Geri

   

 

 

İleri

 

Birinci Bölüm

1-MÂNÂ İLE İLGİLİ SAN’ATLAR

Mânâ ile ilgili san’atları; düşünceye, tahyyüle, ihtiraslara, bilgiye, yapıya bağlı, san’atlar olmak üzere beş alt bölümde inceleyeceğiz. Bunlar arasında belâgat kitaplarının sınıflandırılmasına uyularak husûsî başlıklarla izâh edilmiş olanlarda vardır.

Birinci Altbölüm

1-Düşünceye Bağlı San’atlar

Bubaşlık altında birinci ve ikinci derecede zekâya bağlı san’atlarla tehayyüle bağlı san’atlar yer alacaktır.

B i r i n c iY a z ı

Birinci Derecede Zekâya Bağlı Sanatlar

Tezat, benzetme, kinâye, çeşitli telvihler, mesel isarali, terdid, ârifâne tecâhül, irhâ-yı inân, mukadder su’ale cevap, mezheb-i kelâmî birinci derecede zekâya bağlı olan san’atları meydâna getirir.

Bunlardan benzetme, kinâye, mesal insali, kitâbın beyânla ilgili bölümünde anlatılmış, ayrıca mesel irsâlinin bilgiyle ilgili san’atlar içindeki yerine işaret edilmiştir. Terdid, usûl bakımından kesintili san’at manzarası arzettiğinden o başlık altında îzâh edilecektir.

Geriye kalanları sıra ile gözden geçirelim.

183

1-Tezâd(= Antıtèse )

Bu san’ata; tezad, tıbâk, tatbîk, mutabakat, tekâfû adları verilmiştir. Bu kelimelerden birincisi zıtlığı, onu tâkibeden üçüncü uygunluğu, sonuncusu da küfüv olmayı ifâde eder.

 Tezad, aralarındaki bir ilgiden dolayı, birbirine muhâlif iki mânâyı bir ifâde de toplamaktadır.

Çeşmin ki amâ-yı nûr-manzar,

Sönsün ki bu hâle bî-haberdir

Abdülhak Hamid

nazım parçasında amâ ile nûr-manzar birbirine muhâlif iki unsurdur.

Aynı hâli

Ne hıdmet eyleyecekdir o zinde-i bî-cân

Cenâb Şahabeddin

mısrâsında da görüyoruz: Zinde ve bî –cân iki zıt tasvvurdur.

Buna bir de mensûr örnek verelim:

Kederimin artması için sevinmek isterim

Keder’ le sevinmek şaşırtıcı şekilde bir araya gelmiştir.

Bir fikir zıddıyla veyâ mukabiliyle daha kuvvetle anlatılır: bu yüzden tezâd veyâ tıbâkın anlatma san’atları içinde husûsî bir yeri vardır.

Teşkîli.-Kavramların ( = mefhûmların ) karşılaştırılmasına dayanan bu san’at dört yolla yapılır:

Birincisi: İsim soyundan kelimeleri birbiriyle karşılaştırmak sûretiyle. Âkif Paşa’nın: Duhter ammâ hükmü medâne ve sûretdeâb ammâ mânâda âteş-i ser-keşden nişâne ibresindeki duhter medâne ve âb-âteş sözlerindeki karşılaştırılma bu çeşittendir. Kezâ, Abdülhak Hamid’in tıfl-ı ekber terkibinde aynı karşılaştırmayı görüyoruz. Nergisi’nin şu ibâresine bakalım: Bu esnâda hengâm-ı karîb olup karîb ü abîd arzû-yi lebs-i cedîd ile müheyyâ-sâzî esbâb-ı sürûra tertîb-i edevât sa’yi ekid üzre iken ol eyyâm-ı mübâreke bize nisbet musîbet ve seher-geh-i iyd-i ferahlikâ şâm-ı şitâ zulmet-pâş-ı kasâvet… cümle parçasında kârîb-baid, ahrâr-abîd, mübârek-musîbet, ferah-kasâvet lâfızları arasındaki karşılaştırma da, bu yolladır.

184

İkincisi: fiil veyâ fiilimsileri birbiriyle karşılaştırmak suretiyle.

Nâmık Kemâl’in. :

 Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretden

Mısrâında fiilin fiille karşılaştırıldığını görüyoruz.

Fâzıl’ın:

Cihânın yüzünü güldürmüş iken lutf u ihsânın

Adûlar kahkaha eyler gurûh-ı dûtsân ağlar

beytinde, hem güldürmüş iken bağ fiili ile ağlar fiilinin, hem de kahkaha eyler fiili ile ağlar fiilinin karşılaştırıldığını görüyoruz.

Bir örnek daha verelim:

Mâhir Baba’nın,

Kanı ol gül gülerek geldiği demler şimdi

Ağlarım hâtıra geldikçe gülüştüklerimiz

Beytinde de bir yandan gülerek bağ fiili ile ağlarım fiilinin, fiilinin, diğer yandan da aynı fiile isim gibi kullanılan gülüştüklerimiz sıfat fiilinin ( = sıla sigasının ) karşılaştırıldığını görüyoruz.

Üçüncüsü: Ekleri veyâ edatları karşılaştırma sûretiyle, bî-savtu bâ-kelâmdır terkîbindeki bî-ve bâ-edetları, böyle kullanılmıştır. (Bu örneği Diyarbekirli Sâdi Paşa veriyor. )

Dördüncüsü: Ek veyâ edâtı bulunan bir kelimeyi, isim soyundan bir kelime ile karşılaştırma sûretiyle. Ahmet Cevdet Paşa’nın:

Bî-vücûdum çün nigâh ammâ yerim var dîdede

Sâye-i baht-ı siyâh altında buldum re’feti

Beyitinde vücûda katılan bi-ile yerim kelimesinin karşılaştırılması gibi.

Tezât san’atı; mukâbele ile birlikte mütâla edilir. Bu san’ata zıt tasavvurlar, mukâbelede, karşılıklı tasavvurlar ele alınır. Ancak ikincisinde-çok zamân-önce birbiriyle ilgili unsurlara, sonrada karşılıklarına yer verilir. Bazen mutaaddid karşılaştırmaların sıralandığı da vâkidir. Nitekim:

Dilde sefâ-vı aşkın dîde ganınla pür-nem

Bir evde ayş ü şâdi bir evde ye’s ü mâtem

beytinin ilk mısra’ında önce safa-yı aşk, sonra karşılığı olan gam, ikinci mısra’ında önce ayş ü şâdî, sonra karşılığı olan ye’s ü mâtem söylenmiştir.

185

Ayrıca mukabele, mutlaka zıdd olan unsurların karşılaştırılmasını gerektirmez; iki zıt tasavvurun dışında kalan karşılaştırılmalar da buraya girer. Örnek olarak şu beyte göz atalım.

Beni lerzende eden mevsim-i sermâ-yı firâk

Âhare fasl-ı rebi’ vü dem-i nev-rûz oldu

mevsim-i sermâ’nın, ya’ni “kış” ın zıddı sayf ya’ni “yaz” olduğu halde; karşılaştırma unsuru olarak fasl-ı rebî ya’ni “bahar” zikr edilmiştir.

Demek ki, mukabelede zıdd ile münâsebeti olan bir tasavvur da, ifade de birleştirme unsuru olarak yer alabiliyor. Nitekim yukarıdaki örnekte sayfa yakın bir ilgisi bulunan fasl-ı rebi’ yer almıştır.

Bahsin başında, tezat, san’atına verilen adlar arasında “tıbak” kelimesinin de bulunduğunu bildirmiştik. Hakikâtte “tıbak”, tez’adı da içine alan bütün karşılaştırmaların adıdır; karşılaştırmaya uğrayan mânâlar hakîki veya îtibâri olabilir.

Karşılaştırma çeşitleri

Karşılaştırma dört çeşittir. Bunlar şöylece sıralanır:

1 ─ İcâb ve selb karşılaştırılması:

Haber kipinden olumlu-olumsuz fiillerle dilek ( = inşâ ) kipinden emir-nehyin karşılaştırılmasıdır. İcab ve selb mânâsını taşıyan her çeşit söz arasındaki tekâbül buraya girer.

a ) Bunlardan olumlu fiillerle emir ve diğer îcâbî mânâlı kelimeler etrafında toplananlar, “îcab tıbâkı” adını alır. Ahmed Cevdet Paşa’nın:

Eden vuslat deminde fikr-i hicrân ağlasun gülsün

Dökenler eşk-i şâdî böyle her an ağlasın gülsün

beytinde ağlasun-gülsün kelimeleri böyle karşılaştırılmıştır.

Aynı şekilde Bâkî’nin:

Güller safâda hurrem ü handân şâd-man

Bülbül belâda bencileyin zâr ü bî-karâr

beytinde safâ-belâ, hande-zârî iycab mânâsını taşıdıkları için birer icab tıb^kı örneğidir.

b) Olumsuz fiiller, nahiyler ve selb mânâsı taşıyan diğer kelimeler arasındaki karşılaştırmalar da, “selb tıbâkı” adını alır. Bâzı bölgelerin halk an’anesinde küçük çocukların ağzına tatlı bir

186

şey koyacak büyüklerin, aç ağzını, yum gözünü tekerlemesiyle yavruları sevindirmeye başladığı görülür. Aç-yum kelimeleri arasındaki karşılaştırma bu çeşittendir.

c ) Olumlu-olumsuz karşılaştırması.

Nâbî’nin

O şûh âyinede aksiyle eyler gûft-ü-gû Nâbî

Bilen söyler nikât-ı râz-ı hüsnü bilmeyen söyler

beytinde bilen-bilmeyen arasında böyle bir karşılaştırma vardır.

2 ─ Tezâd karşılaştırması:

İki zıt fikri bir araya getirmek sûretiyle yapılan karşılaştırmadır.

Tevfik Fikretin:

Ey bin kocadan arta kalan bîve-i bâkîr

mısrâ’ında bîve ve bâkîr kelimeleri, bu sûretle karşılaştırılmıştır.

Başka bir örnek verelim. Abdülhak Hâmid’in:

Kıl giryeler ey şebâb-ı mesrûr;

İn yerlere ey bahâr-ı mağrûr;

mısralarındaki giryeler-mesrûr;

Öldün yaşarım senin için ben

Ölmüş gibiyim fakat içimden;

mısrâlarındaki öldün-yaşarım, yaşarım-ölmüş,

indikçe ben, i’tilâ eder o

mısrâındaki indikçe i’tilâ eder:

Nâlemde sükût olup mükerrer

Behtimde figan bulur tekerrür.

mısralarındaki nâle-sükût:

Siyândaki ağlamak sevinçtir.

 mısrâındaki ağlamak-sevinç:

Senden kılalı müfârakat ben,

Vaslında tahassürüm bir oldu.

mısralarındaki müfârakat-vasl:

187

Yâ Rab ne siyâhdır bu hurşîd. . .

mısrâındaki siyah-hurşid:

Firkat mı bu ayrılık?. . . Ne firkat!

Biz sizde bugün visâl bulduk.

mısralarındaki firkat-visâl kelimeleri, bu yolla karşılaştırılmıştır.

3 ─Tezâyüf karşılaştırılması:

Birinin idrâki, diğerinin anlaşılmasına bağlı iki mânânın karşılaştırılmasıdır. Baba-oğul, ağırlık-hafiflik, uzunluk-kısalık, külcüz. . . gibi. İbni Kemâl’eait aşağıdaki mısrâlarda bu husûsla ilgili bâzı örnekler görüyoruz. :

Az zaman içre çok iş itmiş idi

Sâylesi olmuş idi âlem-gir

Şems-i asr idi asrda şemsin

Zıllı memdûd olur zamânı kasîr

bu parçada aynı mısrada bulunan altı çizili kelimeler; tezâyüfyoluyla karşılaştırılmıştır.

4-Adem meleke karşılaşması:

Vücûtta muttasıl olan bir mânânın aksiyle karşılaştırılmasıdır. İlm-cehl!, nûr-zulmet, basar-amâ gibi…

İtibârî karşılaştırma:

Kendilerine, tahayyülün zıtlık izâfe ettiği iki mânâ arasındaki tekâbül; buraya girer. Renkler ve yiyecekler arasında vahme dayanan zıtlıklar; bu husûsta birçok örnekle karşılaşmamıza yol açar.

Nâmık Kemâl’e âit olan şu parçaya dikkat edelim:

Güneş ya tulû ya gurûb edip de sabâ temevvüce başladığı gibi bolutlar pârelenir. Kimi kararır yeni açılmış gül gibi (kırmızı) olur. Kimi (yeşillenir) yaprak şekli bağlar. Kimi ağarır zambak gibi açık açık salınmağa başlar. Kimi (morarır) sümbül gibi kandil kandil öteye geriye dağılır… Bu parçada parantez içine alınan kelimeler, renklerle ilgili tekâbülün örnekleridir. Fuzûlî’ye âit şu beyitte de, lezzetle ilgili mânâdan gelen îtıbârî tezâdın örneği görüyoruz:

188

Acıtdı beni acı sözün tünd nigâhın

Ey nahl-i melâhat ne belâ berg ü berin var

Bunların husûsi adları vardır.

Tedbic:-Tedbic süslemek demektir. Edebiyatta kinâye veya tevriye maksadıyla aralarında tezâd veya şibh-i tezâd bulunan iki mânâyı bir ifâdede toplakdır. Bu san’at da, tıbak çeşitlerinden sayılır.

Tedbic iki kısımdır: kinâyeli tedbic, tevriyeli tedbic.

1-Kinayeli tedbic:

M. Şemseddin Günaltay’ın Zulmetden nûra adlı kitabında “zulmet”, cehâlet; “nûr ilim mânâsında kullanılmıştır”. Bu, eski kitaplarda “tedbic bi’l-kinâye” terimiyle ifâde edilen “kinâyeli tedbic” in örneğidir.

2-Tevriyeli tedbic:

Bahtım siyâh ise de yüzüm aktır cümlesindeki “siyâh” ve “ak” kelimeleri arasında böyle bir münâsebet vardır. Siyah, yakın mânâsıyla beyazın zıddını; “baht” kelimesi yanında kazandığı uzak mânâsıyla “isteğe aykırı büşmeği, uğursuzluğu, devamlı sûrette kötü âkibet hazırlamağı” ifâde eder. Diğer yandan ak, yakın mânâsıyla beyazın müterâdifi olur; yüze vasıf olmakla kazandığı uzak mânâsıyla da, “haysiyetli oluşa” delâlet eder. Bu kelimeler, uzak mânâsıyla kullanılmıştır; cümlede tevriyeli tedbic vardır. Bu san’at, eski kitaplarda “tedbic bi’tevriye” diye adlandırılır.

Tesebbüh tıkâbı

Mecâzî mânâları arasında tekâbül bulunan iki kelimenin aynı ifâdede birleşmesidir. Eski kitaplarda bu san’at, “tıbâk-ı tesebbüb” dite geçer.

Beni öldürmeğe ve yaşatmağa

O baygın gölgeli bakışlar yeter.

Mısralarında “öldürme” ve “yaşatma” kelimeleri mecâzi mânâda kullanılmıştır. “Öldürme” son derece üzüntü verme; “yaşatma” son derece sevindirme fikrinin karşılığıdır. Bu yüzden ifadede tebessüb vardır.

Bu san’atın makbûl olabilmesi, söylendiği veyâ okunduğu zaman, dinleyici ve okuyucunun zihninde ânî bir te’sir bırakmasına bağlıdır. Bir ilgi kurulmadan zıt kavramları karşılaştırmak,

189

san’at sayılmamalıdır. En te’sirli tezatların, birbiriyle zıt iki kelimeyi yan yana getirmekle yapabileceği anlaşılmıştır:

Tâbût, o (hatîb-i sümm ü ebkem: )

Abdülhak Hâmid

2- Telvihler

Lâfız ve mânâ yönlerinden diğer mânâlara işaret sûretiyle ifadeye parlaklık sağlayan nevî mugalata, tevriye, istihdam, tevcih, ta’riz, telvih, remiz gibi san’atlar, telvihleri teşkil eder.

Bunlardan târiz, telvih, remiz, başka bir münasebete beyan bahisleri içinde anlatılmıştı. Şimdi diğerlerine geçebiliriz.

1-Manevi Mugalâta ( Epitrope )

Lûgatte mugalata, zihni yanıltacak söz söyleme demektir. Edebiyatta manevî ve lafzî olmak üzere iki çeşit mugâlatadan söz edelir. Mânevi mugâlata, diğer birşey de kendisine emsal olabilecek veya kendisini naksedilebilecek bir yön bulunan bir mânânın, bir mislinden diğer bir misline yâhut nakzedicisinden diğer nakzediciye geçmektir.

Misâlden misle geçiş için örnek:

dehânın nâğme-perdâz eyledikde etdim istifsar

Sorarsan bu makamı bûselikdir dedi ol dil-dâr

Burada mânânın misline geçiş, makâm ve bûselik sözleriyle sağlanmıştır.

Nakze geçişe örnek:

Falan hoca, bugün en güzel dersini verdiğini iddiâ ediyor. Bu sözün doğruluğu ise, talebenin inkârı ile sâbittir.

Burada nakzı sağlayan inkâr kesilmesidir. Bu sâyede hem iddiânın yanlışlığı, hem de hocanın iyi ders vermediği ortaya çıkmış oluyor.

2-İstihdam

İki mânâsı olan bir sözün, bir mânâsını kendisiyle diğer mânâsını zamîriyle ifâde etmek san’atıdır. Buna “ sarfü’l-hızâne ” de denir. Bu târif, Araplara mahsus edebiyat kitaplarından alınmıştır;

190

Muallim Naci tarafından Türk dilinin şîvesine aykırı bulunuyor ve yerine şöyle bir târif getiriliyor: Bir sözün delâlet ettiği iki mânâyı birlikte kasd ile her birini uygun olan yöne sarfetmek, istihdam san’atıdır.

Mamâfih, her iki târif içinde örnekler verilmiştir.

Arap belâgatine dayanan târife göre:

Ayağa düş dilersen başa çıkmak

Anınla başa çıkar câm-ı sahbâ

beyitinde ilk mısrâda “ayak”, insan azvudur, ikinci mısrâda bu kelime “anınla” zamîri ile temsil ediliyor; burada da “kadeh” mânâsına gelmektedir.

Muallim Nâci, târifini izâh ederken şu örneği veriyor:

Bahâr erdi açıldı sevdiğim hem fâsl-ı dey hem gül

Biri sahn-ı gülistandan biri fasl-ı gülistanda

Çıkıp birlikte gül-zârı temâşa etsek olmaz mı

Gül anda bülbül anda cümle âsâr-ı bahâr anda

Burada “açıldı” kelimesi hem kış mânâsına gelen “dey”e hem de “gül”e râcîdir: Birincisinde “uzklaştı”, ikincisinde çiçek açıldı mânâsına geliyor.

Yukarıdaki iki tarife göre, iki çeşit istihdam vardır. Zamirli olanına “istihdamü’l-muzmer”, diğerine de “istihdamü’l-mazhar” denir. Arap edebiyatında ikinci çeşit istihdam içinde örnekler vardır.

Bu san’ata fazla rağbet gösterilmez; iyi kullanıldığı takdirde söz letâfet kazanır.

3-Tevcîh

Sözü, iki muhtemel mânâya gelecek şekilde kullanma san’atına “tevcih” denir. Bunun bir adı da, “muhtemelü’z-zıddeyn” dir. Bunun için, Arapçada tercemesi aşağıya alınan şöyle bir örnek gösterilir:

Tek gözlü terzi bana bir cübbe dikmiş, kâşki iki gözü de siyâh olaydı. Bu sözün sahibi, dikilen cübbeden memnunsa, terzinin diğer gözünün de görmesini, memnun değilse, gören gözününde kör olmasını istiyor demektir; bu zıt arzûların ikiside muhtemeldir.

191

Manastırlı Rif’at, tevcîhe örnek olmak üzre şu beyti yazmıştır:

Tek gözüyle bunu yazmış hattat

Kâşki ikisi de bir olsaydı

Burada dahi, zıt isteklerin ikisi de muhtemeldir.

Diyarbekirli Said Paşa ise, şu örnekleri veriyor:

Bir iş görüp de gördüğü iş iyi mi oldu fenâ mı diye şüpheye düşen bir şahsa hitâben “bir iş gördüm ki bundan ziyâde bir şey olamaz” denilmesi gibi. Bu nâib “bundan ziyâde iyi, yâhut bundan ziyâde fenâ bir şey olamaz” sûretlerinin ikisine de ihtimal bulunur.

Said Paşanın diğer örneğine bakalım:

Kadrine lâyık olan câmeyi giydirdi ona

Buradaki “lâyık” sözünün hem “câmeyi” giyene hem de giydirene âit olması ihtimâli vardır.

4-Tevriye

Tevriye, lûgatte “bir şeyi arkaya atmak, örtmek” demektir. Mutavvel tercemesindeki inzâha göre, “haberi örterek yerine başka birisini izrâh ettim” mânâsını ifade eden “vüreyte’l-haber” sözünden gelmektedir. Buna “iham” denildiği gibi, bedi ile ilgili arpça kitaplarda “tevcîh” ve “tahyîl” adlarıda verilmiştir. Fakat mutvvel müellifine göre, “müsemmâya kurb-i mutâbakatından dolayı, tevriye tesmiye cümlesinden evlâdır. ”

Edebiyatta ise; iki mânâsı bulunan bir sözün, bir nükteden dolayı uzak mânâsı kasd edilerek kullanılmasıdır. Kasd edilen mânâya gizli bir karîne ile intikâl edilir. Bu, mânânın ilk anda okuyucu veyâ dinleyici tarafından kavranamamasıdır.

Arap belâgatçileri, tevriyeyi mânâ san’atlarından saymışlarsa da, söz, başka bir dile çevrilince, hümeri meydâna getiren mânâ çokluğu kaybolacağı için, onu lâfız san2atları arasına sokmak gerekir.

I-Tevriyenin rükünleri:

192

Müverri-i bih:

Tevriyeyi meydâna getiren kelimenin yakın mânâsı, “müverri-i bih” diye adlandırılmıştır.

Müverrî-i anh:

Tevriyeyi meydâna getiren kelimenin uzak mânâsı da, “müverrî-i anh” diye adlandırılır.

Sözü geçen mânâların ikisi de hakikî veyâ mecâzî olabildiği gibi; biri hakîkî, diğeri mecâzî hâlde bulunabilir.

Biz, bu terimleri kullanmayacağız. Burada zikretmemiz, okuyucularımızın bir metinde karşılaştıkları zamân bu lâfızlara yabancı kalmamaları içindir.

II-Tevriyenin çeşitleri:

Tevriyenin, biri yapılışı, diğeri mânâ husûsiyeti olmak üzre iki esâs içinde sınıflandıracağız.

Yapılışlarına göre tevriye çeşitleri:

Tevriyler, yapılışlarına göre dörde ayrılır:

Mücerret (= yalın) tevriye:

Yakın veyâ uzak mânâlardan hiçbirine ait “levâzım”dan birinin söylenmediği tevriyeye “mücerret tevriye” denir.

Hüsnî’nin aşağıya alınan beytindeki “Vefa’da” ve “doğru yoldadır” sözleri, böyle bir tevriye meydana getiriyor:

Sordum nigârı didiler ahbâb

Semt–i Vefa’da doğru yoldadır.

Zîra, “semt-i Vefa’da” sözü yakın mânâsıyla yârin bulunduğu yeri, uzak mânâsıyla da “sâdık, vefâkâr” oluşunu ifâde etmektedir. Ayrıca “doğru yoldadır” sözünün yakın mânâsı, yine yârin evinin “Vefâ semtinde, dosdoğru yol üzerinde” bulunduğuna, uzak mânâsı ise bu sevgilinin “iffet sâhibi” olduğuna dalalet ediyor. Şâir, sözlerin ikisini de uzak mânâlarıyla kullanmıştır. Ancak ikisine ait “levazım” zikredilmemiştir. Şu hâlde mücerret bir tevriye vardır.

193

b ) Müreşşal tevriye:

“Müreşşah” lûgate “terbiye edilmiş” mânâsına gelir. Edebiyat terimi olarak, tevriyeyi meydâna getiren nâibn önce veyâ sonra, yakın mânâya âit “levâzım” dan birinin zikredilmesini ifade eder.

Hâzık’a ‘ait olan aşağıdaki beyitte de, al kelimesiyle bu cins bir tevriye meydâna getirilmiştir:

Verdim gönül o gül-ruhun alına aldanıp

Etmezdi kimseye eylediğim rengi ben bana

Zirâ, al kelimesinin yakın mânâsı “kırmızı renk”, uzak mânâsı da “hiyle, tuzak” tır. Kendisinden önce gelen “gül-ruh” ve sonra gelen “renk” de mülayimleridir. Binâenaleyh burada bir müreşşah tevriye vardır. Ayrıca “renk” kelimesi de böyle bir tevriye meydâna getirmektedir.

c ) Mübeyyen tevriye:

Tevriyeyi vücûda getiren nâibn önce veyâ sonra, uzak mânânın levâzımından biri yer alırsa, bu çeşit tevriyeye, “mübeyyen tevriye” denir.

Nâilî-i Kadîm’in:

Kûyında nâle kim dil-i, müştâk dan kopar

Bir nağmedir Hicâzda uşşâk dan kopar

beytinde tevriye meydâna getiren kelimeler, “hicâz” ve”uşşak” tır. Bunların yakın mânâları coğrafyada bir bölge ve bir kasabaya delâlet etmeleridir. Uzak mânâları ise birer musikî makâmı olmalarıdır. Şâir her iki kelimenin levâzımından “nağme” yi söylemiş; böylece de, mübeyyen bir yevriye yapmıştır.

ç ) Müheyyi tevriye:

“Müheyyi” ; tehiyye edilmiş, hazırlanmış demektir. Edebiyâtta, iki mânâlı bir sözün evvelinde veyâ sonunda bulunan diğer bir söz tarafından hazırlanan tevriye, bu adı alır.

Keçeci zâde İzzet Molla’nın aşağıdaki beytinde böyle bir tevriye vardır:

Koyup kaldırmadan ikide birde

Kazan devrildi söndürdü ocağı

194

Burada iki mânâlı söz, “ocak” tır: Yakın mânâ “ateşin yakıldığı yer”, uzak mânâ ise, “yeniçeri ocağı” oluyor. Şâir, bu ikinci mânâyı kasdetmiştir. Tevriye, daha önceden gelen “kazan” kelimesiyle hazırlanmıştır. Böylece bir “müheyyi tevriye” meydâna gelmiş oluyor.

Aşağıdaki beyitte dikkate değer bir husûsiyet vardır:

Bunu hey’etce hep yârân bilürler

Kırân etmez Süheyl ile Süreyyâ

Burada çift mânâlı söz ikidir: “Süheyl” ve “Süreyyâ”. Bunlar yakın mânâları ile birbiri ile geçinemeyen iki şahsın adıdır. Uzak mânâlarıyla da, bilinen iki yıldızdır. Beyitte uzak mânâları kasd edilmiştir: Önce gelen “Süheyl”, “Süreyya” da ki, sonra gelen “Süreyya”“Süheyl”de ki tevriyeyi meydâna getirmiştir. Böylece iki müheyyi tevriye mevcuttur. Ayrıca bunların levâzımından bir kelime de vardır: “Hey’et”. O sûretle de, karşımıza bir “müreşşah tevriye” çıkıyor. Esâsen “hey’et” kelimesi de iki mânâ taşıyor: yakın mânâsı, “bir şeyin bütünü, hepsi”; uzak mânâsı ise, “astronomi” dir. Şâir, burada da uzak mânâyı kasdetmiştir.

2-Mânâ husûsiyetine göre tevriye çeşitleri:

Eskiler, tevriyeyi ifâde edilen mânânın güzellik ve çirkinliği ( = hüsn ve kubhu) bakımından mütâlaa etmişlerdir. Buradaki “güzellik ve çirkinlik”; birer estetik hüküm değil, ahlâkî hükümdür.

Buna göre iki çeşit tevriye vardır: Birincisine “ihâm-ı hasen”, ikincisine “ihâm-ı kabih” demişlerdir.

Bu kitapta, sözü geçen terimler yerine, mevzûa daha uygun olanları kullanıkacaktır.

Nezih iham:

Söylenmesi müstehcen olmayan bir maddeye îmadâ bulunmak sûretiyle yapılan tevriye buraya girer. Şimdiye kadar verilen örnekler, hep bu vasıftadır.

Maamâfih bir de Necâtî’ye âit aşağıdaki nazım parçasına göz atalım:

195

Ey Necâtî olanca dîvânın

Kimseye mâlikâne yazdırma

Katı kıskançdır senin şi’rin

Ehl-i beyt olmayana yazdırma

“ehl-i beyt” kelimesinin taşıdığı tevriye, bu çeşitten sayılmıştır.

Kaba îhâm (ihâm-ı kabih) :

Söylenmesi, âdâba uygun düşmeyen bir maddeyi imâ sûretiyle yapılan tevriyeler de buraya girer. Behiştî’nin:

Nice kılsun namâzı sâfî kim

Âbdestin yerinde yeller eser

beytindeki “yeller eser”, “abdest yeri” sözlerindeki tevriye ile kinâye ve ta’rîz aynı şey sayılmıştır ki, yanlıştır.

3-Tacâhül-i ârif veya tecâhül-i ârifâne (= Ironie)

Söz söyleyenin; takrîr, ikrâr, inkârı dışında kalan bir nükteden dolayı bildiği bir husûsu bilmiyor davranması, “tecâhül-i ârif” veyâ tecâhül-i ârifâne adını alır.

Meselâ:

Bir nihânîce tebessüm de mi sığmaz cânâ

Böyle bi’llâh dehenin tâ o kadar teng midir

beytinde suallerin ilki takrîrî, ikincisi inkâridir. Bu yüzden de, ifâdede tecâhül-i ârif yoktur.

HâlbukZât-ı bî-çûnun mekânlardan münezzehdir senin

Pes seni yakında bulsun ağlayıp feryâd eden

Azîz Mahmûd-ı Hüdâyî

beytinde tecâhül, veleh ü hayrete bağlıdır.

Yâhud:

 Ey hâk-i Kerbelâ nedir ol sebz câmeler

Eyyâm-ı mâtemin bu mudur resm ü âdeti

Hüsnî

196

 beytinde ise, nükte tevbîhe dayanmaktadır.

Diğer yandan:

Şâh-ı cihân-ârâ mıdır mâh-ı zemîn-pîrâ mıdır

Behrâm-ı bi-pervâ mıdır yâ âftâb-ı pür-kerem

Nef’î

beytinde, nükte medihtir.

 Azîmet-i nigehin dilleri şikâr mıdır

 Nühüfte fitnelerin şimdi âşkâra mıdır

Âkif

beytinde nükte, tâzimdir.

Hadeng-i gamze görüp sînem üzre şerhaları

 Demiş belâ-keş-i aşka bu yâre yare midir

Âkif

beytinde de, tecâhüle istihfaf nüktesinden dolayı baş vuruluyor.

Şu halde tecâhül-i ârif yâhut tecâhül-i ârifâne; velev ü hayret, tevbîh, öğmede mübâlağa, yüceltme, tahkir, tezyif gibi bir nükteden dolayı bilinen bir şeyi bilmiyor davranmaktan doğan san’attır.

4-İrhâ-yı İnân( = Extention )

 

bu başlık eski kelimelerden yapılmıştır. Şimdilik yeni bir teklif getirmekten çekiniyoruz. Terkip, âdi mânâsıyla biraz pejoratif sayılabilecek bir mâhiyet taşıyor. Yazanın, kendini kalemin; hâtibin, kendini sözün seyrine teslîm etmesi demektir. Hele unsurlarına bakılırsa, ifâdeye istediği zeminde serbest hareket imkânını verme mânâsını taşır.

Fakat edebiyat terimi olarak mübâhase ve cedelde muvaffakiyet sağlayacak bir ifâde sûretinin adı oluyor. Buna göre, irhâ-yı inan, bilâhare muhâlifi haksız çıkarmak üzere, geçici bir zamân için onun iddiâlarını haklı kabûl etme yoludur.

Farzedelim, bir disiplin kurulunda okunana fezlekeye karşı, o kurul üyelerinden biri şöyle konuşmuş olsa:

“ Bu gencin kabâhati cidden affedilmeyecek mâhiyette. Bu hâlini, hepimiz esefle karşılıyoruz. Hele bu derece üstün zekâya sâhip olması; esefimizi arttırıyor. Bu öğretim müessesesinde onu ayıplamayan hoca kalmadı. Ne bilgili olması, ne zeki olması, ne yaratı

197

cı kâbiliyeti onu kınanmaktan koruyamaz. Ders yılı başından beri bir hocasına istihfafkâr tavır takınması, cidden ahlâki bir eksikliktir. Fakat, hoca’nın “ânifü’z-zikr” kelimesini yanlış okuması üzerine bu istifâfı sesle izhâr etmesi ; tekevvün etmiş bir kabâhat oluyor. Acabâ, bu genç için hiçbir mâzeret noktası yok mudur ? Heyhât, hoca bilgisiz, genç bilgili! Hoca kindâr, genç âdil! Hoca yukarıda bir sürü vak’a sayıldı-geçimsiz, genç herkesle iyi geçiniyor. Hoca, kendisiyle ayrı dünyâ görüşü taşıyanların amansız düşmânı, genç her fikre hürmetkâr. Hoca, bir ders yılı boyunca, kendi meşrebine uymayan her şey karşısında hiçbir sabır eseri göstermeden mütemâdi fevrî davranışlarda bulunmuştur. Genç, bir yıl yanlış okuma ve îzâhlara tahammül etmiştir. Nihâyet yıl sonuna doğru, basit bir şeyde, “ânifü’z-zikr” terkîbinin yanlış okunmasında, istihfâfını açığa vuruyor: “Öylemi, efendim” diyor, “ânifü’z-zikr” olacağını zarınederdim. ”

— Mukadder Suâle Cevap

Bir iddiâyı ortaya koymadan önce, onun karşısında ileri sürülecek itirâzı baştan düşünüp cevaplandırma san’atıdır.

Alman ordusunun Türklere doğru gelmesini yâ rivâyet edildiği gibi Serdâr’ın yenilmesine, ya da sefer mevsimi geçtiği için çekilmesine bağlayan Tiryakî Hasan Paşa, askerlerinin biz de çekilelim teklifinde bulunmalarını önlemek için, tekliften önce, gazilere şöyle hitâbediyor:

Kakîkat-ı hâl her hangisi olur ise olsun. Biz burada Serdâr içün harbetmiyoruz. Elhamdülillah müslümânız. Mukâbilimize gelen düşmânla vazîfe-i cihâdı icrâ etmek üzerimize farzdır. Pâdişah kuluyuz. Velî-i ni’metimiz olan Halîfe-i İslâm’ın bir kıt’ası değil bir avuç toprağı içün canımızı fedâ ederek yediğimiz ekmeği kendimize helâl etmek cümlemize vâcibdir.

Milletimiz ser-had emniyetini bizden bekliyor. İki kavim arasında açılan meydân-ı mübârezenin karârını gayretimiz verecek. Üç aydır aç kaldık. Yastık yerine kılıncımıza yaslandık. Bu kadar ihvânımız gözümüzün önünde şehîd oldu. İçimizde yara yemedik insan kalmadı. Gülleler içinde yuvarlandık. Bu kadar himmetin bu kadar gayretin netîcesini bugün vereceğiz. Elhamdülillâh cümleniz bilirsiniz ki düşman karşısında vefât edenlerimiz şehîd olur. Sağ kalanlarımız gerek dünyâda ve gerek âhirette necât ve selâmet bulur.

