mısraın başına almak süreliyle yapılır. Bâzan bir manzumenin ilk mısraını, o manzume sonunda tekrarlayanlar da vardır ki, bu, aynı sanatın şümulü içinde sayılmıştır. Sözü edilen sanat altı suretle karşımıza çıkar: 1. Telâffuz, şekil ve mânâ yönünden bir olan kelimenin acüz ve sadrda bulunduğu nazım ve nesir parçalan. Şu atasözü, bu husus için biı örnektir: Hekim, hekim değil; basma gelen hekimdir. 2- Mütecanis kelimelerin, acüz ve sadıda bulunduğu nazım ve nesir parçaları. Sabite âit aşağıdaki beyit, bu husus için Örnek olarak gösterilmiştir: Sâ'atin geldi demekdir âşık-ı dil-hasteye Sinesin açup nezâketle o sâ'at gösteriş 3. Telâffuz, şekil ve mânâ yönünden bir olan kelimenin haşv ve acüzde bulunduğu nazım ve nesir parçalan,. Bu husus için de, Fuzûlî'nin aşağıdaki beyti Örnek olarak gösterilir: Gerçi canandan dil-i şeydâ için kâm isterem Sorsa cânân bilrnezem kâmı dil-i şeydâ nedür 4. İki mütecanis haşv ve sadrda yer aldığı nazım ve nesil parçaları, Örnek: Mektup alınca yarın, anlayacaksın ki senin de var, ağyarın kadar yârın. 5. İki kelimenin iştikak san'atı vücûda getirmek suretiyle acüz ve sadrda ver aldığı nazım-nesir parçalan Katil dedi, hâzırıma, döndü; Her yerde görürdü sanki maktel. 6. İki kelimenin şibh-i iştikak meydâna getirmek suretiyle acüz ve sadrda yahut haşv ve acüzde yer aldığı nazım ve nesir parçalan Örnek: Kulaklarında bir sayha-i memdûd ve gözlerinde kesif bir düd. PAGE329 Yukarıda da belirttiğimiz gibi, aynı mısıâm, bir manzumenin başında ve sonunda yer alması da reddü'l-acüz ale's-sadrdan sayılmıştır. Dördüncü Altbölüm 4-KalbHarfleri, tamamen veya kısmen mütecanis fakat bu harflerin düzenlenişi birbirinden ayrı olan iki kelimenin bir ifâdede toplanmasına kalb denil'. Bu kelimeler, birbiıine nazaran maklüb sayılır. Bu san'at da, cinasa bağlı lâfız süslerinden sayılmıştır. O kadar ki, bâzı müellifler, kalbi doğrudan doğruya cinas içinde mütâ-lea ederler. Bu kitapta cinasın kalble ilgili çeşidi kendi yerinde anlatılmıştı: Kalb-i kül ve kalb-i ba'z bunlardandır. Şimdi onun dışında kalan hususlar üzerinde durulacaktır; ki, bunlar da diğer kalb çeşitleridir. Kalb-i kül ikiye ayrılır: 1. Düzenli kalb (muntazam kalb): Bir kelimenin harfleri, sonundan başına doğru yazıldığı zaman yine manâlı bir kelime zuhur ederse, muntazam kalb meydâna gelmiş olur, Buna «müfred kalb» de denir. Külah-helâk, çok-koç, ver-rev, ney, yen, akat-taka, şitâ-âteş, çarık-kıraç, ulus-sulu kelimeleri arasında birer1 muntazam kalb vardır. 