2 - BEYÂN İLMİBeyân: Bir mânâyı, kendisine açıkça delalet etmede birbirinden farklı yollarla dile getirmenin kendisiyle öğrenildiği ilimdir. Lâfzın delâleti: Konulduğu anlamın tamamına veya bir parçasına ya da dışındaki bir şeye delâlet eder. Birincisi vaz'lyye, son ikisinden her biri ise akliye diye adlandırılır. Birincisi mutâbakat (lâfız-mânâ uyumu), ikincisi tazammun (içerik), üçüncüsü ise iltizâm (gereklilik) ile kayıtlanır. İltizâmın şartı, -örf veya başka sebeple muhatabın inancından dolayı bile olsa- zihinsel lüzumdur . Anılanı (bir mânâyı açıklıkla farklı yollarla) söylemek, vaz'lyyet (uygun delâletlerle) meydana gelmez. Çünkü dinleyici lafızların (mânâ için) vaz’edildiğini biliyorsa, onlardan bir kısmı (nın delâleti diğerlerinden) daha açık olmaz. Eğer (dinleyici lafızların o mânâ için vaz’edildiğini) bilmiyorsa, lafızlardan her biri o mânâya delâlet etmez ve (bir mânâyı açıklıkta farklı yollarla söylemek) aklî delâletler ile meydana gelir. Çünkü lüzûmun mertebelerinin açıklık bakımından farklı olması câizdir. Kendisi ile konulduğu anlamın lâzımı (ayrılmaz parçası) kasdedilen lâfız, eğer konulduğu anlamın kasdedilmediğine bir karîne (ipucu) bulunursa mecâzdır; bulunmazsa kinâyedir. Burada Mecâz, kinâyeden önce getirilmiştir; çünkü mecâzın mânâsı, kinâyenin mânâsının parçası gibidir. Mecâzdan teşbîh üzerine kurulan da vardır. Bu bakımdan önce onu (teşbîhi) ele alma gereği ortaya çıktı ve (beyan ilmi) bu üç konuya (teşbîh, Mecâz ve kinâyeye) hasredildi. 93 2-1 TeşbîhTeşbîh: Bir şeyin (müşebbehin=benzeyenin) bir şeye (müşebbehünbihe = benzetilene) bir mânâda (vechü’ş-şebehde = benzetme yönünde) ortak olduğuna mütekellimin yol göstermesidir. Burada (yani beyan ilminde teşbîhten) kasdedilen, istihâre-i tahkîkiye, istiâre bi’l-Kinâye ve (istiâre-i) tecrîd şeklinde olmayandır. Böylece “ ....... Zeyd aslan (gibi) dir” sözümüz ve Yüce Allah’ın “ ....... Sağır, dilsiz, kör (gibidir) ler. ”[64]sözü teşbîhin tanımına girdi. Burada üzerinde durulacak olan, 1. Teşbîhin unsurlarıdır. Onlar da teşbîhiniki tarafı (müşebbeh ve müşebbehünbih), vechü’ş-şebbeh (benzetme yönü) ve edâtu’t-teşbîh (teşbîh edatı), 2. Teşbîhten maksadın ne olduğu, 3. Teşbîhin kısımlarıdır. Teşbîhin iki tarafı (müşebbeh ve müşebbehün bih), -Ya hissî (duyusal) olur. Yanak ve gül, ses ve fısıltı, ağız kokusu veanber, ağız suyu ve şarap, yumuşak ten ve ipek gibi. -Veya aklî olur. İlim ve hayat gibi. -Ya da farklı (biri duyusal, öteki aklî) olur. Ölüm ve yırtıcı hayvan, güzel koku ve güzel ahlak gibi. Hissîden kastedilen kendisi veya maddesi, beş duyu ile algılanandır. Hayâlî de hissînin kapsamına girmiştir. Şâirin, 94 ....... “Kırmızı şakâyık aşağı yukarı dalgalandığında, zebercedden göndere çekilmiş yakut bayrakları andırır” Aklîden kasdedilen onun (hissinin) dışında olan (ne kendisi ne de maddesi, beş duyudan biri ile algılanmayan) dır. Bu bakımdan vehmî, yani beş duyudan biri ile algılanmayan, ancak varsayıldığı takdirde beş duyudan biri ile algılanabilecek nitelikte olan da (aklînin) kapsamına girmiştir. Şâirin, ....... “Benim gulyabanilerin sivri dişleri misali temreni sivriltilmiş oklarım var” sözündeki gibi. Lezzet (alma) ve acı (çekme) gibi vicdanla hissedilen de (aklînin kapsamına girmiştir) . Vechü’ş-şebeh (benzetme yönü) : Gerçek veya hayâli olarak iki tarafın (müşebbeh ile müşebbehün bih) ın anlamda ortak olduğu şeydir. Tahyîl (hayâlî) den maksat, şâirin ....... “Gecenin karanlıkları arasında parlamakta olan yıldızlar, aralarında bid’at zuhûr eden sünnetleri andırır” sözündeki gibidir. Bu teşbîhte benzetme yönü, zifiri karanlık bir şeyin etrafında bembeyaz parlak şeylerin oluşmasından meydana gelen bir şekildir ki o şekil, müşebbuhün bihte ancak hayâl yöntemi ile mevcuttur. Şöyle ki: Bid’at ve her türlü cehaletin, sahibini, karanlıkta yürüyüp yolunu bulamayan, kendisine ulaşacak bir kötülükten emin olmayan kimse 95 haline getirmesinden dolayı bid’at karanlığa benzetilmiş ve aks yoluyla sünnetin ve ilim olan her şeyin nura benzetilmesi gerekmiştir. Bu öyle yaygınlaşmıştır ki, ikincisinin (sünnet ve ilim olan her şeyin), kendisi için beyazlık ve aydınlık olan (cisimler) olduğu hayâl edilmiştir. (Hazreti peygamberin), ....... “Ben size bembeyaz bir din getirdim” sözündeki gibi. Birincisinin (bid’atın) de onun aksi olduğu hayâl edilmiştir: ....... “Küfrün siyahlığını falancanın yüzünde gördüm” sözündeki gibi. Burada karanlıklar arasındaki yıldızların bid’atlar arasındaki sünnetlere benzetilmesi, yıldızların, gençliğin siyah (kıllar) ındaki yaşlılık beyazlarına (yani sakalın siyah kılları arasındaki beyaz kıllara) veya yemyeşil bitkiler arasında ışıldayan parlak çiçeklere benzetilmesi gibi oldu. Bu nedenle (iki tarafın=Benzetilen ile benzeyenin benzetme yönünde ortak olması gerektiği için) “ ....... Sözde nahiv yemekteki tuz gibidir” sözünü söyleyenin, sözünde benzetme yönünü azı faydalı, çoğu zararlı (dan) kılmasının yanlışlığı anlaşılmıştır. Çünkü nahvin, tuzun aksine, azlığa ve çokluğa ihtimali yoktur. O (benzetme yönü), -Ya iki tarafın (benzetilen ve benzeyenin) hakikatinden hariç değildir. Türleri, cinsleri veya ayırımları bakımından bir elbisenin ötekine benzetilmesi gibi. -Ya da iki taraf (benzetilen ve benzeyen) in hakikatinden hariç bir sıfat olur. Bu sıfat, Hakîkî (gerçek) olur. Bu da: 96 a. Duyusal olur. Renkler, şekiller, miktarlar, hareketler ve onlarla ilgili olanlar gibi gözle algılanan; zayıf, kuvvetli ve orta sesler gibi kulakla algılanan; lezzetler gibi tatmakla algılanan;kokular gibi koklamakla algılanan;sıcaklık, soğukluk, yaşlık kuruluk, haşinlik, pürüzsüzlük, yumuşaklık sertlik hafiflik ağırlık ve bunlarla ilgili olanlar gibi dokunmakla algılanan cisme ait nitelikler gibi. b. Aklî (soyut) olur. Zeka ilim, öfke, ağırbaşlılık ve benzeri diğer nefsâni nitelikler gibi. B. İzâfî (göreli) olur. Delîlin