Geri

   

 

 

İleri

 

Avârızı Müktesebe

Cehl, sekr, hezl, hata; ikrah dahi avârız-ı müktesebedendir.

Avârız-ı müktesebe, abdin keab ve ihtiyariyle ehliyete arız olan mevani'dir ki, şu saydıklarımız o cümledendir. Bunlardan :

Cehl

İlim şanından olan kimsenin adem-i ilmidir ki, nakızmı iddiaya mukârin olur ise (mürekkeb), olmaz ise (basit) dir.

Cehil esasen ilmin nakîzdir, adem-i ilimdir, fakat iüm şanından olan, ilme kaadir bulunan kimsenin adem-i ilmidir.

Eğer böyle bir cehil, nakîzını iddiaya mukârin olursa ona (cehl-i mürekkeb) tesmiye olunur. Şöyle ki, şahs-i cahil bilmez ve bilmediğini de bilmezse onun cehli mürekkebdir. Ve eğer böyle bir iddiaya mukârin olmazsa ona da (cehl-i basit) tesmiye olunur. Burada şahs-ı cahil bilmez ve fakat bildiğini de iddia etmez. (1)

Cehil kısmet-i esasiye i'tibariyle dört kısma münkasem olur.

1 - Özr olmaya salih olmayan cehildir.

Meselâ bu kadar delâil ve berahin-i kafiyeye karşı Cenabı Hakkı inkâr etmek gibi. Bu cehil hiç bir vakit özre salih değildir ve ma'fu olmaz. Fakat bu makule ehl-i mükâbire ve inat içinde mütedeyyin olanları da vardır. Bu hâlde bakılır: eğer bunlar ateşe tapmak gibi kaabil-i tebdil olmayan bir şeyle mütedeyyin iseler i'tikadları külliyyen batıldır. Asla hüküm ifade etmez ve eğer tebdil kabul eden (1) bir i'tikad ile mütedeyyin iseler şu hâlde onların bu i'tikadları taarruzu def olur. Binâenaleyh onlar hakkında hamr ve hınzır mâl-i mütekavvimdir.

İtlaf edene zıman lâzım gelir.

Keza bunları bey', hibe ve tasadduk etmeleri câizdir. Ve kıymetten öşür ahzi de mecazdır.

Keza eğer bunlar kendi mezheblerinde muharrematı nikâh etmeğe mu'tekit iseler taarruz olunmaz, hatta böyle bir nikâha Binâen nafaka iddia ederlerse mahkememizce hükmolunur, zevç itaat da'vasmda bulunursa zevceye emredilir İşte görülüyor ki, bunların işbu mu'tekidatı kaabil-i tebdil olan şeylerdir, zira nikâh-ı maharim esasen şeriat-ı Âdem'de,câiz idi.

2- Özre salih olmamakla beraber mertebesi kısm-ı evveldeki cehilden dûn olan cehildir.

Havay-ı aklına uyub sıfat-ı ilâhiyeyi inkâr eden felâsife ile mu'tezile'nin cehli gibi.

Meselâ bunlar Cenabı Hakkm ilim, kudret gibi sıfatmı inkâr ederler. Derler ki, Cenabı Hak mukadderatına taallûk eden kudreti i'tibariyle kaadir ve ma'lümatına taallûk eden ilmi i'tibariyle de âümdir yoksa ayrıca ilim, kudret gibi sıfatı yoktur. Eğer bunlar mevcut farz olunsa sonra taaddüd-i kudema lâzım gelir.

Keza bunlar azab-ı kabri, ru'yet ve ehl-i kebaire şefaat ve fisak'ın nar'da adem-i hulüdunu inkâr ederler.

Hâlbuki bu mu'tekadatın cümlesi kitap, sünnet ve ma'kul ile sabit olan edille-i vâzıhaya münafidir. Binâenaleyh onların bu hüsusat hakkındaki cehli medar-ı özr olamaz lâkin edillenin te'viünden neşet etmiş bir cehil olduğu için mertebesi kâfirin cehünden daha dûndur.

İmâm-ı müsliminin itaatinden huruç eden ehl-i bağyin cehü dahi bu kabildendir bu da özre mahal değildir.

***

Kezâlik kitap ve sünnet-i meşhure ve icmaa muhalif olarak ictihad-da bulunan kimsenin cehli dahi bu kabildendir.

Meselâ tesmiyenin amden terkine veya dûn-ül vatı' tahlile veya ümm-ü veledin bey'ine i'tikat etmek gibi - ki, birincisi ....... Âyet-i Celilesine, ikincisi .......... hadis-i meşhûr Useyle'ye.

Üçüncüsü icma'-ı sahabe'ye münafi olduğundan bu husustaki cehl me-dar-ı ma'zeret olamayacağı gibi şâyet bir hâkim böyle bir mesele hakkında kâzada bulunsa hükmü bir veçhle nafiz olamaz.

3 - Hudut ve kefaratı dafi' olacak bir şüpheye salih olan cehildir, ictihad-ı sahih mevziindeki cehil gibi.

Meselâ veliyy-i kısas olan iki şahıstan biri katili afvettiği hâlde diğeri - hakk-ı kısas sakıt olmuş iken - her ikisinin de ber-vech-i kemâl hakk-ı kısası bulunduğu zanniyle katili kısas etse işbu veli kısas ettiği katil için kısas olunmaz. Çünkü bu iktisas mevki'-i içtihattır. Ba'zılarına göre velilerden birinin afviyle kısas sakıt olmaz. Binâenaleyh şu zehabın mevcudiyeti kaatil-ül kaatil hakkında kısası mani' bir şüphe olur ve fakat kaatilin kaatiline diyet lâzım gelir.

Çünkü böyle bir şüphe haddi def ederse de malı def etmez.

***

Kezâlik mevzı'-i şüphede olan cehil dahi bu kabildendir.

Zevce veya pederinin cariyesini kendisine helâl zanniyle vati' eden şahsın cehli gibi. Şu cehil özre salih olmamakla beraber şüpheye saühdir, Binâenaleyh hudûdu dere' eder. Fakat neseb ve iddet gibi ahkâm sabit olmaz.

Onun te'siri yalnız haddi defi'dedir.

Bir de zaten şüphe iki kısımdır:

1 - Şübhetül-iştibah veya şübhetün fil-fi'l dir - ki, delil-i hil olmayan şeyi delil-i hill tevehhüm ve i'tikat etmektir..,.

Zevce veya pederinin cariyesini vat'i etmek gibi

2 - Şüphetüddelil veya şübhetün filmahâldir - ki, burada nefsül-emirde hille delil bulunmakla beraber bir mani' sebebiyle medlul yani hükmü tehallüf eder.

Oğlunun cariyesini vatı etmek gibi

Bunların birincisinde iştibahm tahakkuk ve sübutu için (zan) bulunmak lâzimedendir. Binâenaleyh eğer ben haram olduğunu biliyordum der ise pederinin cariyesini vatı' eden şahsa yine had lâzım gelir.

Vakiâ evlât ile peder arasında emvalin mebsut bulunması ve bunların yekdiğeri erinden mallarını sakınmamaları sebebiyle bir şahıs delil-i hill olmayan bir şeyi delil-i hill tevehhüm ve i'tikad ederek pederinin cariyesini vatı' ederse onun şu cehli bir şüphe teşkil ederek haddi dere' ve def eder ise de kendisi ben bunun haram olduğunu biliyordum diyecek olur ise - esasen bunun hilline delâlet edecek hiç bir delilimiz de olmadığı için - yine had vâcib olur.

İşte bunun içindir ki, iştibahm tahakkuk-u sübutu için (zan) lâzımdır diyoruz ve illâ haddi def edecek bir şüphe dahi kalmamış olur.

Fakat ikincisinde iştibahm tahakkuk ve sübutu için caninin sübût-i zannına ihtiyaç yoktur. Binâenaleyh bir peder oğlunun cariyesini (ben haram olduğunu biliyordum) i'tirafiyle vatı' etse bile yine had lâzım gelmez.

Çünkü burada haddi def eden şüphe delilden neşet etmiştir. Şöyle ki, aleyhissalâtü ves-selam efendimiz ....... Buyurmuşlardır.

Şu hâlde haddi iskatta müessir olan bir şey delil-i şer'idir ki, sahs-ı caninin zannedip etmemesiyle tefavüt etmez.

4 - Özre salih olan cehildir

Dar-i harpde bulunan bir müslimin, sıyt-ı islâm kendisine vasıl olmadığı hâlde isbat-ı vahdaniyet eden bir adamın - namaz, oruç ve emsali - şerayi'-i saire-i islâmiyeye olan cehil gibi.

Kezâlik vekilin, vekil olduğuna veya vekâletten azledildiğine cehli dahi bu kabildendir.

Binâenaleyh vekilin, vekil olduğuna ilmi lâhik olmaksızın vuku' bulan tasarrufatı müvekkil hakkında nafiz olmaz. Ve vekâlete ilimden evvel müvekkil için bir mal iştira etse fuzulünün bey'i gibi müvekkilin icazetine mevkufen münakit olur.

Kezâlik teslim, mutalebe ve münazaa gibi hukuk akd-i vekile âid olur.

Keza müvekkilin kendisini azl ettiğine vakıf olmaz ise haber-i azlin vusulüne kadar müvekkil namına olan tasarrufatı nafiz ve mu'teber olur. Çünkü vekil tasarrufatının müvekkil hakkında lüzumuna kani' olarak tasarruf eder. Aksi hâlde yani vekilin adem-i ilmiyle beraber azil mu'teber olsa vakt-ı ma'zuliyetindeki tasarrufatı müvekkile tecavüz edemeyeceğinden mutazarrır olur.

Kezâlik şeflin bey'a cehli ve sağırin ticaret için izin ve fekke cehli dahi bu kabildendir.

Ne vakit haberdar olurlarsa tasarruflarının hükmü o vakit tecelli eder. Haberleri olmadıkça ma'zur olurlar.