2. Düzensiz kalb (mu'avvec kalb): İki kelimenin ortak harflerden meydâna gelmesine rağmen, bunların yer değiştirmesinde bir intizâm görülmediği taktirde, düzensiz kalb meydâna gelmiş olur. Haris-sarih, adam-dama, deniz-zinde, kelimeleri gibi, Düzenli kalblerde bâzan aynı mânâ ve lafzı ihtiva-eden kelime veya terkiple karşılaşırız. Bu noktadan sözü edilen kalb de, maklüblarm yerine göre ikiye ayrılır: Kanatlı kalb düz kalb. a) Kanatlı kalb (mücennah kalb): Bir mısra, beyit veya cümleden birinin başında bulunan kelimenin, harfleri yer değiştirmiş olarak sonunda yer alması, kanatlı kalbi meydâna getirir. Sürûrî-i kadîme âit: PAGE330 Nur gibi emrine kılmışdı itâ'at halk-ı Rum âm olupdur nitekim Musa'ya ey şeh sihr-i rnâr beytinin her iki mısraı bu vasıftadır, b) Düz kalb (müstevî kalb): Mısra', beyit veya cümleyi sonundan başına doğru okuduğumuz takdirde, başından sonuna doğru okuyunca hâsıl olan metnin aynı ile karşılaşırsak, düz kalb meydâna gelmiş olur, Örnek: Beşinci Altbölüm 5-AkisAkis sanatı; tard ü akis, aks ü tebdil adlarıyla da anılır. Bir cümle veya mısrâ'm sondaki kısmını başa almak, baştaki kısmını sona getirmek suretiyle diğer' bir' cümle veya mısra* teşkil etmek, akis san'atmı meydâna getirir, Tercemetü't-Telhîs ve'I-Mutavvel'de aksin «vücüh-ı adîde üzre vaki'» olduğu bildirilir. Bu «vücûh» şöyledir: 1. Taraflardan birisi ile bunun muzâf olduğu şey arasındaki âkisdir. Sözü geçen kitapta bu husus için âdâtüVsâdât sâdâtü'i-âdât misâli verilmiştir. Ta'lîm-i edebiyât'ta yer alan kelâmın kibarı İtibârın kelâm! sözü, bahsedilen akis çeşidi için örnek teşkil eder. 2. İki cümleye âit iki fiilin müteallikâtı arasındaki akistir., «Vücüh» bahsinde kısmen Tercemetü't-Telnis ve'lfMutavvel'i tâ-kîbetmiş görünen Diyarbekiıli Sâid Paşa, bu husus için: Gâh bülendi pest eder, gâlıî eder pesti bülend mısıa'mı örnek veriyor, 3. İki cümlenin iki tarafındaki iki lâfız arasındaki akistir. Bu husus için de, yine Mizânü'I-edeb'de: Semerin tohmdandır neş'eti tohmun semerdendir örneğine rastlıyoruz. Said Paşa, daha başka «vücuh»ıan söz etmiyor Buraya: 331 4. İkiden ziyâde lâfız aıasındaki aksi de katabiliriz. Bu husus içinde de, Nazîm'in: Dîdem ruhunu gözler gözler ruhunu dîdem Kıblem olalı kaşın kaşın olalı kıblem Cennet gibidir rûyin rûyin gibidir cennet Âdem doyamaz sana sana doyamaz âdem Gamzen ciğerim deldi deldi ciğerim gamzen Bilmem nic'olur hâlim hâlim nic'olur bilmem Vuslat bileli hicrin hicrin bileli vuslat Matem görünür şâdi şâdî görünür matem Zalimim göricek cânâ cana göricek zahmım Merhem koyasm bir gün bir gün koyasın merhem Sende nazarı dâ'im dâ'im nazarı sende Âlem yüzine meftun meftun yüzine âlem Olsun ko Nazîm ey gül ey gül ko Nazım olsun Her dem güline bülbül bülbül güline her dem gazeli, mükemmel bir örnek teşkil eder. Şinâsî Efendi'nin İstanbul sokaklarının tenvir ve tathîri makalesine kaışı bir Av'ave-nâme yazmış olan Edhem Pertev Paşa'-mn: Ale'l-aks biz sokak süpürgeliği etmesek