güneşe benzetilmesindeki kapalılığı giderme gibi. Yine benzetme yönü, -Ya tek olur, -Ya da –birden fazla şeyden meydana geldiği için- tek durumunda olur. Bunlardan her biri, hissî (duyusal) veya aklî (soyut) -Yahut birden fazla olur. Bu da ya tamamen hissî (duyusal) veya aklî (soyut) olur ya da muhtelif (bir kısmı hissî bir kısmı aklî ) olur. Duyusal (benzetme yönü) nün iki tarafı da yalnızca hissî (duyusal) olur. Çünkü duyu ile duyusaldan başka bir şeyin algılanması mümkün değildir. Aklî (benzetme yönü hissî olandan) daha geneldir. Çünkü duyusal olan bir şeyin akıl ile algılanması caizdir. Bu nedenle, aklî (benzetme) yönü ile teşbîh (hissî olandan) daha geneldir, denilir. Eğer “benzetme yönü müşterektir, öyle ise küllîdir; hissî (duyusal benzetme yönü) ise küllî değildir. ” denilirse, biz de “benzetme yönünün hissî duyusal olmasından kasdedilen, cüzlerinin duyu ile algılanmasıdır” deriz. 97 Tek duyusal (benzetme yönü), yukarıda geçtiği gibi, kırmızılık, (seste) gizlilik, kokunun güzelliği, tadın lezzetliliği, dokunulanın yumuşaklığı gibidir. (Tek) aklî (benzetme yönü), faydasız olan bir şeyin varlığını yokluğuna, cesur adamı arslana, ilmi ışığa güzel kokuyu güzel ahlaka benzetmede (benzetme yönü) olan faydadan yoksunluk, cesaret, doğru yolu gösterme ve nefsin hoşlanması gibidir. Mürkkeb hissî (bileşik duyusal benzetme yönü) : iki tarafı müfred olan teşbihte olur. Şâirin, ....... “Ülker yıldızı, sabah vaktinde –gördüğün gibi- parmak üzümünün çiçek açtığı zaman ki salkımı gibi göründü. ” Sözündeki beyaz, yuvarlak ve görünüşte küçük şekillerin, orantılı husûsî ölçülerle ve husûsî biçimde olduğu halde benzeşmesinden oluşan tabloda (görüldüğü gibi) . b. iki tarafı mürekkeb olan teşbîhte olur. Beşşâr’ın, ....... “ Başlarımızın üstündeki toz bulutları ve kılıçlarımız, yıldızları kayan geceyi andırır. ” Sözündeki karanlık bir şeyin etrafında dağınık vaziyetteki, ölçüleri birbirine uygun uzun parlak cisimlerin kaymasından oluşan tabloda (olduğu gibi) . c. iki tarafı farklı (biri müfred öteki mürekkeb) olan teşbîhte olur. Şakâyık teşbîhinde geçtiği gibi. Mürekkeb hissî (bileşik duyusal benzetme yönü) nün güzel yanlarından biri de üzerinde hareket vukua gelen tablolarda görülen (benzetme yönü) dür. Bu da iki şekilde olur. Birincisi; harekete, hareketin dışında, şekil ve renk gibi, cismin niteliklerinden bir şeyin benzetilmesidir. Şâirin, 98 ....... “Güneş, titrek kimsenin avucundaki ayna gibidir” sözündeki ışının dairenin çevresinden taşacakmışcasına yayılmaya yüz tutup sonra bundan vazgeçerek toplanmaya dönmesi intibaını verecek biçimde parlaklıkla birlikte yuvarlaklıktan, parlaklığın dalgalanması ile birlikte sürekli hızlı hareketten oluşan tabloda (görüldüğü gibi) . İkincisi; hareketin (renk ve diğerleri gibi cisme ait) başka niteliklerden soyutlanmasıdır. Burada da (cisme ait) çeşitli yönlere doğru yönelen hareketlerin karışması gerekir. Örneğin, değirmenin ve okun hareketinde hiçbir Terkib yoktur. Fakat şâirin, ....... “Şimşek, bir okuyucunun mushafı gibi, bir kapanıp bir açılıyor” sözündeki mushafın hareketi bunun aksinedir. Terkîb bazen durgun biçimde olur. Şaîrin köpek tasvirinde ....... “Ateş karşısında ısınan bedevînin oturuşu gibi, (dizlerini dikip kıçı üstünde) oturur. ” Sözündeki köpeğin kıçı üstünde oturuşundaki her uzvunun konumundan oluşan tabloda (görüldüğü gibi) . (Mürekkeb) aklî (bileşik aklî benzetme yönü) : Son derece faydalı bir şeyin yanı başında olup, meşakkate katlanmakla birlikte, ondan istifadeden mahrum olmak gibidir. Yüce Allah’ın, “ …………………… Kendilerine Tevrât yükletilip de sonra onu taşımayanların durumu, ciltlerle kitap taşıyan eşeğin haline benzer”[65] sözünde görüldüğü gibi. 99 Şunu bil ki, (mürekkeb aklî /bileşik aklî benzetme yönü) bazen bir çok durumdan çıkarılır. Ancak, ondan daha fazlasından çıkarılması gerektiği için, hata meydana gelir. Şâirin, ....... “ (Onun durumu) bir bulutun susuz topluluğa şimşek çaktırıp, onlar kendisini görünce dağılıp açılması gibidir” sözünün tamamından çıkarılması gerekirken, yalnız birinci mısraından çıkarılması gibi. Burada maksat, ümit verici başlangıcın ümitsizliğe düşüren sonla birleştirilmesi ile benzetme yapmaktır. Müte’addit hissî (çoklu duyusal benzetme yönü) : Bir meyveyi ötekine benzetmedeki renk tat ve koku gibi. Müte’addit aklî (çoklu aklî benzetme yönü) : Bir kuşu kargaya benzetmedeki keskin bakışlılık, pürdikkatlik ve gizlice çiftleşme gibi. Mute’addit muhtelif bir kısmı aklî bir kısmı hissî benzetme yönü: Bir insanı güneşe benzetmedeki çehre güzelliği ve şânın yüceliği gibi. Şunu bil ki vechü’ş-şebeh (benzetme yönü) bazen, iki zıddın zıtlıkta ortaklığı sebebi ile, sırf zıtlıktan çıkarılır ve nükte yapmak veya alay etmek vasıtasıyla tenâsub (uygunluk) düzeyine indirilip korkak için “ ....... Ne kadar da aslana benziyor!”, cimri için “ ....... O bir hâtim’dir” denilir. Teşbîh edatı: ” ....... “gibi, “ ....... “ sanki, “ ....... “ gibi ve onların anlamına gelen kelimelerdir. ....... ve benzerlerinde aslolan, müşebbehün bih (benzetilen) in onu takip etmesidir. 