Velhâsıl:

Cehlin ba'zısı da özre salihdir.

Vekilin müvekkili tarafından azline ve şeflin bey'a cehli gibi... Ve bazısı da dere'-i hadde şübheye salihdir.

Zevcesinin veya pederinin cariyesine helâldir zanniyle takarrüb eden kimsenin cehli gibi.

Sekr

Dimağın ebhir-i mütesaideden imtilâsı sebebiyle bir gaflet-i sururdan ibarettir.

Sekr dediğimiz şey bir surur-u gafilâneden ibarettir. Sekr bir neş'edir, fakat humarına değmez. Bu neş'e-i bi-mealin sebebi de dimağın ebhire-i mütesaideden imtilâsıdır

Tarik-ı mahzur ile sekr hitâba münafi; talâk, bey' ve şirâ gibi tasarrufatın sıhhatına mani' olmaz

Tarik-ı mubah ile sekr, sıhhat-ı tasarrufata mani'dir

Bundan anlaşılır ki,, sekir iki türlü sebepten neş'et eder.

1 - Tarık-i mahzur ile olan sekirdir.

2 - Tarık-ı mubah ile olan sekirdir.

Tarık-ı mahzur ile olan sekir hitâba münafi değildir. Çünkü sekir aklı ta'til ederse de izale etmez. Binâenaleyh sekran olan şahısta ehliyet-i hitap mevcuttur; şu hâlde sekran, savm u salât ve emsali ahkâmın kâffesiyle mülzem ve mes'ül olur.

Kezâlik tasarrufat-ı kavliye ve fi'liyesinin kâffesi; meselâ talâk ve itak, bey' ü şirâ ve ikrarı sahihdir.

Kezâlik ahder-i kenîn olan ikrarın mevcudiyeti hasebiyle kabül-ü islâmı dahi sahih olur; çünkü ....... lâkin irtidadı ve Binâenaleyh zevcesinden ibanesi istihsanen sahih olmaz. Çünkü irtidadda rükn olan tebeddül-ü i'tikad ma'dumdur.

Kezâlik sekran kaved ve kazif gibi rücu' ihtimali bulunmayan şeyleri ikrar eder veyahut zina ve kazif gibi esbab-ı hadde mübaşeret eylerse kendisine had lâzım gelir. Çünkü kendilerinden sarahaten rücu' edilse bile yine hükümleri sakıt olmayan ikrarlarda sekrin ikrardan rücu' makamına ikamesinden bir faide terettüp edemeyeceği gibi esbab-ı hadde mübaşeret halinde dahi esasen ma'siyet olan sekr müstelzim-i tahfif bir sebep addolunamaz.

Şu kadar ki, ikame-i hudûd zeval-i sekre kadar te'hir olunur ta ki, in-zicar tahakkuk eylesin Lâkin kendilerinden rücu' etmek ihtimali bulunan şeyleri bir sekran ikrar edecek olursa, onun hâl-i sekirde bulunması ikrardan rücu' makamına ikame olunur da hadde duçar edilmez.

Hukukullahdan olan hadd-i zina ve hadd-i şürb ve hadd-i sirkati müstelzim olan esbaba mübaşeretini ikrar etmesi gibi.

Sekrin haddi, yani Sahv ile sekrin arasını temyiz eden halet-i kelâmın ihtilâfıdır, böyle olursa bir insan sekran addolunur.

Lâkin hadd-i şürbün vücubunda İmâm-ı A'zam Hazretleri bir de sema ile arz arasını tefrik edemeyecek derecede akl ü temyizin zevali kaydini ilâve buyurdular.

Zira eğer temyiz bu derecede zail olmamış bulunursa sekrde noksan bulunmuş olur. Noksanda ise şüphe-i adem vardır, hâlbuki şüphe ile hudut münderi' olur.

***

Tarık-ı mubah ile olan sekre gelince :

Bu da meselâ bir deva veya asel veya bil-ıztırar hamr içmekten neşet eden sekirdir ki, iğma'ya benzer. İğma nasıl sıhhat-ı tasarrufata mani' ise bu da öylece mani'dir. Meselâ tarik-ı mubah ile sekran olanın bey' ü şirâ ve talâk u itak gibi tasarrufatı nâim ve muğmi'nin tasarrufatı gibi hükümsüzdür. Çünkü bu sekir, lehiv kabilinden olmayıp adeta bir maraz gibidir.

Hezl

Cidd'in zıddı lâtifedir.

Ve tülcie'nin müradifidir - ki, buna muvazaa dahi denilir. Nefsül-emirde mevcut olsun olmasm, bir korku üzerine kendilerince mu'teber bir mülâhazaya mebni yapılan şeylere bu isim verilir. Meselâ bir adam müteğallibeden birinin veya hatırından çıkamayacağı bir zatın kendi malını almak isteyeceğini anlar. Böyle bir tarik ile onlardan kurtulur. Böyle bir muamele yapmaya muztar olup, buna mebnidir ki, tülcienin müradifi diyoruz. Zira muztarrcn vc mükrehen vuku' bulan bey'ler için kullandığımız (bey'-i bit-tülcie) bu kabildendir,

Vel-hâsıl hezl : İki tarafın kendi reylerini gayr-i ciddî bir şey üzerine bina etmeleridir ve cidd'in zıddıdır. Hezlen sudur eden sözlerde mütekellim ne ma'nay-ı hakiki ve ne de ma'nay-ı mecazi kast etmez, belki hezl, ifade-i garazdan mühmel bir lâfızdır,

Hâlbuki (cidd) bir lâfızdan ma'nay-ı hakiki veya mecazi kast olunmaktır.

Hezlin şartı kablel-akid tasrihidir

Ya'ni bir şeyin hezlen vukuunun şartı bu şey için (bunda hezl vardır) demenin hezlin sübutunun şartı, hezlen vuku' bulacak akd henüz vuku' bulmazdan evvel tarafeynin hezli sarahaten zikretmeleridir.

Yoksa hezl delâlet-i hâl ile sabit olamaz.

Kezâlik hezlin esnay-ı akidde mezkûr olması da şart değildir, Çünkü eğer hezl akidde mezkûr olsa - çünkü tarafeynin maksatları hakikat-i hâlde aralarında bir akd mevcut olmadığı hâlde herkese akdin mevcudiyetini zannettirmekden ibaret bulunduğundan - hîn-i akidde hezli zikir onların işbu maksuduna münafi olur

Lâkin hıyar-ı şartın esnay-ı akidde zikri meşrut bulunduğu için hıyar-ı şart ile hezl bu hususta iftirak ederler.

Hezl ehliyete münafi olmadığı gibi mübaşereti ihtiyara ve mübaşerete rızaya dahi münafi olmayıp yalnız hükmü ihtiyar ve rızaya münafi olur. Ve bunun içindir ki, muvazaa tarîkıyla vuku' bulan bey'in hükmü olmayıp tarafeyn reddile mahkûm olur.

Hezl bir kere ne ehliyet-i vücuba ne de ehliyet-i edaya münafi değildir.

Şöyle ki, hazil, akdini icra eder, Ve fakat yine ehliyeti bakidir. Demek ki, hezl ile ehliyetin cem'i mümkün oluyor. Hezl eden deli değildir. Akıl ve zimmeti yine bakidir.

Hezl: bundan başka mübaşereti ihtiyara ve mübaşereti rızaya dahi münafi değildir.

Bir muvazaa meselesi tasvir edelim, bunlar daha güzel anlaşılır. Meselâ ben diyorum ki, filân yerde benim bir mülk mağazam var, bunu şaka olarak sana satacağım, yarın defterhaneye gideceğiz, ben takrir vereceğim (sattım) diyeceğim, yani mahkemede doğrudan doğruya inşay-ı bey' edeceğim. Yoksa sattığımı ikrar edecek değilim - ileride ittifak edemezsek hezli isbat için iki şahit dahi bizi dinliyor. Aramızda hezli böylece kararlaşdırtan sonra defterhaneye gidiyoruz ben (şu kadar kuruş mukabilinde mağazamı şu efendiye sattım) diyorum o da (aldım) diyor. Vakıa bu takrir bir suret-i ciddiyyede cereyan ediyor, amma hakikatte bu satış cidden satış değil, muvazaaya mebni bir satış... İşte bu bey'a (bey'-i bit-tülcie), (bey'-i hâzil) namını verirler. Şimdi bu akid hazilen vuku' bulmakla beraber bizim ehliyetimize münafi olmuyor.

Kezâlik bu hezl mübaşereti ihtiyara yarın için defterhanede bey'i takrire mübaşeretimiz varya; işte şu mübaşereti ihtiyara münafi değildir.

Mübaşerette dahi biz muztar değiliz. Bir taraftan hezl olsun diğer taraftan da mübaşeret ihtiyar olunsun, nasıl olur denilemez. Çünkü hezl, mübaşerete ihtiyarı iskat etmez. Esasen beynimizde takarrür eden hezl inden-nas, indel-halk vuku' bulan akd-i bey'a mübaşeretimizi ihtiyara münafi değildir.

Kezâlik bu hezlimiz mübaşerete rızaya dahi münafi değildir. Meselâ biz yarınki akdimizi sıkılarak yapacak değiliz.

Esasen (ihtiyar) bir şeyi kast ve irade etmlektir. (Rıza) dahi o şeyi istihsan eylemektir. Bir adam bir şeyi hiç kastı olmayarak da işleyebilir.

Meselâ bir kuşa tüfek atar da bir insan öldürür, bir de insanın kasdı olarak bir iş işlemesi vardır. Fakat bunu da ikiye ayırmak lâzım gelir.

(1) Kastı olarak yapar. Yapmakla yapmamak arasında yapmağı tercih eder, amma onu yapdığından hoşnut değildir.

Kalbi o işe mülsak olmaz. Maal-ikrah yapar, işte bu yalnız (kasd)dır.