198

Ben Alman düşmeninin hücûmunu bilirim. Bir kerre yüzü döner ise mağlûb olduğu gündür. Yerlerinizde sebât edin; ilk hücumdan yılmayın. Andan sonra bi-avni’l-lâh nusret bizimdir.

Abdülhak Hâmid, Makber mukaddimesi’nde “süâl” kelimesini zikrederek cevap veriyor:

Teessürâtımı yalnız gönlümde saklamak, yâhud yazıp da bastırmamak mümkin, belki evlâ ikin, bu sûretle meydâna çıkarmak lâzım mı idi, süâli vârid olursa, anın cevâbı hâzırdır:

Vâdi-i sükûta düşenlerin ecsâdından mürûr-ı zamân ile bir avuç toprak kaldığı gibi gönülde en azîz olan bir yâdigârdan da mürûr–i zamânla belirsiz bir hayâ kalır.

Ben o hayâle kâni değilim.

Kitâbı yazıp da evrâkım içinden hıfzetmek ise, efkâr-ı müte’eyyise, yâhud âzâ-yı meyyite gibi perîşânlığına hidmet eder.

Ben o perâşânlığa tahammül edemem.

Yâ kitâbı meydâna çıkarmak, yukarıda ümîd etdiğim gibi, bekâsına mı hâdim olacak?. . .

O da değil. Makber hiç olmazsa benden ziyâde muammer olacak. İşte bunun için neşr olundu.

5-Mezheb-i Kelâmî

Bu da, tâlîle dayanan bir san’attır. Adı dahi göstermektedir ki, bu san’atla kelâm ilmi ile uğraşanların tutumu arasında bir ilgi vardır. İstenilen husûs için kelâmcıların yolu ile delil gösterme san’atına “mezheb-i kelâmî” denir. Ancak, burhânın ortaya konması, asıl mânâ yüzündendir; mânâ san’atlarıyla ilgili yönü mütekellimîn (kelâm denilen İslâm felsefesiyle uğraşanlar) usûlüne uygunluğundandır.

Kelâmcıların, iddiâlarını isbât için baş vurdukları usûl; umûmiyetle istidlâl ( = deduction) dir. Şu hâlde bu san’atta istidlâl bir bediî unsur olarak kullanılacaktır.

Nitekim, Şâir Şinâsi:

Varlığın bilme ne hâcet küre-i âlem ile

Yeter isbâtına halketdiği bir zerre bile

yahût:

199

Nûr-ı rahmet neye güldürmeye rû-yi siyehim

Tanrı’nın mağfiretinden de büyük mü günehim

beyitlerinde bu yola mürâcaât etmiştir.

Kezâlik abdülhak Hamid:

Kim baksa zemin ü âsmâne

Der celle celâlehu ve şâne

veyâ:

zâtın olmuş ukûle şâmil

olsun mu ana şümûl kâbil

beyitlerinde; yâhut:

Kânûn-ı tâbî’at de O’nun emrine tâbi

Biz işte o kânûna itâ’atdeyiz ancak:

Ölmek, yaşamak, zinde veyâ hasta bulunmak

Bi’l-vâsıta olmakda demek Hâlik’a râcî

kıt’asında mezheb-i kelâmi sanatinden faydalanmıştır.

Bu san’ata temâs eden bir iki türkçe kitap, örnek olarak Fuzûli’nin:

Hamd-i bîhad dem-be-dem ol mübdi-i eşyâya kim

Hilkat-i imkân vücûd-ı Zât’ını îcâb eder

beytini vermişlerdir.

İ k i n c iY a z ı

İkinci Derecede Zekâya Bağlı Olan San’atlar

Bunlar, tezkâr umûmi başlığı altında toplanan san’atlardan meydâna geliyor.

1-Tezkâr

Bu san’atlar; ifâdeyi süslemeye, mânâyı kuvvetlendirmeye hizmet ederler:

Başlıcaları müşâkele, istidrad, teşâbüh-i etrâf, irsad, idmaç, beliğ sükûttur.

1-Müşâkele

Ahmed Cevdet Paşa; müşâkeleyi, “bir şey’i sohbetle bulunduğu bir şey’in ismiyle zikretmektir” diye tâ’rif ediyor. Belâgat-i Os-

200

mâniyye’nin bu hususla ilgili örnekleride şöyledir: “Bir konağa yalın ayak gelen bir fakîre:

ne türlü yemek istersin, pişirelim ? denilmesi üzerine:

Bana bir çift ayakkabı pişirin demesi gibi”

Elbette fakîrin böyle bir dille ayakkabı istemesi, son derece lâubâlîlik olur.

Aynı kitapta yer alan ikinci örneğe göz atalım:

“Ağaç” dikmekte olan bir çiftlik sâhibine bir müsâfir gelerek

Hâtem-i Tâyî gibi dik deyüp de “in’am ve ihsân et mânâsını murâd eylemesi dahi bu kabildendir. ”

Bu örneğin de türkçenin zevkine aykırı düşmesi bakımından öncekinden pek farkı yoktur.

Süleymân Paşa, aynı esâsa bağlı kalmak şartıyla bahsi biraz daha açmıştır: “Müşâkele bir şey’i gayrin lafzıyla zikir etmeğe derler. Gerçek tahkîken ve gerekse takdiren gayrin sohbetinde olsun. ” Bu husûs için de Mebâniyü’l-inşâ’da geçen ilk örneği alalım.

Harîm-i bâğda engüşt-i zanbak düşdi sermâdan

Bu dehşetle yürek kalır mı tıfl-ı gonce-î terde

Nâbî’ye âit bu beyitle insâna has bir hâlin “gonce” ye isnâdı, müşâkele sayılır.

Diyarbekirli Said Paşa ise, bu mevzuda şunları yazmıştır. “bir söze münâsebet ve ta’allûku olmayan bir lafzı başka bir şey’in hüccetinde vâkî olmaktan nâşi o söze nibet ve izâfe ile zikretmekdir. ” Bunun tahkîkî ve takdîri olacağı husûsu Mîzânü’l-edeb’ de de belirtilmiştir.

Said Paşa; tahkikî için, Fuzûlî’nin:

Kemâl-i hüsn-i ahlâkın beyân eyler açıldıkça

Semen mecmû’ası, nesrin kitâbı, gonce tûmârı

beytini misâl gösterdikten sonra, şu izâhâta giriyor: “Tahayyülât-ı şâirâne hükmünce muhâtab şâirle konuşurken gûyâ benim ahlâkımı beyân edecek bir kitâb var mıdır demiş de anın üzerine şâir şu beyti söylemiş olması farz olunur. Semene mecmû’a, nesrîne kitâb, gonceye tûmâr lâfızlarının (teşbîhden sarf-ı nazarla) münâsebet-i

201

hakîkiyyeleri yoğiken sohbete tevfîk içün o sûretle izâfeleri iltizâm olunmuşdur. ”

Sözü geçen kitapta, takdîri sûret için verilen örnek, Cevdet Paşa’nın izâhını hâtırlatıyor: “bir çıplak fakîre “cânın ne yemek istiyor” denilmesine “bir entâri yemek istiyor” cevâbını verse tahkîkî ve hasbe’l-hîtâb karîne hükmüne “yemek istiyor” tâbirini terk ile “bir entâri” demekle iktifâ etse takdîri olur.

Demek ki, bir şeyi kendisine âit olmayan bir lâfızla anmak müşâkeleyi meydâna getiriyor. Bir de Mecâmi’ü’l-edeb’deki örneğe göz atlım:

Şişe göksün geçirir leblerin öptükçe kadeh

Dili varmaz ki derûnum dolu kandır demeğe

beytinde duyu sâhiplerine hâs olan “göğüs geçirmek”ve “öpmek” şîşe ile kadehe isnâd olunmuştur.

Bu îzaha uygun güzel bir müşâkele örneği de, Abdülhak Hâmid’in Târık’ın da yer almaktadır.

Demek ki sen Bin Zeyyâd’ın yarasını bağlamışsın, Bin Zeyyâd da senin şarkını bağlamış. Müşfikâne bir muâmeleye âşikâne bir mukâbele.

Müşâkele, umûmiyetle iki taraf arasındaki karşılıklı münâsebetle müteallik sözlerden doğar. Ya taraflardan birinin işi ile diğerinin bu iş üzerindeki sözleri, ya bir tarafın sözüne diğer tarafın verdiği cevap bu san’atı meydâna getirir. İkinci hâlde, hitâbeden sözü hakîkî mânâda söylüyorsa, karşılık verenin hakîkî mânâya baş vurması gerekir.

Yujkarıda sözü edilen eski kitaplardan bâzılarında “yemek pişireceğine yazmı pişr, yemek yemeyeceksin, dayak yiyeceksin” kabîlinden sözler, müşâkele örneği olarak gösterilmiştir ki, hakîkatte bu ifâdelerde birer âmiyâne istiâre vardır.

Recâî-zâde Mahmûd Ekrem Bey’den beri, muhtelif kitaplarda yer alan müşâkele örneklerinden birini, biz de tekrâr edelim:

Yine mi kanmıyorsunuz sözüme

Ne içün bakmıyorsunuz yüzüme

Beni bir kerre okşasan ne çıkar?

202

Melik

Sen çıkarsın. . Demek ki fitne çıkar!

Ta’lîm-i Edebiyât müellifi, bu mısrâlardan sonra, şunları yazıyor: <<İşte şu muhâtabada iki tarafın da kullandığı (çıkmak) kelimesi Tezer’in ifâdesinde mecâzen istîmâl edilmiş olduğu hâlde cem olunmuştur. Vâkı’a alt tarafından demek ki fitne çıkar sözü kelime-i mebhûseyi yine bir mânâ-yı mecâzîye ircâ’ ediyorsa da mu’ahhar olduğu için hükmü yoktur. >>

Müşâkelede en ziyâde dikkat edilecek husûs, zerâfetin sağlanmasıdır.

2-İstitrâd

Bir bahse açıklık getirmek yâhut okuyucu veya dinleyicinin istifâdesini sağlamak maksadıyla, uygun bir yerde konu dışında bir şeyi anlatmak usûlüdür. Bu yeni bahse girerken <<istitrad>> kelimesini kullanmak, asıl konuya dönmeden önce <<saded>>e girileceğini bildirmek âdettir. Bu yola bilhassa mensûr eserlerde başvurulur.

3-İrsâd

İrsâd, lugatte <<yola gözcü koymak>> mânâsına gelir. Buna teshîm dahi denir. Teshîm ise, <<nakışlanmış>> mânâsınadır. Edebiyatta beyit veya fıkraya âit revî harfi bilindiği takdirde sözün sonuna lafzen veya mânâen delâlet edecek bir nesne ileri sürmek demektir. Umûmiyetle irsâd da iştikak san’atinden faydalanılır.

Lâfız yoluyla delâlet için örnek verirken, Mütercim Âsım Efendi’nin:

Nice bir hidmet-i mahlûk ile mahzûl olalım

Sâ’il-i Hakk olalım nâil-i mes’ûl olalım

Akalım başına bir bahr-i hamiyet bulalım

Sıla-i himmetine mâ gibi mevsûl olalım

Biz de sûret verelim kendimize kâbil ise

Girelim ehl-i safâ bezmine makbûl olalım

Getir ey sâki yeter eyledin işgâl bizi

Bir zamân da mey-i bî-gışş ile meşgûl olalım

Kalmadan hâk-i mezelletde hemân ey Âsım

Âzim-i sû-yi semâ-sây-ı Stanbul olalım

Manzûmesinden faydalanmak âdet hâlini almış gibidir. Esâsen

203

Makta hâriç olmak üzre, her beyit irsâd örneğine müsâittir. <<Mahzûl>> kafiyesini bilen bir kimse, sâ’il’den mes’ûl’ü, sıla’dan mevsûl’ü, kâbil’den makbûl’ü, işgâl’den meşgûl’ü çıkarabilir.

Sürûri’nin şu parçasında da lâfız yoluyla sözün sonuna intikâl imkânı vardır:

Fenn-i sühende etse benimle mübâhase

Hâce’ye dânişin sebak-ı imtihân verir

Şol müsta’in-i ism-i Celâl’im ki def’aten

Feth-i kelâma kudretimi Müste’ân verir

Şol mütefîd-i nüsha-i vahyim kitâb’ıma

Dersi musarınifân veremez kudsiyân verir

Burada revî harfinin <<imtihân>> kelimesi sonundaki n olduğu bilindikten sonra beytin Müste’ân’la biteceğine intikal kolay olur.

Aşağıdaki beyitte delâlet mânâ yoluyladır:

Diyâr-ı hecrde seyl-i sitemden oldu herâb

Fezâ-yı aşkda âbâd gördüğün gönlüm

Revî harfini bilen, birinci mısrâ’ sonunda harâb kelimesini gören bir kimse eğer edebiyâta âşinâ ise, fezâ-yı aşkda terkîbinden sonra da âbâd kelimesinin geleceğini takdir eder.

Yâhut:

Elemin Kays’a kıyâs etme dil-i mahzûnun

Beytinde mahzûnun kafiyesini gören bir kimse Yok idi aklı ne derdi var idi kelimelerinden sonra Mecnûn’un geleceğini anlar.

Şu mensûr örneğe de bakalım:

Zübde-i vâkıfân-ı rümûz-ı dekâyık ve umde-i sâkinân-ı künûz-ı hakâyık efendimiz hazretlerinin âftâb-ı izz ü devleti meşârik-ı sa’âdetden tâli’ ve Rahşan… ibâresinde rümûzı gören, mütenâzırında künûza; dekâyıkı gören mütenâzırında hakâyık’a; âftâbı gören meşârik’e… intikâl edecektir.

4-İdmaç

Sözlükler; <<idmac>> kelimesine <<gerip gereği gibi yerleştirmek>> mânâsı veriyorlar. Edebiyatta, öğme veya yerme mânâsı taşıyan bir sözü başka bir mâmâ daha kazanacak sûrette kullanma san’atıdır.

204

Eğer bu söz, öğme ile ilgili ise, kaılan yeni mânâ da öğmeğe dâir olur.

Ahmed Cevdet Paşa, idmâc için şu örneği veriyor:

Sadrında seni eyleye Hak dâ’im ü bâkî

Hep âlemin etdikleri şimdi bu du’âdır

Şâir böylece hem öğdüğü Sadrâzama duâ ediyor; hem de onun herkes tarafından beğenildiğini ortaya koyuyor.

Bir de, yerme mânâsı taşıyan sözün, yeniden kazandığı yermeye örnek verelim: Hülâgü, önce kâfir sözüyle yerilmekte; sonra da, geçtiği yerde otun bile bitmemesi ortaya konulmak sûretiyle zâlim olarak tanıtmaktadır.

Öğme ile ilgili idmaç, ayrı san’at sayılmış; buna <<istitbâ>>’a adı verilmiştir.

5-Beliğ Sükût

Bir söz veya yazı sâhibinin, bir yandan nezâket hudutları içinde, bir husûsu beyân etmek, diğer yandan da maksadına istediği ifâde kudreti kazandırmak için ehemmiyet verdiği husûsu, sükût ile geçiştirme veya ona çok hafif sûrette temâs etmesi, beliğ sükût ismini alır. Mamâfih bu san’at yalnız nezâket yâhut yalnız merâm ifâdesini kuvvetlendirmek için de yapılabilir.

Nasreddin Hoca’ya atfedilen aşağıdaki fıkrada, maksadı kuvvetle dile getirmek için bir sükût-ı beliğ san’atına baş vurulmuştur:

Hoca bir seyâhate çıkmıştı. Bir köye uğradı. O köyün, çok hasis olan imâmına misâfir oldu. Ev sâhibi, Hoca’ya:

Uykusuz musun? Suzun musun?

Diyerek yemekten söz açmayınca; Hoca, şu karşılığı verdi:

Buraya gelmeden önce, bir pınar başında râhat râhat uyumuştum. Böylece Nasreddin Hoca hâlini anlatmak sûretiyle, pinti ev sâhibine nâzikâne tarzda açlığını kuvvetle ifâde etmiş olur.

Menemenli zâde Tâhir, sükût-ı belîğ için iki örnek vermiştir. Bunlardan biri Ahmed Cevdet Paşa’ya âittir. Bir eserinde, <<devlet adamlarının fezâ’ilinden ise fevâzılından bahsetme>>nin <<evlâ>> olduğunu ileri süren Cevdet Paşa’ya şu yolda îtirâz edilmiş: <<Hakikatte

205

siyâk-i kelâma göre devlet adamlarının fevâzılından ise fezâlinden bahs olunmak evlâdır tarzında olacak gibi görünüyor bu sehv-i tertîb ise bayağı teşviş-i efkâr ediyor. >> Ne yaptığını iyi bilen Ahmed Cevdet Paşa; bir kısmını aşağıya alığımız zarif mektûbu yazar:

Bu husûsda dahi i’tiraf-ı kusûr olunmak zarûridir. Fakat kabâhat mürettibde değil kale-i müverrihdedir. Daha doğrusu hatâ bendedir. Fakat fezâ’il yerine fevâzılı yazmakta değil hatâ bunladır ki fezâ’il fazîletin ve fevâzıl fâzılanın cem’i olup evvelkisi muhassenât-ı zâtiye ve ikincisi sa’ire müfid olan muhassenât-ı müte’addide demek olarak ikisi de yerinde kullanılmış ise de kırk bu kadar sene evvel Murâd Molla Dergâhı’na devâm ile Sâmî ve Nef’îye takliden şi’ire ve Veysî ve Okçu-zâde’ye taklîden inşâya heves olunduğu sırada seci’ düşürmek için bellenmiş fevâzıl kelimesini şimdi hiç kimse isti’mâl etmek muhill-i belâgat olduğu müsellemdir. Fakat dalgınlıkla nasılsa kendini Câmi’-i Fâtih ile Murâd Molla Dergâhı arasında mütereddid bir hâlde tasavvur ve tahayyül ederek bu lâfz-ı garîb-i yazıvermişim buna sehv demeden ise âdetâ gaflet demek daha münâsibdir. Fakat o zamandan beri lisânımız birkaç renge girdi. Pek çok tebeddülât gördü. Birkaç def’a lisânını değişdirmiş ve usûl-i imlâsını bile şaşırmış bir eski müverrihin bir cild kitâbında görülen kusûr böyle bir hatâyı maksûr olursa kendisince bâ’is-i iftihâr olur ve beş on kadar olursa ma’zûr olur. Bereket versin üdebâdan bu lafz-ı garîbe dikkat eden olmadı. Görüp de bağteten i’tirâz etse idiler ne diyeceğimi bilemezdim. Lâkin şimdi gâfil bulunmam soran olursa ne be’is var. İmreü’l-Kays’ın müsteşzerât kelimesi bin bu kadar yıldan beri tenâfür-i hurûfa misÂl olarak irâd oluna gelmiş ve Mu’allâka’sından ziyâde şöhret bulmuşdur. Fevâzıl da varsın elfâz-ı garîbeye misâl olsun derim. Belki mahsûs bunun içün yazdım diyebilirim. Fezâil-i zâtiyyeleri cümlenin indinde müsellemdir ve bu ihtâr-i Âlîyelerini dahî fevâzıl-ı inâyet-me’âsir-i kerîmânelerinden add ile teşekkür ederim.

Bu mektupta Cevdet paşa <<sehv-i tertîb>> bahsi üzerinde durarak muhâtabını techîl etmek gibi zerafetten uzak bir vâdiye düşmemiştir. O bahse birkaç satırla temâs etmiş, <<üdebâ>>nın gözünden kaçan <<fevâzıl>> kelimesindeki garâbete dikkati çekmiş, bu fesâhat hatâsının da kendisinden sâdır olduğunu bildirerek mâze-

206

retini ortaya dökmüştür. Bu sûretle çok örtülü olarak, tertiyle ilgili bir kusur bulunmadığını bildirmiştir. Şüphesiz tutulan bu yol; diğerinden daha belîğdir.

Osmanlı edebiyâtı’nda Nedîm’e âit aşağıdaki mısrâlar da, sükût-i belîğ örneği olarak verilmektedir:

O tıfl-ı nâzı gördüm dûyime hurşîd eser etmiş

Haber-dâr olmamışdım sonra bildim n’eylemiş, n’etmiş

Meğer zâlim kaçup tenhâca Sa’dâbâd’a dek gitmiş

Temâşâ eylemiş alayını Şevketli Hünkâr’ın

Bu parçanın sathî mânâsı, Nedîm’in sevgilisinin Pâdişâh’ın alayını temâşâ etmek üzre Sa’dâbâd’a kadar gitmesi; orada güneşin kendisine te’sîr etmesinden ibârettir. Gereçkte ise,

Şâir, Pâdişâh’ın yüzünü güneşe benzetmekte, bu güneşi görmenin <<o tıfl-ı nâz>>ın vechinde değişiklikler husûle getirdiğini anlatmak istemektedir. Şâir, bunu açıkca söyleseydi, söz o kadar te’sîrli olmayacaktı. Sükût’ı beliğ yolu, ifâdeyi daha mü’essir hâle koyuyor; hattâ hafif bir sarâhat eksikliğine rağmen.

6-Kavl-i bi’l-Mûcib

Belâgat kitapları, mânâ san’atları arasında bir de kavli bi -l- mûcibden söz ederler. Kavl, <<söz>> demektir; mûcib de, bugünki terimlerden <<olumlu>>yu karşılar. Mûcib’in zıddı sâlib’dir. Bu terimlerden birincisi icâb, ikincisi selb kelimesine bağlanır. Kavl-i bi’l-mûcib; söz söyleyenin, dinleyene âit sözü olumsuz hâle koymasına ( = nefyetmesine ) rağmen, o sözün îcâbeylediği hükmü <<i’tirâfı>>dır. Bu da, iki sûretle olur: Bunlardan bir, muhâtabın ( = kendine hitâbedilen şahsın) maksadını, başka bir şeyde sâbit kılma yoludur. İkincisi ise, o şahsa âit lafzları maksattan başka bir şeye hamletme yoludur.

İlki şöyle olur: Farzedelim ki bir şahsın sözünde, bir şeyden kinâye olarak bir sıfat yer almıştır; ayrıca o şeyle ilgili bir de hüküm bulunmaktadır. Kavl-i bi’l-mûcibe başvuracak kimse, bu sıfatı, o şeyin dışında kalan sâha için sâbit kılar; fakat sözü geçen hükmün, bu sâhalar için sâbit olup olmamasına ilgisizdir. Böylece san’at meydâna gelmiş olur. Nitekim:

Sen bu çocuğa bir tokat mı vurdun?

Hayır… Beş tokat vurdum.

Örneğinde olduğu gibi.

207

Mutavvel tercemesi’nde Münâfikun sûresinden:

Onlar, Medîne’ye dönersek, daha azîz olanlar, zayıfları, fakirleri oradan çıkaracaklar derler. Bütün izzet Allah’ın ve Resûlü’nün ve mü’minlerinindir. Fakat münâfıklar anlamazlar âyetleri örnek veriliyor. Münâfıkların sözünde <<azîzlik>> kendi mensuplarından ve <<zayıflık, fakîrlik>> mü’minlerden kinâyedir. Kendi mensupları için, mü’minleri Medîne’den çıkarmağı sâbit kılıyorlar. Buna karşılık da Cenâb-ı Rabbi’l-âlemin <<çıkarma>> hükmünün <<izzet>>le vasıflanmış olan zât-ı akdesi, Resûl’ü ve mü’minler için <<sübût veya nefyine ta’arruz>> buyurmuyor.

İkincisi ise, bir kimsenin sözünde yer alan bir lafzı, <<müte’allikât>>ını zikrederek muhtemel olduğu mânâdan meram dışında kalan bir mânâya haml etmekle yayılır. <<Müte’allikât>> hâl, zarf-mef’ûl ve benzerleridir.

Yukarıda adı geçen kitâbın bu hususla ilgili örnekleri de Arapçadır. Meâlleri üzerinde duralım:

Sana, def’alarca gelmekle ağırlık verdim. Dedim, O, iki omzumun arasını ni’metlerle ağırlaşdırdım. Dedi. Birinci şahıs, ağırlık vermeyi <<yük olma, rahatsız etme>> mânâsında kullanmış; ikinci şahıs, <<ni’met>>e haml etmiştir.

Şu cümle, aynı kitapta yer alan Arapça bir beytin tercemesidir:

Anlar bir ihvândır ki, ben anları dürû’ ( = zırhlar ) gibi eshâb-ı hıfz u himâyedendir kiyâsetdim. Vâkı’a onlar da hâmî oldular; fakat benim hakkımda olmayıp a’dâ içün hâmî oldular. Burada da, beytin hükmü, sözün başlangıcından başka yere haml olunmuştur.

Aynı vaziyeti, meâli aşağıya alınan diğer bir beyitte de müşahede ediyoruz:

Ve ben onları sihâm-ı msîbe kıyâs eyledim. Fi’l-vâki; anlar sihâm oldular ise de, benim fü’âdıma sihâm olup kalbimi mecrûh etdiler.

Metin şöyle bitmektedir, bi burada da kavl-i bi’l-mûcibi görüyoruz:

Ve anlar, kulûbumuz meyletdi deyü iddi’â ve bu da’vâlarında sâdık olup lâkin benim vedd ü mahabbetimden meyl ü i’râz etdiler.

208

Üçüncü Yazı

Tahayyüle Bağlı San’atlar

Tahayyüle bağlı san’atlar; teşhis ve intak, hüsn-i ta’lil ve îzamdan meydâna gelmektedir.

1-Teşhis ve İntak

Bu başlık altında ikincisi birincisinin şumûlüne giren iki san’attan söz edilecektir.

1-Teşhis (=Personnification)

Teşhis; cansız, hassasiyetten mahrûm veya mücerret, tamamiyle zihnî bir varlığı maddî ve gerçek hüviyete kavuşturarak ona hassasiyet, hayâtiyet verme ve toplayıcı tâbirle onu insana has vasıflarla mümtâz kılma san’atıdır.

Bu iki yolla olur.

1. Mürsel mecâz yoluyla:

Şu cümleye dikkat edelim: Erzurum size kollarını açmış. Aziziye kışlası sizi çağırıyor. Erzurum, oşehrin ahalisi; Aziziye kışlası, bu kışlanın sâkinleri yerinde kullanılarak önce mürsel mecâz; sonra da birincisine kollar, ikincisine çağırma isnâd edilerek teşhis yapılmıştır. (Çağırma’da üçüncü bir san’at daha var ki, birazsonra îzâh edilecektir. )

Mürsel mecâzın (bu terimi métonymie değil, synécdoque yerinde kullanıyoruz) maddîyi mücerrede, mücerredi maddîye ircâ eden çeşidiyle kendini gösteren teşhisler çok te’sirlidir.

Galipler konuştu; esâret, sükût içinde, bu geniş şehirde yalnız onların sadâsına itâat var. Bu cümledeki san’at, esâret kelimesi etrafında kurulmuştur: Evvelâ, maddî bir kalabalık olan esirler, tecrit yoluyla esârete çevrilmiştir; geniş bir şehri dolduruyor. Sonra da esârete sükût, biraz daha uzak yolla itâat hâli isnâd edilmiştir. Bunlar ise, insâna has hâllerdir. Böylece teşhis san’atı vücûda geliyor.

Diğer bir örnek: Bu tahtı cür’etkâr hîleler çevrelemiş; Pehlevî’nin kanı artık orayı terk edecek. Hîle kelimesi, <<hîlekâr>> yerinde kullanılmıştır. Bu kelimeye cüretkârlık atfıyla teşhîs yapılıyor.

209

Pehlevî'nin kanı ise, «sülâlesi» karşılığındadır; buna da terkedecek fiili isnâd ediliyor: «Terketmek» iradî fiil olduğuna göre, ikinci bir-teşhis san'atı karşısındayız.

2. İstiare yoluyla:

İstiarenin manevîden maddîye, maddîden maddîye, manevîden mâneviye, maddîden mâneviye geçiş yollarından dördüyle de teşhis san'atı yapılır.

Önce birinciye örnek verelim: Üzüntüm, kapınızda bekliyor.

Bu cümlede üzüntü'ye şahsiyet verilmiş, bekleme fiili isnâd edilmiştir.

Başka bir örnek: Birden küçük odada merhamet gülümsedi. Burada da merhamet'e gülümseme isnâd ediliyor.

Yahut: İmânın ışık eli okşar yanağımızı. Burada da îmân'a «el», el'e «okşama» isnâd edilerek iki defa teşhis yapılmıştır. El'in ışıktan oluşunda da ayrı bir san'at vardır.

Şimdi de maddîden manevîye geçiş yoluyla yapılan istiarelerden örnek seçebiliriz. Temâşâ-yı leyâl manzûmesindeki şu mısrâ-lara bakalım:

Bu hıyâbân-ı târ-ı nâimde

Camlar üstünde resmeder ancak

Dest-i şeb şuleden birer zanbak. . .

Cenab Şahabeddîn

Bu nazım parçasında canlandırma, daha «hıyâbân» a «nâim» sıfatının verilmesiyle başlıyor. Fakat asıl teşhis, gece'ye el ve o el'e resmetme isnadına da kendini göstermektedir.

Manevî-maddî geçmişine dayanan teşhis için, aynı şâire ait:

Elem-i arza iştirak edelim mısrâındaki elem-i arz terkibini örnek verelim.

Manevî-maddî geçişine dayanan teşhis için, aynı şâire âit : manzumesinin:

Atıyor her tepe bir gül-deste

Cenab Şahabeddîn

210

mısrâına bakalım : Her tepe'ye atma fiili isnâd ve hattâ bu fiilin maddî olan mef'ûlü (güldeste) de zikredilmiştir.

Aşağıdaki mısralar, istiareye bağlı teşhisler için dikkate değer örnekleri taşıyor :

Seyreder bir bulut kenarından

Bir hilâlin nigâh-ı tarınâzı

Kalb-i zulmetde titreyen razı.

Cenab Şahabeddîn

Za'f ile diz çöken tabî'atden

Yükselir bir feci vaz'-ı du'â

Gizli bir selika, bir sükût-ı recâ.

Cenab Şehabeddîn

2-İntak

Konuşmaya sâlih olmayan varlıklarla keyfiyetlere dil izafe etmek, intak adını alır. Hakikatte bu san'at teşhisin husûsî bir hâlidir. Bilhassa manzum hikâyelere hareketlilik sağlar.

Arı İle Sivrisinek Hikâyesi

Gördü bir bal arısın sivrisinek

Dedi böyle ana fahr eyleyerek

Var mı bir bencileyin nefs-i nefis,

K'ola âzâde vü bî-havf-i re'îs

Nice bir kasr ü saraya girerim

Ruh-i dil-berleri takbîl ederim

Olurum mest-i dem-i hurd ü kelân

Gâh raksânü gehî nağme-künân

Ne belâ kim çalışırsın her dem

Nef'ini görmede ancak âdem

Nahl verdi ana bir şöyle cevab

K'ey eden kâr-i bedi fazl-ı hisab

Vâkı'a cinsine yokdur başbuğ

Geçinir her biriniz sâhib-i tuğ

Lîk kâşane vü dârâta bedel

Gübrelikdir sana gâhice mahal

Hem bulunmazsa güzeller yanağı

Bûs edersin nice murdar ayağı

211

Bir gün ol raks ü tanînin eseri

Cümleye ba'is olur derd-i serî

Lâ-cerem bir de biri hiddet eder

Emdiğin kana seni diyet eder

Biz ki ya'sûbe olup fermân-ber

Fırkamız yek-dil olur ser-tâ-ser

Nûr ü ezhâr üzerin cây ederiz.

Vüs'umuz mertebe işler gideriz.

Bir kovanda yaparız şem'ü asel

Zevkimizdir bu iki hüsn-i amel

Mumumuz halka bütün şevk verir

Balımız zâ'ikaya zevk verir

Şinâsî

Nâmık Kemâlin Baykuş sesi adlı manzumesinden alman şu kıt'a hem teşhis hem de intakı birlikte ihtiva etmektedir:

Serilip hâk-i lıakâretde vatan cân veriyor. «Yetişin son nefesimdir, gelin imdada» diyor. Sevgili validemiz akıbet elden gidiyor.

Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini;

Yok imiş kurtaracak bahtı kara mâderini.

«Vatan can veriyor» cümlesinde teşhis vardır. Filvaki «can vermek» her canlıya mukadder olan bir hâldir; fakat müteakip mısrâda ona söz isnâd edilmesi, şahsiyet verildiğini ortaya koyuyor. Yetişin son nefesimdir, gelin imdada diyor mısraında ise, vatan dile getirilmiş, intak san'atı yapılmıştır.

Not.-Fransızcadaki «prosopopee»; türk edebiyatındaki teşhisten daha şümullüdür : Prosopopee'de yalnız şahıs olmayan varlığa şahsiyet izâfesiyle veya mânevi olan bir mâhiyete su'al yöneltil-mesiyle kalınmaz; bulunmayan bir şahıs da, gözönünde tecsirn edilir.

2-Hüsn-i Tâ'lîl ve Yarı Hüsn-i Tâ'lîl

Hüsn-i tâ'lîl ifâdeye letafet vermek maksadıyla, bir hususu, hakîkî olmayan bir itibâra dayanarak, kendi sebebine aykırı bir sebeple vasıflandırma san'atıdır. Ancak bu hususla itibarî sebeb arasında bir analoji ilgisinin bulunması şarttır.

212

Nitekim Fuzûlî'nin :

Hâk-i pâyine yetem der ömrlerdir muttasıl

Başını taşdan taşa urup gezer âvâre su

mısraında bir tabiat hâdisesi olan suyun akması; Hazret-i Pepgam-ber'in «hâk-i pâyi» ne ulaşmak arzusuna bağlanmıştır. Aynı şâirin başka bir beytine bakalım :

Bir zebûndur şerh-i gam takririne her berg-i gül

Eylemez bîhûde gül gördükde efgân andelîb

burada ise, gül yaprağı, gamı şerhetmek için açılmış güle benzetiliyor; bülbüle isnâd edilen «efgan» da bu sebebe bağlanıyor. Yahut, Şeyhî'nin :

Ne içün baş açar u el götürür serv ü çenâr

Ki du'â eyleyenler kadd-i hırâmanın içün

beytinde, servi ve çınar yapraklarının açılmasına sebep olarak, sevgilinin salman boyuna duâ etmeleri gösterilmiştir.

Hüsn-i ta'lîli meydâna getiren hakikat dışı sebep, yukarıdaki örneklerde de görüldüğü gibi, sözü edilen nesneye de uygun bir vasıf sağlar. Mutavvel tercemesinde, bu hususla ilgili olarak şöyle bir cümle yer alıyor: «Vasıf-ı mezkûr için illet olan şey'in vâkı'ada anın içün illet olmaması» gerekir.

Arap belâgati ile ilgili kitapların bâzılarında hüsn-i tâlîl dörde ayrılmıştır. Türkçe kitapların bir kısmında sınıflandırma yoktur; bir kısmı da iki çeşit hüsn-i ta'lilden sözeder.

Bu sınıflandırma şöyledir :

1-İfâdeye letafet verecek itibâr, sabit bir sıfat olduğu taktirde, onunla ilgili vasfın beyanını kasd etmektir. Bu husus için verilen örneklerden biri Cevdet Paşa'ye aittir :

Dayanmaz tâb-ı ruhsârına nûr-ı dîde ey meh-rû

Anın çün çeşmimiz muhtâç-ı câm-ı dûr-bîn olmuş

Buradaki arızî vasıf, gözün gözlüğe muhtaç olmasıdır. Bunun hakîkî sebebi de, bu organda kendini gösteren bozukluktur. Şâir, onun yerine hayâlı bir sebep buluyor : O da, sevgilinin yanağındaki parıltıya dayanamamaktır. Böylece de hüsn-i tâ'lîl yapmış oluyor.