yokluğun çokluğu çokluğun ycjduğu o zaman görülürdü cümlesinde ilk «yokluk» kelimesinden itibaren bir akis san'atı yapılmıştır ki' bunu da mensur örnek olarak kaydedelim, Tatar Pertev Paşaya âit: Kabz u bastı bu yolun der-pey olur birbirine Her düzün bir yokuşu her yokuşun bir düzü var beytin ikinci nıısıâr da bu sanatı ihtiva ediyor.. Daha yakın devreden de, örnek olarak Faik Âlî Ozansoy'un şu mısra'larını verelim: Râz-ı ruhiyle rüh-ı razında Hep me'âlî-i şi'r uçar gibidir Istılâhât-ı edebiyye'de tard ü aks için önce aşağıdaki beyit örnek gösteriliyor: Mümkin değil Huda'yı bilmek de bilmemek de Bilmek de bilmemek de mümkin değil Huda'yı 332 Naci Elendi, bu sanatın tam tard ü aks, eksik tar ü aks olmak üzıe ikiye ayrıldığım bildiriyor. 1 — Tam tard ü akis: Buna, sâdece «tard ü akis» dahî denir. Bu sanat, biı mısrâa âit iki eşit paıçadan birinin muntazam süt ette takdim-teTıiı iyle yapılır. Bu husus için, lstılâhât-ı edebiye'de aşağıdaki beyit Öınek veriliyoı: Hengâm-ı cüvânîdir tahsîl-i hüner vakti Tahsîl-î hüner vakti hengâm-ı cüvânîdir 2 — Eksik tard ü akis: Unsurlara âit yer değiştirmede intizâm gözetilmezse, eksik tard ü akis yapılmış olur.. Bu husus için de Ziyâ Paşa'nın aşağıdaki beyti Örnek olaıak zikı ediliyor: Gelse dergâhına ikram görürler küremâ Küremâ dergehine gelse görürler ikram Altıncı Altbölüm 6-TedvirTedvir; akse dayanan biı soz oyunudur. Umumiyetle mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün veya müstePilün müstefilün müstef ilün müstef'ilün gibi aynı cüz'üh tekrarından meydâna gelen vezinlerle yazılmış mısıâlardaki kelimelerden her biliyle başlamak sûıetiyle aynı mânâyı ifâde edecek yeni mısralar elde edilerek yapılır. Bunun, edebiyat bakımından hiçbir ehemmiyeti düşünülemez. Örnek olmak üzre böyle biı tedvir denemesi yapalım: Re'îs olmuş bizim Behçet gelin alkışlayın sizler Gelin alkışlayın sizler re'îs olmuş bizim Behçet Bizim Behçet re'îs olmuş gelin alkışlayın sizler Gelin alkışlayın sizler bizim Behçet re'îs olmuş Aynı denemeyi diğer vezne nakledelim: Bir partiden bir partiye dönmüş Re'îs Bey bak hele Dönmüş Re'îs Bey bak hele bir partiden bir partiye PAGE333 Bir partiye bir partiden dönmüş Re'îs Bey bak hele Dönmüş Re'îs Bey bak hele bir partiden bir partiye Tedvir; umumiyetle zeı âletten mahrum şakalarda baş vurulan yoldur, Örnek olarak tekerleme hâlinde: Recâî'ye semen geldi bu mahbesde oturmakdan Bu mahbesde oturmakdan semen geldi Recâî'ye Semen geldi Recâî'ye bu mahbesde oturmakdan Oturmakdan semen geldi Recâî'ye bu mahbesde Bu mahbesde Recâî'ye semen geldi oturmakdan Oturmakdan bu mahbesde Recâî'ye semen geldi mısraları ağızdan ağıza dolaşır. Yedinci Altbölüm 7-Seci ve Ona Bağlı San'atlarBirinci Yazı