Geri

   

 

 

İleri

 

Avârız-ı Semâviyye

Sığar, ateh, nisyan, maraz, mevt avârız-ı semaviyedendir.

Sıgâr

Velâdet ve bulûğ beyninde bir halet-i fıtriyedir ki, kabletteakkûl acz-i mahzdan ibaret ve ba'detteakkûl eday-ı vâcibe bir nevi' ehliyettir.

Sığar'ı bir kere halet-i fıtriye diye ta'rif ettikten sonra onu bir de avârızdan addetmek nasıl olur. Vakiâ arızın, zuhur ve tebeddiden müştak olarak men' ve izaleyi müstelzim-i hudus ve tareyan ma'nasına nazaran bu suâl varittir. Çünkü sığar mademki halet-i fıtriye imiş. Niçin bir de (arız) suretiyle tavsif olunsun.

Fakat yukarıda dahi işaret eylediğimiz veçhle burada arızın, mahi-yet-i asliyeye münafi olan halet ma'nası maksuttur. Sığar insanın mahi­yetinin levazımından değildir. Bunun da delili hazret-i Âdem ile Havva (aleyhisselâm.) in çocuk olup da bizim gibi neşv ü nema ile büyümemesidir. Onlar bizim gibi çocuk olarak halk buyurulmadılar.

Eğer sığar mahiyet-i insaniyenin levazımından olsa idi hazret-i Âdem ile Havva'nın dahi bizim gibi halk olunmaları icap ederdi. Şu hâlde (Sı­ğar) insanın mahiyetine gayr-i lâzım olmak ma'nasınca avârızdan ad­dolunur.

Bir de insan, hukuk ve emanatı a'ba-ı tekalifi hamil olmak üzere halk olundu, asıl olan, insanın vafirülakl, kuvası kâmil, kudreti tam ola­rak halk olunmasıdır, sığar ise bunlara münafidir. Sığar vefret-i akla, ke-mâl-i kuvaya, muarızdır. Ve bu i'tibar ile de avârızdan ma'duddur.

Velhasıl sığar şu iki ma'naya göre de avârızdan olmuş olur.

İşte bu (sığar) velâdet ve bulûğ beyninde öyle bir halet-i fıtriyedir ki, kabletteakkûl (yani sağir'in taakkûlünden, idrakinden, temyizinden, nîk ü bedî tefrikinden evvel) acz-i mahzdan ibarettir. Bu i'tibar ile sağir dahi âciz olur.

Ve ba'det-teakkûl (yani nik ü bedî temyize ehil olduktan sonra) eday-ı vâcibe bir nevi' ehliyettir.

 (Bir nevi') kaydiyle de ifham ediyoruz ki, sağirin ba'detteakkûl bir ehliyeti varsa da bil-vücuh bir ehliyet değil, belki bir ehlîyet-i kaasıradır.

İşte bu kadarca ehliyete mebni baliğden sukut ihtimali olmayan şey sagirden sakıt olmayıp fakat özr-i sabavete mebni muhtemel üssukut olan şeyler sakıt ve mesalihini ikameden aczi için kendisi üzerine gayrin velâyeti sabit olur. (Mecelle 957 ve 974) .

Ba'detteakkûl sâğir için ispât edilen bir nevi' ehliyete mebnidir ki, baliğden sukut ihtimali olmayan nekadar şeyler varsa sagirden dahi sa­kıt olmaz. Eğer sağirin ba'det-teakkûl bu kadarca ehliyeti olmasa idi o hâlde o gibi tekâlif dahi kendisinden sakıt olurdu, sagirde bir ehliyet-i kaasıra bulunduğu içindir ki, baliğden sukut ihtimali olmayan şeyler ken­disinden de sakıt olmuyor.

Meselâ zat-i vücûb-ı iman, hiç bir özrile sukut-ı teklifi kabul etme­yen şeylerdendir. Çünkü tevhid-i Barîyi mucip olan esbab, daima intibah bahş ulûl elbabdır.