213

Başka bir örnek verelim :

Rahat içün ferş salmış sebze-i ter gülşene

Nergisin görmüş gözün mahmur sanmış hâbı var

Fuzûlî'nin, bu beytiyle, «sebze-i ter»in, nergisin gözünü mahmur görerek gülşene «ferş» saldığından söz etmesi, etrafın yeşilliği için gerçek sebep değildir. Böylece de bir hüsn-i tâlîl ile karşılaşıyoruz.

Belâgat-i Osmaniye ve onu tâkîbeden kitaplarda şöyle bir örnek daha vardır :

Perişan halk-ı âlem âh ü afgân etdiğimdendir

Perişan olduğum halkı perişan etdiğimdendir

elbette ki, perişanlığın gerçek sebebi, burada zikr olunanlar değildir.

Sünbül-zâde Vahbî'nin şu beytine bakalım :

Çâh-ı zakan üftâdesi dikbeste-i zülfüz

Zincirlikuyu anın içün meskenimizdir

Hâlbuki, Şâir'in Zincirlikuyu'da oturmasının asıl sebebi, evinin orada bulunmasıdır.

Nâbî de :

Nev-bahar-ı ruhu buldukça terakki o gülün

Şerm ile mihr-i cihân-tâb uzahdan dolanır

beytiyle, güneşin uzaktan dolanmasını hicabına bağlıyor.

2-İfâdeye letafet verecek itibar sabit olmadığıtadirde, onu isbat maksadıyla yapılan hüsn-i ta'lîl.

Bu çeşit hüsn-i ta'lîl için bir iki kitap şu örneği tekrarlamıştır :

Dağ-dâr olmasa hışmınla eğer

Mübtelâ-yı kelef olmazdı

Kamer Hıdmetin etmesi

Cevza niyyet Bağlamaz idi meyâmna kemer

Hakikatte «Ay»ın hışım yüzünden dağlanmış olması, «Cevzâ»nın hizmete niyet etmesi mümkün değildir. Fakat şâir, öncekine «Ay»m kızarmasını, ikincisine «Cezvâ»nm kemer bağlamasını sebep göstererek hüsn-i ta'lîl yapıyor.

214

Sözü edilen hüsn-i ta'lîl, iki hâlle karşımıza çıkar:

a) Ya ifâdede yer alan sıfatın isbâtı mümkindir. Nitekim:

Başıma sevda getirmişdi siyah kâkülleri

Şerbet-i lâlin halâs etdi o sevdadan beni

beytinde, «sevda» sabit olmayan bir sıfattır. Başa çıkma sebebi, siyah kâküllerdir. Ortadan kalkması için de, dudakların şerbeti . ilâç olmuşdur. Bu husus, imkânlar içine girer.

b) Ya da, ifâdede yer alan sıfatın isbâtı mümkin olmaz.

Değil hattın cemâlin tâ ki ağyar etmesün rü'yet

Harîr-i âhdan ruhsârına nesc-i nikâb etdim

beytinde ise, sabit olmayan sıfat «cemâl»dir. Ah ipeğinden yanağa örtü nesci yapılması ise, mümkin değildir. Hüsn-i ta'lîl hatla bu sıfatın hayâle uygun olarak isbâtı maksadıyla yapılmıştır.

Hüsn-i ta'lîle, hüsn-i tevcîh dahî denir. Bu, san'atta hükmün kesin olmasını gerektirir.

Şayet ta'liller zarına dayanırsa, «şibb-i hüsn-i ta'lîl» denilen başka bir san'at meydâna gelir; buna «yarı hüsn-i ta'lîl» adını vermemiz de mümkindir.

Meselâ Abdülhak Hâmid:

Habâb eder gibi reftârınız ne hâletdir,

Aceb nesîm-i seherden mi âferîdesiniz?

beytiyle, sevgilinin su üzerindeki hava kabarcıklarının (ahenkle akmasını) andıran yürüyüşünü görerek, onun sabâ yelinden yaratılmış olması imtimâlini düşünüyor.

İkinci Meşrûtiyet'ten sonra yazılan bâzı kitapların hüsn-i ta'lîl örneği için zikrettikleri Hâlid Ziya Uşaklıgil'e âit şu fıkrada da, şibh-i hüsn-i ta'lîl vardır:

Şimdi sobada odunların alevleri yavaş yavaş sönüyor. Gûyâ bu köşeyi zulmetlerin tamamen agûş-ı mahremiyetinde yapayalnız bırakmak hevesiyle muhterîzâne çekiliyor idi.

Burada, gûyâ kelimesi, hüsn-i ta'lîli bozmuştur.

Fikret'e âit şu nazım parçası da Reşit Bey (H. Nâzım) tarafından hüsn-i ta'lîl örneği olarak gösterilmiştir:

215

Bin üç yüz altı. . . Evet bundan altı yıl evvel,

Şu vak'a geçdi; bugün hâtırınıdadır, o güzel,

O mâvî gözlerin eşk-i hazîn ü ma'sumu.

Güneş, penâh ederek bir sehâb-ı mağmumu

Kesik kesik dökülüp her tarafda bir rikkat

Gülümsemekde idi. . . Sanki âsmân da o gün

Kızın o hâli için kâ'inâta hep küskün,

Fakat o bîkese memnun görünmek isteyerek

Hem ağlamak yüzü ihzar ederdi, hem gülmek.

Hâlbuki burada sanki kelimesi, hüsn-i ta'lîli bozmuştur; meydâna gelen san'at, şibh-i ta'lildir.

3-İzam (= Hyperbole)

İzam başlığı altında üç san'at grubundan söz edeceğiz: 1) Mubâlağa, 2) İfrat, tefrit, iktisat, 3) İstidrâk.

1-Mübalağa

Mübalağa kelimesini Arap lügatleri «işte kusur etmemek, bunun için mümkin gayreti göstermek» diye mânâlandırır. Edebiyat terimi olarak bir vasfın, şiddet . veya zaaf bakımından imkânı güç veya muhal derece ile ifâde edilmesidir. Böylece vasfın sınırlanma imkânı kalkmış olur.

Eski kitaplarımız, Mutavvel'e uyarak, bu san'atı mübâlağa-i makbule başlığı altında ele almışlardır. Zira belâgatçilere göre mu-balağa ya makbul ya mezmûmdur. Fakat bu mes'ele Araplar arasında da münâkaşa edilmiştir: Bunlardan bir kısmı mübalağayı makbul saymamışlardır; o zümreye göre, kelâmın hayırlısı, mahrec-i hak üzre zuhur ve minhec-i sıdk üzre sudur edenidir. Karşı görüşte bulunanlar^ şiirin ahseni ziyâde kizb ve dürûğ olanıdır fikrini ileri sürmüşlerdir. Üstelik bu iddiayı, kelâmın hayırlıyı ve makbulü kendisinde mübalağa olanıdır diyecek kadar ileri götürmüşlerdir.

Mutavvel'de, makbul olan mübalağa ile olmayanı ayırtmak için bir tasnif yer alır; böylece de tebliğ, iğrak, gulüv olmak üzre üç çeşit mübalağadan söz edilir. Bu sınıflandırmada iddia olunan zaaf ve şiddetin nefsü'l-emirde mümkin olup olmadığı, mümkin olduğu takdirde alelade hâllerde vuku bulup bulmayacağı hareket noktası sayılmıştır.

216

1-Tebliğ:

İddia olunan vasıf, mevzu için mümkün olduğu ve alelade şartlarda görülebildiği takdirde tebliğ meydâna gelir. Bu mümkin olma hâli, Mutavvel'de sarahat kazanmıştır: Vasfın hem aklen hem de âdeten mümkin olması şarttır. İşte bu çeşit mübalağa makbul sayılır:

Aşağıdaki beyitler bu husus için birer örnektir:

Safâ-yı câvidânîdir nişât-ı lutfı ahbaba

Belâ-yı nâgihânîdir hayâl-i tiği a'daya

Benim ol nâdire-senc-i güher-i tâze-zuhûr

Köhne mazmuna değil genc-i hayâlim mahzen

ve,

Nice takrir edebim hâlimi sultânıma kim

Gam-ı mâzîyi komaz dilde gam-ı müstakbel

Çekerim sâgar-ı bezm-i kereminden elimi

Bir ayağ suna meğer sâkî-i sahbâ-yı ecel

nihayet,

Eyyâm-ı zemistânda beni gerdiş-i devrân

Bir hâne-i vîrân-şüdeye eyledi mihmân

Mânend-i kafes rahneleri hâric-i ta'dâd

Mânend-i felek sakf-ı kevâkible dırahşân

Hâ'il olamaz sakfı temâşâ-yı sipihre

Dîvârı değil reh-güzere mâni'-i seyrân

nazım parçalarında tebliğ örnekleri vardır.

Bir şeyi, vasıf ve mâhiyetinde kendi hâlinin üstüne çıkarmak veya altına indirmek her dilde rastlanan bir hâldir. Ancak bu işin gerçeği tecâvüzde akim ve âdetin reddetmemesi gerekir. Tebliğ denilen mübalağa çeşidinin okuyucu veya dinleyici üzerindeki te'sîri; ondaki hayâl gücünü okşamasıdır.

2. İğrak:

İddia edilen vasıf; aklen mümkin olduğu halde, âdet yönünden mümkin değilse o çeşit mübalağa, iğrak adını alır. Böyle mübalâğa da, eskilerce makbul sayılmıştır.

Meselâ Sürûrî'nin:

Âh eylerim sadâ-yı bülend ile her seher

Halk uyanıp sanur ki mü'ezzin ezan verir

beytinde iğrak vardır.

217

3. Gulüv:

İddia edilen vasıf, aklen ve âdeten mümkin olmazsa, öyle mübalağaya gulüv denir.

İrişür mağribe ol sayesi maşrıkda iken

Selıv ile rakibi ger eylese tahrîk-i düvâl

beyti bu hâldedir.

Gulüv umumiyetle «makduh» sayılmıştır. Maamâfih itirazla karşılanmayanları da vardır. Buna göre sözü edilen mübalağa çeşidini şöyle sınıflandırabiliriz:

1. Âmme vicdanını yaralamayan gulüvler:

Bunlar beş çeşittir:

a) Edep dâiresinde kalmak şartıyla, sözün şiddetli mübalağa taşıdığı ifâdeler.

b) Edep dâiresinde kalmak şartıyla, bir mülayim sayesinde vasfa âit sıhhatin hayâle yaklaştığı ifâdeler,

c) Yine edep dâiresinde kalmak şartıyla hayâle şiddet katarak güzelliğin artırıldığı ifâdeler.

ç) Teşbih, şart gibi yollarla müddeâmn hafifletilip imkân dâiresine yaklaştırıldığı gulüvler, itiraz dışında kalmıştır.

d) Hezel vadisine girip de âmme vicdanını yaralamayan gulüv ler de vardır. Bunlar, çok zaman teşbihten sayılmıştır. Ali Ağa, daha içki lâfını işitince sarhoş oldu cümlesi, bu husus için bir örnektir.

2. Âmme vicdanını yaralayan gulüvler:

Bunları da, iki sınıfta toplamak mümkindir:

Edep yönünden müstehcen olan gulüvler. Merak sahipleri, örnek bulmak için Nef'î'nin Sihâm-ı kazâ'sma bakabilirler.

Din duygularını inciten gulüvler. Bunların da pek şiddetli örnekleri vardır; fakat buraya almamağı uygun görüyoruz.

Bütün bunlara rağmen, eskilerce müstehcen sayılan gulüvler dahi mevcuttur. Böyle gulüvlerde aranan vasıf, güzel bir hayâli ihtiva etmeleridir. Nitekim aşağıdaki beyit:

218

Nâzı âb etmiş de bir fevvâre resmetmiş hayâl

İşte ol sudur atılmış kametin olmuş senin

bu tarzda bir gulüvü ihtiva etmektedir.

Belâgat-i Osmaniye'de bu husus için aşağıdaki beyit örnek gösterilmiştir:

Feth-i Heyber olalı eylememişdir kimse

Zûr-ı bâzû ile bir böyle hisarı teshir

Bir üçüncü örnek verelim:

Benim ol şâir-i hoş-nükte ki her lafzımda

Nefy-i gam muzmer ü isbât-ı meserret müdganı

Nef'î'nin bir at vasfındaki şu mısraları müstahsen sayılacak gulüv için başka bir örnektir:

Şikest eyler seri gâv-ı zemini sadme-i pâyi

Çıkar şiddetle pür-tâb etdiği mîhi Süreyya'ya

Yedisinde güzer eylerdi nem-nâk olmadan pâyi

Yolu düşse eğer yol gibi gâhî heft deryaya

Aynı şâirin şu beytinde de böyle bir gulüv vardır:

Benim ol nâzım-ı endîşe ki simsâr-ı kaza

Edemez kıymet-i ıkd-ı dür-i nazmım takdîr

Bu çeşit gulüv için son örneği de Nefî'den alalım:

İrişür mağribe oî sayesi maşrıkda iken Sehv ile rakibi ger eylese tahrîk-i düvâl

2-İfrat, Tefrit ve İktisat

Mübalağa ile ilgili ifâde yollarından sözederken ifrat, tefrit ve iktisâdı da anmak lâzımdır.

1-İfrat, bir sıfatı haddi aşacak ölçüde şiddetlendirmektir. Bu, gulüv derecesinde büyük bir kusur sayılmamıştır. Hattâ millete faydalı hitabelerde lüzumu dahi kabul edilmiştir. Fazla olarak şiire «revnak ve şetaret» verdiği yerler vardır. Ancak mümkin olduğu kadar, bu vadiye düşülmemesi de, söz veya yazının sevimsiz bir hâl almaması için tavsiye olunur.

Süleyman Paşa, ifrat örneği olmak üzre, Hâlis'in Hakâyıka'1-va-kâyi'de yer alan şu mısralarını gösteriyor:

219

Hak yâver-i dîni mübînGönderdi bir sadr-ı güzîn

Şâhenşeh'e oldu mu'înYa'nî o Mahmûde'1-enâm

İmdâd-i Hakk'ın kudretiKurtardı fülk-i devleti

Nûh-ı nebî veş himmetiOldu necât-ı hâs ü âm

Emsali yok târihe bakBir Köprüli var mâ-sebak

Her câhe buldı müstehakEz-cümle bu âlî-makâm

2— Tefrit, birşeyin hâiz olduğu vasfı, haksız yere daraltmaktır.

Bu da, iyi sayılmamış olan bir ifâde yoludur.

Sünbül-zâde Vehbî'nin «geometri» ile ilgili tavsiyelerini aksettiren aşağıdaki beyitler, tefrit örneği olarak gösterilir:

İ'tibâr eyleme pek hendeseyeDüşme ol dâ'ire-i vesveseye

Bakup eşkâle mukarnesYâ murabba'ya muhammes

diyerekdiyerek

Dûş olup dâ'ire-i efkâreMâ-hasal düşmeyesin pergâre

3— İktisât ise, bir vasfın ifrat ve tefritten uzak olarak ifâde edilmesidir. Şöyle bir örnek verelim:

Başbakan'ın bu nutku, ne tarafdarlarının iddia ettiği gibi Türkiye'yi yeniden canlandıracak büyük fikirleri taşımaktadır; ne de aleyhtarlarının iddia ettikleri gibi, memleketi harâbiye sürükleyecek projeler mecmuasıdır. Devletin mâlî imkânları içinde gerçekleşmesi kabil bâzı vâitleri ihtiva ediyor: Bu vâitlerin yerine getirileceği muhakkaktır; neticeleri, memlekete faydalı olacaktır. Fakat bu faydaları fazla büyültüp beyhude ümitlere kapılmamak lâzımdır. Yapılacak şey, şükranla karşılanmağa lâyıktır.

3-İstidrâk

Öğmeye âit sözlerle yerme, yermeye âit sözlerle öğme, «istidrâk» san'ati adını alır. Tarifine bakmak, bunun iki ayrı san'atten meydâna geldiğini anlamak için kâfidir. Buraya bir de istibtâ'a'yi ilâve edeceğiz.

1-Öğme yoluyla yerme:

Eskiler, buna «te'kîdü'z-zem bi-mâ-yüşebbihü'l-medh» derlerdi ki; türkçe karşılığı, «öğmeye benzer yerme» kelimeleriyle ifâde edilebilir. En zarif örneği, Âlî Paşa'nm Girit'teki başarısızlığı ile ilgili

220

Bârek-Allah zehî kevkebe-i âle'l-âl!

Levhaş-Allah, aceb nusret-i feyz ü ikbâl!

Hak bu kim görmedi ağaz edeli devre felek

Böyle bir feth ü zafer böyle şükûh ü iclâl. . .

Lerze saldı feleğe nâre-i «Hayyâk-Allah»

Râşe verdi küre'ye gulgule-i «Yâ Müteâl»

Kimseler olmadı bu feth-i mübîne mazhar,

Ne Skender ne Hülâgâ ne Sezar ü Anibal.

Aferin himmetine âsaf-ı âli-kadrin,

Oldu şâyeste-i tevfîk-i Cenâb-ı Müteâl.

Girid'i aldı geri himmet-i seyf ü kalemi

Halkına gelmiş iken dâiye-i istiklâl.

Devleti eyledi bir öyle belâdan âzâd

Yoksa pek müşkil olurdu şu zamanda ahvâl

İhtiyar eyledi bu kışta şu müşkil seferi.

Yoksa kim etmiş idi kendisini istiskal!

Bu ne gayret, ne hamiyet, ne şecâ'atdir bu!

Hiç görülmüş mü tevârîh-i selef de emsal?

Askere verdi kumandayı rnisâl-i Bonapart

Gerçi kim gelmedi hiç silsilesinde ceneral.

Vermedi ablukada şân-ı donanmaya halel.

İngiliz Devletine olsa sezadır amiral.

Vâkı'a haylice câıı haylice mâl oldu telef,

Etdi amma ki cezire şerefin istihsâl.

İktifa eyledi «el'afvü zekâtü'z-zafer'e»

Etmedi tâ'ife-i bâğıyeyi istîsal.

Ya o takrîr ki tafsil eder icrââtı,

Hüsn-i ta'bîrü belâgatde bulunmaz emsal.

Ser-te«ser şîve-i î'câz-ü ser-â-ser mazmun,

Lafzı pür-nükte vü her nüktesi lebrîz-i hayâl.

Kan saçar hâme-i lıûn-rîzi mürekkeb yerine

Meşrebi ma'reke-i rezm'e olunca meyyal.

Zülf-ü yâre dokunur meselede nâmesinin

Târ-ı mânâ dökülür pâyma kangal kangal.

Yazdığı şeylere Mümtaz ü Fuâd alkış-hân,

Gördüğü işlere Takvim ü Cerîde dellâl.

Öyle bir şöhrete mâlik ki mülâk-i âlem

Nâmını bilse eğer elbet anar bil'ibcâl.

221

Öyle bir kudrete mâlik ki murâd eyler ise

Görünür sûret-i imkânda nice enır-i muhal.

Kendi sultân değil anıma ki nice sultânı

Maksadı üzre eder bende gibi isti'nıâl.

Pâdişâhın adı vardır yalnız dillerde

Zâtıdır taht-ı hükûmetde hakîkî fa'âl.

Her ne işler ise «lâyüs'elü amma yef'al»

Her ne hükmeylese âzâde-i takyîd-i su'âl.

Mısr-da eyledi tağyîr-i veraset hükmü

Etdi bir yüzbaşıyı Memleketeyn üzre kıral.

Belgrat kal'asın ihsan ile Sırbistan'a

Devletin kıldı tamâmiyyetini istikmâl.

Karadağ kulelerin yıkdı yıkdı ise hükmü n'ola

Peşşe tevfik-i Huda ile eder kal'icibâl.

Rûmdn, Ermeniden yapdı müşir-i bâlâ

Eyledi resm-i müsâvât-ı hukuku ikmâl.

Verdi mâliyyeye yaptı tedbîr-ı musîb-i bereket

Buldu hep sâye-i lutfunda cihan vüs'at-i mâl.

Tuz, tütn resm'e girip oldu hazîne leb-rîz

Etdi tahsîl-i kavâ'imle nüküt istihsal.

İ'tibârı ile yapdı nice istikrâzât,

Yoksa mâliye işinde görülürdü işkâl.

Tutalım cümle umurunda hıyanet etmiş,

Şu Girit hizmetini var mıdır inkâra mecal?

Böyle iş görmeli ibkâ ise maksad nâmı,

Ne reva şöhret için zemzem'e olmak bevvâl.

Ehl-i seyf, ehl-i kalem, ehl-i dil, ehl-i insaf,

Muhsin ü mükrim ü memdûhu gayur ü fa'âl.

Hâmi-i dîn-i mübîn, muhyî-i şec'-i enver

Hâfız-ı Devlet ü derhemkün ü evsân-ı dalâl.

Hangi hemgâmeye girdiyse muzaffer oldu

Değmedi ârızma latme-i «El-harbü sicâl»

Esb-i devlet bu terakkide gider miydi aceb

Olmasa himmeti mehmiz-zen-i isti'câl.

Kendinin gayret-i millîyesi koymaz, yoksa

Çekilür yük mü bu mihnet, kişi olsa hammâl!

 Nazar et sûret-i zîbâsma mâşâ-jAllah,

Nedir ol vech-i mübarek, nedir ol hüsn ü cemâl!

Kad değil kâmet-i matbû'ası bir serv-i sehî

Göz değil çeşm-i dilârâsı yenâbi'-i zülâl.

222

Öyle düstûr-ı muazzam ki Nakib-ül-eşrâf

Gelse ger meclisine câyi olur saff-ı ni'âl.

Öyle nâzik ki eğer şapkalı bir kunduracı

Evine gelse eder tâ kapudan istikbâl.

Öyle bir cerbeze-i nutku da var kim eyler

Hasmının hakkı dahi olsa elinde ibtâl.

Çok mudur Avrupaya gitse ukâb-ı sânı,

Beykoz'a Gekbüze'den gelse aceb mi Kartal!

Kahrına uğramadı, uğrasalar bir kerre

Ne tavanlarda gezer fare ne dağlarda çakal.

Hep te'ennii hakîmâneden eyler neş'et

Tab'-ı pâkinde eğer var ise cüz'i ihmâl.

Himmet ü meşrebi de tab'ı gibi âlidir

Çünkü esma olunur nâsa semâdan inzal.

Sayesinde o kadar etdi cihan kesb-i huzur

Eylemez kimse du'âsında dakika ihmâl.

Hânümânı yıkılırdı nice ehl-i hünerin

Cânib-i afva eğer olmasa tab'-ı meyyal.

Nakd-i vadi ile hemyân-ı zaruret lebrîz

Zer-i nutku ile ceyb-i fukara mâl-amâl.

Kâle-i servet-ü dârâtma olmaz arşun

Gallefi ni'met-i bi-gâyeti bilmez mikyâl.

Vâlî-i Mısr ile Sultândan alırdı ihsan

Maksadı olsa idi cem'-i nuküd ü emval.

Beytini, mâlini yakdı ise ger nâıvı lıarîk

Kargîrini bina eyler anın Beytülmâl.

Âsafâ! Himmet-i mahsûsa-i tedbîrindir

Eyleyen Devleti bu hadd-ı kemâle îsâl.

Girdi bir hâlete kim Devlet-i Osmâniyye

Hissolunmaz gibidir şâ'ibe-i izmihlal.

Ne dirayet bu ki yiğrmi senedir va'dederek

Aldatup Avrupayı âlemi etdin iğfal.

Bu ne talih ki cihan hasmın iken bunca zaman

Müstakillen olasın taht-nişîn-i ikbâl!

Müslüman la'net eder, gayr-ı müselnıân la'net,

Kimseler kıymetini bilmedi hâlâ, bu ne hâl!

Erba'ine kadar elbette sürer germi-i bahs

İstesem ben ne kadar vasfını etmek icmal.

Âsafâ, ömrümü evsâfına hasreyliyeyim

Bir zaman kâbız-i ervah ederse imhâl.

223

Fâzıl-ı pîre ateh gelse de söyler rnedhin

Soy köpek, kalmasa da dişleri durmaz battal!

Dalkavuklukda, müdârâda zamanım geçdi

Olmadım şimdiyedek mazhar-ı feyz ü ikbâl.

Âcizim şükrünü îfâda ki etdi lutfun

Şem'-i maksûdumu âhır nefesimde iş'âl.

Mutasarrıflığa bir kıt'a sebeb olmuş idi

Bu kasidem beni valiliğe eyler îsâl,

Yeter ey hâme, ko tasdii, du'â mevsimidir.

Tut yüzün kıbleye, aç başını bâ^saffet-i bâl.

Tâ ki pervâz ede âfâkda simürg ü hümâ

Kebk-i dârâtını çâk etmeye şâhîn-i zeval.

Lutfu ihsanı gibi ömrü ola nâ-mâdûd

Dîn ü îmânı kadar kesbede feyz ü ikbâl.

2— Yerme yoluyla öğme:

Bunun da eski kitaplardaki adı, «te'kîdü'1-medh bi-mâ-yüşeb-bihü'z-zem»dir. Bu tâbiri de kısa olarak türkçe «yermeye benzer öğme» sözleriyle karşılayacağız. «Necib'in bir kusuru varsa, o da, her zaman doğruyu söylemesidir» cümlesi, bu san'at için bir örnek teş-kîl eder.

Bu san'atlarıri eski adlarına giren «te'kit» kelimesi de gösteriyor ki, ifâde için bu yolun seçilmesi; öğme veya yermeyi pekiştirme maksadıyladır.

4-İstibtâ'a

İstibtâ'a öğme ile ilgili mânâ san'atlarındandır. Bir şeyi bir hâl veya vasfından dolayı öğerken içinde diğer bir övgünün de bulunması, bu san'atı meydâna getirir.

Örnek:

Teşhis ve tedavide emsalsiz bir muvaffakiyet gösteren Dr. Muzaffer Kürkçüoğlu, daha ilk tebessümüyle hastalarına şifâ vermeğe başlar.

Burada hekim, bir taraftan meslekindeki üstünlüğüyle öğülürken, diğer yandan da şefkatiyle öğülmektedir.

İkinci Altbölüm

2-İhtiraslara Bağlı San'atlar

İnsanların şüpheleri, kararsızlıkları, üzüntüleri, sevinçleri, his yanları, öfkeleri, hayretleri,

224

acz duyguları, arzuları, pişmanlıkları, iç ve dış dünyâdan sinirlerine çarpan, sakin ve düzenli yaşayışta geçici kesintiler meydâna getiren çeşitli hâlleri edebiyata ihtiraslara bağlı san'atlar hâlinde devredilir. Bunlar, çeşitli zamanlarda birbirinden farklı umûmî adlarla anılmış; kendi içlerinde gösterdikleri ayrılıklara göre sınıflandırılmıştır. Bunların bütününü bir arada ortak bir başlık altında incelemek, bizim edebiyatımızda Recâî-zâde Mahmud Ekrem Bey'le başlar. Ekrem Bey, bütününü mecâz-ı teblîğî adıyla karşılamış; onun bâzı takipçileri de bu terimi devam ettirmişlerdir. Mecaz, kinaye, hakikat;-her türlü ifâde yolu tebliğ eder: Bu yüzden «mecâz-ı teblîğî» sözünde bir haşiv görüyoruz. Burada sözü edilecek mânâ san'atları, kaynağını, te'essür hayâtının en karmaşık (mu'dil) şekli olan ihtiraslara kadar götürdüğü için, biz ele umûmî adı verirken bu kaynağa bağlamayı uygun bulduk. Bu ihtirasların başlangıcında hislerin, heyecanların tufanı vardır.

Ayrıntılarını kendi içlerine bırakmak suretiyle, bu san'atleri, dört büyük başlık altında toplayacağız: Çığlıklı, kesintili, dönüşlü, basamaklı (= kademeli), sorulu san'atlar.

Birinci Yazı

1-Çığlıklı San'atlar

Birkaç çeşit san'atı, bu başlık altında toplamak mümkindir: Hepsi, itidalin dışına çıkan bir ruh hâlini karşılar. Şimdi sıra ile bunlara göz atalım.

1-Nida (= Exclamation)

Arap belâgat kitaplarıyla onlara uygun olarak yazılan türkçe eserlerin nida san'atından söz etmemeleri dikkat edilecek bir husustur. Maamâfih meânîde «nida» ve «istigrâb» bahisleri vardır: Fakat bu, tamâmiyle kelâmın uyacağı «muktezâ-yı hâl»i göstermek içindir. Bedî'de, «nida» denilen bir mânâ san'atma yer verilmiştir. Bu mânâda bir bahis başlığı, ilk defa Ta'Iîm-i edebiyat ile karşımıza çıkar.

Nida, zabtolunamayan heyecanların, kendilerini çığlıklar hâlinde dış dünyâya dökmesidir. Alışılanların dışında bir hâlle karşılaşma, te'essür hayâtında nida ile cevâbını bulur. Kalbden bir burkuntu veya sevinç çığlıkları hâlinde fışkırır. Fikir, alışmadığı bir

225

sâhâda hayrete düşer. İfrata varan bir istek veya red, nidada sükûnet yolu arar. İsti'cal (= ivme), öfke, yakarış, tezellül, Leksbbür nida ile lâfızdan bir kisve bulur. Pişmanlık, tövbe nidaya tutunarak yükselir. Şüphenin sarsıntıları, nidada plastik bir hâl kazanır. Şevk,, nidada parıltılar verir, korku nidada ifâdeye geçer. Emirler, nehiy-ler, niyazlar. . . hep buraya girer.

Dilin başlangıcım hayrete, hayretin ifâdesini nidaya bağlayanlara bakılırsa, bu ifâde yolu için, dilin başlangıcı kadar eskidir demek, mümkündür.

Aşağıdaki örnek, üzüntünün verdiği bir «şekvâ»yı dile getirmektedir:

Tedbîr-i katli Âl-i abâ kıldın ey felek

Fikr-i galat hayâl-i hatâ kıldın ey felek

Berg-i sehâb-ı hâdiseden tîğler çeküp

Bir bir havâle-i şühedâ kıldın ey felek

İsmet harem-serâsma hürmet reva iken

Pâmâl-i hasm-ı bî-ser ü pâ kıldın ey felek

Sahrâ-yı Kerbelâ'da olan teşne-dillere

Rîg-i revanı seyl-i belâ kıldın ey felek

Tahfif-i kadr-i şer'den endîşe kılmadın

Evlâdı Mustafâ'ya cefâ kıldın ey felek

Fuzûlî

Şu parça da kâinata savrulan bir bedduayı dile getiriyor; Şâir, bu suretle bütün âlemin kendi üzüntüsüne katılmasını istemektedir:

Döksün sehâb kaddin eğüp katre katre kan

İtsün nihâl-i narveni nahl-i ergavân

Bu acılarla çeşm-i nücûm olsun eşk-bâr

Âfâkı tutsun âteş-i dilden çıkan dülıân

Kılsun kebûd câmelerin âsmân siyah

Giysün libâs-ı nıâtem-i Şâh'ı bütün cihan

Yıksun derûn-ı sîne-i ins ü perîde dağ

Nâr-ti firak-ı Şâh Süleynıân-ı kâm-rân

Bakî

Aşağıdaki gazelde bir yakarışla karşılaşıyoruz:

Yâ Rab hemîşe lutfunu it reh-nümâ mana

Gösterme ol tarîki ki yetmez sana mana

(Sayfa 226)

Kat'eyle âşnâlığını andan ki gayrdır

Ancak öz âşnâların it âşnâ mana

Bir yerde sabit it kadem'i i'tibârımı

Kim reh-ber-i şeri'at ola muktedâ mana

Yoh mende bir amel sana şâyeste âh ger

A'mâlüme göre vire adlün ceza mana

Havf-i hatâda muztaribem var ümîd kim

Lutfun vire beşâret-i afv-i hatâ mana

Oldur mana mûrad ki oldur sana murâd

Hâşâ ki senden özge ola müdde'â mana

Habs-i hevâda koyma Fuzûlî-sıfat esîr

Yâ Rab hidâyet eyle tarîk-ı fena mana

 Fuzûlî

Sultan Osman'ıncülûsü münâsebetiyle yazılanbirkasideden de duâ örneği alalım:

Yüzün sür âsitân-ı farz-gâh-ı 'arş-ı â'lâya

Elin kaldır du'âya iste Mevlâ'dan bu ihsanı

Ki durdukça cihâıı ol saltanatda ber-karâr olsun

Hayât-ı taze bulsun sayesinde âlem-i fânî

Süleyman gibi çıksun tahta her gün adi ü dâd etsün

Pür olsun arsa-i mahşer gibi meydân-ı dîvânı

Fürûğ-ı kevkeb-i ikbâl ü bahtı eylesün her dem

Cihanı âftâb-ı âlem-ârâ gibi nûrânî

Nef'î

Şu beyitte de takdirden doğan hayret dile getirilmiştir:

Ta'â'l-Allah zehî kasr-ı bülend eyvân-ı hünkârî

Yed-i beyzâ-yı kudretdir meğer kim dest-i mi'mân

Tezellül dahi, nida ile ifâde edilir. Şu mısralar, bir şeyhülislâm kaleminden çıkmıştır:

N'ola min-ba'd lutfa meşketsen

Tarf-ı çeşminle cana aşk etsen

Ne var ey yâr-ı mihribân-ı güzîn

Anılup hakk-ı sohbet-i dîrîn

Yarım ağızla da olursa ne var

Hâlim etsen zamîme-i güftâr

Bir şeye duyulan önü alınmaz istek için örnek:

(Sayfa 227)

Saki duracak zaman mıdır bu

Durmak n'ola imtihan mıdır bu

Sâkî kerem et şarâb yağdır

Ebr ol velî Ia'l-i nâb yağdır

Bu bey' ü şûradır etme âveh

Ver gönce vü al hezâr dûzelı

Bağ-i dile bir şerare koy sen

Ver lâle vü al hezâr gülsen

Sâkî bir içim şerâb yok mu

Kan ağlıyorum kebâb yok mu

Yakdı beni âteş-i cüvânî

Saki bir içim şerâb yok mu

Nedamet için örnek:

Ne dedim tevbeler olsun bu da fi'l-i serdir

Şinâsî

Çıkışma, meydân okumada da nidaya baş vurulur:

Ne mümkin zulm ile bîdâd iîe imhâ-jyı hürriyet

Çalış idrâki kaldır muktedirsen âdemiyetden

Nâmık Kemâl

Büyük ümitsizliği ifâde ederken de nidaya baş vurulur:

Kesme yolum, ey hayât-ı katil, Ey mevt, beni siyânet eyle. . . *

Abdülhak Hâmid

Zihnin, izahında âciz kaldığı haller için yine nidaya baş vurulur:

Ey akl, büyükdür ızdırâbın, Ey ruh, sahîhdir cevâbın

Abdülhak Hâmid

Bu acz, çok zaman hayretle sona erer:

Yâ Râb, yâ Râb nedir bu ecrâm?

Kimler ediyor içinde ârâm?

Onlar mı desem, aceb melekler?

Elbette tehî değil felekler!

(Sayfa 228)

Hayret, bakılınca zîr ü bale!

Esfel duruyor, karîn-i alâ.

Hayret, olunursa fîkr ü tahmin

Bu subh ile ibtidâ-yı tekvîn!

Hayret, kılınırsa yâd, yâ Râb!

Geçmiş âsâr ile geçen şeb!

Hayret, cereyan edip gelen nehr!

Ger olsa makîs-i âti-i dehr.

Havret heyecân-ı nehr ü ebre!. . .

Hayret şu sükût içinde kabre!. . .

Hayret, nazar eylesen hayâta!

Bir nefsime, bir rnükevvenâta.

Bir yanda o mahşer-i avalim. . .

Bir yanda benim garîb hâlim. . .

Hayret, hayret bu sırra hayret!. . .

Hayretde görünmede bu kudret.