SeciMutavvel ve Telhis tercemesine göre seci, ya bir: fıkranın doğrudan doğruya son kelimesi ya ela iki kelimenin bir harfte birleş-mesidir. Burada verilecek bilgiler, bu ikinci mânâ ile ilgili olacaktır. Böylece de, sözü edilen san'at, mensur bir kelâmda, iki fasılanın tek bir harfte birleşmesi mânâsını taşıyor Burada fasıla kelimesi üzerinde de, kısa bit fikir vermek lâzımdır: Nesilde fık-lamıı, nazımda mısıâm son kelimesi bu adı alıvoı Sekkâki'ye gÖ-le, nazımdaki kafiyenin nesirde benzeı i olan seci; «evâhir-i fıka-ıâtda üzerine tevâtü vâkî olan elfâzdır.» Sekkâkî ile Abdünnâfî Efendiye kaynak hazırlayan müellif arasındaki küçük ihtilâflar üze r i n de dur m ay acağız. Şimdi aşağıdaki cümleye bakalım: Kesâfet-i sehâbda Ietâfet-i şihâbı unutmuştuk. Buıada kesâ-fet-letâfet ve sehâh-şihâb kelimeleri atasında secî vardır: Bunu ilk iki kelimede «t» ve son iki kelimede «b» harfleri sağlamakladır; Bu cümle yerine, Müsteşâr-ı pür-i'tibâr Nihâd-ı ehli -ictihâd terkibiyle karşılarsak; «müsteşar»- «pür-i'tibâr» ve «Nihâd»- «ieti 334 hâd» kelimeleri arasında seci bulunduğunu; bunun da bu kelimeler sonunda yeı alan «r» ve «d» harfleri taralından meydâna getirildiğini söyleriz Bu harfler, kelimelerin bünyesine dâhildir Sonradan katılma değildir. Fakat bir süzün fâsılalaı mda hâlemiz ve lâlemiz kelimeleri bulunsa, burada secî «hâle» ve «lâle» kelimelerinde biteı; iy&-lik (= mülkiyet) ifâde eden «-miz» zamirleri ek olduklau için secî dışında kalırlar. Hele güller, yurtlar kelimeleri sonundaki ses tekrarlan ile seciden söz edebilme imkânı büsbütün ortadan kalkar Çünki asıl kelimeleı «gül» ve «yuıt»tur; bunların son harfleri de birbirinden ayrıdır. Secîin ÇeşitleriBİzim kitaplarda seciin bir eskiler tarafından, biı de Recâî-zâde Ekıem Bey tarafından yapılmış sınıflandırması vardır. A — Eskilere âit sınıflandırma: Bu sınıflauduma Aıap belâgat kitaplaıındakinin tekıâımdan başka bhşey değildir. Secîi meydâna getiren kelimeler arasındaki beraberlik yönlerinin azlığı veya çokluğu esâsına dayanmaktadır Buna göre; mutarıef, mütevâzin ve murassa olmak üzre üç çeşit secî vardır a) Mutarref seci: Yalnız fasılalar sonundaki harfte beraberlik bulunan seciler bu adı alırlar. Demek ki bunlarda vezin bakımından beraberlik yoktur. Fuzûlî'ye âit şu sallılarda örneğini göıeceğiz: İlâhî bu mahbüb-ı cihan-peymâyı ve bu şâhid-i ra'nâyı ki meş-şâta-i lutfun ruhsalına ziynet vermişdür ve hilye-i tevfîkun pirâ-ye-i hüsnin rütbe-i kemâle yetüımişdüı umûmen ehl-i fesâd-dan husûsen üç ta'ife-i bed-nihâddan hısn-ı himâyetünde masun ü mahrûs edesen. Biri ol kâtibi nâ-kabil ü mümlM câhil ki hâme-i muâlif-tahrîri tîşe-i bünyân-ı ma'ârifdür ve kilk-i kudûret-te'sîri mi'mâı-ı binâ-yı zehârifdür gâh bir nokta