100 Bazen onu (kâf ve benzerlerini müşebbehün bihten) başkası da takip edebilir. “ ....... Onlara dünya hayatının misalini şöyle ver: (Dünya hayatı) gökten indirdiğimiz bir suya benzer”[66] âyeti gibi. Bazen teşbîh (benzetme) hakkında haber veren bir fiil zikredilir. (Teşbih) yakın (güçlü bir benzerlik) olduğu zaman " ....... Zeyd'ln bir arslan olduğunu bildim" ve (Teşbih) uzak (zayıf bir benzerlik) olduğu zaman " ....... (Zeyd'ln bir arslan olduğunu) sandım" örneğindeki gibi. (Teşbihin Maksatları:) Teşbihten kasdedilen şey, çoğunlukla müşebbeh (benzeyen) e aittir. Müşebbehe, ait olan maksat ise müşebbehin,, Meydana gelmesinin mümkün olduğunu açıklamaktır. Şâirin, ....... “Sen de onlardan olduğun halde, bütün insanlardan üstün isen (bunda şaşılacak ne var?), zira misk de ceylanın kanının bir parçasıdır”sözündeki gibi. - Durumunu (açıklamaktır) . Bir elbisenin siyahlıkta ötekine benzetil-mesinde olduğu gibi. - (Durumunun) miktarını (açıklamaktır) . Siyah elbisenin aşın siyahlıkta kargaya benzetilmesinde olduğu gibi. b. Müşebbehin. (durumunun dinleyicinin ruhunda) yerleşmesini açıklamaktır. Çabasından bir fayda hâsıl olmayan kimsenin suyun üzerine yazı yazana benzetilmesinde olduğu gibi. 101 Bu dört (maksat), vechü'ş-şebehin (benzetme yönünün) müşebbehün bil (benzetilen) de rnüşebbeh (benzeyen) den daha mükemmel ve müşebbehün bihin vechü'ş-şebeh ile daha meşhur olmasını gerektirir. c. Müşebbehi (dinleyicinin gözünde) süslü göstermektir. Siyah bir yüzün ceylanın gözüne benzetilmesinde olduğu gibi. d. Müşebbehi (dinleyicinin gözünde) kötü göstermektir. Çiçek bozuğu olan yüzün horozların gagaladığı kuru dışkıya benzetilmesinde olduğu gibi. e. Müşebbehi (dinleyicinin gözünde) ilginç göstermektir. İçinde tutuşmuş bir köz bulunan kömürün, Müşebbehi olması mümkün olmayan bir biçimde göstermek amacıyla, altın dalgalı miskten bir denize benzetilmesinde olduğu gibi. İlginç göstermenin başka bir şekli daha vardır. O da müşebbehün bihin zihinde nâdir olarak canlanmasıdır. Bu da - Ya mutlak olur; yukarıda geçtiği gibi. - Veya müşebbehin zihinde canlandırılması ânında olur. Şâirin, ....... "Bazı lacivert menekşeler var ki, mavi renkleriyle bahçe içindeki yakut renkli (çiçek) lere çalım satarlar". "Onlar, kendilerini taşıyamayan ince ince saplar üzerindeyken, henüz yakılan kibritin etrafında parlayan ateşin ilk halini andırırlar” . (Teşbihten kasdedilen şey), bazen müşebbehün bih (benzetilen) e, ait olur. O da iki kısımdır: Birincisi: Müşebbehün bih (benzetilen) in (benzetme yönünde) müşebbeh (benzeyen) den daha mükemmel olduğu izlenimini 102 vermektir. O da teşbîhu'l-maklûb'dâ (ters çevrilmiş benzetmede) olur. Şâirin, ....... "Sabah, aydınlığı, halifenin yüzünün övüldüğü zamanki halini andırırcasına göründü” sözü gibi. İkincisi: Müşebbehün bih (benzetilen) e, önem verildiğini açıklamaktır. Aç kimsenin, parlaklıkta ve yuvarlaklıkta dolunay gibi olan yüzü çöreğe benzetmesi gibi. Buna izhâru'l-matlûb (isteği açığa vurma) adı verilir. Bu ise gerçekte veya iddiaca eksik olanı artık olana ilhak etmek (katmak) istendiğinde olur. Eğer iki şeyin arası (herhangi) bir durumda birleştirilmek istenirse, en iyisi, iki eşitten birisini tercihten kaçınmak için (birini ötekine) benzetmeyi benzeşme yargısına bırakmaktır. Şâirin, ....... "Gözlerimden akan yaşlar ve içtiğim şarap birbirine benzedi. Gözlerim kadehin içindeki şarap misali (kanlı yaşlar) akıtmakta”. "Allah'a yemin ederim ki, bilmiyorum: Şarap mı akıtmaktadır gözlerim, yoksa gözyaşlarım (dan oluşan şarab) ı mı yudumlamaktayım?” sözü gibi. Yine, parlak bir şeyin, kendisinden daha çok olan bir karalığın içinde görünüşü kasdedildiği zaman, atın alnındaki beyazlığı sabaha benzetmek ve aksi (sabahı atın alnındaki beyazlığa benzetmek) gibi benzetme de caizdir. Teşbih iki tarafı (müşebbeh/benzeyen ve müşebbehün bih (benzetilen) bakımından (dört kısma ayrılır) : l . Ya müfredi müfrede (teki teke) benzetmek. Bu ikisi, 103 - Mukayyed (kayıtlı) olmazlar. Yanağın güle benzetilmesi gibi. - Mukayyed olurlar. Arapların, " ....... O suyun üzerine yazı yazan gibidir” sözü gibi. - Muhtelif (biri mukayyed biri gayr-ı mukayyed) olurlar. Şâirin, "Güneş titrek kimsenin avucundaki ayna gibidir” sözü ve aksi (titrek kimsenin avucundaki aynanın güneşe benzetilmesi) gibi. 2. Mürekkebi mürekkebe (bileşiği bileşiğe) benzetmek. Beşşâr'ın beytindeki gibi. 3. Müfredi mürekkebe (teki bileşiğe) benzetmek. Şakâyık teşbîhinde geçtiği gibi. 4. Mürekkebi müfrede (bileşiği teke) benzetmek. Şâirin, ....... "Dostlarım! İyice bakınız, görürsünüz yeryüzünün nasıl bir tablo haline geldiğini?” "Görürsünüz, tepelerin çiçeklerinin karıştığı güneşli gündüzün mehtaplı bir geceyi andırdığını” sözü gibi. Bir de teşbîhin iki tarafı (müşebbeh/benzeyen ve müşebbehün bih (benzetilen) çoklu olursa, Melfûf olur. Şâirin, ....... " Onun yuvasının yanındaki kimi taze kimi bayat durumdaki kuş yürekleri hünnabı ve bayağı kuru hurmayı andını" sözü gibi. 104 - Mefrûk olur. Şâirin, ....... "Kokuları misk, yüzleri altın paralar ve (kınalı) parmakları annem (ağacı) gibidir” sözü gibi. Eğer teşbîhin birinci tarafı (müşebbeh/benzeyen) çoklu olursa, bu teşbîhu't-tesviyedir. Şâirin, ....... "Sevgilinin zülüfü ve benim halim, ikisi de geceler gibidir” sözü gibi. Eğer teşbîhin ikinci tarafı (müşebbehün bih/benzetilen) çoklu olursa, bu da teşbîhu'l-cem'dir. Şâirin, "Sanki dizili inci, dolu veya papatya tanelerini andıran dişlerini göstererek gülümsüyor” sözü gibi. Teşbih, benzetme yönü bakımından: - Ya temsîl olur. O da benzetme yönü birçok durumdan çıkarılan teşbîhdir. Yukarıda geçtiği gibi. Sekkâkî bunu, hakiki olmamakla kayıtlamıştır. Yahudi örneğinin eşek örneğine benzetilmesinde olduğu gibi. -Yahut temsîl dışı olur. O da temsîlin aksinedir. Yine (teşbîh, benzetme yönü bakımından) : l . Mücmel olur. O, benzetme yönü zikredilmeyen (teşbîh) dir. Mücmelin benzetme yönü de, - Herkesin anlayacağı açık bir durum olur. " ....... Zeyd arslan gibidir” gibi. 105 -Ancak ehlinin anlayacağı gizli bir durum olur. Birinin, " ....... Onlar, iki ucunun nerede olduğu bilinmeyen çevresi belirsiz halka gibidirler” sözü gibi ki, ‘Onlar, etrafı belirsiz halkanın cüzlerinin şekilde birbirine uygunluğu gibi, şerefte de birbirlerine uygundular’ demektir. Yine kendisinde iki taraftan (müşebbeh/benzeyen ve müşebbehün bih/benzetilenden) birinin niteliği zikredilmeyen teşbîh de mücmeldendir. Kendisinde yalnız müşebbehün bih (benzetilen) in niteliği zikredilen teşbîh de mücmeldendir. Kendisinde her ikisinin (müşebbeh/benzeyen ve müşebbehün bin/ benzetilenin) niteliği zikredilen teşbîh de mücmeldendir. Şâirin, ....... "Ben ondan uzaklaştım; ama onun armağanları benden alâkayı kesmedi. Tahminim onu yokladı da hayal kırıklığına uğramadı. O, rahmet gibidir. Yanına gidersen en üstünü sana isabet eder; firar etsen bile ısrarla takip eder” sözü gibi. 2. Mufassal olur. O, benzetme yönü zikredilen (teşbîh) dir. Şâirin, ....... "Onun ön dişleri ve benim göz yaşlarım, berraklıkta, inciler gibidir” sözü gibi. Bazen benzetme yönünün yerine onu gerektirenin zikredilmesine müsamaha edilir. Onların fasîh söz için söyledikleri " ....... O, tatlılıkta bal gibidir’sözü gibi. Bu teşbihteki benzetme yönü tatlılığım gereğidir ki, o da tabiî eğilimdir. 