Yâ Rabbî, şu asmana karşu

Âlem diyoruz buna; nedir bu?

Abdülhak Hâmid

Sis manzumesinin şu kısmında yer alan nidalar; nefret, istihfaf, tezyif, güvensizlik, tel'în. . . gibi çeşitli duyguları ihtiva etmektedir:

Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar,

Katil kuleler, kal'alı, zindânlı sarâyler;

Ey dahme-i marsûs-ı havâtır, ulu ma'bed;

Ey gırre sütunlar ki birer dîv-i mukayyed,

Mazileri âtilere nakl etmeğe me'mûr;

Ey dişleri düşmüş, sırıtan kâfileTİ sûr;

Ey kubbeler, ey şanlı mebânî-i münâcât;

Ey doğruluğun mahmil-i ezkâr-ı minârât;

Ey sakf-ı çökük medreseler, mahkemecikler;

Ey servilerin zıll-ı siyahında birer yer

Te'mîn edebilmiş nice bin sâ'il-i sâbir

«Geçmişlererahmet» diyenelvâh-ımekâbir;

Ey türbeler, ey herbiri pür-velvele bir yâd

Îkâz ederek sâmit ü sakin yatan ecdâd;

Ey ma'reke-i tıyn ü gubâr eski sokaklar;

Ey her açılan rahnesi bir vak'a sayıklar;

(Sayfa 229)

Viraneler, ey mekmen-i pür-hâb-ı eşirrâ;

Ey kapkara damlarla birer mâtem-i ber pâ

Temsil eden âsûde ve fersude mesâkin;

Ey herbiri bir leyleğe, bir çaylağa mavtın

Gam-dîde ocaklar ki merâretle somurtmuş,

Yıllarca zamandan beri tütmek ne. . . unutmuş;

Ey mi'delerin zehr-i tekâzâsı önünde

Her zilleti bel'eyleyen efvâh-ı kâdîde;

Ey fazl-ı tabî'atle en âzâde ve mün'im

Bir fıtrata maksûn iken, aç, âtıl âkîm

Her ni'meti, her fazlı, her esbâb-ı rehâyı

Gökden dilenen züll-i tevekkül ki. . . mürâyî

Ey savt-ı kilâb, ey şeref-i nutk ile mümtaz

İnsanda şu nankörlüğü tel'în eden âvâz,

Ey nâtıka-i acz ü elem, nazra-i nefrîn;

Ey cevf-i esâtîre düşen hâtıra: Nâmûs:

Ey kıble-i ikbâle çıkan yol: Reh-i pâ-bûs;

Ey havf-i müsellâh, ki haşaratına râcî'

Öksüz, dul ağızlardaki her şekve-i tâli';

Ey şahsa masûniyyet ü hürriyete makrûn

Bir hakk-ı teneffüs veren efsâne-i kânun;

Ey va'd-i muhal, ey ebedî kizb-i muhakkak,

Ey mahkemelerden mütemâdi sürülen hak;

Ey savlet-i evham ile bî-tâb-j tahassüs

Vicdanlara temdîd edilen gûş-i tecessüs;

Ey bîm-i tecessüsle kilitlenmiş ağızlar;

Ey şöhret-i zilliye ki, mebgüz-ı muhakkar;

Ey seyf ü kalem, ey iki mahkûm-ı siyâsî;

Ey behre-d fazi u edeb, eh çehre-i mensî;

Ey bâr-ı hazerle iki kat gezmeğe me'lûf

Eşraf ü tevabi', koca bir unsur-ı ma'rûf;

Ey re's-i fürû-bürde, ki ak pâk, fakat iğrenç;

Ey taze kadın, ey onu ta'kîbe koşan genç;

Ey mâder-i lıicrân-zede, ey hem-ser-i muğber;

Ey kimsesiz, âvâre çocuklar. . . hele sizler,

Hele sizler.

Örtün, evet ey hâ'ile. . . örtün, evet ey şehr;

Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr. . .

Tevfîk Fikret

(Sayfa 230)

2-Tekmîle-i sadr (= epiphoneme)

Bir hitabenin, bir tiradın sonunu heyecanı artırıcı sözlerle bitirmeğe tekmîle-i sadr ( = epiphoneme) denir. Bu da, çığlıklı mânâ san'atlarındandır.

Atatürk'ün gençliğe hitabesinin : Ey Türk istikbâlinin evlâdı;

İşte, bu ahvâl ve şerait dâhilinde dahî vazifen Türk istiklâlini ve Türk Cumhuriyetini kurtarmaktadır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asîl kanda mevcûddur! sözleriyle bitmesi gibi.

Yavuz Selim'in İran seferinde, mesafenin uzunluğundan, zahirenin azlığından şikâyet eden, hattâ Otağ-ı hümâyuna kurşun sıkan yeniçerilere :

Ben bu meşakkatlerin çekileceğini size tâ cülusum zamanında söylemişdim. O vakit niçin kabul etdiniz? Şimdi niçin itâ'at etmezsiniz? İsterseniz siz avdet edin ben yalnız giderim deyip atını ileri sürmesi, bunun diğer bir örneğidir. Bu hitâbm te'sîri, Evrâk-ı peri-şân'cla şöyle anlatılıyor: «Asker dehşetle mahlut bir hayret içinde kalarak câzibe-i merkeziyyeden ayrılmayan maddiyyet gibi ister istemez Pâdişah'm veche-i azimetine incizâb etdiler. »

Abdülhak Hâmid'in Tânk'da Azrâ'ya söylettiği söz de, bitişiyle bu san'ata örnek teşkil ediyor :

Ah kâşki insaniyet kemâlini buldukdan sonra doğaydık!. . Kâş-ki Kâşki dünyâda, hattâ kutuplar gibi iki değil, harâret-i merkeziyye gibi, bir merkez-i hükümet te'essüs edeceği zamanda doğaydık!. . Şinıdi doğduğumuz için bin kere pîşrnân olsak sezadır. Nasıl seza olmaz ki bugünki günde cihan binlerce pâdişâhân, binlerce mile! ü edyân ile mernlû duruyor!. . . Nasıl memlû olmasın ki o edyân ü hükûmâtı te'sîs edenler burhân-ı vahdâniyyet olması lâzım gelen âleme bin kadar halik tessavvur etmişler?. . Yâ Rabbî! Yâ Rabbî. . Eşref-i mahlûkâtm olan beni âdemi ne zaman mükemmel göstereceksin?. .

Tiryaki Hasan Paşa'ya isnâd edilen bir hitabe de, neticesinde bu san'atı karşımıza çıkarıyor :

Ben Alman düşmeninin hücumunu bilirim. Bir kere yüzü döner ise nıağlûb olduğu gündür. Yerlerinizde sebat edin! İlk hücumdan yılmayın! Andan sonra bi'avn-îllah nusret bizimdir!

(Sayfa 231)

Hazret-i Ebûbekir'e isnâd edilen bir nutkun türkçeye çevrilmiş şu kısmı da diğer bir örnektir :

Bu Arabistan ancak sizin atlarınıza ı arpa yetişdirebilir ve burada gerek dünyevî ve gerek uhrevî olabilecek sa'adet işte bu kadar dır. Allahü ta'âlâ Hazretleri ise ümmet-i Muhammedîye'ye bu yer yü-zünün her tarafında bir memleket vereceğini Habîbi'ne va'd etmiş-dir. Kanı bu mev'üd olan memâliki zabt ile dünyâda bunca ganimete ve âhiretde gaza yahûd şehâdet rütbesine nâ'il olmak isteyen erler ve nerede dîn uğruna cân ve baş feda edecek ve vatanlarından çıkup a'dâ üzerine gidecek gâzîler?

Fransa Mâliye Nâzın Necker'in iflâsa karşı hazırladığı kânun tasarısını müdâfaa eden Mirabeau'nun meşhur nutkundan alman şu parça da, bu san'at için örnek teşkil edecek sözlerle bitiyor :

Mâliye Nâzın bize bugünki vaziyetimizin en korkunç bir manzarasını çizmedi mi?

Size demedim mi ki, bu işin hallini sonraya bırakmak, tehlikeyi artırır; bir gün, bir saat, bir ân onu bir ölüm tehlikesi hâline-sokabilir?

Mâliye Nâzırı'nın teklif ettiği plânın karşısına koyacak bir planımız var mıdır? Arkadaşlarımızdan biri, «evet» diye bağırıyor. «Evet» dîye bağıran bu arkadaşın şunu nazar-ı dikkate almasını recâ ediyorum: Bunu tevsî etmek, etraflı bir surette tedkîk ederek tevsî etmek; zamana muhtaçtır. Bu plan, hemen şimdi müzâkereye konsa bile, muharriri bâzı hatâlara düşmüş olabilir; onun bütün hatâlardan münezzeh olduğunu farzetsek, başkaları onun hatâ ettiği zarınma düşebilir. Bu arkadaş yine şunu bilmelidir ki, bir cemâ'at içinde herkes hatâya düşerse, herkes haklı hükmüne geçer. Şu hâlde, pek mümkindir ki, bu projeyi yazan hadd-i zâtm-da haklı da olsa, halka karşı haksız gibi görünsün;' umûmî efkârın muvafakati olmazsa, en büyük dâhi bile olsa, vukü'ata karşı duramaz. .

Kendi düşüncelerini Mösyö Necker'inkilerden üstün görmek ve tutmak, böyle bir zamanda tamâmiyle boş bir zahmet olurdu. M. Necker harikulade bir şöhrete sahiptir. Parlak hizmetlerle, uzun tecrübelerle, emsalsiz, birinci derecede maliyeci olduğu hakkında ahâliye verdiği kanâ'atle,-nihayet herşeyi söylemek lazımsa-, baş

(Sayfa 232)

ka hiçbir fâniye nasîbolmamış olan böyle bir şöhret; bir ân içinde yere vurulamaz.

Şu hâlde tekrar Mösyö Necker'in projesine dönmek mecburiyetindeyiz.

Fakat bunu uzun uzadıya tedkîke, esâslarını sıkı surette mu'â-yeneye, hesaplarını kontrole vaktimiz var mı? Hayır, hayır bin kere hayır! Bu zamanda elimizden gelecek olan şey, bir takım mânâsız su'aller sormak, rastgele ba'zı faraziyeler atmak ve doğru bir neticeye erişmek ümîdi olmadan körükörüne yapmak istiyorsunuz? En kat'î fırsat dakikasını kaçırmak, mâhiyetini daha tamâmiyle anlamağa bile muvaffak olmamış bulunduğumuz bir terkibin müdâhalemizle, mâlî itibârı bizimkinden çok daha ehemmiyetli olan, olması lâzım gelen bir nazırın nüfuzunu kırmak değil mi? Efendiler! Böyle bir hareketin ne akla, ne mantığa, ne de basirete uymayacağı muhakkaktır!

İki asırdan beri alıp yürüyen yağmacılık ve şekavet, önümüze bir uçurum açtı. Memleket, bu uçuruma yuvarlanmak üzredir. Bu müthiş uçurumu mutlaka kapamak lâzımdır. Bak a'lâ, işte Fransa'-daki mülk sahiplerinin listesi. (Maliye Nâzın, hazinedeki açığın kapanması içün, herkesin servetinin dörtte birini devlete vermesi teklifini getirmişti. ) Daha az vatandaşı feda etmek için, intihabınızı en zenginler arasından yapın. Fakat intilıâb edin! Milletin büyük bir ekseriyetini kurtarmak için, küçük bir ekalliyetin mahvolması lâzım gelmiyor mu? Bu iki bin zenginimiz, mâlî bir açığı kapamağa kâfidir. Mâliyemizdeki karışıklığı, bu suretle giderir ve memleketi sulha, sükuna, refaha kavuşturur! Bu esef edilecek kurbanları vurunuz, boğazlayınız, girdaba atınız! göreceksiniz ki, (maliyedeki) o (rahne) çarçabuk kapanacaktır!. . . Dehşetle gerilediğini görüyorum. . . Dakikası dakikasına uymayan insanlar! Korkak insanlar? Görmüyor musununz ki, iflâs karârı vermekle, daha doğrusu o karârı açıkça vermeyerek, iflâsı zarurî bir hâle getirmekle bundan bin kere daha büyük bir cinayet işliyorsunuz. Hem de, asıl akıîlarm almayacağı cihet, yok yere bir cinayet, bedava bir cinayet! Çünki yukarıda bahsettiğim korkunç fedakârlık, hiç olmazsa açığımızı kapar. Fakat zarınediyor musunuz ki, para vermiyoruz diye borçtan da kurtulmuş olacaksınız? zarınediyor musunuz ki, bu korkunç infilâkla yâhût onun eski tesirleriyle bir anda hayat-larınin bütün tesellilerini, hattâ belki de onun tek idâme vâsıtasını kaybeden binlerce, milyonlarca insan sizin bu cinayetten istifâde etmenize pek razı olacaktır?

(Sayfa 233)

Ey bu felâketin Fransa üzerine kusacağı hesapsız dertlerin hissiz seyircileri! Ey bu ümitsizlik ve sefalet ihtilâçlarının da, niceleri gibi-belki hattâ birden bire çöktüğü için-ötekilerden daha çabuk geçeceğini zarıneden te'essürsüz hodkâmlar! Emin misiniz ki, ek meksiz kalmış bunca inşân; ne sayısını, ne de lezzetini eksiltmediğiniz yemeklerinizi tatlı tatlı yemenize meydân bırakacak? Hayır, siz kahrolacaksınız ve i'tibâr ve haysiyetinizi feda etmeniz-titreme-den, korkmadan ateşlediğimiz bu cephanenin infilâkı içinde-o iğrenç zevklerinizin bir tekini bile kurtaramıyacak?

Korkunç . muhtevasından değil, dünyâ edebiyatının meşhur nutukları arasında yer almasından dolayı naklettiğimiz bu ürpertici çığlık, servet gaspına yönelen bu tehdîdler zinciri en medenî milletin en büyük hatibinin, en barbarca çığlığı (!) şu sözlerle bitiyordu:

İşte biz böyle bir akıbete doğru gidiyoruz. Etrafımda vatanperverlikten bahsedildiğini işitiyorum: «Vatan» ve «vatanperverlik» kelimelerini aşağılatmayınız!

Demokrasinin kötüye kullanılışı insanları nerelere götürüyor?

İkinci Yazı

2-Kesintili san'atlar

Bu başlıktan, san'atın kesintiye âid olduğu anlaşılmamalıdır. Kesinti, doğrudan doğruya sözün bünyesinde meydâna gelir; san'-at da ondan doğar. Heyecan, mütekellimin sözüne devamına engel olmuştur yahut sükût, söylemekten daha te'sîrli görünmüştür ya da hitap hedef değiştirmiştir; bu suretle bir takım san'atlar meydâna gelir. Biz, bunların hepsini kesintili san'atlar adı altında topluyoruz.

1-Doğrudan doğruya kesme (katıl)

Söze devamın, ifâdedeki te'siri azaltacağı hissedildiği yerde sözün kesilmesine katı' derler. îzâhât veya tesvîrin tamamlanmasını dinleyici veya okuyucunun zihnine bırakan bu sükût, söze de-vamdan belîğ sayılır.

Balıkesir zelzelesi üzerine yazılan Verin zavallılara adlı manzumenin şu hayalî felâket levhasına bakalım:

(Sayfa 234)

Harâb-ı zelzele bir köy: Şu yanda bir çatının

Çürük direkleri dehşetle fırlamış, öteden

Çamur yığıntısı şeklinde bir zemin katını

Yıkık temelleri manzûr; uzakda bir mesken

Zemine doğru eğilmiş, heman sükût edecek;

Önünde bir kadın. . . Öof, artık istemem görmek!

Şâ'ir, «kadın» kelimesinden sonra tasviri kesiyor; bütün bir dehşet manzarasını okuyucunun hayâline bırakıyor.

Süha ve Pervin manzumesinin şu kısmını alalım

Süha

—Evet, biz ayrılırız;

Ve hep cihandan uzak, ayrı bir zaman kalırız.

Bu iftirâkı, bunun telhi-i lezizini siz

Tahayyül etmeğe bilmem ki muktedir misiniz?

«Tâ'rîf eder:»

Uzakda birbirimizden, uzakda her şeyden,

Uzakda benliğimizden. . . Âh, ruhun ben

Bu inceliklerinin karşısında gayş olurum;

Bu incelikleri teşrih eder, neler bulurum,

Sizin de öyledir elbet hayâl-i sevdanız, Değil mi, sevgili?

Pervin

«Soğuk»

— Pek şâ'irâne hülyanız!

Burada «uzakda benliğimizden» kelimelerinden sonra söz kesilmiş, tasavvurun tamamlanması, okuyucunun zihnine bırakılmıştır.

Mâî ve Siyâh'm şu satırlarında da aynı san'at vardır:

Âh! Bu bârân-ı elmas. . . Bağçenin havâ-yı râkidi içinde bir nef-ha-i aşk, hâr bir nefes-i nâlân gibi sanki illiyyinden dökülen bu na-gamât. . . Gâh kalbin derin noktalarından geliyormuşçasınaderûnî, pest, sanki sâkit; gâh bir feverân-î te'essürâtdan in'ikâs etmişçesine tarraka-perdâz, feryâdâmiz; ba'zan bir nâle-i şikâyet, ba'zan bir enîn-i makhûriyyet

(Sayfa 235)

Şimdi Ahmed Cemîl altından yer kaçıyor, başından semâ uçuyor, vücûdu bir boşluk içinde yuvarlanmağa başlıyor zarınında idi.

«Bârân-ı elmas» adlı mûsiki parçasını anlatan kısmın «bir enîn-i makhûriyyet» sözüyle kesilmesi, besteye âit diğer hususiyetlerin okuyucu zihninde tamamlanmasına yol açıyor.

Kat'ı, zekâya âit bir sar/at olan sükût-ı belîğ ile karıştırmamak' lâzımdır.

2-Terdîd (= Disfonction)

Eski kitaplarımızın bedi'î san'atlarla ilgili bölümlerinde terdîd başlığına rastlamak pek mümkin değildir, Mutavveî ve Telhîs tercemesinin sonuna doğru bu bahse dâ'ir birkaç satır vardır ki, orada da «mısra' veyâhud fıkrada olan bir kelimeyi bir ma'nâya ta'lîh edüp ba'de o kelimeyi bi-aynihâ ma'nâ-yı âhare ta'lîk etmek-dir» diye ta'rîf olunan terdîdin, sözün «tahsîni»nde «kat'a eser ü medhali» bulunmadığı bildirilmektedir. Bundan bahsedilirken örnek olarak bir âyet, bir de Arapça beyit verilmiştir. Bu bölüme mevzu, olacak terdîd; ondan biraz ayrıdır. Türkçe telifler içinde ilk defa Recâî-zâde Mahmûd Ekrem Bey'in Ta'lîm-i edebiyât'mda «mecâz-ı teblîği»ye ayrılan ikinci «mebhas»de bu san'attan söz edilmiştir.

Terdîd; sözün değil, dinleyici veya okuyucu zihnindeki tecessüsün kuvvetlenmesi maksadıyla baş vurulan san'attır. Anlatılmakta olan bir mevzu kesilip dinleyici veya okuyucunun merakı artırıl-dıktan sonra birden bire neticeyi ifâde etmek, terdîdi meydâna getirir. Bu netîce çok defa beklenilmedik bir hâlde olur. Umumiyetle uzun bir «tavsîf». umulmadık bir mevsûfla sona erer. Böylece ifâde, büyük bir te'sîr gücü kazanır.

Ekrem Bey, terdîdi sözün ciddî bir netîce ile bitip bitmemesine göre ikiye ayırıyor: Birincisine terdîd-i sâdık, ikincisine terdîd-i mutâyib adını vermektedir.

Şimdi bunlar için örnekler bulalım.

-Terkipleri, türkçe kaideye göre kurduktan sonra-:

1°Sâdık terdîd için örnekler:

— Müsamahasına sığınarak, burada değerli bir âlimimize atfedilen bir fıkrayı nakledelim:

(Sayfa 236)

Rızâ Nail Ak,

—Bu kitabı, dünyâda bugünki türkçeye çevirebilecek üç kişi var, demiş ve arkasından ilâve etmiş:

—Onlar da kimler, biliyor musunuz? Rızâ, Nail, Ak.

Eğer doğru ise, bu haklı «tefâhür», aynı zamanda güzel bir terdîd örneğidir.

Başka bir örnek:

İhtiyarlamış, mevkiini burada kaybetmiş. ardından da etrafındaki bütün insanlar çekilmişti. Aylarca ne bir ziyaretçi yüzü gördü, ne kimseden mektup, telgraf aldı, ne de bir defa olsun, teîefo-nu çalındı. Artık bir üzüntü külçesi hâlini almıştı. Bir sabah uyandı. Pencereden baktı: Bütün ovayı kar kaplamış. Sonra bir aralık kapısının hafifçe çalındığını hissetti. Kulak kabarttı: Evet yanıhnı-yordu, hakîkaten bir ziyaretçisi vardı. Bir iç huzuru içinde ilerledi. Karşısında kimi görse beğenirsiniz? Ölümü!

Üçüncü bir örnek:

Beyefendi, dedim; bu ikramlar, bu iltifatlar altında eziliyorum; refikanız, alışmadığım ölçüde nâzik davranıyor.

Üzülmeyin, dedi;o herkese karşı nâziktir. . . Budavranış larının bir tek müstesnası var; nasıl söyleyeyim, bilmemki. . . O da, ben!

2°Mutâyib terdîde örnekler:

İkimizin de, henüz heveskâr olduğumuz yıllarda yalnız mûsikî için yaşayan bir gençle dostluk kurmuştuk. Hattâ o, benim bir manzumemi de bestelemişti. Aradan yıllar geçti. Ne birbirimizden haber aldık, ne de birbirimizi aradık sorduk. Birgün Ankara'da bir pastahânede karşıma çıkmasın mı? Sohbetimiz, evlenme bahsine geldi. Anladım ki, bir mûsikî mualîimiyle evlenmiş.

-- Dostum dedim, refikanız ne çalar? Piyano mu, keman mı?

— Ne onu çalar dedi, ne de öbürünü. Yalnız birşeyi çalmakta büyük mahareti vardır: Çene çalar, çene!

İkinci örnek:

Bu adamın nasıl iştihâsı olmazmış? Et ver, yer. Ekmek ver,

(Sayfa 237)

yer! Tatlı ver, yer! Börek ver, yer! Sebze ver, yer! Meyve ver, yer! Hattâ ot ver, kemik ver, ne verirsen ver, yer! Yer. . . Yalnız bir şey yemez: Bütün şehir ateşe yansa, gam yemez!

Üçüncü örnek:

Bu örnek, daha önce Ekrem Bey ve Süleyman Fehmi'nin de kitaplarında geçmiş bulunan bir Nasreddin Hoca fıkrası olacaktır!

Hoca, bir gün bir köye misafir olur. Köylüler, etrafını sararlar, hâl hatır sorarlar. Hoca biraz sonra bakar ki, heybesi yok «Heybemi bulup getirin, yoksa ben bilirim yapacağımı» der. Köy halkı, Hoca'nın tehdidinden çekinirler. Heybeyi, ararlar, bulup getirirler. Fakat Hoca'nın tehdidi, onları meraka düşürmüştür: «Heybeyi bulmasaydık, ne yapacaktın?» derler. Hoca cevap verir: «Evde eski bir harar var kesip heybe yapacaktım. »

Bu çeşit terdîd için de günlük hayâta uygun bir misal tertîb-. edelim:

—Bu hizmetçi kız, ne kadar hamarat bilsen? Daha mutbağa

girer girmez, bir tek bulaşık tabak bırakmadı.

-- Nasıl yaptı?

—İçinde bir haftalık bulaşıkların biriktiği büyük tepsiyi, eli değer değmez yere devirdi; bütün bulaşık tabakları kırdı.

Üçüncü Yazı

3-Dönüşlü San'atlar

Bu başlık altında iki san'attan söz edeceğiz: Rücû', iltifat.

1-Rücû'

Telhis ve Mutavvel tercemesi'ne göre, rücû'; bir nükteden dolayı nakz ve ibtâl yoluyla önceki söze avdet ve müracaattır. Bu nükte, üzüntü veya sevinç ya da dehşet ve hayret gibi. . . bir rûh hâline bağlı olabilir. Her hâlde sarf edilen sözün, bu rûh hâlini ifâdeye yetişmemesi endîşesi; fücû'a yol açar. Heyecan içinde bulunan şâir veya muharrir; zihninde, vahleten söylenilen nâibn daha uygununu bulur; böylece ilkinden vaz geçer, onu çürütür. Bu işten maksat, önceki ifâdenin düzeltilmesidir. Bu suretle ifâdenin «şiddet» ve «letafeti» artmış olur.

(Sayfa 238)

Bu düzeltme, ya vazgeçilen sözün tam nakîzi ile ya da onu tanımlayacak başka bir sözle yapılır.

Biraz önce rücû'un, ifâdeyi yaşanılan ruh haletini karşılayacak dereceye yükseltme gayesiyle yapıldığını bildirmiştik. Mamafih sözün yeknesaklığını önleyip ifâdeye hareket kazandırmak gibi bir üslûb endişesiyle de bu san'ata baş vuranlar vardır.

Akif Paşa, Kasîde-i adem'de:

Çeşm-i îm'ân ile bakdıkca vücûd-ı ademe

Sahn-ı cennet görünür âdeme sahrâ-yı adem

dedikten sonra, bu sözünden vaz geçiyor ve:

Galat etdim ne reva cennete teşbih etmek

Başkadır ni'met-i âsâyiş-i me'vâ-yı adem

beytiyle bir rücû' meydâna getiriyor.

Rücû'nun, mutlaka düzeltene âit bir söz üzerinde vuku bulması gerekmez. Bu san'at, başkasına âit sözler üzerinde de yapılır. Şinâsî'nin Münâcât'ındaki:

Ne dedim, tevbeîer olsun, bu da fi'l-i serdir

mısraında da önceki nâibn vaz geçilmiş;yine böylebirsan'at meydâna getirilmiştir.

Abdülhak Hâmid, aşağıya alman cümlelerin ilkinde bir rücû' zinciri veriyor:

Makber, makber değil bir türbe, türbe değil bir ma'bed, ma'-bed değil bir küre, küre değil bir fezâ-yı bî-intihâ olmalıydı. Halbuki bir makber bile değil. Makber, nûr-ı ilâhînin indiği, fikr-i in-sânî'nin çıkamadığı bir minber olmalıydı.

Makber, bir mahşer olmalıydı. Heyhat!. .

Aynı şâirin Finten adlı esberinden alınan şu satırlarda da, başka bir örnek buluyoruz:

İşte bir sırıtmış kelle ki yer altından bütün kâ'inâta gülüyor! Bu benim basımdır! Bilmem dünyâdaki hayâlime benziyor mu? Yirmi yaşında bir güzel kızın başı!. . . Bu kemik parçasının karşısında bütün cihan titriyor: fakat biz gülüyoruz! Bir zaman benim olan başımla benim şimdi hiçbir münâsebetim yokdur. Başım bu hâle

(Sayfa 239)

gelmiş, fakat ben gülüyorum. . . Beynimi kurtlar yeyip bitirmiş fakat ben düşünüyorum. Şeklim, sîmâm, kıyafetim, teferrû'âtım olan hep bu şeyler fena bulmuş; fakat aslım bakî, benliğim dâ'imîdir. Rûh-i ebedînin âşiyân-ı mâzîsi olan bu kemikten kafada simden sonra hiçbir fikr ü hayâl beslenemez; hiçbir akrep veya çiyan tegaddî edemez; fakat yine bir ma'nâ-yı ulvînin mukarrebidir. Bu da bir cihan-ı fânî bir küre-i türâbdır. Azamet-i ilâhiyyenin hadd ü hisâ-bı olmayan taçlarından biri! Her biri bir küçük küre demek olan zerreler, yâhûd. . herbiri bir büyük zerre demek olan kürelerden en sonra çıkan me'âl, ayniyle bu nâsiye-i tehîender-tehdîde mün-demicdir. Şems, Kamer, Zühre, ne ise bu nihayetsiz çirkinlik de odur!. Dünyevîlerin istikbâli olan şu elimde tutduğum hâl bizim mâzîmizdir! Şimdi bu baş benim değil, muthike-i fenanın sahnesindeki adgâs ve ahlama gülen dirilerle sinirlerin başıdır! «Kafa kemiğini yavaşça mezara bırakarak» İşte ben onun men'sûb olduğu hâk-dâmn şu kenarına bırakıyorum.

Tevfik Fikret, metnini aşağıya aldığımız Ferda manzumesinde, önce «Alnında bir sitâre-i nev, yok bir âftâb», sonra da «. . . hayır, birşey senin değil, sana ferda vedî'ıdır» sözleriyle iki defa rücû' örneği veriyor:

Ferda

— Bugünün gençlerine:-

Ferda senin bu teceddüd, bu inkılâb. . .

Herşey senin değil mi ki zâten!. . . Sen, ey şebâb,

Ey çehre-i behîc-i ümid, işte ma'kesin

Karşında:Birsemâ-yı seher, sâf ü bksehâb

Âğûş-ı lerzedârı açık, bekliyor. . . şitâb!

Ey fecr-i hande-zâd-ı hayât, işte herkesin

Eıızâri sende sen ki hayâtın ümidisin

Alnında bir sitâre-i nev, yok, bir âftâb, ;

Âfâka doğ, önünde şu mâzî-i pür-nıihen

Sönsün müebbederi

Sönsün müebbeden o cehennem, senin bugün

Cennet kadar güzel vatanın var, şu gördüğün

Zümrüt bakışlı, inci şetâretii kızcağız

Kimdir, bilir misin? Vatanın. . . Şimdi saygısız

Bir göz bu nazlı çehreye-Allah esirgesin,-

(Sayfa 240)

Kem bir nazarla baksa tahammül eder misin?

İster misin, şu ak sakalın pâk ü muhteşem

Pîşânî-i vekârma, bir kirli el demem,

Hattâ yabancı bir el uzansın? Şu makberi

Râzî olur musun, taşa tutsun şu serseri?

Elbet hayır; o makber, o pîşânî-i vakur,

Kudsî birer misâl-i vatandır. . . Vatan gayur

İnsanların omuzları üstünde yükselir.

Gençler, bütün ümmid-i vatan şimdi sizdedir:

Herşey sizin, vatan da sizin, her şeref sizin;

Lâkin unutmayın ki zaman tünd ü mutma'în

Bir hatve-i samît ile tâkib eder bizi.

Önden koşan, fakat yine dikkatle her izi

Tâ'mîka yol bulan bu yanılmaz muâkıbin

Şermende-i itabı kalırsak, yazık!. . .

Demin «Ferda senin» dedim, beni alkışladın;hayır,

Bir şey senin değil, sana ferda vediadır;

Herşey vedî'adır sana, ey genç, unutma ki

Senden de bir hisâb arar âtî-i müşteki

Mâzîye şimdi sen bakıyorsun pür-intibâh,

Âtî de senden eyleyecek böyle iştibâh.

Her uzvu girdibâd-ı havâyiçle sarsılan

Bir neslin oğlusun; bunu yâdet zaman zaman.

Asrın, unutma, hârikalar asr-ı feyzidir:

Her yıldırımda bir gece, bir gölge devrilir,

Bir ufk-ı i'tilâ açılır, yükselir hayât;

Yükselmeyen düşer: Ya terakki, ya inhitat!

Yükselmeli, dokunmah alnın semâlara,

Doymaz beşer dedikleri kuş i'tilâlara. . .

Uğraş, didin, düşün, ara, bul, koş, atıl, bağır;

Durmak zamanı geçdi, çalışmak zamanıdır!

Mehmed Ra'ûf 'un Eylül romanından aldığımız şu parçada da bir rücû' örneği vardır:

Oraya ağaçların altına oturdu. Tenhâ, sâkit durmaktan zevkyâb olarak daldı. Uzun uzun düşünerek, Süâd'm o nigâhmı tekrar görmeğe çalışarak, ümîd, kuvvet bulmağa uğraşarak biraz kesb-i metanet ediyordu. O son nazarın reng-i hazini onun için binlerce ma'nâ-larla dolu geliyordu. Süâd'ın evelâ hiç ses çıkarmayıp, başını bile kal-dırmayıp meşgul oluşu kalbiyle etdiği mücâdeleyi gösteriyordu. Fa-

241

kat sonra kalbi galebe ediyor, gözler bütün bu mücâdelelerin hüzn-i, me'âliyle nem-nâk, dudaklar mütereddid, ses titrek: «Yine gelirler elbet. . » diyordu. Heyecan ona böyle: «Yine gelirler» diye teklifli bir söz söyletiyordu. Hayır, bu lâ-kaydlık, nefret olamazdı.

2-İltifat

İltifat san'atındaki dönüş, sözün yönüne aittir. Bu san'at; ya bir hitabede, bir hikâyede, bir şiirde, bahsedilen bir şeyden dönüp, başka birşeye hitâbetmekle, ya da sözü muhâtabdan gaibe çevirmek suretiyle kendini gösterir. İltifatın psikolojik kaynağı, rücû' ve terdidle ortaktır: Hareket noktasını heyecânde bulur; bu heyecan çok defa ihtirasa karışık bir mâhiyet arzeder: Öylece de, ifâde daha te'-s'rli bir güç kazanır.

Maamâfih, hitaba bağlı olmayan iltifatlar da vardır: Aralarında ilgi bulunan iki şeyin birinden diğerine dönmek suretiyle yapılır. Bu şeklinde, umumiyetle fiil üslûbunda da bir değişme göze çarpar: Haberden emre geçilir.

Bu san'atin tecridden farkı, Süleyman Paşa tarafından şöyle îzâh ediliyor: «Tecrîd, Lâfzın ba'zı ma'nâlarını» kaldırarak, bâzısını kasdetmektir. İltifat, lâfızla ilgili olmayan bir mânâ geçişidir. Bu yüzden aralarında «umûm ve husus vardır. » Diğer paragrafta da şöyle diyor: «Tecrîd-i kinâyîde cami' olursa da, iltifatda olamaz. «Zî-lâ tecrîd» manâların birleşmesini; iltifat, ayrı olmalarım gerektirir. «Hem de tecrîd lâfzın» kavramıyla ilgilidir; iltifat ise, lâfızla ilgili olmaksızın, sözün, mânâ yüzünden bir üsluptan diğer üslûba geçmesidir.

Şimdi sözün, gâibden muhataba dönüşü için örnekler verelim:

Fuzûlî, aşağıya aldığımız parçada, hikâyeden hitaba geçmek suretiyle üslûp değiştiriyor:

Gördü ki bir avcı dâm kurmuş

Damına gazaller yüz urmuş

Ol dama cefâ-yı çarh-ı gaddar

Bir âhûyı eylemiş giriftar

Bir âhû esîr-i damı olmış

Kan yaşı kara gözüne dolmış

Boynı burulı ayağı bağlu

Şehlâ gözü nemlü canı dağlu

242

Ahvâline rahm kıldı Mecnûn

Bahdı ana tökdi eşk-i gül-gûn

Gönline katı gelüp bu bidâd

Yumşak yumşak didi ki sayyâd

Rahmeyle bu müşk-bû gazale

Rahmetmez mi kişi bu hâle

Sayyâd bu nâtüvâne kıyma

Kıl canına rahm cana kıyma

Sayyâd sakın cefâ yamandır

Bilmezsen mi ki kana kandur

Sayyâd bana bağışla kanın

Yandurma cefâ oduna canın

Sayyâd didi budur ma'âşım

Açmam ayağın giderse başım

Katlinde bu saydın etsem ihmâl

Etfâl ü ayalime n'olur hâl

Mecnûn ona verdi cümle rahtın

Pâk eyledi bergden dırahtm

Abdülhak Hâmid'in Bir sâfilin tesellisi adlı manzumesine âit bir parçayı da örneklerimiz arasına alalım:

İnsan ki bu âlemde bütün çekdiği gamdır

Bir neşve-i uhrâya sezâ-vâr olamaz mı?