(2) O adam o işi yine an kaşıt yapar. Yapmakla yapmamak arasında yapmayı tercih eder amma onu yapdığından hoşnut ve razıdır. Kalbi o işe mülsaktır. Maal-memnuniye yapar (işte bu hem kasıt ve hem de rızadır).

Demek lhtiyar namı verdiğimiz (kasıt) başka (rıza) dahi başka şeylerdir. Kasıt ve iradenin tamamı rızadır. Rıza kastın nihâyet derecesidir.

Velhasıl kasıt ve irade, bir şeye kalbin yalnız teveccühü rıza ise kalbin teveccüh-ü tam ve kâmilidir. Hatta bunun zahiren dahi asarı görülür. Meselâ razı olarak bir iş yapan zatın vechinde asar-ı beşaşet rûnümundur, yalnız ihtiyaıda ise rıza halinde gürdüğümüz asar-ı istihsan ve beşaşet meşhud olmaz.

(Meselâ yürümeğe ikrah ve icbar edilen adam yürümeği ihtiyar etmekle beraber ona razı değildir.) İşte ihtiyar ile rıza arasındaki şu farka mebnidir ki, (kabayih ve maasinin cereyanı yine İrade-i ilâhiyeye makrun olmakla beraber Cenabı Hakkın bunlara rızası taallûk etmez) buyurdular.

Çünkü Cenab-ı müteâl hiç bir vakit ibadı için küfür ve rna'siyete razı olmaz. ....... Nasıl ki, kaside-i Emâli de : ..........

Deniliyor.

İşte hezl dahi hazilin akd-i bey'a bir tasarrufa mübaşereti ihtiyar ve tercihine mani' ve münafi değildir. Hezl onun ihtiyarını selb etmez.

Kezâlik hezl mübaşerete razı olmasına onu istihsan etmesine de munafi değildir.

İşte burada ikrah ile aralarında fark vardır İkrahda bu rıza yoktur. (Şunu sat) diye ikrah olunan adam, bey'i icabı ihtiyar etse bile şu mübaşerete hiç bir vakit razı olmaz. Onu gönül hoşnutluğu ile yapmaz Amma hezl, hükmü ihtiyar ve rızaya münafi olur. Şöyle ki, hazil, siga-i akdi kendi ihtiyar ve rızasiyle tekellüm eder, lâkin her akdin bir sebebi bir hükmü varya; işte hazil sebebi ihtiyar etse bile o akdin hükmünün sübu-tunu ne ihtiyar eder ve ne de ona razı olur.

İşte buna mebnidir ki, muvazaa tarikıyla vuku bulan bey'in hükmü olmayıp tarafeyn redd-i bedele mahkûm olur.

Şöyle ki, muvazaa eden muvazaayı tefsir eder. İsbat olunur. Artık o tasarrufun hükmü kalmaz, tarafeyn redd-i bedel ile mahkûm olur yani mebi' mevcut ise, reddolunur. Semen istirdat edilir.

Acaba böyle bir bey' esasen batıl mıdır, sahih midir, fasit midir, nedir?

Tarafeynde ehliyet mebi'de mahalliyet bulunmasına göre bu bey' bir kere batıl değildir.

Fakat bu bey' sahih de değildir. Çünkü akidde lüzum kalmıyor. Çaresiz buna fasit diyeceğiz. Fakat vech-i fesadını bulmalıyız. Vech-i fesat dahi akidde adeta hıyar-ı müebbedin meşrut olmasıdır. Tarafeynin bu akde mübaşeret için rızaları var ise de hükm olan sübût-i mülkiyette rızaları bulunmadığından hıyar-ı müebbette olduğu gibi akd-i bey' fasit olur.

Fakat müşteri sair büyu'-ı fasidede kabz ile mebie malik olduğu hâlde burada kabz ile malik olmaz. Çünkü hıyar-ı şart ibtiday-ı hükme mani'dir.

Hazilin tasarrufatı üç türlü olabilir.

1 - İ'tikadat,

2 - İhbarat,

3 - İnşaattır.

Çünkü bir tasarruf eğer bir hükm-i seriyi ihdas ederse o (inşa)dır Ve eğer tasarruftan maksut vekai-i beyandan ibaret ise o (ihbar) dır, eğer beyan vaki'de değilse o (i'tikad) dır.

İnşaat dahi iki kısımdır

1 - Kabil-i fesh olan ukud ve tasarrufattır. Bey' - icare gibi.

2 - Kabil-i fesh olmayan ukud ve tasarrufattır. Talâk - itak gibi.

İ'tikadiyatta hezl reddet tarîkıyla olursa küfürdür. Şöyle ki, hezl kendisiyle hezledilen şeyle değil, mücerret hezl ile (yani ayn-i hezl ile) mûcib-i küfürdür. Çünkü hazil kendisiyle hezl ettiği şeye mu'tekit olmasa bile şu hezli ile din-i hakkı müstahif olmuştur.

Lâkin mükrehde hüküm böyle değildir. Zira hazil, tekellümü muhtar ve Binâenaleyh sebebe razı iken mükrehde ne sebep ve ne de hüküm için rıza yoktur. Belki kelime-i küfür onun lisanından bil-ıztırar cereyan eder.

Fakat hezl, eğer İslâm tarîkıyla olursa sahihtir. Çünkü inşadır. Ve canib-i İmâm tercihan - hükmü dahi kaabil-i red değildir. Vâhid-i rükneyn olan ikrarda dahi aten (rıza) mevcuddur. .......... ihbarata gelince hezl bunları alel-itlak ibtâl eder, gerek bey' ve icare gibi kaabil-i fesh olan şeyleri ihbar olsun ve gerek kısastan afiv gibi fesha ihtimali olmayan şeyleri ihbar olsun.

Çünkü ihbar ile muhbirün bih olan şeyin sıdk u sıhhatine i'timad olunur ise de hezl bunların ademine dâldir. Binâenaleyh ihbar, aslından mün'akit olamaz. Zira hezl ikrahda olduğu gibi delil-i kiziptir. Eğer kâzib olmasa idi bu ikrar ve ihbar kendisinden hezlen sâdır olmazdı. Hatta bu hezelden sonra muhbirün bihe icazet verse yine hükmü olmaz. Çünkü icazet, sıhhat ve butlana muhtemel olarak mün'akit olan şeye lâhik olur. Ve icazet ile (kizb) (sıdk) olamaz bey' ve icare gibi kaabil-i fesh olan inşaattaki hezl ve muvazaa üç türlü olur

1 - Asıl akidde.

2 - Semenin mikdarında.

3 - Semenin cinsinde - tarafeynin muvazaalarıdır.

Bu üç ihtimâlden her birine göre de dört suret vardır

Birincisi : Tarafeynin hezl ve muvazaadan i'raz ettiklerine.

İkincisi : Muvazaa üzerine akdi bina ve icra ettiklerine.

Üçüncüsü : İ'raz ile binadan hiç biı i hatırlarına gelmediğine İttifak etmeleri.

Dördüncüsü : Bu hususlarda ihtilâf eylemeleridir.

1 - Tarafeyn i'raz üzerine ittifak ederlerse, işbu bey' semen-i müsemma ile sahih ve hezl batıl olur.

2 - Muvazaa üzerine binay-ı akidde ittifak ederlerse hezl burada akideynin her ikisine şâmil olmak üzere müyyed bir hıyar-ı şart hükmünde olarak akd-i fasit olur. Böyle bir akdi ahad-i akideyn nakz ederse müntekız olur. Zira herbirinin hakk-ı fesh-i nakzı vardır. Fakat sıhhat-ı akd ikisinin müçtemian ihyarma mütevakkıftır. Çünkü hıyar-ı şartta bir muhayyerin icazeti diğer muhayyerin hıyarını muhtil olmaz..

(İmâm-ı A'zam'a göre tarafeynin ihtiyarları için üç gün müddet vardır. Bu müddetin mururiyle akdin fesadı tekarrür eder. İmameyne göre nakz tahakkuk etmedikçe ihtiyar ve icazet câizdir.)

3 - İ'raz ile binadan hiç biri hatırlarına gelmez ise yani tarafeyn hin-i akidde evvelki muvazaa üzerine binay-ı akd etmek veya muvazaadan i'raz eylemek gibi bir şey hatırlarrna geldiğini müttefikan beyan ederler veyahud:

4 - İ'raz ile binada ihtilâf ederlerse İmâm-ı A'zama göre akid sahilidir. Çünkü bir muarız bulunmadığı hâlde akd-i şer'îde asıl olan şey sıhhat ve lüzumdur. Akid bey'-i mülki icap için meşru' olup hezl akde nassan muttasıl olmazsa onda (ciddiyyet) zâhir bulunduğundan böyle muvazaayı adem-İ tahatturda ittifak veya i'raz ve binada ihtilâf halinde akd-i bey'i mu'teber addetmek. O akde muttasıl olmayan muvazaaya i'tibar etmekden evlâdır. Lâkin İmameyne göre bu akd sahih olmaz. Çünkü böyle yerlerde akdi kablel-akd vaki' olan muvazaaya bina âdettir. Ve illâ tarafeynin muavaza ile iştigalleri abes ve maksatları da heder olur, gerçi akidde asıl olan sıhhat ve lüzum ise de muvazaa bu akde sabıktır (sebk) ise esbab-ı tercihdendir.

Tarafeyn bedeli mikdarında veya cinsinde muvazaa ettikleri suretde İmâm-ı A'zam hazretlerine göre şu saydığımız dört surette dahi i'tibar zâhir-i akdedir - muvazaaya i'tibar olunmaz. Çünkü ciddiyyet zâhir-i akdedir ve mümkün oldukça ciddiyyetle amel evlâdır,

Kezâlik asıl akd dahi ciddî olarak cereyan etmiştir.