106 Yine (teşbîh, benzetme yönü bakımından) : l . Karîb Mübtezel olur. O da, ilk bakışta benzetme yönünün açıklığı sebebiyle inceden inceye düşünmeksizin müşebbeh (benzeyen) den müşebbehün bih (benzetileri) e geçiş yapılan teşbîhtir. (Benzetme yönünün ilk bakışta görünmesinin nedenleri) : a. Benzetme yönünün ayrıntısız bir durum olması nedeniyle olur. Çünkü ayrıntısızlık, nefisçe öncelikle kavranır. b. Müşebbehün bih (benzetileri) çoğunlukla zihinde canlandığı için, (benzetme yönünün) az ayrıntılı olması nedeniyle olur. Bu da, -Ya (benzetilen ile benzeyen arasındaki) yakın ilgiden dolayı, mü-şebbeh (benzeyen) m zihinde canlanması anında olur. Küçük testinin ölçü ve şekil bakımından bardağa benzetilmesi gibi. -Ya da (benzetilerim) duyuda tekrarlanması sebebiyle kendiliğinden olur. Güneşi yuvarlaklıkta ve aydınlatmada parlak bir aynaya benzetmek gibi. (Bu iki şıkkın sebebi) yakın ilginin ve tekrarlanmanın ayrıntıya aykırı olmasındandır. 2. Ba'îd Garîb olur. O da, (benzetme yönünün) açık olmaması nedeniyle, Karîb Mübtezel'ln aksidir. O (benzetme yönünün) açık olmaması da, a. Ya ayrıntının çokluğu nedeniyle olur. Şâirin, ....... "Güneş titrek kimsenin avucundaki ayna gibidir” sözündeki gibi. Ya da müşebbehün bih (benzetilen) m zihinde nadiren canlanması nedeniyle olur. Bu da, 107 -Ya (yalnız) (müşebbeh ile müşebbehün bih arasındaki ) ilginin uzaklığı nedeniyle müşebbeh (benzeyen) in zihinde canlanması anında olur. Yukarıda geçtiği gibi. Ya da (müşebbihün bih), yukarıda geçtiği gibi, kuramsal, bileşik hayali, bileşik akli olduğu yahut da duyuda az tekrarlandığı için mutlak (kayıtsız) olur. Şairin, ....... ‘Güneş, (titrek kimsenin avucundaki) ayna gibidir. ’sözündeki gibi. Bu teşbihte garabet (benzetme yönünden ayrıntının çokluğu ve duyuda tekrarlanmanın az oluşu olmak üzere ) iki bakımdandır. Tafsilden kastedilen, birden daha fazla niteliğe bakılmasıdır. (Tafsil) birçok şekilde olur. Bunlardan en meşhuru, Niteliklerden bazısını alıp terketmendir. Şairin, ....... ‘Temreni (nin parlaklığı) dumansız bir alevin ışığını andıran bir Rudeyni mızrağı taşıdım’sözündeki gibi. (Niteliklerin) tümünü dikkate almandır. Ülker yıldızı teşbihinde geçtiği gibi. Terkib (bileşik) ne kadar çok durumlardan oluşursa teşbihde geçtiği gibi (sıradan insanların kavramasından) daha uzak olur. (Teşbih-i) beliğ, garabetinden ve bir şeyin peşinden koştuktan sonra elde etmenin daha lezzetli olmasından dolayı bu (ba'ld garib) türdendir. Bazen karib (mübtezel) teşbihte, onu garib hale getirecek tasarrufta bulunur. Şairin ....... 108 ‘Bizim gündüzümüzün güneşi bu yüze karşı anca hayasız bir yüzle doğdu’ sözü ve (başka bir şairin), ....... ‘Onun kesin iradeleri ve isabetli görüşleri, parladıkları andaki yıldızlar gibidir. Parlak yıldızların sönüşleri olmasaydı!’sözü gibi. Bu Teşbîh, Şartlı Teşbih diye adlandırılır. Teşbih, edatına göre (şu kısımlara ayrılır) : Müekked:Edatı hazfedilen teşbihtir. ’....... Oysa onlar bulut geçer gibi geçer gider4 gibi. ....... ‘Akşam güneşinin altın (sarıs) ı, suyun gümüş (rengi) üzerine düşerken rüzgar dalları dalgalanıyordu’örneği de müekked (Teşbîh) tendir. Mürsel:Müekkedin aksine (adatı zikredilen) dir. Yukarıda geçtiği gibi. Teşbih, maksadına göre (şu kısımlara ayrılır) : Makbul:Maksadını ifadeye yetendir. Müşebbehün bih (benzetilen) in, Durum açıklamada vechü’ş-şebeh (benzetme yönü) ile en çok tanınan şey olması. Nakısı (eksiği) kamile (tama) katmada vechü’ş-şebeh (benzetme yönü) hakkında en mükemmel şey olması. 109 (Müşebbehin) mümkün olduğunu açıklamada muhatapça vechü’ş-şebeh (benzetme yönü) de doğruluğu kabul edilmiş hüküm olmasıdır. -Merdud: Makbul’ün aksinedir. SONUÇ Teşbihin unsurlarının tümünün veya bir kısmının zikredilmesine göre, mübalağa gücünde Teşbîh mertebelerinin en yücesi, müşebbehi hazfetmeden benzetme yönü ve Teşbîh edatının, veya müşebbehin de hazfi ile birlikte hazfedilmesidir. (Teşbihin bu mertebeden) sonra (en yücesi) ise, ikisinden (benzetme yönü ve Teşbîh edatından) birinin öylece (müşebbehi hazfetmeden veya müşebbehin de hazfi ile birlikte) hazfedil-mesidir. (Bu zikredilenlerden) başkasının hiçbir gücü yoktur. 2-2 Hakikat ve Mecâz
Bu ikisi bazen luğavi (el-hakikatu’l-luğaviyye ve el-mecâzu’l-luğavi) diye kayıtlanırlar. Hakikat:Konuşma istilahında konulduğu anlamda kullanılan kelimedir. Vaz’ (konulma) :Lâfzın tek başına bir manaya delalet etmek için tayin edilmesidir. Böylece Mecâz (bu tanımdan) çıkmış oldu. Çünkü mecâzın (manaya) delaleti karine (ipucu) iledir. Ancak müşterek (iki veya daha fazla anlam için vaz’edilen (tanımdan) çıkmadı. Lâfzın kendi başına manaya delalet ettiğini söylemek, zahiri (anlamıyla) fasid (bir söz) dür. Sekkâkî, onu tevil etmiştir. Mecâz:Müfret ve mürekkeb olur. Müfred (Mecâz) : Konuşma istilahında, konulduğu anlamın kastedilmediğine karine ile birlikte konulduğu anlamın dışında doğru 110 olacak şekilde kullanılan kelimedir. Öyle ise galat (yanlış) ve Kinâyenin (tanımdan) çıkması için mecâza bir alaka ilgi lâzımdır. Hakikat ve mecâzdan her biri lüğavi, şer'l, ’örfi hass ve ‘örfi’ amm (olmak üzere dört kısma ayrılır) : “....... yırtıcı hayvan”ve “....... cesur adam”için “....... arslan”....... ibadet”ve “....... dua” için “....... namaz dua”; “....... lâfız ve eylem” için “....... fiil” “....... dört ayaklı hayvan” ve “....... insan”için “....... hayvan” gibi. Eğer alaka benzerlikten başka bir şey olursa Mecâz mürseldir. Değilse (alaka benzerlikten başka bir şey değil de benzerliğin kendisi ise) isti’âredir. Çoğu kere İsti'âre (lâfzı) müşebbehün bih (benzetilen) in adının müşebbeh (benzeyen) in yerinde kullanılması anlamında söylenir. Onlar (müşebbeh ve müşebbehün bih) müste’arun minh (ödünç veren/asıl anlam) ve müste’arun leh (ödünç alan/mecâzi anlam), (müşebbehün bih=benzetilenin) lâfzı ise müste’ar (ödünç alınan şey) dir. Mecâz-ı mürsel “....... nimet kuvvet” anlamında “....... el'ln dağarcık” anlamında “....... dağarcık taşıyan deve” (nin kullanılması gibi) dir. (Aşağıda zikredilenler) Mecâz-ı mürseldendir: -Bir şeyin, parçasının adıyla adlandırılması. Yüksek bir yerden düşman kuvvetlerini gözetleyen gözcü anlamında kullanılan “....... göz”gibi. (Birincinin) aksi (Bir şeyin, bütünün adıyla adlandırılması) . ”....... parmak uçları”anlamında kullanılan “....... parmaklar” gibi. Bir şeyin, sebebinin adıyla adlandırılması. ”....... Yağmuru –yani yağmurun sebep olduğu bitkiyi- otlattık” örneğindeki gibi. 111 Bir şeyin müsebbehinin (sebeplenenin) adıyla adlandırılması. “ ....... Gök bitki-yani sebepleneni bitki olan yağmuru-yağdırdı”gibi. Bir şeyin eskiden bulunduğu (durum) ile adlandırılması. ”....... Yetimlere –yani (önceleri) yetim olan erkeklere- mallarını veriniz5 gibi. Bir şeyin, gelecekte alacağı (durum) ile adlandırılması. ”....... Ben kendimi şarap-yani şarap olacağı şeyi-sıkarken görüyorum6 gibi. Bir şeyin, bulunduğu yer ile adlandırılması. ”....... O zaman çağırsın kurultayını, meclisini –yani mecliste bulunanları-7gibi. Bir şeyin, içinde bulunan ile adlandırılması. (Yani konulduğu mananın kullanıldığı mananın içinde bulunması ve mevcut olması) ....... Fakat yüzleri ak olanlar, hep Allah’ın rahmeti içinde –yani içinde rahmet bulunan cennette-olacaklar8 gibi. Bir şeyin, aletinin adıyla adlandırılması....... Bana gelecekler içinde bir doğruluk dili –yani aleti dil olan güzel bir zikir-tahsis eyle9 gibi. İsti’are bazen, anlamı hissen (duyusal) veya aklen (soyut) olarak gerçekleştiği için, tahkikiyye ile kayıtlanır. Şairin, 112 ....... “Tehlikelere atılmış pür silah bir arslanın –yani cesurbir adamın- yanında” sözü ve (Yüce Allah’ın), ....... Bizi doğru yola –yani hak dine- ilet10 sözü gibi. İsti’arenin bir mecâzı luğavi olduğunun delili, isti’ârenin müşebbehun bih için konulmuş olup, ikisinden (müşebbeh ve müşebbehunbih’den) daha genel için konulmuş olmamasıdır. Denildi ki, İsti'âre, -tasarrufun lüğavi değil, akli bir durumda olması anlamında –Mecâz-ı aklidir. Çünkü o (ödünç alınan kelime), ancak (müşebbehin) müşebbehün bihin cinsine dahil (yani cesur adamın arslan bireylerinlerinden bir birey olduğu) iddiasından sonra müşebbehe itlak olunduğu için isti'ârenin müşebbehte kullanılışı, konulduğu anlamda olur. Bunun için şairin, ....... “Bana kendi nefsimden daha değerli olan bir nefis (kimse), beni güneşten gölgelemek üzere ayağa kalktı. Tuhaf olan (kendisi de) bir güneş (olan) ın beni güneşten gölgelemek üzere ayağa kalkmasıdır” sözünde taaccüb sahih oldu. Yine şairin, ....... “Siz onun iç gömleğinin eskimesini hayret etmeyin! Zira onun düğmeleri ayın üzerine iliklenmiştir” sözünde taaccübden nehy etmek caiz oldu. 113 Bu delil, müşebbeh (benzeyen) in müşebbehün bih (benzetilen) in cinsine dahil olduğu iddiasının, isti’ârenin konulduğu anlamda kullanılmış olmasını gerektirmeyeceği, sözüyle reddedilmiştir.
(Yukarıda geçen beyitlerdeki) taaccübden nehy ise, mübalağanın hakkını yerine getirmek üzere teşbihi (benzetmeyi) unutmuş görünmek üzerine kurulmasındandır. İsti’are, yorum üzerine ve dış görünüşe aykırı bir anlam kastedildiğine dair bir karine (ipucu) konulması sebebiyle yalandan ayrılır. İsti’are, alem (özel isim) olmaz. Çünkü alem cinsiyetle zıttır. Ancak “Hatim”gibi, bir nitelik içerdiğinde alem olabilir. İsti’arenin karinesi (ipucu) : -Ya bir tek durum olur. ” ....... (Ok) atan bir arslan gördüm”sözündeki gibi. -Ya da birden daha çok karinesi olur. Şairin, ....... “Eğer siz adalet ve imandan yüz çevirirseniz, (bilesiniz ki) bizim ellerimizde ateş (alevi gibi parlayan keskin kılıçlar) vardır”sözü gibi. -Yahut da birbirine bağlı anlamlar karine olur. Şairin, ....... “Onun kılıcının ağzından çıkan nice yıldırımlar vardır ki, (nimet ve bahşiş vermede bulut gibi olan) beş parmağı, onları akranları (olan düşmanları) nın başlarına çevirir”sözü gibi. İsti’are iki taraf (müste’arun minh=ödünç veren ve müste’arun leh=ödünç alan) a göre iki kısımdır. Çünkü onların (müste’arun minh ve müste’arun lehin) bir şeyde bir araya gelmesi: 114 -Ya mümkündür. (Yüce Allah’ın), ” ....... Ölü iken dirilttiğimiz-yani yoldan çıkmış iken doğru yola hidayet ettiğimiz-kişi bir olur mu?”11 sözündeki “....... onu dirilttik-yani hidayete erdirdik-“ gibi ki buna Vifakiyye adı verilir. -Ya da imkansız olur. Yok olan şeyin adının, faydasızlığından dolayı, var olan şey için İsti'âre edilmesi (ödünç alınması) gibi. Buna da ‘İnadiyye adı verilir. İsti’are-i tehekkümiyye ve İsti’are-i temlihiyye de İsti'âre-i 'lnadiyye’dendir. Bunlar, daha önce geçtiği gibi, gerçek anlamın zıddında kullanılırlar. (Yüce Allah’ın) ”....... Onları acı bir azap ile müjdele12 (sözü) gibi. İsti’are, cami’ (kendisinde iki tarafın yani müste’arun minh ve müste’arun lehin ortaklığı kastedilen şey) e göre iki kısımdır. Çünkü o (cami’), -Ya iki tarafın (müste’arun minh ve müste’arun lehin) anlamına dahildir....... Her ne zaman bir feryad duysa oraya (doğru) uçar13 gibi. Koşmakla uçmak arsındaki ortak özellik, mesafeyi hızla katetmektir. O (cami’) her ikisine de dahildir. -Ya da, yukarıda geçtiği gibi, iki tarfın (müste’arun minh ve müste’arun