Ol neş'eyi dünyâda ararsa bulamaz mı?

Bulmuş ne çıkar çünki ser-encâmı ademdir

Olmaklık içün neşve-i ukbâya muzaffer

Bir kabza türabın ne ehemmiyeti vardır?

Ol kabza-i hâkin ya ne hâsiyyeti vardır.

Kim cevher-i idrâke Hak etmiş anı mazhar.

Mazhar olan ol cevhere olmaz mı bekâ-hâh

Fâniliğini bilse ya etmez mi şikâyet

İhsan edip evvelce ana akl ü dirayet

Encamda lâyık mı ki hâk eylese Allah

Siz ey melekûtîler olup nâ'il-i paye

Bulmuşsunuz eflâkde bir ömr-i mü'ebbed

Âdem neye güm-nâm ola hâk içre mücerred

Andan daha lâyık mısınız siz o bekaya

243

Bir şeyde fena yok diyen erbâb-ı fünûndur,

Ya akl ile idrâkimiz olmak n'ola fânî,

Mümkin hele olmaz ise bir âiem-i sânî

İdrâk o fenadan bu güzer-gehde masundur.

İdrâke denir beyn ile mevcûd bedende

Mahv olsa beden akl olacak beyn ile ma'dûm

Lâkin nedir ol his ki verir muhyi-i Kayyûm

Vicdân-ı umûmiyye bu dünyâ-yı kühende

Hayli uzun olan bu şiirin yukarıya aldığımız kısmında, önce inşânın vaziyeti anlatılmakta, sonra melekûtîlere hitap edilmekte, daha sonra mülâhazalara dönülmektedir.

Mebânî'ü'l-İnşâ'da, vaktiyle Terakki gazetesinde çıkmış olan bir yazıdan örnek verilmektedir. Okuyucunun, Sultan Abdülazîz'i tahttan indiren bir kumandan tarafından Sultân Abdülazîz devri ders kitabına alınan bu parça hakkında da fikri olması için, o metni, buraya aktarıyoruz:

Hükümet hikmet tev'emiyyetinden berü kemâl-i hulûs-i bâl ile düşünülmüş ve envâr-ı şefkat ve tebe'a-perverî ile tenvir edilmiş ve pâdişâhın hâfiz-ı hukuk ve anadan babadan ziyâde şefik olduğunu âleme i'lân ederek kulûb-i âmmeyi tesrîr eylemiş bir nutuk var ise işte bugünki günde Pâdişâh-ı âl-Osmân ve Şehin-şâh-ı hudâygân (Abdülazîz Han) efendimizin Şûrâ-yı Devlet minber-i mükerreminden vükelâ ve ümerâ-yı devletine bi'1-vâsıta bu vatan-ı mu'azzezin evlâdı bulunan otuz beş milyon ahâli-i Osmaniye'ye îrâd ü hitâb eylediği Nutk-ı hümâyûn'dur. Bunu pîrâye-i safha-i mefharet eylediğimizden dolayı pek bahtiyarız. (Çok yaşa Pâdişâhımız) Nutk-ı hümâyûn'unu-zun her bir cüz'ü için otuz beş milyon Osmanlılar kemâl-i hulûs ile müteveccih-i bâr-gâh Müte'âl olarak ve sürür sirişkini isâle kılarak tezâyüd-i ömrü şevketin ed'iyesini itâre eyler, Ya nasıl Osmanlı olan ve Osmanlılık sânını bilen pür-sürûr ve Abdülazîz'in tûl-i ömrü ve sa'âdet ü şevketi du'asıyçün sücûd-ı Rabb-i gafur olmasın ki bunca gavâ'il-i mükeddere ve nice hâdisât-ı kevniyye sebebiyle şevket-i Osmaniye'ye arız olan gubâr-ı sekte-nisârı ve perde-i nâkiysa-âvürdeyi kaldırıp arûs-ı gül-çehre-i şân-ı Osmânî'yi meydân-ı bürûze getür-mek içün teşmîr-i sâk-ı say ü himmet eder. Himmetin mevfûr ve sa'-yin meşkûr ola.

Recâî-zâde Ekrem Bey'in kızı Pîrâye'nin kabrini araması münâ-

244

sebetiyle yazdığı manzume de, bu çeşide giren «iltifat» örneklerindendir:

Ah kim Pîrâye'min işte bu yerdir meskeni

Şu siyah topraklar olmuşdu o nurun mahzeni

Gelmedim on beş sene bilmem ne yanda medfeni.

Ey mezâristân bana etdirme âh ü şiveni!

Rahmedüp agâh edin ey servler taşlar beni!

Bî-nişân terkeyledim eyvah evlâdım seni;

Söyle yavrum eyleyim şâd-âb-ı giryem hâkini

Hangi toprakdir senin örten vücûd-ı pâkini!

İlhamını evlât acılarından aldığı bilinen Ekrem Bey'in, kızı Pîrâye için bir mezar taşı diktirmemesi, on beş yıl onun kabrine uğramaması, nihayet gömüldüğü yeri unutacak kadar ona uzun süre ilgisiz kalması manidardır. Bu tarz şiirinin samimiyetini edebiyat târihimizde münâkaşa edeceğiz.

Bu çeşit iltifat için, bir örnek olarak da Tevfîk Fikret'in Vatan Şarkısı'nı alalım:

Biz fedâyî milletiz, nıerd oğlu merd Osmanlıyız;

Burc-ı istibdadı yıkdık, kahramanız, şanlıyız;

Bir vatan, bir hak tanır, ahrânz, arslan canlıyız.

Canla, şanla, ey vatan, te'yîdine peymânlıyızİ. . .

Cân da sen, şân da sen, hepsi sensin, yaşa;

Ey vatan, ey mübarek vatan, bin yaşa!

Toprağın cevher, suyun kevser, baharın bî-hazân;

İşte dünyâ; Bir eşin, bir benzerin yokdur, inan.

Müşfik evlâdın bulur koynunda, her gün, her zaman

Başka şefkat, başka ni'met, başka kuvvet, başka cân. . .

Can da sen, şân da sen, hepsi sensin, yaşa;

Ey vatan, ey mübarek vatan, bin yaşa!

Son örneğimiz de, Fikret'tendir:

Hayâta Karşı Beşer

-La'net bize, ey hayât sen ma'sûm ve mübeccelsin!-

Gür saçlarında hep şu baharın güneşleri, Şefkatli gözlerinde bütün gök, bütün deniz, Bir ebr-i gonce-hîze bürünmüş ve muhterîz,

245

Lâkin her iştiyaka gülen nazlı bir perî. . .

-Tâ Rabbimiz'le gökdeki hengâmeden beri

Biz dâ'imâ güneşde siyah bir göz, en temiz

Vicdanda gizli bir leke farketmek isteriz;

Âsî biziz, biziz şâkî-i müfteri.-

Ey hüsn-i mültefit, bize aldanma, biz denî

Bir aşk-ı bî-sebât ile iğfal eder seni,

İğfal eder, mülevves eder, sonra neş'esiz

Bir ân-ı sahvın oldu mu, levm eyleriz. . .

Sakın İncinme kendi kendine, içlenme, ey kadın,

Mel'un eden de biz seni, tel'în eden de biz!

Başlangıçta îzâhatten de anlaşılacağı üzere, ikinci çeşit iltifat, sözü muhataptan gâ'ibe yöneltmek suretiyle olur. Bâzan da hitabı, bir hikâye, bir tasvir tâkîbeder. Örnek olarak İstiklâl Marşı'na göz atalım:

İstiklâl Marşı

Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak,

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.

O benim milletimin yıldızıdır parlayacak,

O benimdir, o benim milletimindir ancak!

Çatma kurbân olayım çehreni ey nazlı hilâl;

Kahraman ırkıma bir gül. . . ne bu şiddet, bu celâl?

Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl.

Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklâl.

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım;

Hangi çılgın bana zencir vuracakmış? Şaşarım!

Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.

Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Garb'ın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar,

Benim îman dolu göğsüm gibi ser-haddim var.

Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar,

«Medeniyyet» dediğin tek dişi kalmış canavar?

246

Arkadaş, yurduma alçakları uğratma sakın;

Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.

Doğacaktır sana va'd ettiği günler Hakk'in,

Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

Bastığın yerleri «toprak» diyerek geçme, tanı!

Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.

Sen şehîd oğlusun, incitme, yazıktır atanı,

Verme dünyâları alsan da bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?

Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!

Canı, cânâm, bütün varımı alsın da Hüdâ. .

Etmesin tek yatanımdan beni dünyâda cüda.

Ruhumun senden ilâhî şudur ancak emeli;

Değmesin ma'bedimin göğsüne nâonahrem eli

Bu ezanlar-ki şehâdetleri dinin temeli-

Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.

O zaman vecd ile bin secde eder-varsa-taşım,

Her cerihamdan, ilâhî, boşanıp kanlı yaşım;

Fışkırır rûh-ı mücerred gibi yerden na'şım;

O zaman yükselerek arşa değer belki başım!

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey nazlı hilâl!

Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.

Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:

Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet,

Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklâl.

Mehmed Akif Ersoy

Bu çeşit iltifata örnek olmak üzre Abdülhak Hâmid'in Münâcât'ına da bakabiliriz; hemen ilk mısralar, aradığımız «iltifat» çeşidini bulmamıza yetecektir:

Ey dergehi cümlenin penâhı

Mevcudatın vücûd-gâhı

Yokluklar içinde var olan Hak

Zâtiyyet-i kibrivâ-vı mutlak

247

Sensin o hakîkatü'l-hakâyık

Her cilvene Hak denilse lâyık

Halk eylediğin senin müsellem

Âdemlerden ziyâde âlem

Bin saha içinde bin ecrâm

Kılmakda müdâm seyr ü ârâm

Sabit görünen tekaddünı etmez

Seyyareleri tesâdüm etmez

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Hitabın muhataptan mütekellime döndüğü yerler de vardır.

Diğer «iltifat» çeşitleri,-yukarda da bildirdiğimiz gibi-bilhassa haber kipinden emir kipine geçiş suretiyle kendini gösterir. Burada haber «kip»inin iki zamanı bahis mevzuudur: Gelecek zaman, geçmiş zaman.

Gelecek zamandan emre dönüş için örnek:

Asistanlarımın yükselmesi, her türlü imkâna sâhibolması, ilme yeni şeyler katabilmesi için Fakülte'deki kurullar, Rektörlük ve Hükümet nezdinde her türlü teşebbüse girişeceğim: Buna siz de şâhid olun, Allah da şâhid olsun! Yeter ki, onlarda biraz gayret göreyim yahut bugünkü gayretlerini her zaman devam ettirebilsinler!

Geçmiş zamandan emre dönüş için örnek:

Bunu yine Mebâniü'l-inşâ'dan alacağız:

Halîfe-i asr bana emretti: Ef'âl ü harekâtınızı rızâyı Rabbânî'-ye tevfik ediniz!

Kendi manâlarından farklı maksadlarla kullanılan fiil kip ( = siga) ve zamanlarında bir «iltifat» bulmak mümkindir.

Hitap yoluyla olmaksızın, beklenmedik bir anda, birşeyden başka birşeye dönüş de, «iltifat» san'atıdır.

İltifatta değişen hitap yönüdür, fiil zamanıdır. Fakat mevzuun sabit kalması gerekir. Bir şey anlatırken, söz sahibinin, o mevzu yüzünden kendisini feveran veya daha hafif teessürî hâllerden bi-rini uyandıracak diğer birşeyi karşısında görmesi veya görür gibi olması, böylece sözünü ona yöneltmesi, bu san'atın ihtirasa bağlı tarafım teşkil eder. Ekrem Bey, Ta'lîm-i edebiyât'ına Eşber'den Rükzan'ın Sümrû gıyâbındaki haykırışını almıştır ki, bu husus için güzel bir örnek olur.

Davalaciro'nun Beyrut açıklarında dalgalara hitabı da, aynı kudrette ihtiras hamulesini taşımaktadır:

Öyle bir şiddet-i tasmînı ile çıkdım ki yola,

Karşıma çıksa eğer seng-i mezarım dönmem!

Bahr-i zehhâr değil, ebr-i şerer-bâr değil,

Hep yanardağlar ile dolsa civarım dönmem!

Dalgalar, uymayınız bâd-ı ta'arınüd-kâre!

Siz kılın na'şımı îsâl kehâr-i yâre!

Ne belâdır nedir ol hûr-ı cehennem-ber-dûş?

Siz değil hâline aşüfte olur cümle vuhûş.

Filler hâke düşüp mûrlar eyler feryâd

Kûhdan kûha kaçar şîr-i jiyânlar bî-huş!

Dalgalar, siz kılın imdâd ki yandım nâre

Siz kılın na'şimı îsâl kenâr-ı yâre!

Ben de tûfân gibiyim yağdırırım berk u hatar

Göz yaşım seyl-i belâ, âh ü girîvim sarsar.

Zulmetin çâk edüp ey şeb, salarım subha nazar!

Berk-i tehdîd ile ey ebr, ben olmam muztâr.

Dalgalar ben sizi döndürmeden âteş-zâre

Siz kılın na'şımı îsâl kenâr-ı yâre!

Asıl ihtirası yüklü «iltifat»ların hitaplara bağlı olduğunu ilâve edelim.

3-Tecrid

Tecrit, lügatte «soymak, kılıç çekmek» mânâlarına gelir. Edebiyatta ise, bir mübalağa nüktesinden dolayı, nitelendirilmiş bir şeyden aynı nitelikteki diğer bir şeyi çıkarmak demektir.

Arap belâgatiyle ilgili kitaplar, tecridin birçok şekillerinden sözederler. Türk selikası, bunların hepsi için pek elverişli değildir. Burada içinde hitap bulunanlar, bulunmayanlar diye iki çeşit tecrit tanıtılacaktır.

1.-İçinde hitap bulunan tecridler:

Bunlar da iki türlüdür:

a) Söz söyleyenin son dereceyi bulan hayretinden dolayı, dilsiz bir varlığa şahıs hüviyeti vererek ona hitâbetmesidir. Bu hitap bâzan emir, bâzan yasak, bâzan serzeniş, bâzan öfke, bâzan sevgi, bâzan azarlama, bâzan darılma, bâzan kin, bâzan recâ, bâzan teş-

249

vik suretiyle meydana çıkar. Görülüyor ki, hitap ihtiva eden tec-ridlerin bu çeşidi, psikolojik kaynak itibariyle heyecana bağlıdır: Bu yolla, söz sahibi içini ferahlatmağa çalışır.

Esasen böyle tecridlerdc, şâirin, yer yer başkasına hitâbedip nefsini kasdettiği de görülür. Bu cins tecrîdlere bâzı kitaplarda «malız tecrid» adı verilmiştir.

Nâmık Kemâl'in Vaveyla manzumesinde yer alan aşağıdaki parça; içinde hitap bulunan tecridin bu cinse uygun iyi bir örneğidir:

Git vatan Kâ'be'de siyaha bürün

Bir kolun Ravza-i Nebî'ye uzat

Birini Kerbelâ'da Meşhed'e at

Kâ'inâta o hey'etinle görün

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .  .

Bu temaşaya Hak da âşık olur

Aç vatan göksünü ilâhına, aç

Şühedânı çıkar da ortaya saç

Cevdet Paşa'nm şu beytinde de, şahsî bir duygu tecride vesîle olmuştur:

Ey şâne kıyl-ü-vkâl ile tel kırmadan varup

Şerheyle yâre hâl-i perişanı mû-be-mû

Rızâ Tevfik Bölükbaşı'mn şu kıt'asmda da bir örnek görüyoruz:

Uçun kuşlar, uçun, doğduğum yere;

Şimdi dağlarında mor sümbül vardır:

Ormanlar koynunda bir serin dere,

Dikenler içinde sarı gül vardır.

b) Söz sahibinin nefsini veya gönlünü ayrı bir şahıs gibi alarak ona hitâbetmesiyle meydâna gelen tecridler. Böyle tecridlerde de emirler, serzenişler, tavsiyeler, teşvikler, yasaklar, dilekler, sızılar, sevgiler, öfkeler, nevâzişler. . . yer almaktadır. Bu çeşit tecrid-lerin psikolojik kaynağı, yine heyecandır.

İlk örneğini Karacaoğlan'dan alalım:

250

Deli gönül gezer gezer gelirsin

Arı gibi her çiçekden alırsın

Nerde güzel görsen orda kalırsın

Ben senin derdini çekemem gönül

İkinci örnek için de Şeyh Gâlib'in şu mısrâlarına güz gezdirelim:

Ey dil sen o dil-dâra lâyık mı değilsin ya

Da'vâ-yı ma habbe t de sâdık mı değilsin ya

Özrün nedir Azrâ'ya Vâmık mı değilsin ya

Âşıkda keder neyler gam halk-ı cihanındır

Koyma kadehi elden söz pîr-i mugânmdır

Bu cins tecridler, şiirlerin maktalarında «mahlas»a yönelen hitaplar suretiyle de karşımıza çıkar.

Bakî cihanda resm-i vefadan nişane yok

Yâr adın anma aklın eğer sana yâr ise

2.-İçinde hitap bulunmayan tecridler:

Bu çeşit tecridlerde hitap yoktur. Böyle tecritler, ya doğrudan doğruya söz söyleyen şahısla, ya da onun dışında kalan bir varlıkla ilgili bulunurlar.

a) Birinci kategoriye girenler:

Böyle tecritlerde, söz söyleyen, kendisini benliğinden ayrı bir varlık sayarak bu varlıktan sözeder. Örneği, Şeyhülislâm Yahya Efendi'den alalım:

Başında od yanarken âşıkın Yahya yine yanmaz

Ser-i Mecnûn'daki kuşlar meğer mürgân-ı âteşdir

b) İkinci kategoriye girenler:

Benzerlik ilgisiyle yapılan çıkarmalar, buraya girer. Söz gelimi, «Hasan gibi tefecilerden para mı istenir?» cümlesinde, «Hasan», tefeciler zümresinden çıkarılmış oluyor. Keza, «Cemil Meriç gibi münevver kimseler, artık az yetişir. » cümlesiyle de, Cemil Meriç; benzeri olan «münevverler» arasından ayırt ediliyor. Böyle tecritlerde meziyetler kadar, kusurların da yer aldığı görülür: «Sizin gibi tenbel kimseleri gözüm görmesin!» Sıfat, edebe aykırı düştüğü takdirde söylenmez: «Onun gibilere selâm mı verilir?» Böyle tecritlerde ancak ortak vasfı mübalağa ile taşıyanın adı söylenir.

251

Bunlara «tecridî leşbîh» de denir.

4-Lâfızda Dönüş: Tekrir (= Anaphore)

Tekrir, görünüşte yapıya âit bir san'attır. Taşıdığı mânâ hamulesi bakımından tamamen ihtiraslara bağlıdır. Ayrıca, ifâdeye âit ahengin artmasında da büyük te'sîri vardır.

Lâfzın veya lâfızların mevzu olduğu veya oldukları mânâya birçok defa delâleti, tekriri meydâna getirir. Bu suretle şiddetli bir ihtiras, derin bir his, yüce bir düşünce, muayyen aralıklarla dinleyici veya okuyucuda tenbîh uyandıracak surette, ifâde bünyesinde dışa çıkar. Söyleyen veya yazan, münâvebe ile tutkun bulunduğu ruh haletine döner; bu haleti karşılayan lafzı tekrarlar. Bu tek-rârlayışta bir nizâm vardır: Bu nizam, lafza dönüş noktaları için kısmî bir simetri hazırlar. Tekririn, bir fesahat hatâsı olan «kes-ret-i tekrâr»dan ayrılış noktalarından biri de, bu kısmî simetridedir.

Tekrarlanan lâfız veya lâfızlar arasındaki mesafenin yakınlığı veya uzaklığı; dile getirilen ruh hâlinin çok veya az şiddetli oluşuna bağlıdır.

Tekririn, dinleyici veya okuyucu üzerindeki te'sîri; üzerine dönülen kelime veya kelimeler vasıtasıyla; tefhim, uyarma, hafifletme, inkâr, öfkelendirme, merhamete getirme, sevgi veya nefreti dâvt etme, nevâziş, yakarma, hayrete düşürme, . . . ve benzeri yollardan biri ile dikkatin çekilmesidir.

Türk edebiyatının her safhasında bu san'at için çok örnekler vardır.

İlk örnekleri, Dîvân Şiiri'nden alalım. Şu mısralar, Sâmî'ye aittir:

Ne aşk bâ'is-i hestî-i âferîde-i gayb

Ne aşk illet-i îcâd-ı âlem-i meşhûd

Ne aşk neşve-i evvel zuhûr-ı rûz-ı

Elest Ne aşk mebde'-i hilkat me'âd-ı sırr-ı vücûd

Ne aşk nâtıka-pîrâ-yı rûh-ı insanî

Ne aşk sırr-ı heyûlâ-yı âdenı-i mescûd

Ne aşk miskal-i âyine-i dil-i âşık

252

Ne aşk mâhi-i jeng-i hevâ-yi nefs-i anûd

Ne aşk emti'a-i çarsû-yi hayrânî

Ziyân-kârî-i rüsvâyi ana mâye-i sûd

Ne aşk mûcib-i küstâhî-i Züleylıâî

Ne aşk ismet-i dâmân-ı Yûsuf-ı mevdûd

Ne aşk âfet-i îmân-ı Şeyh Sen'ânî

Ne aşk tîn-şiken ü kıble-bend ü küfr-efzûd

Ne aşk mâşıta-i hacle-gâh-ı bîdârî

Ne aşk perde-der-i bezm-gâh-ı çeşrn-i rukûd

Ne aşk sûziş-i te'sîr hâletindendir

Şerer-şefân naganıât-ı ney ü terâne-i ûd

Görülüyor ki, ilâhî aşkın tecellî ve te'sîri karşısında hayrete düşen şâ'ir bu rûh hâlini «ne aşk» tekririne tevdî etmiştir.

İkinci örneği de daha sonraki devreden alalım. Şu mısra'lar, Ziya Paşa'ya aittir:

Nedir bu sath-i zemîn ü nedir bu balır-i nıııhît

Nedir bu çerh-i berîn ü nedir bu istimrar

Nedir bu feyz-i anâsır nedir bu mâhiyyât

Nedir bu cism-i rnürekkeb nedir bu şekl-i nizâr

Nedir mu'âmele-i izdivâc-ı şevher ü zen

Nedir tabâyi'-i evlâdda hılâf-ı şi'âr

Nedir mubâyenet-i âferîniş-i eşkâl

Nedir tenâsüb-i endam ü hüsn-i nakş-ı nigâr

Nedir bu şenim ü nazar Iems ü sem' ü zevk-ı dimağ

Hayâl ü fehm ü kelâm ü teneffüs-i tekrar

Nedir tasavvur-ı temyîz-i hüsn ü kublı-i umur

Nedir tekâbül-i ezdâd-ı cümle-i girdâr

Tabî'at-ı kerem ü buhl ü sıklet ü hıffet

Seciyye-i gazab u hilm ü rahmet ü âzâr

Nedir mubâhase-i da'vî-i hudûs ü kıdem

Nedir bu redd ü kabul ü cevâb ü istifsar

Nedir bu nefy ü bu isbât ü bu vücûd ü adem

Nedir bu sîga-i inkâr ve cümle-i ikrar

Bu ihtilâf-ı mezâhip bu irtikâb-ı meşakk

Bu cüst ü cû-yi hakikat bu güft ü gû-yi nigâr

Bu i'tidâl-i mizâc ü bu ittîsâl-i kurun

Bu nûr u zulmet ü bu ihtilâf ü leyi ü nehâr

Bu iktırân-ı kevâkib bu hükm-i nahs u sa'îd

Bu iltimâ'-ı füruğ-ı sevâbit ü seyyar

253

Yukarıdaki nazım parçası da, âlemi dolduran ziddiyet karşısında aklın her türlü izahtan âciz kalışı ile ilgili çığlıklardan meydana gelmektedir: Önce «nedir bu», sonra «bu» tekriri mısra başlarını örüyor.

Şimdi bir örnek de, Makber'den verelim:

Tâbut!. . . O rehnümâ-ıyı nıakber,

Tâbut!. . . O heykel-i mükedder,

Tâbut!. . . O hatîb-i summ u ebkem,

Tâbut!. . . O bürûdet-i mücessem.

Tâbut!. . . O sükût-ı pay-der-ser,

Tâbut!. . . O müsîbet-i mükerrer,

Tâbut!. . . O vahşet-i mu'arınîd,

Tâbut!. . . O makber-i seferber,

Tâbut!. . . O inkılâb-ı hâmûş

Serhadd-i revân-ı akl-ı medlıûş.

Tâbut!. . . O harâbe-zâr-ı ümmîd,

Tâbut!. . . O iğbirâr-ı câvîd,

Tâbut!. . . O zıll-ı haşr-ber-dûş,

Tâbut!. . . O mevt-j. cûş-der-cûş.

Sarmışdi o ruha çar-bâlîn,

Ben açmış idim memâta âğüş.

Burada da, Şâirin zihni «tâbût»un uyandırdığı dehşete dönerek «tekrir» yapıyor.

Başka vesilelerle verdiğimiz bâzı manzumelerinde sık sık tekrire başvuran Tevfîk Fikret; Sis manzumesinde, bu san'at için mihver olan «ey» kelimesine, biraz farklı aralıklarla dönüyor:

Şimdi başka bir örneğe göz atalım:

Ey nahl-i müzehhebi Ki çıkar berk ü berinden

Bir sâf ü mu'anber

Zehr-âbe-i nûşîn;

Ey nehr-i mutalsam! Ki uçar mevcelerinden

En rûh-firîb, en güzel, en şûh ve münevver

Bir bûsiş-i nefrîn, Ey nâğme-i rengini rebâb-ı hevesâtın,

Ey nağme-i sûzân.

Ev nasme-i mûhlik!

254

Ey şi'r-i teri sîne-i pür-zahm-ı hayâtın!

Ey câm-ı murassa' leb-i gaflet! Ki nümâyân

Ka'rında mehâlik. Ey şu'le-i berkıyye!

Ukûsunda gülümser

-Mehtaba mümâsil-Her tûde-i zulmet;

Ey bürka'-i zîba! Görünür pâk ü müzehher

Zîr-i ham ü tabında en âlûde vesâ'il

Simâ-yi hakikat, Ey gâze-i sehlıâr-ı hirem-pûş! Güzelsin.

Lâkin mütegayyir. . . Bir kız gibi, heyhat!

Ey mevc-i safa! Ruha kef-efşân-ı emelsin,

Gösterdiğin ehlâm-ı şegaf muğfil ü müskir,

Ey nevm-i huzûzât!

Bir hüsn-i mükemmel gibi herkes sana âşık

Herkes sana meczûb,

Herkes sana müştak;

Ey tıfl-ı hayâli! Yed-i lehvinde kadınlık Bin şekle girer, hırpalanır, âciz ü mağlûb,

Gûyâ bir oyuncak.

Kuşlarla, çiçeklerle, ipeklerle yaşarsın;

Elvan ü revâyih

Küt-ı hevesindir.

Munis açılan her leb ü âgûşa koşarsın

Baksan, o dudaklardaki âvâz-ı medâyih

Hep kendi sesindir.

Eyler seni îmâ bana, ey mürg-i hevâ-hâh,

Bir lem'a-i bî-gâh

Umkunda leyâlin. . .

Binlerce nazar hem seni ta'kîb ile güm-râh;

Binlerce sukutun oluyor bâ'is-i, eyvah,

Ayrıca bu parçanın içinde «herkes sana», «binlerce» sözlerinde de uzun sürmeyen tekrirler vardır.

Son olarak bir de mensur örnek verelim. Aşağıdaki parça Hâ-lid Ziya Uşaklıgil'e aittir. Yazar, Mâi ve Siyâh'ta Ahnıed Cemil'in ağzı ile şiirin muhtâc olduğu dil hakkındaki görüşünü şöyle anlatır:

— Bilseniz, şi'irin nasıl bir lisâna muhtâc olduğunu bilseniz! Öyle bir lisan ki. . . neye teşbih edeyim, bilmem? Bir rûlı-ı mütekel-

255

üm kadar beliğ olsun, bütün kederlerimize, neşvelerimize, düşüncelerimize, o kalbin bin türlü inceliklerine, fikrin bin çeşit derinliklerine, heyecanlara, tehevvürlere tercemân olsun; bir lisân ki bizimle beraber gurubun ahzan-ı elvanına dalsın ve düşünsün. Bir lisânı ruhumuzla beraber bir matemin eşk-rîz-i ye'si olsun. Bir lisân ki heyecân-i a'sâbımıza refakat ederek çırpınsın. . . Haniya bir kemanın telinde zabt olunamaz, anlaşılamaz, bir kâ'ide altına alınamaz nağmeler olur ki ruhu titretir. . . Haniya bir sabah zamanı incilâ-yı fecirden evvel âfâka hafîf bir imtizâc-ı elvan ile dağılmış sisler olur ki üzerlerinde tersim olunamaz, ta'yîn edilemez renkler uçar; nazarlara buseler serper. . . Haniya ba'zı gözler olur ki bir ufk-ı bî-intihâ-yı siyaha açılmış kadar ölçülemez, ka'r-ı nâ-yâb-ı um-kuna vukuf kabil olamaz, derinlikleri vardır ki hissiyatı masseder. İşte bir lisan istiyoruz ki onda o nağmeler, o renkler, o derinlikler olsun. Fırtınalarla gürlesin, dalgalarla yuvarlansın, rüzgârlarla sav-rulsun; sonra müteverrim bir kızın kenâr-ı firâşma düşsün ağlasın, bir çocuğun mehd-i nâz perverine eğilsin gülsün. Bir lisân. . . Oh! Saçma söylüyorum, zarınedeceksiniz, bir lisan ki ser-â-pâ inşân olsun.

Yukarıdaki parçada «bilseniz, bir lisan ki, haniya», işaret sıfatı olan «o» kelimeleri etrafında tekrir vücûda getirilmiştir.

D ö r d ü n c üYazı

4-Kademeli (= Basamaklı) San'atlar

1-Tedriç (= Gradation)

Tedriç, bir düşünceyi, bir tasavvuru, bir hayalî, bir duyguyu, bir heyecanı, bir ihtirası, derece derece yükselten veya indiren bir tertîb içinde ifâde etmektir. Su olarak ummandan sonra bir çeşme, bitki olarak bir ormandan sonra küçük bir ot, hayvan olarak arılardan sonra bir karınca, nakil vâsıtası olarak bir jet uçağından sonra bir kağnı, mesken olarak büyük betonarme binalardan sonra bir çadır göze çarpmayabilir. Bu hâl duygular, düşünceler, ihtiraslar için de mevcuttur. Aynı kategoriye giren şeyleri, ehemmiyet derecesine veya söyleyen yahut yazanın verdiği ehemmiyet derecesine göre, sıraya koymak suretiyle dinleyici ya da okuyucu üzerinde istenilen te'sîri uyandırmak kabildir. Bu sıralamada en ehemmiyetli olana en sonda yer vermek mutlak surette karşıdakinin ilgisini en

256

üst dereceye yükseltir. Basamak zincirini kaybetmemek şartıyla yukarıdan aşağıya inişte de aynı te'sîri uyandırmak mümkindir.

Hadd-i zatında «tedriç» kelimesi, nefsinde iki san'atı toplar: Dereceli çıkış, dereceli iniş. Bu yüzdendir ki, bahsi kademeli san'at-lar umûmî başlığı altında topladık.

Şimdi her ikisine de ayrı ayrı göz atalım:

a) Kademeli (= Basamaklı) çıkış: Daha önce yazılan kitaplar, buna tedric-i sâ'id adını vermişlerdir. Frenk kitaplarında gradation ascendante adıyla sözü edilir. Bu, ifâdede en zayıftan en kuvvetliye, en azdan en çoğa, en küçükten en büyüğe, en alçaktan en yükseğe, en hafiften en ağıra, en mülayimden en şiddetliye, en sığdan en de rine, en karanlıktan en aydınlığa. . . bir hiyerarşi içinde yükselecek düzeni sağlamaktı. Başlangıç noktası, mutlaka «en» diye mübalâ ğaya medlul olmasa bile, bitişte bu mübalağanın bulunması, tedri cin mükemmeliyetini sağlar. Herhalde ifâde, ölçünün hangi nokta sından başlarsa başlasın, mâhiyete âit bir artış veya yükselişte, aradaki basamaklarınsıralanması gerekir. Şeyh Gâlib'in Hüsn ü Aşk'ı; allegorie ve kolaylıkla hissolunamayacak kadar geniş bir ted riç zinciri içinde açılır. Fakat müşahhas bir misal düşünelim:

Değil bu köşk, değil bu mahalle, değil bu memleket, değil bu dünyâ, değil bu güneş âlemi, hattâ bütün bu kâinat senin olsa; kalbin boş oldukça huzura kavuşamayacaksın! Aldıkça isteyecek, istedikçe alacak fakat kavuşmanın her merhalesinde ma'nevî bir yoksulluk içinde çırpınacaksm!

Örneği günlük hayâta nakledelim:

Akşamın bu saatine kadar boşuna beklemişsiniz: İşinizi halletmeniz için değil Müsteşar Bey'e, değil müsteşar muavinlerine, değil genel müdüre, değil genel müdür muavinlerine, değil şube müdürlerine, değil şube müdürü muavinlerine, ilgili dâiredeki bir kâtibe bile boş vurmanız yetişirdi.

Bâzan tedriçte, yükseliş sırası alacak hadlerin azaldığı görülür:

Değil kürsîye vâ'iz arşa çıksan âdem olmazsın

b) Kademeli ( = Basamaklı) İniş:

Daha önceki kitaplarda, bu çeşit tedriç; tedric-i hâbit diye adlandırılmıştır; frenk kitaplarındaki karşılığı, gradation descendan-te'dir. İfâdede büyükten küçüğe, bütünden parçaya, çoktan aza, yu-karıdan aşağıya, mühimden ehemmiyetsize doğru, bir merâtip silsilesi tâkîb ederek inmeğe, kademeli iniş adını veriyoruz. Bir örnek:

257

Türk milleti, değil kumandanlarıyla orduları, kolorduları, tii-menleri, tugayları, alayları, taburları, bölükleri, mangaları bulun-mak ; bir tek neferi kalsa; yine «Akdeniz adaları, bizimdir!» derdi. Şimdi bütün teşkilat ve teçhizatıyla hava, deniz, kara kuvvetlerini içine alan güçlü ordular var. Üstelik onlardan da üstün bir şeye sahip: Hakka. Elbette «bizim» diyecektir.

Yahut:

Rektörü, dekanları profesörleri, doçentleri, asistanları, talebesiyle bütün bu üniversite;-yalnız bir meselede tek beyin olarak düşünür, tek kalb olarak çarpar, tek beden olarak hareket eder: O da Akdeniz adaları; evet Ege değil, Akdeniz adaları bahsinde, Türk'ten ayrı düşünenlere aksülamelde.

Diğer bir örnek:

Ah, gözümün dinlenmesi, ah sükunete kavuşabilmem. . . Bunun için umman değil, deniz değil, göl değil, nehir değil, ırmak değil, çay değil, dere değil, çeşme değil, bir damla su görebilmem dahi kafi gelir sanıyorum.

Bir örnek daha bulalım:

Yüzyıllar, yıllar, mevsimler, aylar, haftalar, günler, saatler, dakikalar, saniyeler selisler, rabialar, bir solukluk zamanlar; millet-leri, insanları, hayvanları, bitkileri hücreleri, zerreleri önlerine ka-tar, «irci'i» emrine doğru akarlar. Bu emir karşısında, iradenin cüz' isi de yoktur!