İmameyne göre bedelin cinsinde olan muvazaanrn dört suretinde dahi i'tibar zâhir-i akdedir - muvazaaya i'tibar olunmaz - fakat bedelin mikdarmda olan muvazaada yalnız tarafeyn muvazaadan i'razda ittifak ederlerse o hâlde zâhir-i illet ile değil beyinlerinde mukarrer olan semen üzerine bey' münakid olur.

Fesha kaabil olmayan inşaata gelince bunlar da üç kısımdır :

1 - Talâk, itak, kısastan âfiv, yemin ve nezir gibi kendinde mal olmayan akddir. Bunlarda hezl batıl ve tasarruf sahih olur.

Meselâ bir adam zahirde haremini tatlik veya kaatili kısastan afvedip de hakikatte talâk veya afiv bulunmadığına tarafeyn muvazaa etseler hezl batıl ve işbu tasarrufatm kâffesi sahih olur. ..........

 Ba'zı rivâyette yemine bedel (itak) varit olmuştur.

— Nezir, yemine kısastan afiv dahi talâka mülhakdır -

Kezâlik işbu tasarrufat iskatat kabilinden olup bunlarda İse esbabın ya'ni illetlerinin infikadiyle beraber hüküm dahi zarureten sabit olur. İllet burada - hıyar-ı şartta olduğu gibi - ma'lülünden terahi etmez. Ve bu hükme hazil dahi razı olmuştur. Çünkü hezl, esbab-ı hükmün in'ikadına mani' olmaz. Hazil dahi bu esbabı rızasiyle inşa etmiştir,

2 - Mal kendisinde tebean sabit olan akddir (nikâh) gibi. Bunda dahi eğer tarafeyn akdin esasında hezl ederlerse; meselâ akd-i nikâh icra edilecek ve fakat aralarında nikâh olmayacak suretinde muvazaa etmişlerse akd lâzım, hezl batıl ve mehr-i misil vâcib olur. ......... ve eğer tarafeyn mihrhı miktarında meselâ hakikatte bin ve zahirde ikibin kuruş suretinde hezl etmişlerse bakılır. Eğer i'razda ittifak ederlerse ikibin hezle binada ittifak ederlerse bin ve eğer esnay-ı akdde hatırlarına bir şey gelmez veya bilâhire ihtilâf ederlese İmâm-ı Muhamınedin İmâm-ı A'zamdan rivâyetine göre bin, İmâm-ı Ebu Yusuf'un rivâyetine göre iki bin kuruş lâzım gelir.

Mehrin cinsindeki muvazaada dahi bu suretle ihtilâf-ı eimme vardır.

3 - Malın kendisinde maksuden sabit olduğu akddir. Amden katilde, kısastan mal üzerine sulh gibi. Bu kısımda sulh sahih ve bedel dahi lâzım olur.

Hezl ve muvazaa, ibrayı ibtâl eder, yani bir şahıs hezl üzerine medyun veya kefilini ibra etse bu ibra hükümsüzdür. Zira bunlarda ma'nay-ı temlik bulunduğu için red ile merdut olurlar. Binâenaleyh hezl - hıyar-ı şartın ibradaki te'siri gibi bunlar da müessirdir.

Hezl, taleb-i muvasebeden evvel hakk-ı şuf'a'yı ibtâl eder ve adeta bu taleb-i şuf'adan sükût menzilesindedir. Fakat taleb-i muvasebeden sonra şuf'a'nın bi-tarikıl hezl teslimi işbu teslimi ibtâl eder ve hakk-ı şuf'a baki kalır. Çünkü taleb-i muvasebeden sonra teslim-i şuf'ada muhayyerlik caridir, şu hâlde teslinı-i hıyar ile batıl olan şeylerden olmuş olur. Mademki hezl dahi hıyar gibi hükme rızayı mani'dir, hezl ile dahi teslimin butlanı lâzım gelir.

Hata

İnsandan bi-gayr-i kast sâdır olan kavil veya fiilden ibarettir.

(Hata) bazan zıdd-ı sevap ma'nasma bazan da amde makrun olmayarak sadır olan şey ma'nasma gelir. Nitekim ........ Âyet-i Celilesiyle ......... Hadis-i Şerifindeki hata ......... ma'nasmdadır ki, avârız-ı müktesebe bahsine dahi bu ma'na maksuttur. Hatayı : İnsandan kast-ı sahih-i gayr-i tam ile sadır olan fiil ve kavi suretinde de tefsir etmişlerdir.

Sayda atılan sihamın bir insana tesadüf etmesi gibi burada rami fi'l-i remide kasıt olmakla beraber mahalde ya'ni mef'ûlde hiç bir kastı bulunmadığı için fi'linin tamamiyet kastı mün'adim olmuştur.

Hata ehliyete münafi ve hukuk-ı ibadın sukutunda özre salih olmaz.

Hata: bir kere ne ehliyet-i vücup ve ne de ehliyet-i edaya münafi değildir. Çünkü ne akılda ve ne de kuvvet-i bedende bir te'siri yoktur.

Lâkin eğer ba'del-ictihat (yani vüs' ü iktidarını sarf ettikden sonra) vaki' olursa hakkullahda özür olmağa salihtir. Nitekim ta'yin-i kıblede bezl-i mechud eden musallinin bilâhire hatası zâhir olsa, kıldığı namaz yine sahihtir.

Kezâlik hata ukubatta şüphe olmağa da salihtir. Binâenaleyh hataen işlediği fi'le müteallik ism, had ve kısası dere' eder. Fakat terk-i tesebbüt ve ihtiyattan neşet eden ism yine bakidir. Hattâ hata mümkinül ihtiraz olan yerde tesebbüt ve ihtiyatı terk etmekten tevellüd edeeeeği cihetle muhti hakkında cezay-ı kâsırm (yani kefaretin) vücubuna sebep olur.

Hata hukuk-ı ibadın sukutunda özür olmağa salih değildir. Binâenaleyh bir şahıs bir kimsenin hataen malını itlaf eylese; meselâ sayd zanniyle bir koyunu öldürse veyahut kendi mülkü zanniyle birinin malını ekleylese zıman lâzım gelir. İşte bu zıman malın bedelidir. Yoksa fi'lin ce-zası değildir. Zira cihet-i ceza merfu'dur. Lâkin muhtinin hata etmesi bu cihetle ma'zur olması mahallin yani malın ismetine münafi olmaz. Malda hürmet ve ismet vardır. Hata bu ismeti izale edemez. Binâenaleyh bedel-i mahal kendisine tazmin ettirilir.

(Bu zıman bedel-i mahal olduğu içindir ki, bir cemaat-i kesire bir adamın malını telef etseler, umumuna yalnız bir zıman lâzım gelir. Eğer bu cezay-ı fi'l olsa idi, her birine zıman-ı kâmil terettüb edecekti.)

***

Kezâlik kaatil-i muhtîye diyet vâcib olur, bu da cezay-ı fiil değil bedel-i mahâldir. Fakat özür- hataya mebni üç senede almak suretiyle tahfif edilmiştir.

Muhtînin talâkı sahihtir. Şöyleki bir adam zevcesine otur diyecek yerde boşsun dese, talâk vaki' olur

***

Muhtinin lisanından hataen bir bey' sâdır olsa da hasmı dahi bunun hata olduğunu tasdik etse mükrehin bey'ine kıyasen muktezay-ı asü bu bey'in fasiden mün'akit olmasıdır Mün'akittir. Çünkü kelâmın, bil-ihtiyar cereyanına nazaran ukudda asıl olan ihtiyar mevcuttur. Fasittir. Çünkü (rıza) yoktur.

İkrah

İnsanı kerih görüp mübaşeretini istemediği bir şey üzerine tehdit ile hamldir. (1)

Bu surette insanı kerih görmediği bir şey üzerine velev tehdit ile olsun hamletmek ikrah değildir. İkrahda şahs-ı mükrîh hem mükrehün aleyhi kerih görmeli, hem de vaîd ile cebr ü ikrah edilmelidir.

İkrah iki nevi'dır :

1 —İkrah-ı mülcidir ki,, rızayı i'dam ve ihtiyarı ifsat eder.

(1) Mecelle : 945, 919, 1003 ilâ 1007 maddeler bak.

İkrahın birinci kısmı: İkrah-ı mülcidir ki,: İtlâf-ı nefs veya kat'-ı uzuv yahut bunlardan birine müeddi olur, darb-ı şedit ile olan ikrahdır.

Bu ikrah rızayı i'dam ve ihtiyarı ifsad eder. İlca ıztırar ma'nasmadır. Yani bu kısım ikrahda mükrih-i fevat nefs ve uzuvdan hafv ederek mükrehün aleyhe mübaşerette muztar kalıyor demektir.

Diyoruz ki, bu ikrah; rızayı i'dam eder. Fakat ihtiyarı - asıl baki olmak üzere - yalnız ifsat eder. Yukarıda da geçtiği veçhile ihtiyar ve rıza başka başka şeylerdir.

Malûmdur ki, mahiyet üçtür: Vâcib, mümkin, mümteni'.

Mümkin olan bir şeyin de iki tarafı vardır :

Biri vücud, diğeri adem'dir. Demek ki, biri yapmak, diğeri yapmamaktır.

İşte ihtiyar, bir şeyde ya yapmak veya yapmamaktan birini tercih ile o şeye kalbin teveccühünden ibarettir.. Eğer kalbin bu teveccühü isar ve istisar tahsin ve istihsan derecesine varırsa ona da (rıza) denilir. Gerçi bunların arasında mübayenet yoktur. Fakat; rıza ihtiyarın nihâyet mertebesidir. Hulâsa, ihtiyar mümkinin iki tarafından birini tercih ile ona kalbin kasıt ve meyelânıdır.