ile mahabbeti mihnet gösterir ve gâh bir harf ile ni'meti nîkmet oludur. b) Mütevâzîn seci: Mütevâzin seciler, fasılalarda vezin bakımından da uygunluk gösterirler. Nitekim Tazarru'-nâme'den aldığımız şu satırlarda «nâ PAGE335 ma'dûd» vc «nâ-mahdûd» kelimeleri, bu husus için örnek teşkil ediyorlaı: Hamd-i nâ-ma'düd ve senâ-yı nâ-mahdûd ol Hazret'e sezâ-vâr-dur ki, her zene-i mevcûd ve her dâhil-i dâ'ire-i vücûd ol hazrettin vücûb-ı vücüdına delîl-i kâtı'dur. c) Murassa seci: Buna nıuvâzî seci adı verenleı de vatdıı İki lıkrada yer alan lâfızlaıın revî hat fi, vezin ve harf sayısı bakımından bh bit ine uv-gun olması murassa' sec'i meydâna getirir Bâlî'ye âit şu satırlarda bunun örneği ile karşılaşıyoruz: Menşe'-i deryâ-yı fazl ü irfan ve menba'-ı ümmân-ı ilm ü iy-kaan ziibde-i vâkıfân-ı rümûz-ı dekaayik ve urnde-i sâkinânı kü-nüz-i hakaayık hazretlerinin âftâb-ı izz ü devleti meşârik-ı ikbâl ü sa'âdetde tâli' ve rahşân ve mehtâbri mücedded ü rif'ati metâÜ'-î iclâl ü siyâdetden sâtı' ve dırahşân olan kavafiM kabâyil-i kudsiy-yûn ve revâhil-î zümre-i illîyûn ile B — Recâî-zâde Mahmud Ekrem tarafından yapılan sınıflandırma: Ekrem Bey'in sınıflandırması, secilerin yerleriyle ilgilidir Recâî-zâde'ye göıe, seciler va cümle ve fıkraların aralaıında ya da sonlarında yer alulaı. Yer bakımından göze çarpan bu ayrılık, bir kelime ile birbirine bağlanıp bağlanmamalarına yol açaı. Buna göre, de, iki türlü seci meydâna gelir Şimdi herbirini Eki em Bey ta-ıafmdan verilen ad altında gözden geçirelim: a) Mutlak seci: Cümle ve fıkralaım aıalarmda yer alan sec'e, bu ad verilmiştir- Mutlak secilerin dikkate değeı hususiyeti, bunların bir kelime marifetiyle birbirine bağlanmama!andır. Ekıem Bey, bu sec'i izah ederken, örneği Nâmık Kemâl'in Devr-i islilâ'sından veriyor: Fakat hasmıyla çarpışmağa başlar başlamaz sevk-i lûzgâr ec-zâ-yı vücûdunu târ-ü-mâr etdiğinden o âteş-pâre-i celâdet yok yere kaybolup gitdi. Burada seci, «rüzgâr» ve «tâı-ü-mâı» lâfızları arasındadır. Bu kelimelerden ikincisini tâkîbeden «etdiğinden» lafzım «ıûzgâr»a bağlamak İmkânsızdn. Bu yüzden de sec', mutlaktır. 336 b) Mukayyed veya rabtî seci: Bu çeşit seciler, cümle ve fıkraların sonunda yer alırlar. Aralarında bir kelime ile bağ kurulur. Bunun örneği için de Devr-i istilâya baş vurulmuştur: Halefi Sultân Orhan ise evvel hamlesinde Bursa'mn bünyân-ı mukavemetini zîr-ü-zeber ve o zamana kadar rahş-ı gazâ üzerinde bî-karâr olan serir-i Hükümetine bu şehr-i garrâ-yı makarr etmiş-dır. Bu örnekte sec'î meydâna getiren «zîr-ü-zeber» ve «makarr» lâfızları, ikincisinin sonunda yer alan «etmişler» kelimesiyle birbirine bağlıdır. Böylece bir mukayyed veya rabtî seci meydâna gelmiştir. Şu satırlara bakalım: İlâhî