Farz edelim, bir ihtiras piyesi yazıyoruz; kahramanımıza:

İlk gençlik yıllarımda kalbim, Nemrut'un bile hüküm yürüte-meyeceği bir ateşle kavrulurdu. Bu, zamanla yanardağlara, fırtına-lara, korlara, alevlere, kıvılcımlara döndü. Bugün,-heyhat!-orada hazan yelleri esiyor!. . . cümlelerini söyletsek; yine bu çeşit tedrice örnek vermiş oluruz.

Son örnek:

Belâgatıyla, fesahatiyle, me'anisiyle, beyanıyla, bedii’siyle bütün ifade ilimlerine ait kitaplar; raflardan birer birer döküldüler. Gözleri, gözlerimde. «Söyle, haykır!» diyorlar. Fakat millet dilini kaybedeli, ben, sözü, kelimeleri sevmeyenlere bıraktım. Ey kelime-lerle, yalnız kelimelerle seviştiğim yıllar!. . .

258

BeşinciYazı

5-Sorulu Sanatlar (Figures Interrogatives)

Günlük hayatta soru, bilinmeyen bir şeyi öğrenmek veya karşı-dakinin o şeyi bilip bilmediğini yoklamak maksadından doğar. Fakat edebiyatta, bilinen şeyler hakkında da yöneltilir: Bu suretle bir takım edebi sanatlar meydana gelir. Bu sanatlar, ifadenin yapısı bakımından ayni mahiyettedirler; fakat mana incelikleri, bazı ayrıl-malara yol açar. Bu yüzdendir ki, soru sanatı yerine, sorulu sanatlar diyoruz. Bu sanatlar; ya istifham, ya cevap istifhamı, ya da teca-hül-i arif-ane olur: Bu sonuncusu, zekayı ilgilendiren yönünden dolayı daha önce anlatıldı. Talim-i edebiyat'tan önceki kitapların, bütün sorulu sanatları tecahül-i arif başlığı altında topladıklarını, aynı şeyin sonra yazılan bir iki kitapta da tekrar edildiğini, ilave edelim.

1-İstifham

İstifhamı, şimdilik Fransızcısını da göz önüne alarak doğrudan doğruya soru diye üç kelimelik bir terimle karşılayacağız. Frenk ki-taplarında da, interrogation proprement dite adıyla geçiyor. Recai-zade Ekrem Bey'le onu takibeden müelliflerin çoğu, «istifham» ke-limesini-tecahül-i arif de dahil-bütün sorulu sanatları içine alacak şekilde, hepsinin tek adi olmak üzere kullanmışlardır.

İstifham; kin, öfke, kıskançlık, ümitsizlik, üzüntü, acz, hayret, sevgi, nefret, teessüf. . . gibi bir ihtirasın kalbi sarstığı anda, bu sar-sıntının şiddetini daha kuvvetli şekilde tebliğ için serde dilen sual-lerdir.

Bu sualler; canlıya cansıza, görünene, görünmeyene, müşahha-sa mücerrede, nefse, gayra yöneltilebilir. Esasen o suallerin bünye-sinde mübalağalı şekilde, ruha hakim olan ihtirasın ifadesi vardır.

Başarılı bir «istifham», bütün edebi eserleri, bilhassa hitabele-ri ve dramatik eserleri, belâgatın üst derecelerine yükseltir.

Simdi bazı örnekler görelim:

Abdülhak Hamid'in Kahbe yahud Bir sefilenin hasbihali adlı

eserinden alınan aşağıdaki parçada istifhamlar; gayzla karışık şid-detli bir nefreti dile getirmektedir:

259

Melun!. . . Melun. . . Melun!. . . Ey melunların en la'ini ki ettiğin bu hıyanete, bu şenaate, bu cinayete karşı, daha gözleri olmayan sabiler bile ağlar. . . Ceninler ağlar. . . Hayaletler ağlar. . . Melekler, cellatlar ağlar. Figan eder. Sen nasıl oluyor da gülüyorsun?. . . Nasıl oluyor da vücudun zerre zerre tarmar olup da, her zerresi vaveyla ederek, huzur-i Rabbi'l alemine ba'id yer aramağa gitmiyor? Nasıl oluyor da bu halimi, bu fiilini gördüğün vakit gözlerin önüne akmıyor, dişlerin yerlere dökülmüyor da gülüyorsun; bakıyorsun?

Aynı şaire ait Tayıflar Geçidi adlı eserin su kısmında sualler, muaheze, tahkir maksadıyla serdolunuyor:

«Bu sırada gelen tayfa»

Vay Dante! Sen misin? Koca dahi-i müfteri! Hak-i siyah-i tıyneti hakister-i cahim!

«Sukut, devam»

Bilmem nasıl terahhüm edüp Halık-i Rahim, Vakfetmemiş o tıyneti derya-yi narına; Teshir için mi halka deha-yi şeririni?

Cühhal omuzlarında kurulmuş şeririni, İsyan için mi Hakk'a veya kibriyasına, Bühtan için mi yoksa onun enbiyasına? İnkar için mi hep Arap’ın ezkiyasını, Mihrin şu'a-ı pakini, mahın ziyasını?

İblis'e nisbeten sen iken elyak u eşerr, Duzeh-nişin olur mu imiş Seyyidü'l-beşer?

«Yine sükut ve devam»

Dahil değilse guşuna sıyt-ı menakibi, Zahir değil mi asrının olsun avakıbi?

Şair, bu mısraları Sadi-i Şirazi'nin tayfına söyletmektedir. Bun-larda Hamid'in ihtiraslı ifadesini bulmak mümkin değildir; mute-dil bir yoldan ithamlarına devam ediyor. Bunları belki de, İslami-yet'e karşı bir vazifesini yerine getirmek için yazmıştır; herhalde «Dahi-i müfteri»ye sevgisi de, onun bu vadiye sevk etmiş olabilir. Bu husustaki geniş mütaleamızı, edebiyat tarihine bırakıyoruz.

Akif Paşa'nın torunu için yazdığı Mersiye'de yer alan sualler de, bir te'essüri hali karşılamaları itibariyle birer «istifham» örne-ği teşkil ederler:

260

Tıfl-ı nazeninim unutmam seni

Aylar günler değil geçse de yıllar. Telh-kam eyledi firakın beni

Çıkar mı hatırdan o tatlı diller

Kıyılamaz iken öpmeğe tenin

Şimdi ne haldedir nazik bedenin Andıkça gülşende gonca dehenin Yansın ahım ile kül olsun güller

Tagayyürler gelüp cism-i semine Doküldü mü siyah ebru cebine Sırma saçlar yayıldı mi zemine Dağıldı mıkokladığım sünbüller

Feleğin kinesi yerin buldu mu

Gül yanağın reng-i ruyinsoldu mu Acaba çürüdü toprak oldu mu

Öpüp kokladığım o pamuk eller.

Tevfik Fikret'in Doksan Beşe Doğru manzumesinden alınan şu mısralardaki istihfamlar, umumiyetle sözü edilen şeylerin yokluğu karşısındaki infiali dile getirmektedir; ikinci mısra da aldatmalara karşı bir feverandır:

Kanun diyoruz; nerde o mescud-ı muhayyel? Düşman diyoruz; nerde bu? Haricde mi, biz mi? Hürriyetimiz var, diyoruz, şanlı, mübeccel; Düşman bize kanun mu, ya hürriyetimiz mi?

Bir hamlede biz bunları kahretdik en evvel.

Aynı şairin Sultani'ye adlı manzumesinden alınan su mısralardaki istifhamlar; bir mazi ardından duyulan firakı dile getirmektedir:

Fecrin bütün semasını birden kucaklayan

Bir pencerende, sahne-i haverle ru-be-ru,

Yıllarca bundan evvele raci', bugün yavan

Bir sergüzeşt, o günler için macera dolu

Bir ömre nasb-ı fikr ile daldım. . .

Bugünki ben Kim der o yirmi beş sene evvelki gölgeyim?

Bir çeyrek asra öyle uzaktan bakıp gülen Sima

Bir çeyrek asra öyle uzaktan bakıp gülen

Sîmaya şimdi ben bile bîgâneyim. . . O kim?

261

Kimdir hakikaten şu beyaz bir gelin kadar

Hassas ü şuh akasyaların gölgesinde gah.

Bağran, gülen, koşan, tepinen, ba'zı pür-vekar

Bir tavr-ı iktinah ile, bir yanda bir siyah

Cildin zilal-i lal-i süturında kaybolan

Cevval ü muhteris çocuk?. . . Ey me'men-i şebab,

Etdim geniş kanatların altında ihticab.

Fuzuli'ye ait aşağıdaki mısralarda da, ;<istifham»lar, hüzün ve merhameti dile getiriyor:

Gel olalı hem-nefes men ü sen

Raz-i dil-i zarun eyle ruşen

Ne derd seni nizar edüpdür

Alüf te vü zerd ü zar edüpdür Başdan ayağa nedür bu yanmak Dud-ı dile dem-be-dem boyanmak Ne cinsdür adun ey bela-keş

Kim ab-ı hayatın oldu ateş

Şerh-i dil-i germ ü çeşm-i ter ver Ser-rişte-i razdan haber ver

İstifham, bazan da, karışık bir ruh haleti içinde müteazzım bir tavırla dış dünyaya yöneltilen muaheze halini alır. Abdülhak Ha-mid'in şu mısralari, bu husus için bir örnektir:

Niçin ey mah o maha benzemezsin, Niçin ey mah benzersin o maha;

şair, şurada da yıldızlara hitabediyor:

Yıldızlar, anı siz etdiniz defn! Durmuş ne bakarsınız uzakda?

İstifhamın bu çeşidinde baş yer, hayretin çığlıklar halinde yük-selişine aittir. Örnek için, yine Hamid'in bir mısraını verelim:

Ya Rab ne muhitdir vücudun

Bu san'atın acı bir «istığrab»ı da dile getirdiği görülür.

Namık Kemal'in, şu sızlanışlı mısraına bakalım. «Sızlanışlı» di-yoruz. Vaveyla'nın yeniliğine rağmen, Kemal'e has sesten uzak oldu-ğu edebiyat tarihimizde izah edilecektir:

Sen misin, sen misin garib vatan?

262

2-Cevablı istifhamlar

Bazı istifhamlar, yöneldikleri maddeye dair, bizzat cevap mahiyeti taşırlar. Bunlar, ya beklenmeyen bir hal veya hadise karşısında, suali cevabın takibi suretiyle hayreti ortaya koyarlar ya da mana-da te'kit-vazifesi görürler. İkisini birlikte maksadı tam kavramamakla beraber,-şimdilik-cevablı istifhamlar (karşılıklı sorular) adı altında topluyoruz. şu izahattan da anlaşılacağı üzre bu çeşit istifhamları ikiye ayıracağız, ilkine doğrudan doğruya cevablı istifhamlar, ikincisine cevabı pekiştiren istifhamlar adını vereceğiz.

1°Doğrudan doğruya cevaplı istifhamlar

Cevablı istifhamlar, bir sorunun, ardından gelen bir karşılığa atlaması yahut doğrudan doğruya içinde karşılığı da taşımasıyla meydana gelir. Frenkçede subjection kelimesiyle ifade edilen istifham çeşidini ifade etmek üzre şimdilik bu terimi kullanıyoruz. Bu çesit bir istifham, umulmadık bir hal karşısında kendini gösterir.

İçindeki diğer sorularından dolayı yukarıya aldığımız Tayıflar Geçidi’ndeki parçada Vay, Dante sen misin? sözü; Sadi-i Şirazi'nin beklemediği bir anda, onun tayfıyla karsılaşması üzerine söylen-miştir.

—Aaa! Ne görüyorum? Dışarda kar yağarken Erzurum'da bu meyveler?

—Kimdir denize giren? Demek ben. Hayret!. . . Çocuklar, bana yaptırmayacağınız şey yok doğrusu!. . . Artık «galsamalı» oldum.

—Necati Bey mi tayyare ile seyahat etti? Hem de korkmadan

öyle mi? Yanında oturmasa, Haluk da söylese inanmayacaktım.

—Neredeyim? Amerika'da mı? Ben, esafil-i Şark'ın son bakiyyesi, rü'yada görsem inanmazdım.

 Hayret!. . . Evine misafir da'vet eden, üstelik paraya kıyan içki ikram eden Rıza mı? Ancak sofrasında bulunduğum için inanabiliyorum.

—Gözlere şenlik!. . . Sen de bizim eve gelir miydin?

2°Cevabi pekiştiren istifhamlar

Bazı sorular, karşılıklarına ait manayı pekiştirme maksadıyla kullanırlar. Bunları yerine göre duygu hayatına, bunun üst derece-

263

si olan ihtiraslara, yerine göre de zekaya bağlamak mümkindir. Bü-tün sorular gibi, bunlar da, ya olumlu (-müsbet = icabi = posi-tif), ya olumsuz (= menfi = selbi = interronegatif) bir halde bulu-nurlar. Cevabı pekiştirmeleri de, sözü edilen bu iki hale göre deği-şir. Demek oluyor ki bu çesit istifhamları da ikiye ayıracağız:

a) Müsbetistifhamlar(= Olumlu sorular) :

Müsbet istifhamlar, bazan kendileriyle ilgili menfi cevapları pekiştirirler. Söz gelimi, Namık Kemal'in Vatan-yahud-Silistre ad-h piyesinin kahramanlarından Abdullah çavus; bir çok yerde sö-zünü kıyamet mi kopar? sualiyle bitirir. Bu, «elbette kıyamet kop-maz» takdirindedir.

Buna benzer bazı örnekler verelim:

—Radyolarda bozuk türkçenin, usule aykırı musikinin sürüp gitmesini Şaban Karataş mı ister?

—Muhan Bey'in üzülmesini Kaplan Bey mi arzu ederdi?

—Talebeyi isyana Hükümet mi teşvik etti?

—Bu yangınları, bu banka soygunlarını, bu çocuk kaçırmalarını, bu fiat artışlarını, hepsinden daha kötüsü, bu bulaşıcı hastalıkların zuhurunu Hükümet mi isterdi.

—Bu musiki sefaletine Ruşen Ferid mi sebep oldu? Taksi şoförlerinin cebren dinlettikleri o feci plakları Zeki Müren mi doldurdu.

—Ne istiyorsun bu çiçeklerden? Onlara suyu sen mi veriyorsun? Onları giineşe sen mi çıkarıyorsun? Onları zamanı gelince sen mi buduyorsun? Onların dibini sen mi kazıyorsun?

Bütün bu sualler, olumsuz hallerinin pekiştirilmiş şeklini tef-him maksadıyla irad olunmuşlardır.

b) Menfi istifhamlar (= olumsuz sorular) :

Menfi istifhamların, kendileriyle ilgili müsbet cevapları pekiş-tirme maksadıyla kullanıldıklarını da görürüz. Örnek olarak Tev-fik Fikret'in şu mısralarına bakalım:

İster misin, su ak sakalın pak ü muhteşem

Pişani-i vekarına bir kirli el demem,

264

Hatta yabancı bir el uzansın? şu makberi,

Razi olur musun, taşa tutsun şu serseri?

Elbet hayır; o makber, o pişani-i vakur

Kudsi birer misal-i vatandır. . . Vatan gayur

insanların omuzları üstünde yükselir,

Burada iki yerde istifham san'atı yapılmıştır: Birincisi «ister misin?», ikincisi «razi olur musun?» yüklemi etrafındadır. ilki «asla istemezsin!» takdirindedir. Diğeri, bu san’atın daha önce an-latılan bir şekline de uyarak cevabını birlikte taşıyor. Şa'ir: «E1-bet hayır» cümlesiyle sualinin olumsuz cevabına kesinlik kazandı-rıyor.

Bir redd veya inkarı hükümsüz bırakmak maksadıyla da bu tarza başvurulur.

—Sen, Hüseyn'in ilerlemesini istemiyormuşsun, diyen bir zata:

—Nasıl istemezmişim; daha profesör olduğu gün

Arşa dek çıksa seza, kiirsidedir Yurdaydm!

mısraını ben söylememiş mi idim? Cevabını veren kimse, bu san'atı yapmış olur.

Yahut:

—Artık bizi unuttun; ne aradığın var, ne sorduğun diyen di-

ğer bir zata:

—Aman, Vali Paşa nasıl unutmuş olabilirim? Efendimize:

Kararsız geliriz, yok miyanımızda makam!

mısraını havi bir telgraf göndermemiş mi idim? cümlesiyle karşı-lık veren kimse, yine bu san'atı yapmış olur.

—O, bu sömestrede son sınıfın hiçbir dersine girmemiş cümlesini,

—Nasıl girmemiş olur? Ders yılı başında sözünü ettiğin sınıfa girip de:«Bu sömestr Kutadgu Bilig'i okuyacağız» deyen o değil mi? cevabıyla karşılamak da, yine bu çeşit bir sanat yapmaktır.

—O zatı profesörlüğe yükseltenler arasında sen de yok muydun? Şimdi ne diye dert yanıyorsun? cümleleri de böyledir.

—Yugoslavya'daki uçak kazasından dolayı, Başbakan üzüntülerini bildiren bir tebliğ yayınlamadı mı? cümlesi aynı mahiyettedir.

265

—Niçin radyoyu açtım diye kızıyorsun? Musiki ruhun gıdasıdır deyen sen değil miydin? cümlesi de bu kabildendir.

Başka bir örnek olarak da:

—Bu sömestrde okuduğunuz ne varsa, hepsini öğreniniz! İmtihandan soracağım dememiş miydim? cümlesini verelim.

İşte son örneğimiz:

—Ne diyorsunuz? Osman Şems Efendi'ye mi lakayd kalmışım? Şu mısraı ben söylememiş mi idim?

Şemse ma'kes oldu Osman: elde Mushaf, yüzde nur!

Burada «Osman, Mushaf, nur» kelimelerindeki ihamla Üskü-darlı şair Şeyh'i, Hazret-i Osman mertebesinde görecek derecede ona içten bir bağlılığın ifadesi yok mudur? Ayrıca «şems» keli-mesi bir yandan Osman Şems'e diğer yandan Şems-i Tebrizi'ye delalet edecek şekilde kullanılmamış mıdır? «Mushaf»ın mücerret «kitap» manasıyla «Şems», «şems»le «nur» ve «ma'kes» arasında-ki münasebetlere dikkat eden siz değil miydiniz?

Üçüncü Altbölüm

3-Bilgiye Bağlı San'atlar

Bilgiye bağlı san'atlar, belâgatla ilgili kitaplarda bedi'in mül-hakları arasında sayılmıştır. Bu esaslara göre bedi'in mülhakları faydalı, mütavassıt ve zait olmak üzre üç çeşittir. Bu altbölümde anlatılacak mülhaklar, bu mülhaklardan son ikisinin şümulune gir-mektedir.

Bu san'atları, iki kategori halinde tanıtacağız:

1) Bilginin malzeme olarak kullanıldığı san'atlar,

2) kastedilen unsurun bulunması dinleyici veya okuyucuya bırakılan mülhaklar.

BirinciYazı

1-Bilginin malzeme olarak kullanıldığı san'atlar

Bunlar; iktibas, tazmin, irsal-ı mesel, mülemma ve telmihden meydana gelmektedir.

Bazı kitaplarda ahz ü saraka ve ıkd ü hal de bedi'in eklerinden sayılıyor ki, bunlar kitabımızın başka sahifelerinde yer almışlardır.

İrsal-i mesel, yapı bakımından arzettiği hususiyetten dolayı beyan bahisleri içinde anlatılmıştı; burada aynı bahse yeniden dönülmeyecektir. Esasen bu san'at ancak bir yönüyle bu başlık altına alınabilir.

1-Telmih

Telmih, lugatte «parıl parıl parlatmak» manasına gelir. Edebi-yatta ise temsil yolu ile bilinen bir kıssaya, meşhur bir fıkraya, yay-gın bir nükteye, tarihi bir hadiseye, hale uygun bir mesele, ilmi bir bahse işaret etmek demektir. Bu suretle ifade de parlatılmış hale gelir.

Mesela Namık Kemale ait şu nazım parçasında:

Hem muvafık hem muhalifdi Ziya ile Kemal Şu'le-i berkiyyede mevcud iki kuvvet gibi İttihad etdikçe amma başına zalimlerin Yıldırımlar yağdırırdı fikr-i Hürriyet gibi kendisi ile Ziya Paşa'nın Hürriyet gazetesini çıkarmalarına telmih vardır.

Munif'e ait aşağıdaki beyit:

Gah iltifat ü gah tenafür eder beyan Remz-i bedi-i gamze ile her nezareden «iltifat, tenafür, beyan, remz, bedi'» sözlerini nefsinde toplamak suretiyle bunların delalet ettiği edebiyat ve fen bahislerine telmihi taşıyor.

Nabide:

Ey name sen ol mah-likaden mi gelirsin

 Ey Hüdhüd-i ümmid Saba'dan mi gelirsin

beytiyle Süleyman-Belkıs kıssasına telmihte bulunmuştur.

Akif Paşa'nın:

Ahter-i matlabım afak-ı felekde doğmaz

Günde bin şey doğurur leyle-i habla-yi adem

beyti ise «el-leyletü habla» meseli için bir telmih taşıyor.

267

Bu telmih, Rahmi'ye ait:

Abisten-i safa vü kederdir leyal hep

Gün doğmadan meşime-i şebden neler doğar

beytinde de aynı telmihle karşılaşıyoruz.

2-iktibas

İktibas, bir şair veya nasirin kendi eserine ayet veya hadisler-den birini katmasıdır. Yukarıda da belirtildiği gibi; bir müddet-ten beri kelime, müsamahalı bir surette, intihal dışındaki bütün nakilleri içine alır bir mana kazanmıştır. Burada, edebiyat terimi olarak an'anevi manasına sadık kalacağız.

Eskiler, iktibası müstahsen müstehcen olmak üzre ikiye ayı-rırlardı. Müstahsen, «güzel sayılmış»; müstehcen, «kotü sayılmış» demektir.

1°Güzel sayılan (= müstahsen) iktibas:

Söz veya yazıya alınması şeriate aykırı düşmemek şartıyla din-leyici veya okuyucunun zevk duyacağı iktibasa «müstahsen iktibas» adı verilmiştir. Bu da, «ahsen» ve «hasen» olmak üzere ikiye ayrı-lıyordu.

Bunlardan birincisini «en güzel iktibas», ikincisini «güzel iktibas» terimleriyle karşılamağa çalışacağız.

a) En güzel (= ahsen) iktibas:

Manası, faydalı bir öğüdü taşımak şartıyla, şair yahut nasire ait ibare ile alınan ayet veya hadis arasındaki uygunluk, okuyucu veya dinleyici üzerinde hoş bir te'sir bırakırsa, böyle iktibaslara «en güzel iktibas denirdi.

Bir hadisi ihtiva eden aşağıdaki beyit, bu cins iktibas için bir örnek olabilir:

Katl ile zulm-i beşer eylemeden eyle hazer «Beşşiri'l-katiIe bi'l-katli» didi Peygamber

b) Güzel (= hasen) iktibas:

Alınan ayet veya hadisle onun zikredildiği ibare arasındaki bağ, yine şeriate aykırı düşmemek şartıyla okuyucu veya dinleyici üzerinde hoş bir te'sir bırakırsa, böyle iktibaslar da, güzel iktibas sayılırdı.

268

 İçinde bir ayet bulunan şu parça, bu çeşit iktibas için bir örnektir:

Berihin u'iyret hafiran min zebercedi Leha't-tibru cismun velluceu halahil irha-'yı inan-i sefer ve gulgule-i «cahidu fi sebili'llahi» ile saye-i ra-yat-ı feth-ayat-ı hilafetde gürüha gürüh tahaşşüd-nüma-yı ferr ü şü-kuh olan hezaran hezar hizebran-i ejder-şikar ile Edirne mevkib-i hümayununa irtihal edüp. . .

Namık Kemal

Görülüyor ki, bu iki çeşit iktibas arasındaki fark, öncekinin, okuyucu veya dinleyici için öğüt sayılabilecek bir nitelikte olması-dır.

2°Müstehcen iktibas:

Şeriat ve İslam adabına uymayan bir ibarede ayet veya hadisin yer almasıdır.

Bu çeşit iktibasa örnek olmak üzere, Abbasi halifelerinden Me'-mun ile zevcesi arasında-nikahı takibeden ilk mahrem anlarında-geçen konuşma gösterilir.

iktibas üzerindeki diğer bir sınıflandırma da, ayet veya hadisin tam yahud eksik alınmasıyla ilgilidir. Buna göre, birincilerine «tam», ikincilerine «nakıs iktibas» adı verilmiştir.

Aşağıdaki beyitte tam bir iktibas örneği vardır:

Bi-bakadir bu meclis ey ahbab «Fetteku'llahe uli'l-el bab»

Şu beyit de, bir eksik iktibası taşıyor:

La'linden alsa lezze-i milhi ücac-i bahr Bahşeyler idi çeşme-i «azbi fürat» ile

beytinde Türkçe ifadeye kavuşmuştur.

3-Tazmin

Tazmin, başkasına ait bir nâibn kendi eserine bir unsur kat-maktır. Ancak katılan sözün kime ait olduğunun bilinmesi şarttır.

269

 Bu, ya kailini bildirmek suretiyle olur ya da-o unsurun' meşhurlu-ğu yüzünden-bu ismi zikre lüzum kalmadan yapılır.

Tazmin terimi, eskiden hem nazım, hem nesir için kullanılırdı. Türkiye'de gazeteciliğin yayılmasından sonra, iktibas kelimesinin müsamahalı,-doğrusunu söyleyelim-hatalı şekilde kullanılması; tazmini nazma münhasır kılmıştır.

**

İzzet Ali Paşa'nın şu nazım parçasında, tazmin için bir örnek görmek mümkindir:

Eyledikde kudsiyan tebşir sad tahsin ile Alem-i ervaha ra'na bu gaza-yi ekberi

Ruh-ı Nef'i gördüm eylerdi bera-yı tehniyet Tak-ı arş üzre bu garra nazm ile cevlan-geri «Aferin ey ruzgarın Şeh-suvar-ı saf-deri» «Arşa as şimden gerü tiğ-i Süreyya-cevheri»

Yusuf Kamil Paşa’ya ait aşağıdaki nesir parçasında da, bir meş-hur hikmetin tazmin edildiğini görüyoruz:

Dakayık-ı habaya-yı umur-ı cihan piş-i nigah-ı hakayık-agah-ı şahanelerinde ma'lum ü gayr-ı nihan iken «leyse'l-haberu ke'l-iyan» fehva-yı hikmet-ihtivasına ne suretle rağbet ü i'tibar buyurdukları-na enzar-ı aşina. vü biganede delil-i cedid aleni olmak miitale'a-i aliyyesiyle bi'ş-şevket ve'1-iclal Avrupa seyahatine meyl ü ikbal buy-rulması zımnıda münderic ve müstekin olan enva'-ı menfa'at-i ha-liyye ve miistakbelenin vasf u beyanında elsine-i aklam-ı erbab-ı it-tisaf ser-füru-bürde-i acz ü intiraf olduğu misıllu. . .

4-Mülemma'

Bir mısraı türkce, diğer mısraı Arapça veya Farsça yazılan man-zumelere mülemma denir. Bazan her iki dille yazılan manzumeler-de görülür. Yeni mizahi eserlerde, Fransızca lâfızları da ihtiva eden mülemmalar yer almıştır. Türk ve Fars aruzları birbirine benzese de, Arap aruzu farklıdır. Fransızcada metrique sistemi büsbütün ayrı-dır. Bu itibarla son iki lisanla miülemma' yapmak vezne tam hakim olmayı gerektirir.

Mevlana Celaleddin-i Rumi, Molla Cami, Hafız-ı Şirazi eserle-rinde türkçeye yer vermişlerdir. Türk şairleri arasında Fuzuli, başarılı mülemmalar meydana getirmiştir.

270

Aşağıdaki üç beyit, aynı manzumenin muhtelif yerlerinden alın-mıştır:

Ya menba'al mekarim ü ya ma'dinel-vefa

Ya mecma'a'l-mehasin u ya mazhara'1-ata

Mi'rac yafti tu vü ber Tur şud Kelim

Fark' ez' tu ta kelim zi arzest ta sema

Ya Mustafa Fuzuli-i muhtaca rahm edüp izhar-i iltifat ile hacetin reva

Tabiatıyla iktibas veya tazmin yoluyla da mülemma meydana ge-tirilir. Fuzuli'den başka mülemma örnekleri verelim:

Ya men ahata ilmuke'l-eşyae külleha

Ne ibtida sana mutasavver ne intiha

Yahut:

Kad enare'l-aşku li'l-uşşak-ı minhace'l-Huda

Salik-i rah-ı hakikat aşka eyler iktida

Aynı şa'irin şu gazeli, tam bir mülemma' örneğidir:

Ol müşk-bu gazale ihlasum eyle vazih

Bellig saba selamen miskiyyetu'r-revayih

Olgaç habibe vasl bizden hem olma gafil

La-takta'i'r-resayil la-tektümü's-sarayıh

Yüzde sirişk kanı söyler gam-i niham

Kad tazhare'l-me'ani bi'I-hattı fi'l-levayih

Men mübtela-yi hicran menden ırağ canan

Ve'l-ömrü keyfe ma kan mislü'r-riyahi rayih

Aşkın Fuzuli-i zar terketmek oldı düşvar

Ya arifen bima sar la-teksirin nesayih

İ k i n c iY a z ı

2-Maksadın Bulunması Dinleyici veya Okuyucuya Bırakılan San'atlar:

Bu san'atlar, mu'amma ve lugazdir. Şimdi herbirini ayrı ayrı kısaca anlatalım:

271

1-Mu'amma

Mu'amma, bir beytin, gorünürdeki manası dışında remiz, ima, kalb ve tashif yoluyla de bir isme delalet eden vasıftaşımasıdır. Çözülmesi dinleyici veya okuyucuya bırakılan bu manadır.

İran Edebiyatı’nda Molla Cami', Çagatay Edebiyatı’nda Ali Şir Nevai, Azeri-Osmanlı Edebiyatı’nda Fuzuli, . Osmanlı Edebiyatı’nda Edirneli Emri, Nabi, Sünbül-zade Vehbi bu san'atta maharet gös-termişlerdir.

Aşağıdaki beyitler, meşhur mu'amma örnekleridir.

Bende vok sabr ü sükun sende vefadan zerre iki yoktan ne çıkar fikr idelim bir kerre

«Yok»a delalet eden iki lâfızdan biri «na», diğeri «bi» olduğuna göre, buradaki gizli mana Nabi'dir.

Sefinenin başı girse limana

O memduhun ismi çıkarmeydana

«Sefine» kelimesinin ilk harfi-eski alfabe ile-«sin»dir; «liman» i!e «leyman» da sözü geçen alfabeye göre aynı harflerle yazılır. «Sin» ile «leyman» birleştirilirse Süleyman kelimesi hasıl olur. Sünbül-zade'nin şu mu'amması da meşhurdur:

Sah-i tuba serv-i kaddinle gelürse bir yere Her gören cana olur elbet tarafdarın senin

Tuba»nın ilk harfi olan «tı», «serv-i kadd» uzunluk fikrini ta-şıyan «elif» ile birleşir, bunları da ikinci mısraın ilk kelimesi olan ve eski alfabe ile hem «her» hem «hir» okunabilen lâfız takibederse Tahir ismi meydana gelir.

Mu'ammanın çözülmesi, dinleyici veya okuyucuya bırakılmış sayılmakla beraber; tertibedenler işin güçlüğünü gözönüne alarak kasd edilen ismi başa yazmağı adet etmişlerdir.

Şimdi Nabi Divanı'ndan böyle birçok örnek alalım:

Malik

Bir güher gördüm ser-i zülfünde yarın cilve-ger

Bir dahi gördüm ki koymuş guşe-i damana ser

272

Muhammed

Dedi cam-» lebin gören cana

Sahibi Cem gibi ser-ameddir

Ahmed

Safa-yı sine-i uşşaka olamaz mahrem

Derun-ı dağ-ı dile secde etse de merhem

Mustafa

Derya-yı dilde germekle mevc-i ıstırab

Hayretle çıkdı hatır-ı temmuzdan serab

Bekir

Kadir mi senin meh ola karşımda mümayan

Bir kez hele mir'ata bak ey hiisrev-i huban

Omer

Mihr-i bi-payanı neylersin göniil

Mihr-i bi-payane lazımdır zaman

Ali

Layık mi fünundan içmemek su

Ab-ı ulema hod ab-ı dil-cu

Hüseyin

Bilmezem halim n'olurdı guşedeydi

Mesnevi Çün sema'-ı neyle olmuş ebr-i giryan mevlevi

Aşağıdaki beyit de, Namık Kemal'in ismi ile alakalı muammasıdır :

Bir katre ma düşünce gülün kalb-i pakne ismim çıkar hemen verak-ı tab-nakine

2-Lugaz

Çözülmesi, sezgi veya istihrac sayesinde bir ima yoluyla müm-kin olan bilmeceye lugaz denir. Lugazlar, umumuyetle lâfız itibariyle muammaya nisbetle müfassal olurlar.

Aşağıdaki Lugazde noktaya işaret edilmiştir; ki Reşid Çelebi'ye aittir

Ol nedür kim ikidir insanda

Üçden artuk olmadı hayvanda

Sende var hem bende var ademde yok

Cümlede vardır desem alemde yok

Kimsede olmaz veli herşeyde var

273

Olur anın ile âlemde vakar

On beş olmuşdur anın menzilleri

Birine Kabil değil varmak biri

Bir iki üçden ziyade olmadı

Dördünü bir yerde kimse görmedi

Vasıflarını söyleyerek” Medlul” ü ima için de, Nabi’nin nargile’ye ait lugazini örnek verelim:

Ol nedür kim hem nefesdir ademe

Meşrebi sermayedür ayş ü deme

Dostlar için durma yanar yakılur

Yanına dilber gelince takılur

Yansa ateşler başında da’ima

Terk-i yaran etmez ol sahib-vefa

Tazeler destarını ibret-nüma

Yediği içdiği hep bad-ı heva

Yazda yağmurluk giyer handan olur

Kışda abdallar gibi üryan olur.

Da’ ima suya girer esvap ile

Zevk eder alemde ab ü tab ile

Her zaman esnafla bulur hayat

Münkati’ olsa nefes kalmaz sevat

Gah vatur geh oturur insan gibi

Yidügi otdur heman hayvan gibi

Dilberanın bus ider ağzın müdam

Ölmeyince olamaz karı tamam

Bu lugaz bir hoş lugazdir Nabi’ya

Hallederse anı Derviş Mustafa

Lugazin mensur örneklerine de rastlarız; aşağıdaki parça bunlardan bidir:

Bir şey-i san’at mümuddur ki ekser ecza-yı mürekkebesi ibtidayı aferinişden beru ve fakat müteşettir suretde mecalis-i sigar u kibarda mevcud ve ba’ zısı nev’-i beşerle bile hem-vücud olduğu halde suret-i acibe-i terkibiyyesi çeşm-i cinan-bin-i Felatun’a dahi gayr-ı meşhud bulunmuşdur. Emr-i icad ü ihyası fermude-i Hazret-i Zıll-ı vedud oldığına bina’en yakında zibayiş-bahşa-yı saha-i şühud olur işte bu şey’i garibü’z-zıhavass-ı zahire ve batınadan bı-vaye ve fakat uyun-ı kesiresi hüsn-i endamına piraye olup add ü ihsandan haric ircel ve ikdama malik iken hemişe meslek-i sebat ü istikamete mesalik ve k’ennehü halikdir amma yine kendüye müraca’at edenlere sebatına asla halel gelmeksizin yek-nazarda pek çok şehr ü biladı ayrı ayrı hal ü şanlarıyle ira et ve lisan-ı haliyle vatan-perverane icra-yı nasihat eder isminin halli tevarih-i müluk-i kisra mütale’asına muhtaç ve zatı meydanda olduğundan daha ziyade ta’rif ve tavsifi verasete-i kayd ü ihtiyacdır.