lehin) anlamına dahil değildir. Yine (isti’ârenin cami’e göre başka bir taksimi de şöyledir) : 115 -‘Ammiyye (genel) olur. O da kendisinde cami’ açık olduğu için herkesçe bilinen demektir. “ ....... (Ok) atan bir arslan gördüm” gibi. -Hassiyye (özel) olur. O da garib (ancak özel kişilerce anlaşılabilir) dir. Bu garabet (anlaşılmazlık) bazen nefs-i şebeh (benzetme yönünün kendisin) de olur. Şairin, ....... “Onun (o atın) eyer kaşı kendi dizgini ile kenetlendiği zaman, sahibi ziyaretten dönünceye kadar gemini geveleyip durur” sözündeki gibi. Garabet bazen isti-are ‘ammiyye (genel isti-are) de bir tasarruflaolur. Şairin, ....... “Ufacık taşlı dereler, develerin boyunlarıyla aktı”sözündeki gibi. Çünkü (şair) fiili (asıl isnad edilmesi gereken) “....... develer”e değil, “....... taşlı dereler”e isnad etmiş ve boyunları yürüyüşe dahil etmiştir. İsti’are üçüne (müste’arun minh, müste’arun leh ve cami’e) göre altı kısımdır: Çünkü, iki taraf (müste’arun minh ve müste’arun leh) hissi (duyusal) olursa, cami’: -Ya hissi. “....... Derken onlara böğürmesi olan bir daha heykeli çıkardı”14 gibi. Burada müste’arun minh ineğin yavrusu, müste’arun leh, Yüce Allah’ın Kıptilerin zinet eşyalarından yarattığı hayvan, cami'lse şekildir. Hepsi hissi (duyusal) dir. 116 -Ya akli (soyut) olur. “ ....... Gece de onlara bir delildir, ondan gündüzü soyarız15 gibi. Burada müste’arun minh koyun ve benzerinden deriyi yüzmek, müste’arun leh, gecenin mekanından aydınlığı açmaktır. İkisi de hissi (duyusal) dır. Cami’ ise, bir işin başka birinin ardından meydana gelmesinden aklen anlaşılan şeydir. -Yahut da muhtelif (bazısı hissi, bazısı akli ) olur. Çehre güzelliğinden ve şanın yüceliğinden güneş gibi olan bir insanı kastederek “ ....... Bir güneş gördüm” demen gibi. (Eğer iki taraf, yani müste’arun minh ve müste’arun leh hissi) değilse, bu taktirde onlar (iki taraf) : -Akli olurlar. “ ....... Bizi uyuduğumuz yerden kim kaldırdı?16 gibi. Burada müste’arun minh “....... uyku”, müste’arun leh “....... ölüm”, cami’ ise fiilin açıkça görünmemesidir. Bunların hepsi aklidir. -Yahut da muhtelif (biri hissi, bir akli) olurlar. Hissi olan müste’arun minhdir. ” ....... Şimdi sen, ne ile emrolunduysan kafalarına çatlat17 gibi. Burada müste’arun minh “ ....... camı kırmak”tır ki o da hissidir; müste’arun leh “....... tebliğ etmek”, cami’ ise tesir (etki) dir ki ikisi de aklidir. Yahut da bunun aksi (yani hissi olan müste’arun leh) dir. “ ....... Oysa Biz, o su kabardığı zaman sizi akan gemide taşıdık”18 gibi. Burada müste’arun leh ....... 117 “suyun çokluğu” dur ki o da hissidir; Müste’arun minh “kibirlenmek”, cami’ ise aşırı yükselme isteğidir ki ikisi de aklidir. İsti’are (müste’arın) lâfzına göre iki kısımdır. Çünkü o müste’ar cins ismi olursa, (İsti'âre) asliyyedir. (Cesur adam için İsti'âre olunan ) “....... arslan” ve (şiddetli bir vuruş için İsti'âre olunan) “....... öldürme” gibi. (Müste’ar lâfız cins ismi ) değilse (İsti'âre) tebe'lyyedir. Fiil, (ism-i fail, ism-i mef’ul, sıfat-ı müşebbehe v. b. ) ondan türetilenler ve harf gibi. İlk ikisinde (fiil ve ondan türetilenlerde) Teşbîh mastarın manası, üçüncüde (harfte) ise manasının muta’allakı içindir. ”....... Zeyd bir nimet içindedir”deki mecrur gibi. Bu bakımdan “....... Durum bunu dile getirdi ve durum bunu dile getirmektedir” örneğinde, delaletin konuşmaya teşbihi taktir edilir. Lamu’t-ta’lilde (neden bildiren lamda) de “....... Bunun üzerine Firavun hanedanı onu (Musa a. s. ’ı) yitik olarak aldılar, çünkü o, ileride kendilerine bir düşman, bir tasa olacaktır19 örneğinde olduğu gibi, bulup aldıktan sonra meydana gelecek düşmanlık ve tasa için maksatla ilgili nedenine (Teşbîh taktir edilir) . (İsti’are-i tebe'lyyenin) ilk ikisinde (fiil ve ondan türemişlerde) karinesinin bulunduğu yer: -Fail üzerinde olur. “....... Durum bunu dile getirdi” gibi. -Mef’ul üzerinde olur. (Şairin), ....... “O, cimriliği öldürdü (ortadan kaldırdı) ve cömertliği diriltti (ortaya çıkardı) . ” (sözü) ile (şairin), 118 ....... “Biz onlara, kendileriyle paramparça ettiğimiz keskin mızrak temlerini yediririz” (sözü) gibi. -Mecrur üzerinde olur. (Yüce Allah’ın) “....... Onlara acı bir azap müjdele”20 (sözü) gibi. İsti’are (müste’arun minh, müste’arun leh, cami’ ve lafızdan) başkasına göre üç kısımdır: - (İsti’are-i ) Mutlaka: Bir sıfata ve (müste’arun minh ve müste’arun lehe uygun gelecek) bir kısımlandırmaya yakın olmayan isti’âredir. (Burada sıfattan) kastedilen, (nahiv yönünden olan) sıfat değil, manevi (sıfat) dır. - (İsti’are-i ) Mücrrede: Müste’arun lehe uygun olana yakın olan isti’âredir. Şairin, ....... “O, gülme ile (bitecek) tebessüm ettiği zaman çok bahşiş vericidir” sözü gibi. - (İsti’are-i ) Müraşşaha: Müste’arun minhe uygun olana yakın olan isti'âredir. (Yüce Allah’ın) “....... İşte onlar öyle kimselerdir ki, hidayet karşılığında sapıklığı satın almışlardır da ticaretleri kar etmemiştir”21 (sözü) gibi. Bazen (İsti'âre-i mücerrede ve İsti'âre müraşşaha) ikisi bir arada bulunur. Şairin, ....... 119 “ İki omuzu arasında keçeleşmiş kılları ve kesilmemiş tırnakları olan tehlikelere atılmış pür silah bir arslanın yanında” sözü gibi. Terşih, mübalağanın gerçekleşmesini içerdiği için, (diğerlerinden) daha beliğdir. Onun yapısı, teşbihi unutmuş görünme (yani müste’arun lehin müste’arun minhin aynısı olduğu iddiası) üzerine kurulur. Hatta, mekanın yüceliği üzerine kurulan, değerin yüceliği üzerine üzerine kurulur. Şairin: ....... “ O, o kadar yükselir ki, (durumunu) bilmeyen kimse, kendisinin semada bir işi olduğunu sanır” sözü gibi. Ta’accüb ve ta’accübden nehy konusunda geçen (örnekler) de onun gibidir. Eğer şairin, ....... “ O, meskeni semada olan güneştir, öyle ise sen gönlünü sabr-ı cemile teşvik et. Çünkü ne sen ona yükselebilirsin, ne de o sana inebilir!” sözündeki gibi, aslı (müşebbehi) kabul etmekle birlikte (sözü) fer’ (müşebbehün bih) üzerine bina etmek caiz olursa, aslı inkar etmekle birlikte (caiz olması) daha evladır. Mürekkeb (bileşik) Mecâza gelince; o, mübalağa için, temsili benzetme biçiminde asıl manasına benzetilen manada kullanılan lafızdır. Bir işte tereddüt edene söylenen “....... Seni, bir adım ileri bir adım geri atarken görüyorum” sözü gibi. Bu, İsti'âre yoluyla temsil, bazen de mutlak temsil diye adlandırılır. 