vâkıfı keyfiyyet-i hâl ve âlimi dekâyık-ı efâlsin. Bilürsin ki senden gayri mu'în müzahirim yokdtır ve etrâf-ı cevânibde hâ-sîd ü mu'ânidim çokdur. Bu fıkrada ilk cümle, mukayyed veya labtî sec'e, ikinci cümle mutlak sec'e Örnek teşkil ediyor Ekrem Bey; bir de mefrük sec'den söz eder.. Ta'lîm-i edebiyat müellifine göre, bu çeşit seci, «sebk-i mefsûle» uygun yazılan makalelerde görülür Nitekim Fuzûlî, Hadîkatü's-süedâ'mri aşağıdaki fıkrasında bu yola baş vurmuştur: İmâm Ca'fer-i Sâdık'dan nakildir ki ifrazı girye beş kişiye münhasırdır. Biri âdem ki behişit firakından nâlân idi ve biri Ya'-kub ki Yûsuf hicretinden giryân idi ve biri Yûsuf ki Ya'kûb derdinden perişan idî ve bir Fâtımatü'z-Zehrâ İd Hazret-i Resûl'ün âteş-i firakından büryân idi ve biri İmâm Zeynelâbidin ki kırk yıl Vak'a-i Kerbelâ'dan sonra Iâ-yenkati' sirişk-efşân idi. 12 — Seci'de aranılacak vasıflar: Seci', ancak «tekellüften arınmış fıkralarda makbul sayılabilir. Bu fıkralar, az ve eşit sayıda kelimelerden meydâna gelmelidir. Eğer bu eşitlik sağlanamazsa, son fıkrada yer alan kelimelerin, daha öncekinden az olması gerekir Seçili kelimeler; vezin ve «revi» bakımından beraberlik taşımalıdır Bir fıkradaki mânânın seci' hatırı için, diğerinde tekrarı, affolunmaz kusurlardandır. Eskilerin dikkat ettiği bir husus da, sec'in ancak aydınlar arasında kullanılan kelimelerle yapılmasıydı. Mânânın lafza değil, Lâfzın mânâya tabî olması, bu san'atta aranılacak en mühim vasıftır. PAGE337 İkinci Yazı Sec'e Bağlı San'atlar 1-Tasrî' Nazmın matla'ına âit, seci derecesinde bir sırat vardır ki, tasrî' adım alır Eski kitaplarda bunun beş çeşidinden söz edilmiştir. Bunlar; tam, bağlı, yönelmiş, eksik, tekrarlı olmak üzre sınıfiandınhı 1° Tam tasrî': Eski kitaplarda tarsî'-i kâmil diye anılan tam tasrî; kafiyeli iki mısra' arasında görülür. Bu mısrâlardan herbirinin müstakil mânâsı vardır; birincinin anlaşılabilmesi için ikinciye ihtiyâç yoktur. Bu husus için şu beyit Örnek gösterilmiştir. Âzâdegân-ı kayd-ı emel ser-firâz olur Nâz eylesün sipihre o kim bî-niyâz olur 2° Bağlı tasrî': Eskiler, buna tasrî'i mürtebit derlerdi Burada da beytin kafiyeli olması gerekir. Bilinci mısrârn mânâsı, ikinciye muhtâc olmaksızın anlaşılır; fakat ikinci mısra birinciye .bağlıdır. Örneği yakın devreden verelim: Meyhane böyledir, bir içen dâima içer, Mahfîce başlayan giderek bî-riyâ içer. 3° Yönelmiş tasrî': Eski kitaplarda bu çeşit tasrî', tasrî-i müvecceh adı ile geçerdi. Mısrâların kafiyeli olma şaıtı, burada davardır. Ancak bunların yer değiştirmesinde mahzur görülmez, Şu beyit, bu husus için bir örnektir: Hiç sünbül sünbül-i zülfün kimi müşgîn degül Nâfe-i Çîni sacım tek derler arnmâ çîn degül 4° Eksik tasrî' : Bu çeşit