Hem mu’amam hem de lugaz Aşık Edebiyatı geleneğinde de göze çarpar. Saz zairleri, umumiyetle her ikisini de mu’amam terimiyle ifade etmişlerdir. Mu’amam asma” ve “ indirme” adeti, Aşık tarzından söz edilirken anlatılacaktır. Şimdi saz şairleri arasında da mu’teber sayılan bir iki lugaz örneği verelim:

Mu’amma diye kaydedilen şu lugaz ayak kabı’ya delalet etmektedir: Bir acyib nesne gördüm ey püser

İki ata bir kişi binmiş gider

Bunların hiç kimse çekmez başını

Geri kalan at çeker yoldaşını

Şu lugaz de fınarlardaki musluğa karşılık olmatadır:

Ol nedür kim alem ana dolanır

Kulağın bükdükçe ağzı sulanır

Lugazi, Halk Edebiyatı’nda bilmeceler karşılar. Aşağıda bunlarla da ilgili örnekler yer alacaktır:

Kaşık

Dolu gider boş gelir

Ağızlara hoş gelir

Kahve

Sürerim de kabarır Çekdiğimde geberir

Kayık

Bir atım var Mihriban

Göksü suda her zaman

Gece gündüz kişnemez

Arpa saman istemez

Nargile

Altı deniz üstü saman

Köpürdükçe saçar duman

Dördüncü Altbölüm

4-Yapıya Bağlı Mana San’atları

Bu alt bölümde eski kitapların cem’iyyet ve tensik umumi başlıkları altında topladığı san’atlarla bedii te’sirlerini kuruluşlarından alan diğer mana san’atları anlatılacaktır.

Birinci Yazı

1-Cem’iyet

Manaları bakımından birbirine uygun düşen veya tekabül eden lâfızları bir ifadede toplamağa “ cem’iyyit” denir. Eski kitaplar mutabakat, tenasüb ve iham-ı tanasübü bu başlık altında toplanmışdır. Biz buraya teşabüh-i etraf san’atını da katacağız.

Mutabakat

Bu san’atı meydana getiren lâfızlar arasındaki mana hususiyetinden dolayı, mutabakat daha önceki bahislerde “ tezad “ adlı altında izah edilmişti.

Tenasüb

Fikri bir sebepten veya mahiyetlerindeki bir hususiyetten dolayı, manaları arasında bir ilgi bulunan kelimelerin aynı ifadede toplanması tenasüb san’atını meydana getirir. Buna müra’at-ı nazir, cemiyet, teflik, Tevfik, i’tilaf kelimelerinin de aynı maksatla kullanıldığı vakidir.

Divan şiirinde bu san’ata çok ehemmiyet verilirdi.

Şimdi bazı örneklere göz atalım:

Siper it sineni gel hançer-i azara gönül

Böyledir resm-i muhabbet buna yok çare gönül

Beyitinde siper ve hançer

Çeken şarab-ı neşatı cihanda bir kere

Humar-ı cam-ı felek ser-nigün olunca çeker

Beyitinde şarab, neşat, humar, cam;

Gider mi sine-i ehl-i mahabbetden hayal-i yar

Nice münfek olur suret heyula-yı merayadan

Beyitinde suret, heyula, meraya;

Girdab-ı gamda sarsar-ı ahımla fülk-i dil

Elbetde bir kenara çıkar rüzgardır

Beyitinde girdap, sarsar, fülk, kenar, rüzgar kelimeleri; mahiyet bakımandan veya fikren ilgili yahut yakınlığı olan şeylere delalet ettikleri için tenasüb san’atı meydana getirmişlirdir.

Ayın san’at için mensur parçalrda da örnek görmek mümkindir.

Amma b’d rakım-ı tesvidat_ı sahayif-i isyan Fuzui-i na-tüvan bu tarz ile beyan-ı hal ve bu nehc ile şerh-i ma’fi’bal eder ki çün zevrak-ı vücudum badhan-ı tabi’at ü heves birle ateş-i cünun işti’al bulup harareti can ü cenana te’sir etdi.

Nitekim yukarıdaki parçada rakam, tesvidat, sahayif, beyan, şerh kelimelire ile tarz, hal, nech kelimeliri ve zevrak, badhan, derya, sahil, heva kelimeleri ile heva, heves kelimeleri ve idrak, ihsas kelimeleri ile ateş, işti’al, hararet kelimeleri arasında tenasüp san’atı vardır.

Nadir olmakla beraber, bazı kelimeler tezayüf ilgisiyle tıbak-lüzum ilgisiyle tenasüb için örnek teşkil ederler: Babalık, oğulluk gibi.

İlham-ı tenasüb

İlham-ı tenasüb; bir Lâfzın kasdolunmayan manasından dolayı, içinde bulunduğu ifadede diğer bir lafzla iligili olmasıdır. Bu da, birçok müelliflerce müra7a-ı nazir7in hususi bir hali sayılmıştır.

Zat-ı Hayder-şiyemi’azm edeli bu sefere

Baş keserler kılıcı namına cümle kefere

Beyitinde “ baş keserler “ Lâfzının kasd olunmayan manasından dolayı “ kılıç”la ilgisinde iham-ı tenasüb vardır.

Şu beyte de göz atalım:

Yara mecbur olan aşık olamaz bi-ağyar

Bağ-ı alemde olur gül dikenazürde-i har

Burada “diken” kelimesi kasd olunmayan manasından dolayı “gül” ile münasebetlidir bu yüzden de iham-ı tenasüb meydana gelmiştir:

Yahut:

Mihri yokdur o mahımı bilürem

Meşreb-i padişahımı bilürem

Beytinde “mihr”in, kasd olunmayan “güneş” manasından dolayı “mah”la münasebeti bu kabildendir.

Diğer bir örnek:

Acep mi el üstünde nergisi dil-dar

Ezelden arelerinde göz aşinalığı var

Beytinde “nergis” kelimesinin kasdolunmayan manasından dolayı “göz aşinalığı” ile münasebetidir böyledir.

Nesirde de bir örnek göstermek için Süleyman Nafiz’in şu metubunu alalım:

Pek necip ve büyük üstad,

İnşallah bübütün i’ade-i afiyet buyrulmuştur. (Şu’le) den herkes hayat ve hararet alırken siz soğuk aldınız. Müstesna hilkatlerin mazhariyetleri de müstesna olur.

Bi’l-münasebe arzatmiş olduğum makale intişar için (İnci) mecmu’asına verildi. Mecmu’a musavver olduğu için tasvirinizle de tezeyyün etmesi arzu ve reca olunuyor. Geçerlerde takdim etdiğim ariza ihraz-ı şeref-i vusul etdi mi? Yoksa bu varak-pare de mi kayıblar sırasında karışdı? Baki dest-i faziletinizi hürmetle takbil ederim efendimiz.

Burada Şu’le kelimesinin kasdolunan manası, bir gazinonun ismi olduğu halde, kasdolunmayan manasından dolayı hararet kelimesiyle münasebet kurulduğunu görüyoruz; böylece bir iha-n-ı tenasüb meydana geliyor.

Akif Paşa’nın:

Herkesin kısmeti yokken gelir amma bilmez

Yeri var aleme eylese selva-yı adem

Beytinde diğer bir ilham-ı tenasüb vardır. Burada men “minnet etme” manasında kullanılmıştır. Kasd olunan manası “kudret helvası”dır. Bu ise, İsrailoğullarına Allah tarafından “menn” ile birlikte ihsan edilmesinden dolayı “bıldırcına benzer bir kuş”un adı olan selva kelimesiyle münasebetlidir.

Keza, Ziya Paşa’nın;

Menafi muhtelifdir iktiza-yı rüzgar üzre

Değil uryana lazım nahudaya bad lazımsa

Beytinde de ilham-ı tenasüple karşılaşıyoruz. Burada rüzgar, “zaman, alem” manalarında kullanılmıştır. Kasdolunmayan manası ise, ”yel, hava”dır. Bu manasıyla beyitte yer alan nahuda kelimesi ile arasında münasebet vardır; üstelik bad kelimesi aynı manayı karşılayan diğer bir lâfızdır.

Abdülhak Hamid’in, Ta’lim-i edebiyat’a da alınan:

Kadın erkek herkesin okuyup yazmak bilmesi İslamiyet mukteziyyatından değil midir? Ben niçün herkesden madud olmuyorum? Ehlim olmadığı için mi beni na-ehil addediyorsunuz? Cümlesi bu husus için zengin bir örnektir: Ehlim sözünün kasdolunanmanası eşim, kasdolunmayan manası ise “ehliyetim”dir. Bu manasından dolayı na-ehl kelimesiyle münasebetlidir. Diğer yandan na-ehil lafzı “ehliyetsiz” manasında kullanılmıştır; kasdolunmayan manası da “ehli bulunmayan”dır; bu yönüyle de ehlim kelimesiyle münasebetlidir.

Mamafih, lâfız sayısı çok iham-ı tenasüp için Seyyid Vehbi’ye ait şu kıt’a örnek gösterilmiştir:

Kasr-ı erkan kısmın zevk ile payende kıl

Sade-nakış ol masivadan mala meftun olma hiç

Yara gelmiş kam olup camın çeküp içmiş rakip var yıkıl keserse sen dahi çat al çek iç

Burada cam kelimesinin kasdolunan manası “kadeh” kasdolunmayan manası “pencere camı”dır. Bu ikinci manası kasırla; çatmış kelimesinin kasdolunan manası “münasebet kurmuş”, kasd olunmayan manası binanın çatısını yapmıştır; bu yüzden de yine kasırla, çak ve iç nesnesi “bade”olan birer fiil oldukları halde, telafuzda “çekiç” ; çat ile al, yine nesneleri “bade” olanbirer fiil oldukları halde, telaffuzda “çatal”; keserse kelimesinin şart eki çıkarılınca “keser” suretine girmesi yüzünden bina inşasına mahsus bir takım alet isimlerinin meydana gelmesi yüzünden, kelimeleri hem birbirleriyle hem de kasırla münasebetlidir.

Bir hayli mütenafir harflerin toplandığı bu nazım parçasında zevk, ancak ilk mısrada lugat olarak mevcuttur.

İlham-ı tezad

Bir ibarede yer alan lâfızlar arasında kasdolunmayan manalarından dolayı zıddiyet veya tekabül bulunmasına “iham-ı tezat “ denir. Kasdolunmayan mana, manevi cinas yoluyla sağlanır.

Abdülhak Hamid’in şu iki mısrasına dikkat edelim:

Görsem yeridir seni karanlık

Nurum benim ey ilah, gitdi…

Burada nurum kelimesinin kasdolunan manası, istiare yoluyla, Şari’in rahmetli zevcesi Fatma Hanım’dır; kasdolunmayan manası ise, “nur”dur; işte bu mana ile karanlık arasında iham-ı tezad vardır. Ayrıca karanlık görsem “anlamasam” yerinde kullanılmıştır; karanlığın kasdolunmayan manası ile “aydınlığın zıddı”dır. Karanlık kelimesi, bu manası ile de görsem kelimesiyle iham-ı tezad meydana getirmiştir.

Teşabüh-i etraf

Teşabüh-i etraf; bir sözü, mana bakımandan başlangıcına uyan bir lâfızla bitirmektedir. Bu, bazen açık, bazen da kapalı olan bir “tenasüb” manzarası arzeder.

Manastırlı Rif’at, bu san’at için Tercemetü’t-Telhis ve’l-Mutavvel’deki, ifade, açık bir tenasübü karşımıza çıkarmaktadır:

Görmez basarlar anı müdrikdir ebsarı

Zat-ı ecelli anın çünkim latif ü habir

Burada görmez basarlar anı ile latif, o müdrikdir ebsarı ile habir lâfızları arasında münasebet vardır.

Bir de Şinasi’nin:

Tasavvur eyle Hıdiva celal ü izzetini

Seninle etmededir iftihar tac ü serir

Beyitine bakalım: Burada da Hıdiva kelimesi tac ü serir’e, celal ü izzet terkibi iseiftihar a tekabül etmektedir.

Keza Ziya Paşa’nın:

Bir milletin olunca mukadder sa’adeti

Bir adile müfevviz eder Hak hükumeti

Beytinde da milletin ve hükumetin lâfızları bu san’atı meydana getirmiştir.

Son örneği de Namık Kemal’den verelim:

Azım etmedeyim ah arş-ı Murad’a

Pür-ateşim ev çekil reh-güzerimden

Burada ise azmetmedeyim ve reh-güzerimden kelimeleri, sözü edilen münasebeti sağlıyor.

Bu san’atın kapalı olması hali de taraflardan birinin ihamlı bulunmasından doğar.

Görülüyor ki, teşabüh-i etraf, tenasübün mülhaklarından sayılması gerekn bir san’attır.

İkinci Yazı

2-Tensik

Tensik, isimlerin, sıfatların, diğer gramer kategorisine giren kelimelirin, bir ifade içinde tab’a hoş gelecek şekilde düzenlenmesidir.

Sıfatların tensiki, müzavece, cem, tefrik, taksim, beraberinde tefrik bulunan cem, beraberinde taksim bulunan cem, beraberinde tefrik-taksim bulunan cem, sayıların sikayeti, leff ü neşir bu çerçeveye girer.

Daha önce tecric diye anlatılan san’ata tensik adını verenler de vardır: Bunlar; tensiki aşağıdan yukarıya çıkışına göre irtikai, yukarıdan aşağıya inişine göre inhitai diye sınıflandırılırlar.

Sıfatların Tensikı

Bu san’at; manzum veya mensur bir ibarede, bir varlık veya bir kavramı, dinleyici ya da okuyucunun zihninde söz yahut yazı sahibinin itibar ettiği hüviyetle tacessüm yahut teşahhus ettirmek için sıfatların ardı ardına sıralanmasıdır.

Sıfatların tensikini, edaya sağladığı ahenk yönünden lâfız san’atlarında sokmak mümkindir. Ancak zihinde bir tasavvura çeşitli yönlerden kuvvet kazandırdığı için mana san’atı olarak mütalaa ediyoruz. Yapı üzerindeki te’siri de ilk anda göze çarpacak mahiyettedir.

Eski bir örnek olarak Hadikatü’s-süeda’daki şu satırlara bakalım:

Salih Yahudi ol fesahatde müte’essir olup eyitdi: Ey aziz validen kimdir İmam Hasan eyitdi Safvet-i hanedan-ı Risalet kıdvet-i düdman-ı Nübüvvet sadef-i iffet ü İsmet gurre-i çehre-i ilm ü hikmet nokta-ı da’ire-i menakıb u mefahir lem’a-i masiye-i mehamid ü me’asir mader-i sadat mecma’ı sa’adat şem-i arsa-i Arasat Betül-i azra ya’ni Fatıma-ı zehra’dır.

Salih eyitdi validen ma’lum oldu validin kimdir İmam Hasan Eyitdi Şir-i Yazdan şah-ı merdan müceddid-i usul-i mekarim muhteri-i kavanin-i merahim musalliyü’l kıbleten kurre-i ayn-ı seyyi-de’ssakaleyn reis-i evliya enisü’l-enbiya ya’ni Aliyye’l-Murteza’dır.

Salih eyitdi validin dahi ma’lum oldu Ceddin kimdir İmam Hasan eyitdi Gevher-i hizane-i Halil ve semere-i şecere-i İsmail nur-ı kandil-i ta’zim ü tebcil Habib-i Melik-i celil ol imam-ı muftarızu’t-ta’a ki Mekke’de namaz-ı feraz’izi eda kılup Mescid-i aksa’da sünnet eda kıldı ve ahval-i kurun-ı sabıka ve umür-ı atiyyeyi ahkam-ı haliyeden evzah bildi münzel-i Furkan Vazıh-ı iman Resul-i sakaleyn mahrem-i harim-i Kabe kavseyn cedd-i sıbti server-i enbiya ya’ni Muhammed Mustafa’dır.

Şehzade eda-yı menakıb kıldıkça saykal-ı kelam-ı mu’ciz-nizamı Salih yahudinin mir’at-ı zamirinden küfr ü dalaleti tedric ile ref’ edüp ve nikatı mev’ıza-amizi te’sir-i tam kılup katarat-ı eşk gözden döküp eyitdi ey şah-zade teselsül-i ibaret-i dil-perzirin kemend-i gerden-i can oldu ve tereşşuh-ı zülal-i kelimat-ı bi-nazirin hadika-i i’tikada tervic-i teravet bırağup riyaz-ı revanımı hurrem kıldı.

Bu parçada Fuzuli, Hazrat-i Fatıma, Hazret-i Ali ve Hazret-i Muhammed’e ait sıfatları tensik etmiştir.

Yeni bir örnek olarak da Abdülhak Hamid’in Tarık’ında Müslim tarafından Don Lui Merkado’nun na’şı karşısında tavsifine bakalım:

Müslim (gösterilen na’şa dikkatle )

Don Lui Merkoda!. . . Bu adam İspanya’nın en yiğit, en büyük, en muhakkir bir adamıdır. Bu adam fenler ihtira’ına muktedir bir akıl-i kamil, ilahiyyit ve hikemiyyat tedrisine ehliyetli bir allame, serdarlar, ordular ta’yin ve idaresine kadir bir kahraman, mudhikeler, bedi’alar yazmağa kifayetli bir edip, devletler, milletler, hükümdarlar kullanmağa müsta’id bir re’is-i siyaset-şinas olduğu halde, ukalamız, ulemamız, ümeramız, üdebamız, vükelamız anın kudretini, ehliyetini, mazhariyetini, meziyetini, tahmine, temyize, takdire, teslime, tevkire tenezzül etmediler… Don Lui Merkado!. . . Don Lui Merkado! Don Lui Merkado!, yine onlar için mi öldün?. . .

Manzum örnek içinde bazı itaplarda Mebani’ü’l-İşa’daki şu mısralar tekrar edilmiştir.

Medar-ı hilkat-i alem bahar-ı tıynet-i adem

Süvar-ı arsa-itarem emirü’l-meclis-i garba

Habib-i hazret-i İzzet tabib-i illet ü zillet

Kefil-i rahmet-i ümmet delil-i cennetü’l-me’va

Hata puşende-imüznib Emin-i Yesrib ü Buhta

Cenab-ı Ahmed-i mürsel imam-ı zümre-i kümmel

Mufassal-saz-ı her mücmel rumuz-amüz-ı her dana

Gani-zade

Müzavece

Müzcace, iki manayı şart ve cezada birleştirmektir. ( şart ve ceza için Türkçe dilbilgisi adlı kitabımıza bakınız. )

Şöyle olsa birbirleriyle yar olan ki fi’l-mesel

Biri duzahdan biri cennetden olsa behre-yab

Eyleye duzahda ol bunun safasında safa

Cennet içre bu çeke anın azabından azab

Haleti

Burada iki şart var: iki sevgiliden biri cennette olsa, diğeri cehennemde olsa. İki de ceza var: cennette olan cehennemdekinin azabını çeke, cehennemde bulunan da, cennettekinin safasını sürse.

Şu izah, şartları ve cezaları göstermek içindir. Bu manzum parça, Türk şivesiyle şöyle ifade edilebilir: “ İki sevgiliden biri cennette diğeri cehennemde ise. Cennette bulunan cehinnemdekinin azabını çeker, cehennemde bulunan da cennettekinin safasını sürer. ”

Cem'

Cem', birden ziyade lafza ait medlulleri, bir tek hükümde birleştirmektedir. Artık ona ana da, baba da sensin cümlesinde, ana-baba bir hükmünde birleştirilmiştir; bu hükümde, sensin kelimesiyle ifade ediliyor.

Bu yaz gecesinde ağaçlar, otlar, güller, havuz, kuşlar hepsi senin şarkını dinliyorlardı cümlesinde ağaçlar, güller, otlar, havuz, kuşlar aynı hükümde birleştiriliyor. Bu hüküm, senin şarkını dinliyorlardı lafzası içindedir.

Şimdi Nedim’in şu mısra’ına bakalım:

Ahdler tevbeler ol sağara kurban olsun

Burada ahdler, tevbeler; kurban olsun hükmünde birleştirilmiştir.

Şimdi, Halet’ye aid şu beyte göz atalım:

Felek tali’ zaman devran Sitare

Bakarlar i’tibar-ı Şehriyar’e

Şair; felek-i, tali’i, zamanı, devranı, sitareyi, Şehriyar’ın i’tibarına birleştiriyor.

Aşağıdaki beyit de Hulusi Dedeiye aittir.

Kadeh, bade, meyhane, ben ve habab’ ın birleştirildiği hüküm, havas-ı hamseden ayrılmamalıdır.

Cem san’atından bahseden kitapların verdiği ortak örnek, Nefi’ye aittir.

Hem kadeh hem bade hem bir şuh sakidir gönül

Ehl-i aşkın hasılı sahib-mezakıdır gönül

Bu beyitte ise, kadeh, bade, saki; hükmen gönül de birleşmiş oluyorlar.

Tefrik

Tefrik; bir nev’ide birleşen iki şey arasına tebayün sokmaktır. Bu “tebayün” Lâfzının ıstılah değil, lugat manasıyla kullanıldığı Telhis ve’l-Mutavvel Tercemesi’nde belirtilmiştir. Şu halde tefrik san’atı yapılırken, aynı nev’e giren iki şey arasına birbirine aykırı taraflar sokularak bir farklılık meydana getirilecektir. Tefrik, öğrenme, yerme gibi maksatlarla yapılır; söz sahibi, maksadını iyi bir şekilde belirtmek için öğeceği, yereceği şey’i, aynı nev’e giren diğer şeyden ayırtma yolunu tutar.

Örnek verelim:

Erzurum’u görlümce bir şehir olarak, nasıl İzmir’le nasıl karşılaştırabilirim? Terazinin bir kefesine Çiftminareler’in yalnız bir “kaşi”sini koysam kafi…Yamanlarıyla, Kadifekale’siyle, bulanık deniziyle, ticaret gemilerinin mekik dokuduğu limanıyla, antrepolarıyla, bankalarıyla, büyük ticaret haneleriyle, kulüpleriyle, localarıyla, gizli-aleni kumar salonlarıyla, simsarlı tabipleriyle, ipokrit ulemasıyla…hayır, bunlara ne hacet, nefis cıpralarla buzlu, buğulu rakıların iltifatınızı beklediği, beyaz örtülü, a canım Kordonboyu lokantalarıyla, her uğrayışımda alaturka bir “nis” şehrine düşme vehminin daussılasını duyduğum İzmir’den ağır gelir. O kaşi, o nice çini dilimi; bütün bir Ortaçağ Müslüman-Türk aleminin emeğini, tahayyülünü, efsanesini, rü’yasını, istikbale ait emelini, uzak Asya topraklarının bilinmez köşelerinde süzülmüş ıtırlı ot usarelerinden boyalarını, simetri aşkını, ahiret tesellisini, istiğrakını, hatta istiğnasını yüklüdür. Ağırlık, buradan.

Fakat sekiz ay kış?. . .

Burada, birleştirici nev’i ( eski kitaplar, nev’-i vahid diyorlar ) : gönlümce şehir olmasıdır. “ Tebayün ise, İzmir’in sıralanan vasıflanırdan doğuyor.

Şimdi birkaç kitabi örnek de verebiliriz:

Önce, şu mısralara göz atalım:

Nice teşbih edelim kadd-i Nihal-i yare

Yoğiken vech-i şebeh taze Nihal-i çemeni

Bu nazmın parçasında birleştirici nev’i, nihaldir. “yar”e ait olanla “çemen”e ait olan arasındaki ayrılık da, aradaki tebayünü meydana getiriyor.

Diğer bir örnek:

Ruhunla mihr-i alem-taba kimdir söyleyen birdir

O ecsama senin ruhsarın ervaha müessirdir

“ Parlaklık “, ruhla mihr-i alem-tab arasındaki itibari nev’i birliğini sağlıyor. Tebayun de, her ikisinin te’sir sahalarındandır.

Fuzuli el seni Mecnun’dan artık der melametde

Bunu münkir değil Mecnun dahi ma’kule ka’ildir

Burada itibari nev’i birliğini “ melamat” sağlıyor. Tebayün de, bu vasfın Fuzuli’de Mecnun’dan ziyade olmasıdır.

Ya da :

Budur farkı gönül mahşer gününün ruz-ı hicrandan

Kim ol canın verir cisme bu cismi ayırır candan

Beyitinde ortak nev’i, gündür. Tebayün ise, cisme can verme, cisimden canı ayırmadır.

Sonucunu örnek olarak da şu beyte bakalım:

Seni Kisra’ya adaletde mu’adil tutsam

Başkadır sende olan devlet ü din ü iyman

Buruda orta nev’i adalet ve devlettir. Kisra ile muhatap arasındaki devlet, din ve iman ayrılığı da tebayünü meydana getiriyor.

Taksim

Taksim, birden ziyade sayıda şeyleri söyledikten sonra, bunlardan her birine bağlı bir şeyi belirtme suretiyle aradaki ilgiyi ortaya koymaktır. Bu “ belirtme” sözü, taksimin, leff ü neşirden ayırt edilmesini sağlar. Taksimde önce bir takım şeyler söylenir; sonra da bunlarla ilgili şeyler sıralanır; ancak hangi şeyin hangi şeyle ilgili olduğu ya açık olarak belirtilir ya da bunun keşfini yarayacak sıfatlara yer verilir. Fakat leff ü neşirde bu yoktur: Hangi şeyin hangi şeyle ilgili olduğunun kavranması, dinleyicinin zihnine bırakılmıştır.

Mesela Hadikatü7s-süeda’ nın mensur satırları içine serpiştirilmiş mısralar arasında şöyle bir mesnevi ile karşılaşıyoruz:

Kandadır böyle bir şerefli neseb

Ma’den-i fazl u ‘izz ü hilm ü edeb

Sıfat-ı Hazret-i Hüseyn ü Hasan

Cümle-i ka’inatadır Ruşen

Ol biri nakd-ı pat-ı Mustafa

Bu biri nur-ı çeşm-i Murtaza

Ol biri bedr-i asman-ı kemal

Bi biri sırı-ı cuybar-ı cemal

Ol biri aftab-ı evc-i yakin

Bu biri gülbin-i hadika-i din

Burada önce Hasan ve Hüseyin Hazretleri zikredilmiş, sonra da hangisine ait olduğu bildirilerek her birisi için ayrı ayrı sıfatlar sıralandırılmıştır.

Yine Fuzuli’ye aid olan şu mısralara da bakalım:

Hak iki adil Süleyman hakim etmiş aleme

Evvel ü ahir kılup sırr-ı adalet aşkar

Ol süleymen’ın şükukı dive salmış rüsta-hiz

Bu Süleyman savleti küffarı etmiş hak-sar

O Süleyman’a mahal-i azmde mahmil heva

Bu Süleyman’a zaman-ı rezmde mahkum nar

Bu örnekte de şair, önce Süleyman Peygamber’le Kanuni Sultan Süleyman’ı zikretmiş, sonra da, hangi vasfın hangisine ait olduğunu bildirerek bunlar için ayrı ayrı sıfatlar sıralanmıştır.

Beraberinde Tefrik Bulunan Cem'

( Cem' ma’at-tefrik )

Bu çeşit cem', iki şey’i manada birleştirdikten sonra, bu birliştirmenin cihetleri arasına ayrılık sokmaktadır. Mesala Nabi’nin:

Bina-yı intizam-ı din ü dünyaya edüp alet

Zebana nutk vermiş, guşa vermiş kuvvet-i isğa

Beytinde, zeban, guş; önce din ve dünyanın intizamına alet olmakta birleştirilmiş sonra da birinin nutka, diğerinin isğaya tahsisi bildirilerek aradaki ayrılık ortaya konmuştur.

Başka bir örneğe göz akalım:

Vech-i pakin nara benzer şule-efruz olmada

Dil de berzer nara amma kim alev-süz olmada

Hüsni adlı bir zata ait olan bu beyitte, vech ile dil, önce nar manasında birleştirilmiş, sonra da bunların arası şule-efruz ve alevsuzsıfatlarıyla ayırtılmıştır.

Beraberinde Taksim Bulunan Cem'

( cem' ma’at-taksim )

Cem' ma’a’t-taksim, çok sayıdaki şeyleri bir hüküm altında topladıktan sonra, her birini yeni bir hükme bölmetedir.

Baki’nin şu beyti, örnek olarak gösterilir:

Yayıldı bahs-i la’l-i hatt u halin bağ-ı rıdvana

Suyun Kevser nebatın ney-şeker hakin abir etdi

İlk mısra’da bir cem san’atıyla karşılaşıyoruz: Zira, hat, hal, bahislerinin cennet bağında yayılmasında birleşiyor. İkinci mısrada, bunlardan her birinin cennetin suyuna, nebatına, toprağına bölünmesiyle ilgilidir: La’l, o suyu Kevser; hat o nebatı şeker kamışı, hal de, o toprağı anber haline koymuştur. Birinci mısraında cem, ikinci mısraında taksim san’atiyle karşılaştığımız bu beyitte, bir “ cem ma’a’t-taksim” san’atı vardır.

Şimdi Hüsni’nin şu beytine bakalım:

Bir gelir zevk aşna-yi aşka lutf u kahr-i yar

Birini dost arzu eyler birini ağyar-ı har

Önce yarın “ lutf”u, “ kahr”ı bir hüküm altına alınarak birleştirilmiştir. Böylece bir cem san’atı meydana gelimş oluyor. Sonra da dost ve ağyarın arzusuna bölünmüştür: burada da taksim san’atı vardı. İkisi birleştirilince, “ cem ma’at-taksim” meydana gelmiş olur.

Gün gibi doğup o şem-i rahmet-fanus

İ’caz te’em olduğun gördü nüfus

Çün arz-ı sanem yıkıldı tak-ı Kisra

Çün dude-i küfr söndü nar-ı Mecus

Şair, önce i’cazı tek bir hüküm altında toplayarak tev’em saymış; sonra da Kisra’ya ait yıkılmasına, Mecusi ateşinini sönmesine taksim etmiş; böylece de, bir “ cem ma’at-taksim” meydana getirmiştir.

Beraberinde Tefrik ve Taksim Bulunan Cem'

( Cem ma’at-tefrik ve’t-taksim )

Cem ma’at-kefrik ve’t-taksim, birden ziyade şeyi önce cem, ardından tefrik en sonunuda da her birinin bir sıfatını ortaya koyarak taksim etmek san’atıdır.

Mebaniü’l-inşa’da bu hususla ilgili şöyle bir örnek ver:

Leb-i yare akik-i nab dedim

Mu’teriz oldular bütün yaran

Dediler seng-pare-i Yemen o

Bu ise gerd-i çeşme-i hayvan

Şair, ilk mısrada leb-i yari saf akikle birleştirilmiştir: Böylece bir “cem san’atı meydana geliyor. İkinci mısra, bunların ayırt edilmesiyle ilgilidir: Bu da, “tefrik”i teşkil ediyor. Üçüncü ve’ dördüncü mısralarda ise, her birinin belirli vasfı verilmektedir. Bu suretle de taksimle karşılaşıyoruz. Şu halde kıt’anın tamamı, “cem ma’at tefrik ve’t-taksim”i ihtiva etmektedir.

Sayıların Siyakati

( Siyakatü’l-abad)

Mutavvel tercemesi’nde dahi bulunmayan bu ifade hususiyetinden Manastırlı Rif’at Bey bahsetmektedir. Mecami’ül-edep sahibi, sayıların siyakatini ( Siyakatü’l-abad) ı, mana san’atlarının tensiki başlığı altında topladığı kısmına almıştır. Fransızların, üslubun figure’lerine değil, diğer yapı unsurlarına ait bir hal saydıkları enumeration çeşitlerinden birine karşılık oluyor.

Rif’at Bey, sayıların siyakatini (siyakatü’l-abad) ’ı bir fıkrada birkaç ismi zikr edüp bir münasebetle anları yekdiğerine rabtetmekten ibarettir diye tarif ettikten sonra Mütenebbi’den Arapça, erruhi’den Farsça örnek veriyor. Türkçe örnek de, kendisinin:

Ağlasun Namık Kemal’e ruz ü şeb

Nas u kırtas kemalat-ı edeb

Mısralarını kaydediyor. Muharrir, burada yedi ismin “Ağlasun” fiiline rabtedildiğini ileri sürmektedir. Eğer yalnız nas ü kırtas u kemalat-ı edeb, Ağlasun fiiline bağlanmış sayılsa idi, enumeration denilen üslup hususiyeti ile karşılaşmış olacaktık.

289

Leff ü Neşir

Leff ü neşir, lugatde «toplamak ve yaymak» demektir. Edebiyatta, tafsîl veyâ icmal yoluyla birden ziyâde lafzı zikrettikten sonra,-merci tayinini dinleyici veya okuyucuya bırakarak bu lâfızlardan herbiriyle ilgili olan diğer lâfızları sıralamaktır. Bu unsurlardan hangisinin hangisiyle ilgili olduğunu tayin edecek dinleyici veya okuyucu, lafza veyâ mânâya ait karînelerden faydalanır.

Leff ü neşirde birbirine karşılık olan lâfızların sıralanması; bu san'atın sınıflandırılmasına yol açmıştır. Buna göre, iki çeşit leff ü neşirden sözedilir.

1° Düzenli (= müretteb) leff ü neşir:

Eski kitaplarda «leff ü neşr-i müretteb» diye sözü geçen san'ata düzenli leff ü neşir adını vereceğiz. Bu san'at, leffedilen lâfızlar hangi sırayı tâkîbediyorsa, karşılıklarının da aynı sırayı tâkîbetmesinden meydana getir.

Şinâsî'nin şu tahmîdine bakalım:

Değil mi Tanrı'nın ihsânı akl ü kalb ü lisân

Bu lutfu etmelidir fikr ü şükr ü zikr insân

Şair, ilk mısrada ihsan, akl, kalb, lisanı leffetmiş; ikinci mısrada da, bunların herbirine karşılık olan lutf, fikr, şükr, zikr lâfızlarını sıralamıştır. Böylece düzenli (müretteb) bir leff ü neşir meydana getiş oluyor.

Yahya'nın şu beyti de, bahsimiz için bir örnek taşıyor:

Bulaydım câme-hâbında açaydım lutf ile aynı

Gireydim koynuna ol goncenin Yahyâ nesîrn-âsâ

Leff kısmında câme-hâb, açaydım, lutf, lâfızları bulunmaktadır. Bunlara-yine sıra ile-koynuna, gonce, nesîrn kelimeleri karşılık oluyor. Demek ki, bu beyitte de düzenli bir leff ü neşir vardır.

Bir de şu beyte göz azalım:

Bâğa gel kadd ü ruh u hâlin görüp olsun hacîI

Serv gülden gül karanfülden karanfül laleden

Nabi, burada kadde servi, ruha gülü, hâle karanfüli tekabül ettirmiştir. Birinci mısrâda yer alan unsurlarla, ikinci mısrada yer alan unsurlar, ilgilerine uygun bir sıra içindedirler. O hâlde, beyitte düzenli bir leff ü neşir yapılmıştır.

2° Düzensiz (gayr-ı müretteb) leff ü neşir:

Bu çeşit leff ü neşirlerde birbirine tekâbül eden unsurlar arasındaki yer düzeni kaybolmuştur. Bu yüzden de sözü geçen san'at; bizim kitaplarımızda umûmiyetle «leff ü neşr-i müşevveş» diye adlandırılır.