120 (Mürekkeb mecâzın) İsti'âre yoluyla temsil şeklinde kullanılışı yaygınlaştığında mesel adı verilmiştir. Bu nedenle meseller değiştirilmez. BölümBazen Teşbîh (konuşan tarafından) içte gizlenip müşebbehten başka Teşbîh rükünlerinden hiçbiri açıklanmaz; ona (teşbihe), müşebbehün bihe mahsus bir durumun müşebbehe mal edilmesiyle işaret edilir ve (içte gizlenen) bu Teşbîh, İsti'âre bi’l-Kinâye veya İsti'âre-i mekniyye diye adlandırılır. (Müşebbehün bihe mahsus olan bu durumun) müşebbehe mal edilmesi ise İsti'âre-i tahliyye diye adlandırılır. el-Huzelinin, ....... “Ölüm tırnakları iliştirdiği zaman, bütün nazarlıkların fayda vermediğini görürsün” sözündeki gibi. Şair ölümü, faydalı-zararlı arasında fark gözetmeden zorla ve baskı ile canlara kasteden yırtıcı hayvana benzetmiş; sonra ona (ölüme), yırtıcı hayvanın cana kastedilmesinde gerekli olan tırnakları mal etmiştir. Yine başka bir şairin, ....... “Andolsun ki, ben senin iyiliğinin şükrünü açıktan söylesem bile, lisan-ı halim şikayeti daha açık söylemektir” sözündeki gibi. (Şair) durumunu, maksadı ifadede konuşan bir insana benzetmiş, sonra ona (duruma) ifade için gerekli olan dili mal etmiştir. Züheyr'ln şu sözü de öyledir: ....... 121 “ Selma’nın aşkından kalpçe unutma hasıl olup (artık kalbin ona meyletme ) saçmalığı azaldı. Çocukluğun atları ve yük hayvanları da (yolculuk giysilerinden) soyludur” Şair, aşk zamanında işlemekte olduğu cehalet ve haddi aşma gibi saçmalıkları terk ettiğini, alışkanlıklarından vazgeçtiğini ve o alışkanlıkların araçlarının ortadan kalktığını açıklamak isteyerek, gençliği hac ve ticaret gibi amaçlarına ulaşıp araçları terk edilen bir tür yolculuğa benzetmiş; gençliğe bir takım atlar ve yük hayvanları mal etmiştir. Bir itibarla ....... cehalet ve delikanlılığa meyletme anlamına gelen “....... ”den türetilmiştir. Şairin, nefislerin isteklerini, şehevi arzularını, lezzetlerden yararlanmada şehevi arzular için hasıl olan gücü ya da sadece gençlik zamanlarında hevaya tabi olmada edinilen araçları kast etmiş olması da muhtemeldir. Bu taktirde İsti'âre tahkikiyye olur. BölümSekkâkî hakikat-ı lügaviyyeyi, ‘konuluşunda yorum yapılmaksızın, konulduğu anlamda kullanılan kelimedir’ diye tanımlamış ve son kayıt (konuşuluşda yorum yapılmaksızın kaydı) ile, iki görüşün en doğru olanına göre, İsti'âre (ile karışması ihtimalin) den sakınmıştır. Zira İsti'âre, yorum yapmak suretiyle konulduğu anlamda kullanılan kelimedir. Sekkâkî Mecâz-ı lügaviyi, ‘konuşma ıstilahında konulduğu anlamın kast edilmesini engelleyici bir karine ile birlikte gerçekten konulduğu anlamın dışında kullanılan kelimedir’ diye tanımlanmıştır. Sekkâkî mecâzın tanımına, yukarıda geçtiği üzer, (Mecâz-ı lüğavi olan) İsti'âre de girsin diye tahkik (gerçekten) kaydını koymuştur. Sekkâkî’nin bu sözü, vaz’ (konulmuş) mutlak olarak söylendiğinde, yorumla vaz’ı (konuluşu) içermez diye ve yine (Sekkâkî’nin bu sözü), ‘konuşma ıstılahında’ kaydını koymak hakikatin tarifinde gereklidir, diye reddedilmiştir. 122 Sekkâkî Mecâz (-ılügaviy) ı İsti'âre ve İsti'âre olmayan diye taksim etmiştir; isti'âreyi ‘Teşbihin iki tarafından birini zikredip onunla, müşebbehün bihin cinsine dahil olduğunu iddia ederek, diğer tarafını kast etmendir’ diye tanımlanmış; isti'âreyi musarraha (açık) ve mekniyye (kapalı) diye taksim etmiş; musarraha ile, zikredi-lenin müşebbehün bih olmasını kast etmiş; tahkikiyyeyi –daha önce geçtiği gibi (terk edilen müşebbehin hissen veya aklen gerçek olması diye) - açıklanmış ve temsili (İsti'âre) yi de tahkikiyyeden saymıştır. Ancak o (temsil İsti'âre), ifrada (tek kılmaya) aykırı olan terkibi (bileşiği) gerektirir gerekçesiyle reddedilmiştir. Sekkâkî, (İsti'âre-i) tahyiliyyeyi, anlamı ne hissen ne aklen asla gerçekleşmeyen, bilakis el-Huzeli’nin sözündeki “....... tırnaklar” kelimesi gibi sadece hayali bir şekilden ibaret (İsti'âre) olarak açıklamıştır. Çünkü şair, ölümü can almada yırtıcı hayvana benzettiği zaman, hayal gücü ölümü yırtıcı hayvanın portresinde tasvir etmeye ve yırtıcı hayvanın (tırnak, kesici diş ve pençe gibi) gereçlerini icad etmiş;ölüm için tırnakların şekli gibi bir şekil uydurmuş, sonra ona (uydurduğu şekle) ” ....... tırnaklar” kelimesini ad olarak vermiştir. O (Sekkâkî’nin İsti'âre-i tahiliyyeyi açıklaması) nda bir zorlama vardır ve başkalarının bir şey için kılmak (sözleri) ile (İsti'âre-i tahiliyyeyi) açıklamasına ters düşmektedir. (Sekkâkî’nin İsti'âre-i tahyiliyye hakkındaki sözleri), terşihin (İsti'âre-i) tahyiliyyede) zikrettiği şeyin benzeri teşhirde de gerekir. Sekkâkî, İsti'âre-i mekniyye (kapalı İsti'âre) ile (teşbihin iki tarafından) zikredilenin, “....... tırnakları”ın ölüme izafeti karinesi ve ölüm için yırtıcılık iddia edilmesi sebebiyle “....... ölüm”den kast edilmenin “....... yırtıcı hayvan” olduğuna binaen, müşebbeh olduğunu kast etmiştir. (Onun bu tezi), onda (İsti'âre-i mekniyyede) müşebbehin lâfzının kesinlikle konulduğu anlamda kullanıldığı, oysa isti’ârenin 123 öyle olmadığı ve “....... tırnaklar” örneğindeki izafetin ise teşbihin karinesi olduğu gerekçesiyle reddedilmiştir. Sekkâkî, tıpkı “....... ölüm” ve “....... tırnakları” hakkındaki sözü gibi, İsti'âre-i tebe'lyyenin karinesini mekniyye, tebe'lyyeyi İsti'âre-i mekniyyeye döndürmeyi tercih etmiştir. (Sekkâkî’nin bu görüşü), eğer o, tebe'lyyeyi hakikat sayarsa tahyiliyyeye olmaz, çünkü tahyiliyyeyi Sekkâkî ’ye göre