tasrî'in eski kitaplardaki adı da, tasrî-i nâkısdı. Böyle tasrîlerde, birinci mısra, ancak ikinci mısra sayesinde kavramı. Örneği aşağıdadır: Yüzünü gözgüye gaybetde ohşadan gafil Dokunsa yüz yüze olmaz mı ara yerde hacîl 5° Tekrarlı tasrî': Eski kitaplar, bundan tasrî'-i mükerrer diye sözeder. Kafiyeleri, cinaslı sözlerden seçilen beyitlerin hâlidir Aşağıdaki nazım parçasını da bu husus için örnek verelim: Ol mâh cefâyı sanma ki devrândan öğrenür Bî-mihr bî-vefahğı devr andan öğrenür 2-Muvazene Nesirde seci nazımda kafiye yerindeki kelimelerin yalnız vezin bakımından eşit olmasına muvâzene denir. Nitekim Şinasi'nin: Mü'ellifi olan Abdülkerim Efendi'nin zâtı, Meclis-i Ma'ârif a'zâ-smdan olduğu hâlde nâmı, tasnifinde takrizi kâfî olsa gerekir. Cümlesindeki «zâtı» ve «nâmı» kelimeleriyle «tasnif» ve «takriz» kelimeleri, bu haldedir, Keza, Nâbî'nin: Münderiç nüsha-i zâtında kemâlât-ı vücüd Mündemiç trynet-i pâkinde havâss-ı îcâd beytindekî «rnündeıic» ve «mündemiç» kelimeleri aıasmda da muvâzene vardır. 3-Mümâsele Hem nesirde, hem nazımda bâzı fıkralar arasında vezin, bâzıları arasında da hem vezin kâfiye bakımından beraberlik bulunursa, mümâsele sanatı meydâna gelmiş olur Seci' ile tarsi'nin münâsebeti ne ise muvâzene ile mümâselenin münâsebeti de aynıdır. Nesir için örneği Sâmî Paşa'dan verelim: Meşâhir-i âl ü eshâb ve cemâhir-i havâss u ahbabı ervâh-ı tâb-nâklerine fevâyih-i gül ü reyhân-ı tahiyyât ve revâyih-i sünbül ü za-mîrân-ı tayyibât ihdâ kılmur ki 338 PAGE339 Nâbî'nin şu mısralarında da nazm için örnek görürüz: Münderic nusha-i zâtında kemâlât-ı vücüd Mündemiç tıynet-i pâkinde havâss-ı îcâd 4-Lüzûm-ı mâ-lâ-yelzem Revîlerden veya onların yerini tutan harflerden önce de, bir cinsten ve eşit sayıda harfler bulunursa, lüzûm-ı mâ-lâ-yelzem denilen bir lâfız san'atı meydâna gelir Bu sanata i'nât, teşdîd ve iltizâm adları da verilmiştir Nesir için örnek : Merâsim-i tevkîr-i tevfîrinde ihmâl ü taksir olunmayup hıl'-ı fâhire ve in'âmât-ı zahire ve ziyâfât-ı vâfire ile Zülkadiroğlu taifesi muğtenem oldular önce «tevkîr», «tevfîr», «taksir» kelimelerine bakalım: Bunlar arasında seci' için «r» harfi kâfi iken, her kelimede bu harfin başına «î» getirilmiştir.. Diğer yandan aynı hâli «fâhir», «zahir» «vâfir» kelimelerinde de görüyoruz. Burada da revi, «r»dir. Her üç kelime, «r»den önce yine «î» ile karşımıza çıkıyor. Hele ilk ikisinde «î»den başka sondan başa doğru «h» ve «â» da ortaktır. (Kitabın kafiye ile ilgili kısmında bu harflerden ayrıca söz edilecektir.) Nazım için örnek: Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selâmetden Çekildik izzet ü ikbâl ile bâb-ı hükûmetden matlâlı kasidede revî harfi «t» iken ondan önce -eski alfabe ile-«m», yeni alfabe ile «me» getirilmesi yine böyledir.. İşte bu ilâveler, yukarıda sözü edilen san'atı meydâna getirir. Not-Zül'l-kâfiyeteyn denilen nazım parçalan da bu kabilden sayılmıştır. Örnek olarak şu beyti verelim: Eczâ-yı beşer câlib-i ta'cîl-i fenadır, İbkâ-yı eser mücib-i tahsîl-i bekadır. 