Yani evvelce iki taraf dahi müsavi idi. Şimdi bir taraf ağırlaşdı. İşte buna kast-ı irade, ihtiyar denir. Rıza ise bu meyelânın nihâyet derecesidir. Şu hâlde her rıza, ihtiyarı mûcibdir, fakat her ihtiyar rızayı mucip olmaz. Meselâ hayır ve şer, hep Hakdan'dır. Demek hayrın da şerrin de hâlikı Vâcib Tealâ Hazretleridir. İrade-i ezeliyyesi ikisine de taalluk etmiştir, fakat Zatı Ecell ü A'lâsı hiç bir vakit şerre razı değildir.

İmdi bu kısım ikrahda (ihtiyar) fasit olunca, rızanın in'idamı tabiidir. Çünkü rıza, gaye-i ihtiyardır. Mükrih hiç bir vakit mükrehün aleyhi gönül hoşluğuyla yapmayacaktır. Bununla beraber yapılan şey, bilâ kast ika' edilen ef'âl kabilinden de değildir. Yine bir kasıt, bir irade, bir ihtiyar vardır. Şu kadar ki, bu ihtiyar fasit olmuştur. Çünkü ihtiyar sahih olunca fail kastında müstebit ve müstekil olur. Hâlbuki burada mükrehin kastında müstekil olmadığını ve ihtiyarının mükrihin ihtiyarına müstenit bulunduğunu görüyoruz. Gerçi fi'l-i mükrehün aleyh kendisinden sâdır olduğu için yine bir ihtiyar vardır. Fakat hamilin ihtiyarına müstenid olduğu için ihtiyarın hâli intizamı kaybolmuş nizamından çıkmış fasit olmuştur.

Pek a'lâ failin ihtiyarı mücbirin ihtiyarına müstenit bulunuyor. Çünkü fail, eğer kendi ihtiyariyle kalmış olsa idi, mükrehün aleyhi ika' etmeyecek idi.

Şİmdi bir ıztırar, bir mecburiyet onu bu fi'li îka'da muztar bırakıyor, bu da kendisinin hayat ve uzvuna olan muhabbet-i cibilliyesidir. Hubb-i hayat, kendisini, muztar bırakıyor. İhtiyarını başkasının ihtiyarına teslim ve isnat ediyor. Âdeta izale-i hayat ve kat'-ı uzuv ile tehdit üzerine hasıl olan havf ve haşyet, failin ihtiyarını zaiflatıyor. Şu hâlde dayanacak bir yer arıyor, demek ki, korku onun ihtiyarını bozuyor, ifsad ediyor ve artık hamilin ihtiyarına istinat ederek onun tehdidatına, sevkiyatma tabi' oluyor.

2 - İkrah-ı gayr-i mülcidir ki, rızayı i'dam edip ihtiyarı ifsat etmez.

Buna da ikrah-ı gayr-i mülci tesmiye olunur - ki, yalnız gam ve elemi mucip olur. Darp ve hapis gibi şeylerle olan ikrarıdır.

Bu ikrah rızayı i'dam eder fakat ihtiyarı ifsat etmez. Binâenaleyh fail kast ve iradesinde müstakil kalır,. Hâlbuki ikrah-ı mülci'de ihtiyar dahi fasit olduğundan fail kasdmda müstakil olmaz. Mübaşeret-i fiilde hamilin ihtiyarına müstenit olur da tıpkı onun bir aleti mesabesinde kalır, Orada fail, hamile yedindeki âlet-i camide gibidir.

İşbu iki nev'in de tefasil-i ahkâmı Mecelle'de mezkûrdur.

İkrahın her iki kısmı dahi ne ehliyet-i vücuba ve ne de ehliyet-i edaya münafi olmaz.

Çünkü medar-ı ehliyet olan zimmet, akıl ve bulûğu bakidir.

Kezâlik ikrah, hitâba da münafi olmaz. Yani mükrehten hitap mürtefi' olmamıştır. Çünkü bu da kendisi için bir ibtilâdır, zaten halet-i ihtiyarda dahi mübtelâ ve mümtehan değil mi idi? Zaten âlem, âlem-i ibtiâdır, biz her şeyde imtihan olunuyor, haddeden geçiyoruz. Bütün avalim böyledir. Hiç bir şey sektirilmiyor. Bahusus biz insanlar, behayim gibi mutlakul inan değiliz, hep birer kuyut içindeyiz. Daima imtihan olunmakdayız, fakat bizim bu ibtilâ ve imtihanımız ilm-ı ilâhiye nazaran değil; ilm-ı ilâhîde bizim neyi yapacağımız, neyi yapmayacağımız ma'lümdur. İbtilâ ve imtihanlarımız yine bize nazarandır. Mücâzat veya mükâfatımızı bu imtihan neticesine bina etmek içindir. Şöyle ki, teklif olan şeyi yaparsak memduh, yapmazsak makduh olacağız.

Yani bize deniyor ki,: Bak siz böyle imtihanlardan geçiyorsunuz mesuliyet ve makbuliyetiniz hep sizin bu âlem-i ibtilâdaki kesb ve iradenize racî' olacak - ki, irade-i cüz'iye meselesi de buradan çıkıyor.

İşte anlaşılıyor ki, hâl-i ikrahda dahi insan müptelâdır, onda da ibtilâ ve imtihan ve Binâenaleyh hitâb sakıt olmaz. Eğer hin-i ikrahda mükreh olarak fi'le mübaşeret esnasında hitâb-ı şâri' kendisinden merfu' olmak lâzım gelse mükrehin ika' ettiği fiilden ne mesul ve ne de memduh olmaması lâzım gelirdi. Hâlbuki bilâkis (ikrah) hatayı isbat eder. Şöyle ki, mükrehün aleyh ya farz veya mubah veya ruhsat veya haram olur. Bunlar ise hep ahkâm-ı şer'iyye-i teklifiyedendir. Meselâ Arap içmek veya meyteyi ekl etmek üzere katl ile tehdit ve icbar olunan kimse için bunu ika' (farz) olur. Eğer bunları yapmaz da katl olunursa âsim ve yaparda hayatını tahlis ederse me'cur olur, çünkü ........ Nass-ı Celili ile bunlarda muztar için ibaha sabittir.

Keza orucunu bozmak üzere ikrah olunan kimse için bunu yapmak (mubah) dır - bunda dahi terk ile katle rıza mûcib-i ismdir.

Keza kelime-i küfrü icra için ikrah olunan kimsenin bunu yapmasına (ruhsat) vardır.

Ve bir müslümanı bi-gayri hakkın katletmek üzere icbar olunan kimsenin bunu ikaı (haram) dır.

Fakat bu ikisini de terk mûcib-i ecr olur. Binâenaleyh kelime-i küfrü icra veya bir müslümanı bi-gayri hakkın katletmese de ölüme razı olsa me'cur ve memduh olur. İşte görülür ki, eğer mükrehten hitap merfu' olsa idi mükrehün aleyhe taallûk eden bu gibi ahkâm sabit olmamak lâzım gelirdi. Ecr ile ism gibi şeyler ancak taâllûk-ı hitaptan sonra tahakkuk eder.

Kezâlik ikrah ihtiyara da münafi değildir.

Çünkü ihtiyar zimmet, akıl ve bülüğ ile ibtilâ neticesidir. Bunlar ise mükrehte sabittir. Maa-zalik bazı ikrahlar ihtiyarı ifsat eder - mülci'de olduğu gibi. -

İkrahda iki ihtiyar görülür:

1 - Hamilin ihtiyarı,

2 - Failin ihtiyarı.

Bunlardan hamilin ihtiyarı sahih, failin ihtiyarı fasittir. İmdi bu iki ihtiyar yekdiğeriyle tearuz ederse mümkün olduğu surette ihtiyar-ı sahih ihtiyar-ı fasit üzerine tercih olunur - mâl-i gayr'ı itlafa ikrah gibi - ve bu hâlde hüküm ihtiyar-ı sahiha nisbet edilir. Ve eğer bu tercih mümkün olmazsa hüküm, ihtiyar-ı faside mensub olur - ikrar ve sair akvale ikrah gibi. Bundan anlaşılıyor ki, mükrehden sadır olan tasarrufat hamile nisbeti kaabil olup olmamak i'tibariyle iki kısma ayrılıyor:

1 - Tasarrufat-ı kavliye.

2 - Tasarruf-at-ı fi'liye.

Tasarruf at-ı kavliyede mütekellim hamile alet olmağa salih olamaz.

Meselâ ben (şu kitabı sat) diye ikrah ediyorum sen (sattım) sözünü kendi uzvunla söyleyeceksin. Ben dilimi ve belki yapışdırarak senin dilinde asla ihtiyar bırakmayarak bunu söyleyemem. Bir insan başkasının lisaniyle tekellüm edemez, hissen bu gayr-i mümkündür. Hâlbuki ef'âlde fail, hâmile, alet olabilir. Bunu kes diye seni tehdit ederim, senin fi'lini bana nakil mümkündür. Burada sen bana alet olabilirsin, lâkin akvalde bu kaabil değildir. Mademki hâmil için bu tasarrufu bi-nefsihi icra mümkün değildir, mademki senin lisanını alet ittihaz edip de senin lisanından ihtiyarın olmaksızın ben bir şey söyleyemem, o halde gayre haml tahakkuk edemeyeceğinden zarureten akvalin hükmü mütekellime maksur kalır.

Maa-zalik bu akvâl dahi iki kısımdır :

1 - Ba'zısı feshi kâbül etmez ve rızaya da tevakkuf eylemez,

2 - Bazısı da feshi kabul ve rızaya tevakkuf eyler.

Birincisi nâzımın: .........

Kavlinde cem' ettiği on şeydir ki, bunlar ikrah ile dahi sahih olur, yani mükrehin kavli batıl olmaz hükmü cereyan eder.

Kezâlik bir kadın mâl-i talâkı kabul ile ikrah olunsa da o da kabul eylese talâk vaki' olur. Fakat mal lâzım gelmez. Çünkü kadının bu malı vermesi rızasına mütevakkıftır. Bunda ise onun rızası yoktur.