Bedî ile ilgili kitaplarda düzensiz leff ü neşirler ikiye aynImıştır: Ma'kûs leff ü neşirler, muhtelif leff ü neşirler.

a) Ma'kûs leff ü neşirler:

Bu türlü leff ü neşirlerde, leffin ilk Lâfzına tekabül eden unsur, neşrin sonunda yer alır; diğer unsurlar da buna göre sıralanır. Telhîs ve Mutavvel mütercimi Abdünnâfi; örnek olarak:

Lebinden bûse almak mahrem-i bezm-i visâl olmak

Neşîmen-gâh-ı cennetde şarâb-ı kevser içmekdir

beytini verdikten sonra, ikinci mısra'ı:

Şarâb-ı kevser içmekdir neşîmen-gâh-ı cennetde

şekline sokmak suretiyIe bir düzenli Ieff ü neşir elde edileceğini bildiriyor.

Melîhî'nin şu beyti de bu husus için bir örnektir:

Zülfünle ruhun mushaf-ı hüsnünde nigârâ

Tefsîrîn eder âyet-i Nür ile Duhân'ın

Burada zülf (ilhâm-ı tenâsüb yoIuyla) dühâna; ruh, nûra; mushaf da, tefsîre tekâbül etmektedir.

Son örneği Fuzûli'den verelim:

Aks-i rûyin suya salmış sâye zülfün toprağa

Anber etmiş toprağın ismin suyun adın gülâb

Bu beyitte ise, suya gülâb, toprağa anber karşılıktır.

b) Muhtelif leff ü neşirIer:

Bu türlü leff ü neşirlerde; iIgili lâfızIar söyIenirkenhiçbir sıraya riâyet edilmez. Bunlar, mânâyâ intikâli de güçIeştirirler. Bu yüzden, o çeşit lâfızlar dizisinin san'at değil, ifade için kusûr sayılmalan gerekir.

Vezin zarûretinden doğan böyle Ieff ü neşirlere örnek vermeğe lüzûm yoktur.

Bahsin başında bu san 'atı tarif ederken «tafsil» veya «icmal» kayıtlarını koymuştuk. Şimdiye kadar anlattıklarımız, tafsil yoluyla yapılanlardır. Bazan da, birden ziyade şeyin kavramları tek lâfızda toplamı'; buna karşılık herbirinin hususiyeti söylenir. Söz gelimi leffde mücmel olarak iki şeyi toplayan bunlar zamiri yer alıp sonra da bu zamir tarafından temsil edilen isimlerin müteallikatı söylenince mücmel birleff ü neşir meydana gelmiş olur. Tabiatıyla, bu çeşit leff ü neşirlerde lâfızların sıralanışı ile ilgili bulunan düzenlilik, düzensizlikten söz edilemez.

Tercemeti't. Telhis ve'I. Mutavvel'de bunun başka bir hali anlatılıyor: «Bu makarnda leff ü neşirden latifü'l-meslek bir nev'-i ahar olup da bu evvela alet-i tafsil müte'addid zikr olunarak ba'de işbu müte'addide müte'allik olan şeyler zikrolunduktan sonra müte'addid-i mezkur tekrar İcmal üzre melfuz veyahud makdur olarak irad olunur. Bu suretle neşr birisi mufassal ve diğeri mücmel olan leffeyn beyninde vaki olur ve bu suret evvel e nisbetle bir meslek-i latifdir. »

Ittırat

Ittırat, bir kimsenin esamisini, baba ve dedelerinin isimleriyle birlikte, söyleyişte tekellüf gözetmeyerek-doğum tertibiyle-zikretmektir. Söylenişte tekellüften maksat, Mutavvel tercemesi'nde, isimler arasında «nesebe dalolmayan bir lâfız ile fasI-ı vuku» diye izah edilmiştir. Yine aynı esere göre, bu san'ata ıttırat denilmesi isimlerin «lisan üzre tahaddür ü cereyanı ıttırad ve sühulet-i encam ve seyelanında ma-ı cari gibi olduğu»ndandır.

Örnekler arasında, şu sözün Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) e aitolduğu rivayet edilir:

El-kerim bin el-kerim bin el-kerim-bin el-kerim Yusüf bin Ya'kub bin ıshak bin İbrahim.

ÜçüncüYazı

5-Yapıya Bağlı Diğer Mana San'atları

Bera'at-i istihlal, zamirlerin tevkidi, takdim-te'hir sihr-i helal de, yapıya bağlı mana san'ati manzarası arzetmektedir. Şimdi bunları sıra ile gözden geçirelim:

1-Bera'at-i istihlal

Bera'at, lugatte, "üstün gelmek» demektir. İstihlal ise, «yeni ayın görünmesi, ayın yenilenmesi, yağmurun yağması, çocuğun doğarken çığlık çıkarması» manalarına gelir.

İstılahta ise; ifadenin başında merama delalet etmek üzre yer alan kelime ve tabirlere denir. Bu san 'ata, hüsn-i ibtida adı da verilmiştir. Eğer maksadı ima edecek kelime ve tabirIer, ibarenin ortasında bulunursa, telmihi meydana getirmiş olur.

Bera'at-ı istihlalde maksada iki suretle geçilir: Bu da, ya bir münasebet bulunarak, ya da hiçbir münasebet bulunmayarak. Bunlardan birincisi tahallüs, ikincisi iktidab adını alır.

Eski kitapların çoğunda daha hamdele, salvele, yahut devrin hükümdarını medheden kısımlarda maksadı ima edecek kelime ve tabirlere rastlamak mümkindir.

Örnek olarak Tezkire-i Latifi'nin «Dibace»sine gözatalım:

Bismi'llahi'r-rahmani 'r-rahim

Matla'-ı mevzun-ı Kelam-ı kadim

Mehamid-i manzume-i fesahat-nizam ve medayih-i mensüre-i belâgat-intizam ol müfzi-i feyz-ilhama ve mülhim-i hayrü'l-kelama ki lisan-ı insana elfaz-ı rengin ile nutk-ı fasih ve ibarat-ı 'ibret-karin ile beyan-ı melih virüp leta'if-i esma-i zatında ve ma'arif-i Kibriya-sıfatında nükteguy-u rumuz-amüz sözlerin abdar ü pür-suz idüp tab'ını mevzun ve kelamını manzum kıldı.

(Beyt)

Şükr ü minnet ki akl ü can virdi

Nutfeye nutk ile zeban virdi

Bir ka dir-i Kadim ve Sani'-i Hakimdir ki (Lekad halekna'l-insane fi-ahseni takvim) fehvasınca vücüd-ı insan bir müşt-i türab ve birkaç katre ab iken (hüvellezi yusavvirukum fi'l-erhami keyfe yeşa') muktezasınca nigarhane-i erhamda yed-i kudret ü kalem-i hikmetle bir şekl-i sanem-i meh-veş ve bir peyker-i büt-i dil-keştahrir ü tasvir eyler ki tal'at-i münir-i kamer tenvir-i sipihr-i sabahat ü matla'-ı melahetden meh-i çar-dehe ya doğ veya doğdum dir.

(Li-mü'ellifihi)

Bu ne kudret olur ki hak-i hakir

Ola bu vechile lika-yı münir

Aferin ancak ola sun'u kemal

Hak ü aba bu denlü hüsn ü cemal

Zehi muhassin-i hüsn-ara ki (Halaka'l-insane ala suretihi) masadakınca her cemilin cemalinde cilve-nüma olup ayn-ı uşşak-ı müşta ka her lahza bu yüzden arz-ı didar ve keşf-i ruhsar eyler.

Eserin yazılmasından maksat «şairan-ı sühen-saz ü nükte-perdaz» olduğu için, dibacenin başında da, belâgat ve fesahat feyzini ilham edene ham d ü senalar yer almıştır.

Mizanü'l-bülaga'da, bera'at-i istihlale örnek olmak Üzre, Akif Paşa'nın şu parçası veriliyor; ayrıca burada birçok telmihlerin de bulunduğu bildiriliyor:

Ber-mukteza-yı edvar-i felekiyye Müneccim-i sani İbrahim Bey' in derece-i tali'-i zindegisi katı'a-i intihaya tesadüfle Mirrih-i ecel-i köhne-takvim ömrini çak iderek kevkeb-i ruh-ı revanı mağrib-i ukbaya ric'at itmiş olmakla Cenab-ı Hakk madaretü'I-efiak efendimin sipihr-i devlet ü ikbaIIerini kıran-ı sa'deyn ve ömr ü afiyetle müzeyyen eyleye amin!. . .

Bu başlangıçtan sonra, içinde felekiyat, nücum, tencim ıstılahının yeraldığı yazıda Aksaraylı Efendi'nin ikinci müneccimliğe getirilmesi «iltimas» ediliyor.

2-ZamirIer Tevkidi

Tevkid, «metanet ve ıstıhkan vermek" demektir. Burada iki zamir söz konusudur. Bu yüzden de izah edeceğimiz san 'at, eski kitaplardan tevkid-i zamireyn ismini almıştır. Süleyman Paşa, mana san 'atı saydığı bu ifade yolundan söz ederken «mübalaga makamında irad olunur» diyor. Bunu, şu satırlar takibetmektedir:

«Zamireynden (= iki zamirden) birinin diğeriyle tevkidi ma'na-yı maksud ma'lum ve nefsinde sabit ve mukarrer olduğu takdirde ca'iz ve eğer ma'nayı mezbul' gayr-ı ma'lum olup da şek vaki'olursa delaletinde sübut ve takarrür hasıl olmak içün vacibdir. » Birbirini tahkim edecek zamirlerden biri bitişik, (= muttasıl) diğeri ayrı (= munfasıl olduğu gibi, ikisi de ayrı olabilir.

Biri ayrı biri bitişik zamire örnek:

(Ben) yaşlandı(m), yoruldu(m), bütün arzulanmı kaybettim). Bu işi (sen) tamamlamalısı(n). O hedefe (sen) koşmalısı(n) !

İki ayrı zamire örnek:

Gençlik (sen) dedir, istek (sen) de! Para (sen) dedir, nüfuz (sen) de. Güzellik (sen) dedir, şöhret (sen) de. Elbette tuttuğunu koparacak (sın) .

İki zamirin birbirini tevkidinde belâgat, uygun yerin seçilmemesiyle sağIamr.

3-Takdim-Te'hir (= Transposition)

Söz unsurlarının sentaks ve meanide belirtilen yerleri arasında öncelik sonralık bakımından kendini gösterecek değişiklik, takdim te'hir adını alır. Bu, iki tarzda olur: 1) Manayı değiştirmeksizin kuvvetlendirmek için yapılan takdim-tehir, 2) halin, lâfızlardan birini öne almayı gerektirdiği takdim-te'hir.

1. Manayı kuvvedendirrnek için yapılan takdim-te'hir

Böyle takdim-te'hirlerin iki çeşidi vardır: a) Öne alınmasında belâgat bulunan, b) sona getirilmesi belâgatı artıran takdim-te'hirler.

a) Öne alınma da belâgat bulunanlar:

Bu çeşit takdim-te'hirde, ya haber mübtedanın, ya amil zarfın, ya da zarf amilin evveline getirilir. Bunların birincisinde ihtisas, ikincisinde olumluluk (isbat), ÜçüncÜsÜnde ise olumsuzluk (nefy) kasdi vardır.

Haberin öne alınmasına örnek:

Ne mümkin zulm ile bidad ile imha-yı hürriyet

Çalış idraki kaldır muktedirsen ademiyetden

Burada ne mümkin haberi, imha-yı hürriyet mübtedasına Namık Kemal tarafından takdim edilmiştir:

Zarfın öne getirilmesine örnek

İzmir'de üzüm var, üzüm dersek ihtisas fazlalığını belirtmiş oluruz. Cümle İzmir'de üzüm var şeklinde olsa idi üzümün İzmir'de çok bulunuşu isbat edilmemiş olcaktı. (Eskiler, locatif halindeki isimleri, görev bakımından yer zarfı sayarlardı. )

Amilin öne getirilmesine örnek:

Hata Lutfi'de yok cümlesi menfi yolla bir ihtisas ortaya koyuyor; bu Cümle Lutfi'de hata yok şeklini alsaydı, Lutfi'ye ait hatasızlıktaki ihtisas ortadan kalkacaktı.

b) Sona getirilme ile belâgati artıranlar:

Bu, belirtenin (= muzaf) belirtilen (= muzafünileyh), yüklernin (= müsned) özne veya nâib özne (= müsnedün-ileyh = Fail ve naib'l-i fail) ile tümleçlerden (= mef'ullerden) önce getirilmesi suretiyle olur. Böyle takdim-te'hirlerde amil, nazırnda vezin ve kafiye zaruretleriyle lâfızlara ait tenasübdür.

İsim tamlamalarındaki yer değiştirmeye örnek:

Olurlar vâsıl-ı cay-i kemal erbab-ı mahviyyet

Su'udu dudun evc-i rif'ata feyz-i fenadandır

Namık Kemal

Bu beyitte su'udu belirtileni (= muzaf), dudun belirteninden (= muzafmileyh) önce getirilmiştir.

Yüklemin (= müsned) özneden (müsnedün-ileyh) önce gelmesine örnek:

Sürsün sabah-ı haşra kadar hab uyanmasın

Yahya Kemal

Burada siirsün yüklerni, hab öznesine takdim edilmiştir.

Telh-gam-ı halet-i ye's ü eümlnuz şöyle kim

Zehreder ab-ı hayatı neşve-i peymanemiz

Bu beyitte zehreder yükleminin ab-ı hayatı belirtili nesnesine (= mef'ulün bih-i sarih) tekaddümünü görüyoruz.

Yardımcı fiilin eşlik ettiği isimden önce kullanılmasına örnek:

Kıl çeşm-i fitne-sazın bi-tab-ı neş'e-i naz

Cibril-i derd-i dilden hatır-harab göster

Namık Kemal

Burada ise kıl yardımcı fiili bi-tab-ı neş'e-i naz terkibinden önce gelmiştir.

2. Öncelik derecesine göre anılmayı gerektiren takdim-te'hir

Bu çeşit takdim-te'hir sekiz yolla olur. Bunlar, sıra ile şöyledir: müsebbibten, fevkaladenin, adiden, çokluğun azlıktan, efdalin mefdulden, müsebbibin sebebten, azlığın çokluktan, adinin fevkaladeden, mddCıliin ddaIden önce zikredilmesi suretleriyle. Bu halde başa alınacak şeyin sona getirilmesi, manada bir değişiklik hasıl etmez fakat sözün güzelliğini bozar.

Bunlardan ilk dördü şive icabıdır. Diğerleri belâgat bakımından kusurlu sayılır.

a) Sebebin musebbibden önce yer alması:

Bunun örneğini de yine Namık Kemal'den verelim:

Değildir şir-i der-zencire töhınet acz-i ikdaını

Hidib etsin tabi'at yerde kalmış kabiliyyetden

b) Çokluğun (= ekser) azlıktan (= ekal) önce yer alması:

Buna örneği de Ziya Paşa'nın şiirleri içinde arayalım:

Her şahsı harim-i Hak' a mahrem mi sanırsın

Her tae giyen çulsuzu Edheın mi sanırsın

c) Efdalin mefdulden önce gelmesi:

Bunun için de Fuzuli'ye ait muhacİr'in ensar'dan önce zikredildiği şu beyti örnek verelim:

Belaların çeküben dönmeyüp tarikından

Dutup tarik-ı süluk-ı muhacİr il ensar

d) Müsebbibin sebebden önce yer alması:

Bu husus için de örnek olarak Rifat'ın şu beytini zikredeceğiz:

Sedd edelden muhtesib meyhane babın rindlere

Cam gam doldu gönül kan ile mey oldu bana

e) Azlığın çokluktan sonra yer alması:

Aşağıdaki beyitte nev'-i beşer azlığı, bu alem çokluğu temsil etmektedir:

Halk olmak içün nev'i beşer hazret-i Adem yaradıldı

Ya Ahmed içün nev'-i beşer hem de bu alem yaradıldı

f) Mefdulün efdalden önce söylenmesi:

Bunun için de bir mensur cümle tertibedelim:

Hazret-i Hüseyin Kerbela sahrasma gelince hazret-i Ali'nin kemikleri sızlamağa başladı.

4-Sihr-i Helal

Yapıya bağlı mana san 'atların dan biri de sihr-i helaldir; nazımda göze çarpar. Şinasi Efendi, bir kasidesinde Reşid Paşa'yı överken:

Dehenin mucize-i gudur, sühenin sihr-i helal.

Istılahat-ı edebiye'de yer alan ilk madde, bu san'attır. Muallim Naci Efendi, sihr-i helali şöyle tanıtıyor: «Beyit arasında hem kelimat-ı sabıkanın tetimmesi hem de kelimat-ı lahikanın mukaddimesi addolunabilecek surette bir lafz ve terkib irad etmekdir. » Bu tarifi şöylece açıklayabiliriz: Bir kelime veya kelimeler grubu, bir beytin ilk mısra sonunda yer aldığı zaman, önce o mısrada cümle tamam olacak, aynı zamanda birinci mısraa ait bu son unsur, bir «enjambement»la ikinci mısradaki ifadeye başlangıç teşkil edecektir. İşte kelime veya kelimeler grubunun aldığı bu vaziyet; sihr-i helali meydana getirir. Buna göre kelime 'veya terkip; her iki mısrada ayrı ayrı mana kazanacağı gibi, bunların birlikte okunuşunda da bir mana taşır.

Şimdi Namık Kemal'in şu beytine dikkat edelim:

Ben habab-ı girye-i Harut-ı aşkım ta ezel

Sihr ile pürdür derılnum reşk-i çah-ı Babilim

Burada ta ezel lafzı, bir yandan ilk mısraın sonunda, diğer yandan ikinci mısranın başında zarf tümleci görevindedir. Bu beyti, iki şekilde nesre çevirebiliriz. Birincisi: «Ben, ezelden beri, Harut'un gözyaşının hababıyım», içim sihr ile doludur; (bu yüzden de) Babil kuyusu tarafından kıskanılmaktayım»; ikincisi, «ben, aşk Harutu'nun göz yaşlarının kabarcıklarıyım, ta ezelden beri içim sihr ile doludur" suretinde olur.

Yine aynı şairin diğer bir beytine bakalım:

Na-murad-ı vuslat olmaz bezm-i Tur-ı aşkda

Rafi'-i bend-i hicab-ı "Len Terani"dir gönül

şimdi de «bezm-i Tur-ı aşk» terkibi, hem birinci mısra sonunda, hem ikinci mısra başında ayrı ayrı mana unsuru olma kabiliyetindedir.

Leskofçalı Galib Bey'in şu beytinde de aynı san'at vardır:

Her hırammdan olur bir şur-ı mahşer aşikar

Fitne-i ruz-ı kıyamet kamet-i balasıdır

Bu beyti iki şekilde nesre çevirmek mümkindir: Önce aşikar kelimesini birinci mısraın sonunda kabul ederek «her hırammdan bin mahşer gürültüsü hasılolur"», bilahare de hem ilk mısraın sonunda hem de ikinci mısraın başında sayarak» her hırammdan bin kıyamet gürültüsü aşikar olur; aşikardır (ki), kıyamet gününün fitnesi onun uzun boyudur» şeklinde nesre çevrilebilir.

Hersekli Arif Hikmet Bey'den alacağımız şu beyit, sözü edilen

san'at için başka bir örneği taşımaktadır:

Sühendir sırr-ı Hak i'caz-ı Kur'an

Sühenle sabit olmuş iddi'adır.

Burada da önceki kelimelerin sonu olan sırr-ı Hak, i'caz-ı Kur'an; «Iahik» kelimelerin başlangıcı sayılabilir. Lâfızların bütününü şöylece nesre çevirebiliriz: «Sırr-ı Hak, i'caz-ı Kur'an, sühendir. Sırr-ıHak, i'caz-ı Kur'an sühenle sabit olmuş iddialardır. »

Aynı şairin başka bir beytine göz atalım:

Reha bulmaz dil-ı ruşen-zamiran seng-i mihnetden

Dem-adem inkisarm aleme teşhir eder mir'at

Seng-i mihnet, nazm içinde hem önceki kelimelerin nihayeti, hem de sonraki kelimelerin başlangıcı mahiyetindedir; iki taraf için de, kayıt vaziyetindedir. Beyit şöylece nesre çevrilecektir: «Ruşen zamirIilerin gönlü, mihnet taşından kurtulmaz. Ayna, zaman zaman mihnet taşından kırılmasını aleme teşhir eder. »

Kazım Paşa Divanı'ndan de bir iki örnek arayalım. Birincisi:

Açma bab-ı diğere Kazım yed-i hacatım

Geh cenab-ı Mustafa'ya geh Şeh-i merdana aç

burada yed-i hâcâtını terkibi, hem birinci hem de ikinci mısrâ için, kayıt sayılabilecek bir vaziyette kullanılmıştır.

Diğeri:

Nedir bu bâb-ı tegâfül nigâh-ı mestinde

Zuhûra gelmedi âsâr-ı intibâh henûz

beytinde ise, nigâh-ı mestinde terkibî, hem ilk mısrâın sonu, hem de ikinci mısrâın başı sayılabilecek mahiyettedir.

Beşinci Altbölüm

6-Diğer Birkaç Mana San'atı
1-Tefri'

Bir şey'in (= emrin) ilgililerinden (= müte'allikâtından) biri üzerinde bir hüküm verildikten sonra, aynı hükmü, «fer'i» işâret edecek surette aynı şey 'e ait diğer ilgiliye (= müte'allik) e nakletmek, tefri' adını alır.

Aşağıdaki nazım parçası, bu husûs için bir örnektir:

Ehl-i kemâle câhil eğer kadr kılmasa

Ma'zûrdur melâmetin etmek revâ değil

Câhil tabî'atında mezâk-ı kemâl yok

Her nefse iktida-yı tabî'at hatâ değil

Ülfet hemîşe fer'i olur âşnâlığın

Câhil fazîlet ehli ile âşnâ değil

Burada önce câhilin kemâl ehlini takdîr etmemekte mâzûr olduğuna hüküm verilmiş, oradan da fer'i olarak câhilin fazîlet ehli ile âşinâ olamıyacağı hükmü çıkartılmıştır.

2-Hezel

Kendisinden ciddiyet beklenen hezel de, mânâ san'atlarından sayılmıştır. Şahıslara, cemiyetlere, hâdiselere yönelen tenkitler arasında bu ifâde yolunun husûsî bir yeri vardır. Bunların, tenkitlerin hedefleri üzerinde her zamân istenen ölçüde müessir olduğunu görmek mümkin değildir; bu takdirde de hezeli söyleyen şahıs, içini ferahlatmak fırsatını bulmuş olur. Edebiyatımız çeşitli devrelerde, bu tarz için güzel örnekler vermiştir.

Şimdi Süleyman Nazif'in şu yazısını okuyalım:

Sokağımın Arzuhâli

Şehremini Beyefendi Hazretleri:

«Zât-ı alinizi şahsen tanımakla henuz müşerref değilim. Hatta bugüne kadar, bir kere olsun yüzünüzü görmek de bu âcize müyesser olmadı. Bununla beraber şehremânetinde ihyâ-yı emvât edercesine meşhût olan himemât ve muvaffakıyât-ı karârgâhanenizin pek samimî ve riyâsız takdîrkârlarındanım. Hakîkaten (az zamân içre çok iş) etdiniz. Bulunduğum semt ve sokağın derd-i müzmîni olmasaydı, huzûr-ı mâneviyetinize yalnız Belde-i Tayyibe'nin şükrânını arz için gelecek ve vicdâni vazifeye hiçbir dünyevî emel karıştırmayacaktım. Ne yapayım ki mahallem hasta, sokağım ise can çekişiyor.

«Bu mahalle, bu sokak hergün lisan-ı hâl ile Fuzûlî'nin:

Alem oldu şad sizden biz esîr-î gam henûz

Âlem etdi terk-i gam bizde gam-ı âlem henûz

beytini makâm-ı âlînize karşı okumakdadır. İhtimal ki kesret-i meşâgil bu beyti istima' ve bundan teessüre mâni' oluyor.

«Şimdi size bulunduğum semt ve sokağın evvelâ terceme-i hâlini, sonra da halini arzedeyim:

«(Nişantaşı denilen ma'mûre-i istibdâdin harâb bir gölgesine sığınmış; bir mahalle vardır ki adına on beş seneden beri (Meşrûtiyet) mahallesi diyorlar. Bendeniz dahi on seneden beri bu mahallenin (Hürriyet Sokağı) nâmını yüklenmiş olan kaldırımsız, temmuzda bile çamurlu, kışın en soğuk günlerinde bile sinekli bir sokağında müsteciren mukim bulunuyorum.

«Mahallenin, sokağın isimlerini ben bu eve taşındıktan sonra öğrendim. Almanya'nın fethedeceği cihanı bizimle kardeşce taksim edeceğini kalbile tasdik ve dilile ikrar etmeyenlere Enver Paşa'nın cihânı harâm etdiği bir zamanda mahallenin adının (Meşrutiyet) olduğunu işitince bila-ihtiyar:-Seni yalancı seni dedim. Sokağa gelince Allah bilir ki (Hürriyet) kelimesine de bu müsemmâsı kadar acımışdım.

«Mahalleye Meşrûtiyet adını kim vermiş, bilmiyorum. Ha'iz olmadığı ünvanı taşıyanların hareketini Cezâ Kanûn-nâme-i Hümâyunu-affedersiniz, serde eski bir mektupçuluğun sersemliği duruyor-cürüm addeder. Cezası da o kanunda musarrahdır.

«Bu mahallenin en hArap ve pis memerri olan (Hürriyet) sokağının evvelki ismi (Hacı Mansur Sokağı) imiş. Bu (Hacı Mansur) kimdir? Bilen yok. Halbuki Meşrutiyyet mahallesinin ıssız ve namezru' araziden başka birşey olmadığını bi'l-fi'il idrak ve müşahede etmiş olanlar hala mevcud bulunuyor. Bendeniz bile hafızamın a'makına dalınca buraların hal-i kadimini, ya'ni na-meşkun şeklini görebilirini.

«Kadim» kelimesini uIema-yı lisan ile fukaha şöyle ta'rif etmişler: (Mebde-i ma'lum olmayan şey) . (Kadim) in aksi olan (hadis) de ne vakit başladığı ma'lum eşya ve vekayi'e ıtlak olunur. Burada (Aristo) yu bile mÜte'accib edecek bir hadise-i gayr-ı mantıkıyye tehaddüs ediyor:

«Ya'ni bizim sokak hadis, ismi kadim. Bu garabet huzurunda bütün cihan Aristo ile birlikte şaşsa becadır.

«Şehremini Beyefendi Hazretleri, bizim mahalle meşrutiyeti bir gün bir dakika görmeden tam on bu kadar sene ismini yüklendi, durdu. Ve sesini bir kere olsun çıkarmadı. Hatta Vahdedin' in damad sadrazamı Ferid ile sevgili Dahiliye Nazırı H. Nazım Reşid Meclis-i Meb'usan'ı Ferik Mustafa Natık Paşa Hazretlerinin çizmeleriyle kapatdıkları zaman da mahallemiz sabır ve mütevekkil (Meşrutiyet) adını taşımışdır.

«Sokağıma gelince bu memerr'-i mülevvese (Hürriyet) namının ibzal edilmesi, yolunda her müterakki milletin en asil ve temiz kanIan dökülmüş olan o mübarek (Hürriyet) için müstemir bir hakaret olur.

 «Birgün lütfen teşrif ederseniz görürsünüz ki bizim sokağın nısf-ı garbisi ser-a-pa kaldırımsızdır. Kışın su birikintileriyle içinde küçücük odalar bulunan bir mustatil göl halini alır. Maamafih otomobille bila-tehlike ve bila-arıza geçmek de mümkindir. Teşrin-i saniden nisana kadar hanemin sağ tarafı mürur u ubura mesdud kalır. Üç kapı ötede bir komşuyu ziyaret için, Huda alimdir ki, ayaklarım, bir, ba'zan bir buçuk kilometrelik bir kavis resmetmeğe mecburdur. Ma'lum-ı alileridir ki, Rusya'nın (Arkenjee) limanı senenin bir buçuk aylarında incimad etdiğinden mülakata mesdıld durur. Tıpkı bizim sokak gibi.

«Şehremini Beyefendi, bu sokağa Arkanjel ismini verirseniz, hem hadis bir mahalledeki sokağın namı kadim bulunmak garabetini izale, hem de o mübarek ve ulvi (Hürriyet) kelimesini mütevaliyen kepaze olmakdan tahlis etmiş olursunuz.

Bundan başka isimle müsemma beyninde latif müşabehet, bir ayniyet de hasıl olur.

«Kaldırımlar yapılıncaya, ya'ni kıyamete kadar bizim sokağa layık olan ism (Arkanjel) dir.

«Kararını Cem'iyyet-i Umılmiyye-i Belediye verirse bizim sokak halkı (Arkanjel) levhasının rnesarif-i umumiyesini maa'ş-şükran takdim eder efendim hazretleri. »

Hezeli tehziIle karıştırmamak lazımdır. TehziI, edebiyatta günlük hayattakinden biraz farklı bir manada kullanılır. Bu husus, Istılahat-ı edebiyye'de şöyle anlatılıyor:

«Tehzil-ciddi bir eseri hezel suretine koymak, ta'bir-i diğerle;

hezel suretinde tanzir etmektir. »

Bilhassa nazım da kendini gösteren bu tarz için, kitabımızın mizah kısmında izahat verilecektir. Şimdilik sözü geçen eserde gördüğümüz örneklerden birini nakl ile yetineceğiz:,

Şu ciddi beyit Bahayi'ye aittir:

Dağıtdın hab-ı naz-ı yari ey feryad n'eylersin

Edüp fitneyle dünyayı harab-abad n'eylersin

Şu da, Hevayi'nin tehziIidir:

Dağıtdın arpa vü buğdayı ey bad n'eylersin

Edüp hırmen-gehim yek-ser harab-abad n'eylersin

3-Tasbi

Tasbi, bir ifadede latif bir itibardan dolayı ilk neş'eyi hatırlatacak çocukca tabirIer kullanmaktır diye tarif edilmiştir. Bu, bil'bedaha söyleyebilme kudreti olmayanların muvaffak olamayacağı güç bir san'attir.

Namık Kemal'e ait şu fıkra, örnek olarak gösterilir:

Her dalganın atılışından, çarpışından, çağıltısından, fırtına peyda olur. Gökler gözünün önünden, yerler ayağının altından kaçar. Bir dakîkada yükselirsin, yükselirsin, yükselirsin, yükselirsin kollarını uzatsan eline bir seyyâre geçecek. sanırsın. Yine o dakika alçalırsın, alçalırsın, alçalırsın denize göz gezdirsen dünya yerinden oynamış döne döne esfel-i sâfiline doğru çekilip gidiyor gibi görürsün.

4-Kelam Edebi

Bazan bir mana kendisine has sözlerle ifade edilirse; nezahate aykın veya haşin düşer. Bu taktirde başvurulacak yol, istiare veya tefsir yoluyla başka lâfızları, o manayı ifade etmek için kullanmaktır. Mesela, işine son verilmiş bir şahsa, «azI olunmuşsunuz» yerine, «me'muriyetinizden affedilmişsiniz» yahut yalan söyleyen bir kimseye «hatırınızda yanlış kalmış olacak» dememiz bu kabildendir. İkinci Cihan Savaşı'ndan önce, inceliğe çok dikkat edilirdi: «Birbirine aşık oldular» yerine «aralarında duygu yakınlığı hasıl oldu» demek bile incelikten sayılırdı. Belki başlangıcısayılacak Meşrutiyet'i takibeden yıllardan İkinci Cihan savaşına kadar, kibar sayılan arkadaş çevrelerinde «falan Hanım, fihi. n Bey'le konuşuyor» sözleri duyulurdu; zira onlar için «aşık» kelimesi, mahreİniyetn biraz teşhiri idi. Belki iki taraf arasında te'essüs edecek hissi bağ da, ancak konuşmak veya mektuplaşma sınırları içinde kalırdı.

İkinci Cihan Savaşı'ndan sonra biı incelik bırakılmıştır: Genç hanımlardan «kan», genç beylerden «herif» diye söz eden bir nesil yetişmiştir. Erkeklere has argo ile konuşmağı realistlik sayan genç kızlarımız var. Bunlar; halk çevrelerinden ziyade, kibar sayılan çevrelerde göze çarpıyorlar.

İşte nezahete veya inceliğe aykırı düşmeği önlemek maksadıyla bir manayı, kendisine ait olmayan lâfızIa ifade etme san'atı; eskilerce «deb-i kelam» diye adlandırılmıştır; bu terirnin yanı sıra, «nezahat-i kelam» tabirinin kullanıldığı yerler de vardır. Biz, terkibin kuruluşunu türkçe kaideye uydurarak «kelam edebi» dedik. Bunun en mühim şartı, ifadeyi hiçbir mecliste-hatta genç bir kızın bulunduğu, toplulukta da okunsa-insanda utanma hissi, hatta vehmi bile uyandırmayacak ölçüde zerafet ve nezahete uymayacak unsurlardan arıtmaktır.

Kelam edebinden söz edilen kitaplarda, bu san'ata başka gayeler de katıldığı görülüyor. Böylece kelam edebini gayeleri yönünden sınıflandırmak mümkindir.

1. Kelam edebine, sözü kalabalıktan kurtarmak maksadıyla riayet edilişi:

Yukarıdaki izahat, bu husus için gerekli açıklığı getirmiştir.

Nabi'nin, «terledi» kelimesini, kelam edebine aykın sayarak:

Kat kat düşüp ol peri hicaba

Gark oldu gülab-ı ıstıraba

beytini söylemesi; eski kitapların bu bahisle ilgili ortak örneği olmuştur.

2. Tanzim maksadıyla kelam edebine baş vurulması:

Şeyh Galib'in şu beyti de bu husus için örnektir:

Bir şeb ki sara-yı Ümmehani

Olmuşdı omalun asmam

3. Tezyin maksadıyla kelam edebine baş vurulması:

Bunun örneğini de Galib'den alalım:

Giydikleri aftab-ı temmüz

İçdikleri şule-i cihan-suz

4. Üslupta selaseti sağlama maksadıyla kelam edebine baş vurulması:

Bir ifadeyi tekerrür, tenafür, zincirleme izafetlerden korumak için de bu yola baş vurulur. Aşağıdaki ibare de Abdülhak Hamid'in önce «kefenIer» sonra «elbise-i mevta» terkibini kullanması, tekrardan sakınmasına bağlanmıştır: Siyah çehreli yüz binlerce mahlUkatm kefenlere bürünmüş oldukları halde karşıma gelişi; üstüne fırtına bulutu çökmüş bir müteharrik kabristan gibi görünüyordu. Mevta elbiseleri giymiş bu dünyevilerin. . .

Halid Ziya Uşaklıgil'in eserlerinde bu hususla ilgili güzel örnekler bulmak mümkindir.

5. Çeşitli gayelerle kelam edebine baş vurulması:

Bazı ifadelerde bu gayelerden birkaçı, kelam edebine baş vurulmasım gerektirebilir.

Ancak şu noktayı da hatırdan çıkarmamak gerekir ki, kelam edebini sağlamak için tabiati zorlamak; söz veya yazı sahibini gülünç hallere düşürebilir. Bundan sakınmak lazımdır.

305

 Kelâm edebinin gerektirdiği asaletten voltsun sözler için de iki Örnek vererek bahsi değiştirelim:

Şu beyite Fuzuli Divânı'nda rastlıyoruz:

Pâre pâre dîl-î mecruh u perişanımdan Seri küyınde gezen her ite bir pâre fedâ

Şu da Hârâbat Mukaddimesinde yer alıyor:

Yanıkdır o âşıkın kitabı Nazmında kokar ciğer kebabı

İkinci Bölüm