5-Tarsi Bir fıkra veya mısrâda ikiden fazla kelime arasında vezin ve revi yahut onun yerini tutan harf bakımından uygunluk bulunmasına tarsi* denir. Böyle parçalar da murassa' diye vasıflandırılır. (Baştan başa aynı kâfiyeyi taşıyan manzumeler de «murassa'» sayılmıştır) 340 Mensur örnek: Ol âyeti mensüh gibi me'mû'ü'I-amel ben ümmeti mensûh gibi maktu'ül-emel. Manzum örnek: Beka Yezdan'a şayandır fena ekvâna evlâdır Vefâ inşâna çesbândır cefâ hayvana ahrâdır Sekizinci Altbölüm Lafza Bağlı Sayılması Gereken İki San'at 8-TaştîrBâzı bilginler, sec'i nesre münhasır saymamışlardır. Bunlara göre, nazımda da seci yer alabilir. Bir beyti meydâna getiren mısrâlardan herbiıindeki «satır»larda seci' bakımından aykırılık bulunması «taştır» adını alır. Herbir mısraı dört mefâîlün veznine uygun gelen beyitle ikişer mefâîlünlük kısımlar «şatr» adını alır, Mısralardaki son «şatr»lar yerlerinden kaldırılıp, müteakip mısra hâline konabilir. Bu takdirde birinci şatr ile üçüncü, ikinci şatr ile dördüncü şatr arasında seci' teşekkül ederse, taştir yapılmış olur. Not.-Taştirin Türk edebiyatında daha husûsî bir mânâsr vardır: Bir beytin iki mısraı arasına vezin ve kafiye bakımından uygun iki mısra ilâve etmektir; bunun terbi'den farkı, sonuncuda ilâve edilen mısrâların başa gelmesidir, 9-Teşri'Buna «zül-kafiyeteyn», «tevşih» adları da verilir, Bir nazım parçasında iki kafiye bulunmasıdır, Mütekârin ve mahcûb olmak üzıe iki çeşidi vardır. Mütekârin olanlarında kâfiyeler ardarda gelir. Mahcûb olanlarında ise kafiyeler, aralıklarla ayrılmıştır. Mütekârine örnek: Hangi âkil der ki ancak (râh)-ı (gülsen) den geçin Bir de gafiller şu nâliş (gâh)-ı (şiven)den geçin Mahcuba örnek: (Âlem) esîr-i dest-i (meşiyyet) değil midir (Âdem) zebün-ı pençe-i (kudret) değil midir PAGE341 Bu ikinci örnekte kafiyeler arasında yer alan birden ziyâde lafza «hâcib» adı verilir; hâcib, bâzân bir kelime de olabilir, «Mahcûb» terimi buradan çıkmıştır. Teşrr'de son kafiye «aslî», ondan önceki kafiyeler de «müh hak» sayılır. Teşriin eki ( = zeyli) olan diğer bir lâfız sanatı daha vardır; «Zü'l-kavâfî denilen bu san'at, bir nazımda ikiden fazla kâfiye bulunmasıdır. (Erbâb)-ı (kalem) ma'rifet-âmüz-ı (ümem)dir (Âdâb)-ı (ümera) mâ-hasal-ı feyz-i (kalem)dir Bu örnekte «ma'rifet-âmûz» vasf-ı terkibi ile «mâ-hasal-ı feyz» terkibi; «kalem» ve «ümem» zeylleri etrafında birleşmiştir. Not.-müstezadlar teşri'in mülhakatından sayılır |