Fakat bir erkek mal üzerine haremini tatlik ile ikrah olunsa, hem talâk ve hem de mal lâzım olur.

Talâk lâzım olur. Çünkü ikrah bunu men' etmez.

Mal lâzım olur. Çünki haremi bu malı kendisine tav'an veriyor.

İkincisi - yani tasarrufat-ı kavliyenin hem feshi kabul ve hem de rızaya tevakkuf edenleri - bey' ve icare gibi şeylerdir ki, bunlar ehlinden sâdır ve mahallinde vaki' olduğu için (münakit) olmakla beraber rızanın mün'adim olması cihetiyle de (fasid) olurlar.

***

İkrah ile vaki' olan ikrarlar sahih değildir. Gerek mala mütedair olsun ve gerek gayri bir şey hakkında olsun. Çünkü ikrar, hücciyyeti sıdk cihetinin racih olması cihetiyle mu'teber olan bir haberdir ve burada ise muhbirun bihin sıdk cihetinin ma'dumiyetine, belki adem-i vukuuna bir delil vardır ki, o da tehdit ve ihafedir.

***

Tasarrufat-ı fi'liyyeye gelince : Bu da iki kısımdır :

(1) Failin, hamile alet olamamasında akvale benzeyen ef'âldir ki, bunların hükmü faile maksur kalır.

Yemek, içmek, zina etmek gibi.

Bir adam başkasının ağziyle yiyemez.

Kezâlik saimin saimi iftar ile ikrahı halinde hüküm yine faile maksur kalır. Yani mükrehin savmı bozulur mücbirin ki, bozulmaz.

Yemek içmek halinde hüküm faile maksur kalırsa da yenilen içilen şey eğer başkasının malı ise zıman kimedir? Bunda ihtilâf edilmiştir.

Bazıları eğer yiyen aç ise zıman kendisine, tok ise hamiledir, demişler. Bazıları alel-itlâk hamile, bazıları da faile nisbet etmişler.

(2) Failin, hamile alet olması muhtemel olan ef'âldir.

Bu da iki kısımdır :

1 - Fail alet addedildiği takdirde mahall-i cinâyetin tebeddülü lâzım gelen ef'âldir ki, bunlarda dahi hüküm tıpkı akvâlde olduğu gibi yine hamile maksur olur.

İkrah ile vuku' bulan bey' ve teslim-i mebi' gibi eğer burada teslim-i mebi' faile nisbet edilmeyip de hâmile nisbet olunsa, yani fail bu teslimde hamile alet olsa; o hâlde mahallin yani mebiin tebeddülü lâzım gelir. Çünkü mücbirin gayrın malında o gayrı alet ederek alâ sebiliüstilâ vaki' olan şu tasarrufu gasbtır.

Şu halde fi'l-i teslim mücbire nisbet olunsa mebi' dediğimiz şey (mağsub) olmuş olur,

Lâkin teslim-i akdi mütemmim olmak üzere faile nisbet olunursa mahall-i cinâyette tebdil görülmeyeceğinden gasp tahakkuk etmez, hatta müşteri mebi'a mülk-i fasit ile malik olur.

2 - Fail alet addedildiği takdirde mahall-i cinâyetin tebeddülü lâzım gelmeyen ef'âldir ki, bunlarda hüküm ibtidaen mücbire nisbet olunur, (yoksa bazılarının zahib olduğu veçhile failden naklen değil) itlâf-ı nefs ve mal gibi. Çünkü hamil bunlarda faili alet ittihaz ederek bin-nefs itlâf-ı nefs ve mala muktedir olacağından fail için âliyet tahakkuk eder ve mahall-i cinâyet dahi tebeddül etmez. Şu hâlde mûcib-i cinâyet olan şey zıman-ı kısas, 'diyet, kefaret her ne ise bilâ müşareketin hamile vacip olur. Lâkin ismi mucip olan ef'âlde her ikisi de müşterektirler. Çünkü ism hususunda fail, hamile alet olamaz.

HÂTİME

İçtihad beyanındadır.

(İçtihad) bir hükm-i ser'i-i fer'îyi delilinden istinbatta bezl-i mechuttur.

Usüliyun kendilerinden ahkâm-ı şer'iyye istinbat olunur bir haysiyette olarak edilleden bahsederlerdi. Bu ilmin mevzûu da o idi. İstinbat-ı ahkâmın tarîki ise içtihattır. Onun için mevzûu sadr-ı Mebâhiste, mevzûun tarik-ı istinbatr da hatime-i ilimde zikrolunur. İçtihad, lügat-i Arap'da tahamınül, cehd-i tahamınül, meşekkat ma'nasınadır,

İstılâhen içtihad: hükm-i şer'iy-i fer'iyi delilinden istibatta bezl-i mechuttur.

Delilden hüküm çıkarmak, (istinbat) kelimesiyle ifade olunuyor ki, bu da ahkâm-ı şer'iyenin delilinden çıkarılmasındaki güçlüğü, göstermek içindir. Hüküm delilden adeta kuyudan su çıkarır gibi güçlükle çıkarılacak (yoksa dolapdan bir kitap çıkarmak gibi değil) ta'rifdeki (şer'î) kaydi ahkâm-ı akliyeden ve hissiyyeden ihtiraz içindir.

Binâenaleyh bir hükm-i aklî veya hissiyi delilinden istihraca içtihad ta'bir olunmaz.

Ta'rifdeki (fer'î) kaydiyle ahkâm-ı asliye hariç kalır, Zira onlar kat'iyyattır. Bilâkis maksut füru'-ı mesaile müteallik ahkâmı çıkarmakta bezl-i mechuttur. Yani tamam-ı takatim, kudretini sarf etmektir ki, müctehid artık ondan ilerisine geçmekten âciz olduğunu hissedecek o derece çalışacak eğer zerre kadar çalışmağa tahamınülü var ise orada kalmayacaktır. Ve illâ mukassır olur, işte: bir hükm-i şer'i-i fer'iyi delilden istinbat hususunda tamam-ı kuvvetini sarfa takat-ı beşeriyyesini, kudretini tamamiyle ibzale içtihad ve böyle tamam-ı kuvvetini sarf eden kimseye de müctehid ve bu içtihad neticesi olarak vücuda gelen hükm-i şer'îye dahi (müctehidün fih) tesmiye olunur.

İçtihadın şartı: Lügaten ve şer'an meanisiyle ve aksamiyle kitabı, metin ve senediyle sünneti.

Ve mevarid-i icma' ve vücuh-u kıyası bilmektir.

Bu ta'dat edilen şartlar mutlak içtihadın şartlandır ki, müctehid-i mutlak olanlar da müstekilün bilmezhep olan İmâm-ı A'zam, Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî hazaratı gibi zevat-ı izamdır. Hâlbuki ictihad-ı mukayyedde yalnız mukallidin usulüne ıttıla' kâfidir. Meselâ mukallit, İmâm-ı A'zamın usûl ve delâiline muttali' olunca içtihadı müşârün-ileyhin usûl ve delâiline muvafık olacağından bir ictihad-ı mukayyedde bulunmuş olur. Fakat müctehid-i mutlak olmak için bu şartlar mu'teberdir.

1 - Lügaten ve şer'an meanisiyle ve aksamiyle kitabın ma'rifet-i ahkâma müteallik olan ilmini bilmelidir. Yani Kur'ân-ı Kerîme bu cihetten ilmi muhit olmalıdır, Şöyle ki, gerek efrat ve gerek terkip cihetiyle olsun meani-i lügaviyesini (ve Binâenaleyh lügat, sarf, nahiv, meanî, beyan ilimlerini) bilmek ve

keza gerek elfâzm mefhumatı ve gerek ahkâmın menutatı kabilinden olsun, Kitabın meani-i şer'iyesine âlim olmak şarte. Kur'ân-ı Kerîmi, huffaz gibi ezberlemek şart değildir. Kur'ân'ı bütün bu lügat ve şer' ma'nalariyle ihata etmiş olmak lâzımdır. Meselâ Kur'ân-ı Kerimdeki bazı elfâzm hem manay-ı lügavi hem de manay~ı şer'isi vardır.

Meselâ .......... Buyuruluyor. Burada salâttan maksat nedir? Bunun ma'nay-ı lügavisi/dua ve ma'nay-ı şer'isi de erkân-ı ma'lüme ef'âl-i mahsusadır. İşte müctehid bunu bilmelidir.

Kitabın aksamından maksut: Hâs, Âmm, mücmel/mübeyyen, nâsih veya mensuh gibi kısımlardır.

Şu kadar ki, müctehid bu suretle cemi'-i Kur'ân'ı bilecek değildir. Belki ahkâma müteallik Kur'ân'ı bilmelidir. Zira Kur'ân-ı Kerîmde kîsas ve ahbar dahi vardır. Hattâ ehl-i tefsir- ahkâma müteallik olarak (500) kadar âyet ayırıyorlar. Binâenaleyh müctehid ancak böyle ahkâma müteallik olan Âyat-ı Celileyi saydığımız şartlarla bilmelidir.

Keza bunların hıfzı ile de mükellef değildir.. Hıfzederse elbette daha iyidir. Belki şart olan şey bunların indelmüracaa mevzr'lerini bilmektir.

Kezâlik Âyat-ı Celilenin meani-i lügaviyesîni bilmek (bihasebisseli-ka) dahi olursa yine kâfidir. Zaten bunları bilmek iki türlü olur. Ya bi-hasebit-teallüm, ya bi-hasebisselikadır. Araplarda öyle selika vardır ki, bir Arap ilm-i sarf, nahiv, beyan'ın kavaidini teallüm etmeksizin o selikaya maliktir. Binâenaleyh müctehid selikaten de bunları biliyorsa kâfidir.

2 - Ve metin ve senediyle ahkâma müteallik olan sünneti bilmelidir. Metin'den maksat sünnetin lügaten şer'an ma'naya dâl olan elfâzı ve hâs ve Âmm gibi aksamıdır.