bir mecâzdır ve İsti'âre-i mekniyye, tahyiliyyeyi gerektirmez –ki bu (mekniyyenin tahyiliyyeyi gerektirmemesi ) ise ittifakla batıldır diye reddedilmiştir. Değilse (yani, Sekkâkî İsti'âre-i mekniyyeye karine kıldığı tebr'lyyeyi hakikat saymayıp Mecâz sayarsa), o taktirde tebe'lyye (Mecâz-ı mürsel değil) İsti'âre olur ve (Sekkâkî’nin İsti'âre-i tebe'lyyeyi İsti'âre-i mekniyyeye döndürme) görüşü, (Sekkâkî’nin) dışındakilerin zikrettiklerinden de müstağni kılmamış olur. Bölümİsti’are-i tahkikiyye ve (İsti'âre yoluyla) temsilden her birinin güzelliği, Teşbîh güzelliğinin yönlerine riayet ve lafızca Teşbîh kokusunun alınmaması iledir. Bu bakımdan, iki taraf arasındaki benzerliğin, “....... Bir arslan gördüm” denilip ağzı kokan bir insanın kast edilmesi ve “ ....... İçlerinde bir binek devesi bile bulamayacağın yüz deve gördüm”denilip insanların kast edilmesi gibi, bilmece haline getirmemek için, açık olması tavsiye edilir. Bununla, teşbihin konumca daha genel olduğu ortaya çıkmıştır. Yine ona (Teşbîh açık olmadığında isti’ârenin güzel olmaması ve teşbihin zorunlu olmasına) bağlı olan (bir kural da), iki taraf arasında benzetme yönü ilim ve aydınlık, şüphe ve karanlık (örneğindeki) gibi, birleşecekleri derecede 124 kuvvetli olduğu zaman teşbihin güzel olmaması ve İsti'âre-nin zorunlu olmasıdır. İsti’are-i mekniyye de (güzelliğin Teşbîh güzelliğine riayet ile olması bakımından) İsti'âre-i tahkikiyye gibidir. İsti’are-i tahyiliyyenin güzelliği, İsti'âre-i mekniyyenin güzelliği ölçüsündedir. BölümMecâz, bazen bir lâfzın hazfedilmemesi veya bir lâfzın eklenmesi ile irabının hükmü değişen bir kelimeye ad olarak verilir. Yüce Allah’ın “....... Rabb'ln (in emri) geldi”22 “....... Köy (halkın) a sor23 sözleri ile yine Yüce Allah’ın “....... Onun benzeri gibisi (dahi) yoktur24 sözü gibi ki, (bunlar sırasıyla) ....... demektir. 2 - 3 KinâyeKinâye: Asıl anlamının kastedilmesi caiz olmakla birlikte, (asıl) anlamının gereği kast edilen bir sözdür. Böylece, anlamının gereğinin kast edilmesi yönünden mecâzdan farklı olduğu ortaya çıkmıştır. (Kinâye ile mecâzın arası) Kinâyede intikalin lâzımdan (melzuma), mecâzda ise melzumdan (lâzıma) olmasıyla ayırt edilmiştir. (Bu ayırt edilme) lâzım melzum olmadığı sürece lâzımdan (melzuma) intikal olmaz gerekçesiyle redde- 125 dilmiştir. Lâzım melzum olduğu zaman, intikal melzumdan (lâzıma) olur. Kinâye üç kısımdır: Kendisiyle istenen, sıfat ve nispet olmayan (Kinâye) dir. Bunun kısımlarından bazıları şunlardır Bir tek anlam (dan ibaret) olan (Kinâye) . Şairin, ....... “ (Biz), kinlerin toplandığı yerleri (kalpleri) paramparça edenleriz” sözü gibi. Bir takım anlamların toplamı olan (Kinâye) : Bu da bizim – insandan Kinâye olarak söylediğimiz- “....... Boyu düzgün, tırnakları geniş bir canlıdır” sözümüz gibi. Bu iki Kinâyenin şartı, kendisinden Kinâye yapılana mahsus olmasıdır. Kendisiyle (cömertlik, cesaret ve uzun boyluluk gibi) bir sıfat istenen (Kinâye) dir. Eğer (Kinâyeden istenen sıfata) intikal eden bir vasıta ile lmazsa, bu (Kinâye-i) karibedir. (Bu da iki kısımlıdır) : Açık olur. Uzun boylu kimseden Kinâye olarak söyledikleri “....... Kılıcının bağı uzundur” ve “....... kılıç bağı uzun” sözleri gibi. Birincisi sade bir Kinâyedir. İkincisi ise sıfat, (mesufa raci olan gizli) zamiri içerdiği için bir türlü açıklama vardır. Gizli olur. Aptal kimseden Kinâye olarak söyledikleri....... kalın kafalı sözleri gibi. Eğer (bu kısımda Kinâyeden istenen sıfata) intikal bir vasıta ile olursa, bu (Kinâye-i) bai'ldedir. Konuksever kimseden Kinâye olarak 126 söyledikleri “ ....... külü çok” sözü gibi ki külün çokluğundan, tencerelerin altında çok odun yakılmasına, ondan pişen yemeklerin çokluğuna, ondan yiyenlerin çokluğuna, ondan da maksada (konuksevere) intikal edilir. Kendisiyle bir nispet (bir durumun bir duruma mal edilmesi veya mal edilmemesi) istenen (Kinâye) dir. Şairin, ....... “Şüphesiz cömertlik, kişilik ve çok bahşiş verme, İbnu’l-Haşrec'ln üzerine kurulmuş olan kubbenin içindedir” sözü gibi. Şair, İbnu’l-Haşrec'l bu niteliklere tahsis etmek istemiş ve onun (İbnu’l-Haşrec'in) o niteliklere tahsis edildiği ve benzeri (ifadeleri) açıkça söylemeyi-o nitelikleri onun üzerine kurulmuş olan kubbenin içinde kılmak suretiyle- Kinâyeye terkedilmiştir. Beytin bir benzeri de (arapların) söyledikleri “ ....... Onur onun elbisenin içinde, cömertlik ise iki cübbesinin arasındadır” sözüdür. Bu iki (ikinci ve üçüncü) kısımda mevsuf (nitelenen) bazen zirkedilmez. Müslümanlara eziyet eden kimseye ta’rizde bulunarak “ ....... Müslüman, müslümanların dilinden ve elinden zarar görmediği kimsedir”25 denilmesi gibi. Sekkâkî ’ye göre Kinâye ta’riz (bir kimseyi kast ederek gönderme yapmak), telvih (uzaklatan gönderme yapmak), remz (dudak, kaş ve gözle işaret), işaret ve ima diye türlere ayrılır. (Kinâyenin ) ’Urdiyye olması (bir kimseyi kast ederek gönderme yapmak) için uygun olan, ta’rizdir. 127 ‘Urdiyyeden başkası için –vasıtalar çok olursa- telvihtir. Gizlilik birlikte (vasıtalar) az olursa (uygun olur), remzdir. Gizlilik olmamakla birlikte (vasıtalar az olursa uygun olan), ima ve işarettir. Sekkâkî sonra şöyle demiştir; Ta’riz bazen Mecâz olur. Muhatabı değil, muhatapla beraber olan insanı kastederek’....... Sen bana eziyet ettin, yakında anlarsın!’ demen gibi. Eğer her ikisini de (hem muhatabı hem de muhatabla beraber olan başka birini) kastedersen (söz) Kinâye olur ve her iki şekilde de karine gerekir. BölümBELÂGATçılar Mecâz ve Kinâyenin, hakikat ve sarahatten daha edebi olduğu üzerinde görüş birliğine varmışlardır. Çünkü oikisinde (Mecâz ve Kinâyede) intikal, melzumdan lâzımadır. O ise, bir şeyi açık bir delil ile iddia etmek gibidir. (Yine BELÂGATçılar), isti'ârenin teşbihten daha edebi olduğu (üzerinde görüş birliğine varmışlardır) . Çünkü İsti'âre, mecâzın bir türüdür. 128 |