Senetten maksat, ehadis-i şerifenin bize tarik-ı vusulüdür. Meselâ bir hadis-i şerif nasıl bir tarik ile vasıl oldu. Tevâtür, yoksa haber-i meşhûr veya âhâd tarîkıyla mi bunu bilmelidir. Bunu bilmek bittabi' o hadisin ravilerinin ahvalini bilmeğe tevakkuf eder. Ravilerin ahvali bilinince cerh ve ta'dil hususatiyle beraber seneden hangisinin sahih veya zaif olduğunu bilmek lâzım gelir.

Mademki içtihad alıd-i Nübüvvetten sonra mevzû-ı bahis olacaktır. Raviler ise ahd-i Nübüvvet ricalidir. Müctehitler o ravileri nasü bilsinler ki, bunu bilmek onların şart-ı içtihatları oluyor.

Kavileri ta'dil-i eimme ile dahi bilmek kâfidir. Zira ravinin hakikat-i haline ıttıla' müteazzirdir, Ancak İmâm-ı Buharî ve Müslim gibi eimme-nin ta'diliyle yine buna muttali' olabiliriz. Bunlar, şu ravi mevsukur-rivayedir, dediler mi bu kâfidir.

3 - Mevarid-i icma'ı bilmelidir.

Yani bir müctehid, hangi yerde icma'; varit olmuştur. Bunu bilmelidir, Eğer bilmezse sonra ihtimâlki o icmaın hilâfına içtihad eder. Bu ise câiz değildir.

Müctehid için ilm-i kelâmı bilmek şart değildir O usûl-ü akaid-i İs-lâmdan bahs eder. islâmı taklit ile cazim olan kimse edille-i nakliye ile istidlal edebilir ilm-i kelâmı bilmesi mütehattim değildir.

Keza müctehidin ilm-i fıkhı dahi bilmesi şart değildir;

Çünkü ilm-i fıkıh, içtihadın neticesi semeresidir. Binâenaleyh içtihada tekaddüm edemez ki, müctehid onu bilmiş olsun. Bilmiş olsa içtihada ne mahal var.

Maazaîik zamanımızda füru-u fıkıhda mümaresesi olanlara müctehid, fakih denilmesi bir ıtlak-ı mecazidir.

4 - Müctehid vücuh-u kıyası bilmelidir. Şöyleki kıyasın vücuhunu; şeraitİyle, ahkâmiyle, aksamiyle makbul ve merduduyle ihata etmiş bulunmalıdır. İşte bu saydıklarımızdan birisi mefkut olursa İçtihad tahakkuk etmez ve Binâenaleyh o kimseye müctehid denilemez.

İçtihadın hükmü daiıi: Hata ihtimali üzerine galebe-i zan husulüdür.

Saydığımız şartlarla içtihad tahakkuk edince bunun üzerine terettüp edecek eser: bir hükme galebe-i zandır, fakat hata ihtimali de mevcut olmak şartiyle. Müctehid çalışır çabalar bütün vüs'ünü sarf eder bir hüküm çıkarır o müstenbat olan hüküm için bir zann-ı galib hasıl olur. Maamafih kat'î bir hüküm olmadığı için hata ihtimali de vardır

Çünkü ne kadar olsa esas yine reydir. Vakıa büsbütün şüpheli bir hüküm olmadığı için mûcibince amel câiz olur. Fakat hata olmak ihtimali yine bakidir. Şu hâlde gerek usulen ve gerek füruan mesail-i kat'iyyede içtihad cereyan edemez. Onlarda hata olmak ihtimali yoktur ve mevrid-i nassdırlar. Mevrid-i nassda ise içtihad cereyan etmez. Velhasıl içtihadın hükmü bir hükme galebe-i zandır.

Binâenaleyh müctehid bazı kere hata ve bazı kere savap eder.

Yani bir müctehidin istinbat ettiği her hüküm savap değildir; hata olmak ihtimali de vardır.

Mu'tezilenin her müctehid musibtir sözleri hak bizce şer'iyatda dahi bir olup onlarca müteaddit olmak hususundaki ihtilâfa mebnidir.

Umûr-ı akliyede hak taaddüt etmez. Bu cihet ittifakidir. Bunda niza' eden yoktur. Meselâ hepimiz umûr-ı akliyeden olan bir şeyde ihtilâf etsek muhalif reylerde bulunsak şüphe yok ki, hak içimizden birinindir, yalnız birimiz haklıdır. Diğerleri muhitidir. Meselâ Cenabı Hak birdir, i'tikadına karşı birisi maazallah müşrikiyeti mu'tekit olsa onun da hakkı vardır. Denilebilir mi Haşa işte bu gibi akliyatta ittifak vardır. Fakat umûr-ı şe'iyyede Hak bir midiı yoksa her müctehidin zann-ı galibi ile hâsıl olan şey her müctehidin zanmnm müeddi olduğu şey hak mıdır? Burada ihtilâf vardır. Bize göre akliyatta Hak, nasıl taaddüt edemezse şer'iyatda dahi Hak, taaddüt edemez, İmdi şer'iyatta dahi Hak bir olunca, müctehitlerden ba'zısı isabet eder, bazısı hatada bulunur. Hâlbuki Hak taaddüt ederse hepsi müsip olmak lâzım gelir. İşte mu'tezilenin mezheb-i şahitleri icabmca her müctehidin müsip olması sözü aradaki bu ihtilâftan neş'et etmektedir.

Bize göre müctehid hata edebilir, hatta bu hatasından dolayı da me'cur olur.

Meselâ benim bir koyunum olsa da kaçıısam size desem ki, (efendiler şunu bana her biriniz birer tarafa giderek arayınız bulunuz getiriniz) siz şu tarafa gitseniz, bu efendi şu tarafa gitse, diğer arkadaşlarınız da hep birer tarafa gitseler-, elbette bunların içinden bir tanesi benim koyunumu bulacak. Ötekiler bulamayacaktır. Fakat acaba bulamayanlar şu içtihatlarında muhti midirler. Bilâkis ma'zur ve me'curdurlar. Zira emre imtisal ettiler. Şu kadar ki, bulan hem bulduğu için bir mükâfata hem de aradığı için bir mükâfata nail olur. Ötekiler sade taharri mükâfatına nail olurlar.

Evvelce göımüştük, müctehitler meselâ iliiyet-i ribayı ta'yin hususunda ihtilâf ettiler. Emval-i ribeviyenin mütefazılan mübadelesi bil-ittifak câiz değildir; fakat onun cevazına mani' olan illet ne dir? Bunda ihtilâf ettiler, kimisi keyl-i maalcinstir dedi, kimisi ta'm-ı maalcins dedi, kimisi de iddihar ve ihtiyattır' dedi

Şimdi elbette bu illet-i ribanın indallah bir hakikati vardır Nezd-ı ilâhîde bunların ya biri veya diğeri isabet etmiştir. Fakat ihtidadan biz her müctehid isabet etmiştir diyemeyiz sonra Cenabı Hakkın hükmü müctehitlerin içtihadına tabi' olmak lâzım gelir. Bilâkis her hadise için muayyen bir hükm-ı ilâhî vardır. Hak birdir; taaddüt etmez; bir müctehid bu hakta isabet edebilirse de hata etmek ihtimali de vardır, yoksa umumu birden musib addolunamaz meselâ rü'yetullah câiz midir; değil midir. Bu müctehidün fih mesailden şimdi hem câiz ve hem de câiz değil diyenin hakkı olsun dersek nasıl olur? Elbette isabet birinde, hata dahi diğerindedir.

Mu'tezile mesube (her müctehidin içtihadı savaptır dedikleri için bu nam verilir) derler ki,: Mansus olmayan kanun-ı ilâhî ile ta'yin olunmayan hallerde kablelhâdise taraf-ı şari'den bir hüküm yoktur,

Taraf-ı şari'den oları hüküm, müctehitlerin zan ve içtihadına tabi'dir, Müctehid ne suretle içtihad ederse hüküm işte odur. Bu surette hak taaddüt etmiş ve her müctehid içtihadında musip olmuş olur.

Fakat bize göre hak taaddüt etmez, isabet yalnız birisindedir. Bir müctehid bazan isabet eder, bazan hata eder. Onların başlıca iki delilleri vardır.

1— Hak eğer müteaddit olmasa, teklif-i malâyutak lâzım gelir. Çünkü içtihad bir fi'l-i me'murun bihdir. Nusus-u kat'iyye olmayan yer­lerde fermaniyle istihrac-ı ahkâm emr'olunuyor. Eğer böyle yapılmazsa ahkâm muattal olacak. Binâenaleyh eazım-ı üm­met, eşraf-ı kavim saydığımız şartlan haiz olan rüesa içtihad ile me'mur bulunuyorlar. Eğer hak taaddüt etmeyecek olsa eazım-ı ümmet vüsü'lerinde olmayan bir şeyle mükellef olmuş olurlardı. Hak bir olunca delil gâyet gamız ve hafi olduğundan her biri onu nasıl bulsun, mademki böyle bir teklif fasittir o hâlde ....... hükmünce hakkın dahi taad-düd etmemesi fasittir.

2— Hükümde içtihad emr-i kıblede içtihadın naziridir. Bir adam kıbleyi uzun uzadıya taharri ettikden sonra bir cihete teveccüh ederek namazını kılıverse sonra da kıblenin yanlış olduğunu anlasa namazını iade vâcib olmaz demek, içtihadı hak imiş ki, iade vâcib olmuyor. Ve hükm-ı ilâhînin müctehidin zannına tabi' olduğu da bununla sabit oluyor (vakiâ bizim bahsimiz hükümdedir. Bu istidlal ise kıbleye taallûk ediyor. Fakat yine içtihada mütedair olan umûr-ı şer'iyeden değil midir) .

Cevap:

1- İçtihad ile teklif elbette me'murun bihdir. Binâenaleyh teklif yoktur diyemeyiz. Fakat. Teklifin mahall-i taallûku başkadır. Teklif (hak­ka isabet ediniz) merkezinde değil, belki ibret alınız naziri, nazire ham­ledecek bir iktidar ve içtihada nail olmağa çalışınız suretindedir ki, bu­nunla mükellefiyet malâyutak bir şey değildir. Eğer teklif hakka isabet suretinde vaki olsa idi o vakit malâyutak olurdu.

Velhâsıl mu'tezileye sorarız ki, sizin tekliften maksadınız nedir? İçtihad ile mi teklif yoksa isabet-i hak ile mi teklif.

Eğer içtihad ile tekliftir, derseniz biz de kabul ederiz, fakat o vakit mülâzeme müsellem değildir. Çünkü içtihad malâyutak bir şey değildir, bilâkis içtihad makturdur kendisine kudret-i beşeriye taallûk eder, yok eğer isabet-i hak ile tekliftir, derseniz filhakika o vakit teklif-i malâyu­tak lâzım gelir. Amma bu teklif zaten varit ve maksut değildir. Şu hâlde maksut olan lâzım gelmiyor. Lâzım gelen şey ise maksut değildir.

Cevap:

2 - Bilictihat kıbleyi ta'yin ettikden sonra hilafı zâhir olsa nama­zın iadesi lâzım gelmez ve bundan da şer'iyatta hakkın taaddüt edeceğini anlarız, diyorsunuz fakat bu deliliniz hakkın taaddüdünü müstelzim bir şey değildir. Çünkü bu teveccüh sahih imiş, hak imiş ki, doğru oluyor da namazın iadesi lâzım gelmiyor diyorsunuz. Hâlbuki bir adam İmâmın ha­lini bilirken İmâma muhalefet edib de kendi ictihadiyle bir tarafa tevec­cüh etse namazı fasit olur. Eğer hak taaddüt etse idi şu teveccühün dahi sahih olması namazın da fasit olmaması lâzım gelirdi.

Kıblede hata edenin neden iade-i salata mecbur olmadığına gelince: Biz deriz ki, kıble maksudun bizzat değildir. Kıble yalnız teveccüh içindir. Hattâ bir adam zat-ı Kâ'be için secde etse küfür lâzım gelir.

İstikbâl-i kıble mantuk-ı münifince Allah’ın rı­zası nerede ise oraya teveccüh ve rızay-ı ilâhîye tevessül içindir.

Şu hâlde kıble dahi vesailden biridir, rızay-ı ilâhîye vesile olmak için bu kadar halk Kâ'be'ye teveccüh ediyor.

Mademki bu teveccühden maksut, rızay-ı ilâhîyi istihsâldir bu maksut beşaretiyle hasıl olunca vesilenin intifasında bir be's kalmaz.

* **

Mu'tezilenîn istidlâlâtına bu vecihle cevap vererek onları cerh ve na­kızdan sonra hak birdir müteaddid değildir, diyen ehl-i sünnetin bu babdaki delillerini de gözden geçirelim:

Ehl-i sünnet der ki,: Hak birdir, müteaddit olamaz. Akliyatta nasıl bir ise şer'iyatta dahi birdir, taaddüt etmez. Eğer şer'iyatta Hak taaddüt etse idi içtihadın tegayyürü halinde veya mukallit müctehid olduğu za­manda fesat lâzım gelirdi. Şöyle ki,: Bir müctehid bir hâdise hakkında iç­tihatta bulunur; meselâ der ki, ümm-ü veledlerin bey'i câizdir.

Bir zaman sonra ictihad' teğayyür eder. Ümm-ü veledlerin bey'i câiz değildir der. Şimdi ictihad-ı evvel ya hak olarak bakîdir, ya değildir. Eğer ictihad-ı evvel sizin dediğiniz gibi ı hak olarak baki ise ictima'-ı mütenafirîn lâzım gelir. Çünkü evvelki içtihad ikinci içtihada muhaliftir. İki emr-i mütenafirin şey'-i vahide nisbet edilmesi ise batıldır.

Yahut bir mukallit müctehid olmazdan evvel bir müctehidi taklit et­miş bulunur. Sonra müctehid olur da bilictihad o taklit ettiği hükme mu­halif olarak bir içtihatta bulunur. Eğer takliden tabi' olduğu hüküm hak olarak baki farz olunsa yine ictima'-ı mütenafirin lâzım gelir.

Gerek teğayyür ve gerek ba'dettaklit içtihad halinde ictihad-ı sabık baki kalmıyor. Nakz ve nesh olunuyor der iseniz yine cevap veririz; içtihad ile içtihad nakz olunmaz.

İşte bu delillerle de sabit oldu ki, müctehid bazan hata ve bazan isa­bet eder.

Maazalik müctehid-i muhti dahi evvel-i emirde delillere nazaran musibdir. - Her ne kadar, hata etmiş olsa bile, çünkü o tamam-ı vüsünü sarf etmiştir ve Binâenaleyh müttehit, muhtinin hata olan içtihadına dahi se-vab terettüb eder. Yani dalâle nisbet olunmaz. Belki ma'zur ve me'cur olur. Nitekim Nebiyy-i Zişan Efendimiz hazretleri Amr ibn el-Âs (radıyallahü anh)'a buyurmuşlardır. Fazla olarak müctehid-i musib için iki ecir, muhti için de bir ecir vardır. Mealinde bir hadis-i şerif daha vardır.

İmdi vüs'ünü bitamamiha sarf ederek vazifesini ifa eden ve fakat delilin hafasından nâşi hakka isabet edemeyen bir müctehid muatep ol­maz. Belki me'cur olur. Fakat savaba mûsil olan tarik ve delil beyyin ve bedihi olur da müctehid taksirinden naşi hata eder. Yani imkân-ı nazar etmeyerek daha ziyade bezl-i makderet mümkün iken mübalâğayı terk eylerse o vakit muatep olur.

Elhâsıl:

Müctehid hatası üzerine muatep olmayıp belki ma'zur ve hatta me'cur olur. Meğer tarik-ı savab pek aşikâr olup da müctehid onda taksir ve içtihadında terk-i mübalâğa ile hata etmiş ola.

***

Yalnız bir meselede kendisi için menat hasıl olan bir âlem hakkında cevaz-ı içtihad muhtelifün fih ise de savap olan içtihad tecezzi kabul etme­yip her hâlde fekahet için melek-i tatbika malik olmak lâzımdır.

İçtihad tecezzi kabul eder mi etmez mi; bu da muhtelifün fih bir me­seledir. Şöyle ki, ilmi mertebe-i içtihada vasıl olan zat yalnız bir mes'elede o mes'elenin menatına muttali' olsa ilel ve esbab-ı hükmüne vakıf bulunsa onun için o mes'elede ictihad câiz midir, değil midir? Bu ihtilaflıdır.

Meselâ indelHanefîye illet-i riba, keyl-i maalcins ve indeşşafiiyye taam maalcinstir. îmdi Hanefîyye illiyyet-i ribayı bu suretle ta'yin edince acaba bunda hemen içtihada mesağ var mıdır? Bazıları bunu tecviz ediyorlar. İctihad için bütün mesailin menatını; ilel ve esbabını bilmek şart değildir.

Binâenaleyh bir mes'eleye taâllûk-u içtihad kâfidir diyorlar. Bazıları da bunu tecviz etmiyorlar. İhtimâl ki, diğer mesaildeki ilel ve esbabtan bazısının o bir tek mes'elenin hükmünde taallûku bulunur. Binâenaleyh diğer mesaili de bilmek şarttır diyorlar. Fakat buna da imkân var mıdır? Her mes'elenin ayrı ayrı ilel ve esbabını bilmek tavk-ı beşerden hariç bir şeydir. İşte ulema beyninde ma'reke a'râ bir mes'ele olmuştur. Hattâ eazım-ı usûliyyundan bazıları bu mes'eleyi kitaplarından çıkarmışlardır.

Nihâyet müteehhirin-i ehl-i tahkik: içtihad ve fekahet belagat ve sair ulûm gibi melekâttan ibarettir. Meselâ kelâmdan bir fert veya bir nevi' kelâmın havası ve mezayasını bir mütekellim bilmekle kendisine (beliğ) denilebilir mi?

Bir adam natıka perdâzlıkda, şiirde, hitâbette bir sözün veya bir cümlenin havas ve mezayasını bilmekle beliğ olmaz, belki bütün ilm-i be-lâgatin, ilm-i beyanın kavaidini bilmelidir. Hâlbuki bu mümkün değildir. Binâenaleyh bir meleke sahibi olmalıdır ki, her istediği kelâmı bildiği ha­vas ve mezayaya tatbika muktedir olmalıdır. . .

İşte içtihad için de böyle bir meleke lâzımdır. Böyle bir melekeye ma­lik olmalıdır ki, bununla her ne vakit isterse insan istihraç ve istinbat-ı ahkâma muktedir olabilsin. Hak olan fikir de budur.

İmâm-ı Mâlik hazretlerine (40) mes'ele suâl edildi 36 sına (Bilmem) buyurdular. Hâlbuki hazret-i İmam bil-ittifak müctehittirler. (Bilmem) buyurmaları mucmeun aleyh olan mertebe-i içtihatlarına münafi değildir. Bütün mesailde ihata için zaman-ı vâsi' ister, efkârda safvet ister. Binâenaleyh mesailin kâffe-i ilel ve esbabını hıfz etmek şart değildir bir me­leke olmalı. .

Meselâ İmâm-ı Mâlik hazretleri ne vakit arzu buyururlarsa delil-i şer'iyi taharri ederek bir hüküm istinbat buyurabilirlerdi, o melekeyi ka­zanınışlardır. Elhasıl içtihad tecezzi kabul etmez, fakat şöyle bir meleke­ye malik olmalıdır, her ne vakit isterse bir müctehid delil-i şer'iden bir hükm-i şer'î istihracına kaadir bulunmalıdır.