Gördüğümüz bu kadar acayip ve garaib-i hilkat, hep tevhidi, tasdiki mûcib esbabdan değil midir? Bunlarla biz Sani'-i teâlâ azze ve celle haz­retlerini isbat edemez miyiz? Binâenaleyh hiç bir sebeple, i'tizardan hiç bir özrile nefs-i vücûb-ı iman sakıt olmaz. Bu hüküm sagir için dahi böy­ledir. Buna mebnidir ki, bir sağir, hâl-i sığarında muvahhit olsa ba'del-bülûğ tecdid-i iman ihtiyacından varestedir.

* * *

Maamafih sağir, yine sabavet hasebiyle ma'zurdur. Binâenaleyh ba­liğden sukut ihtimali olan şeyler sagirden de sakıt olur. Mademki bir şey bir özür sebebiyle baliğden sukut edebilir. Sabavet özründen de büyük bir özür olamayacağından sagirden dahi bunların sukutu evleviyette kalır.

Buna mebnidir ki, sagirden nefs-i vücûb-ı iman sakıt olmazsa da eday-ı iman sakıt olur. Yan sagır için eday-ı iman vacip değildir. Çünkü eday-i iman özr-ü ikraha mebni baliğden sukut ihtimali vardır.

Keza çocuk salât, siyam ve hacc gibi ibadet ile de mükellef olmaz. Çünkü bunlar hayz, nifas, ikrah veya emniyet-i tarîk münselib olmak gi­bi a'zar ile baliğden dahi sakıt olur.

Kezâlik ukubat dahi sağirden sakıt olur. Zira bunların da baliğden sukut etmesi muhtemeldir. Meselâ velinin afvetmesiyle baliğden kısas sakıt olabilir.

Kezâlik katlin mûcibiyatı dahi sağirden sakıt olur. Zira baliğden su­kut ihtimali vardır. Meselâ sulh edebilir.

Kezâlik bir sağir murisini katletse mirasından malırum olmaz. Zira bu da mûcibat-ı katildendir. Eğer malırumiyet sabit olsa ukubet tarîkıyla sabit olacak. Onu muateb etmek lâzım gelecek. Hâlbuki sağir, ukube­te mahal değildir. Ef'âl-i sağir, ukubete sebep olamaz. Zira ef'âl-i sağirde ma'nay-ı cinâyet tamam değildir. Kaasırdır.

Gerçi sağirde bir nevi' ehliyet vardır-. Fakat bu ehliyet kaasır oldu­ğundan bir sagîr küdret-i kâmile sahibi addolunamaz. Binâenaleyh ken­disinin gayre velâyeti sabit olamazsa da kendi üzerine gayrın velâyeti sa­bit olur.

Gayrin kendi üzerine velâyeti, sağir mesalihini bizzat ikameden âciz olduğu içindir. Fakat kendisi başkasına veli olamaz. Çünkü acz, velâyete münafidir.

Velâyet, infaz-ı kudret demektir. Bir şahıs diğer bir kimsenin velisi olursa istesin istemesin onun hakkında infaz-ı kudret edebilir. Hâlbuki tenfiz-i kudret; kudret-i kâmileye menuttur. Sağir kendisi âciz iken, ken­disinde idare-i zat edecek iktidar yok iken başkası hakkında nasıl infaz-ı kudret edebilir?

Kendisi muhtac-ı himmet bir dede

Nerde kaldı gayriye imdat ede.

Ateh

Akılda haleli mucip bir afettir ki, sahibi sözünde ve sair umurunda kâh âkil ve kâh mecnun gibi olur. (Mecelle 945) .

Ateh, sinn ile mukayyed değildir. Fakat galiba teleyyün-ü dimağdan münbeis olan bu halet alelekser yaşlılarda zuhur ettiği için ateh onlara isnad olunur. Fakat sahavette dahi âteh kaabildir. İşte buna işaret için­dir ki,:

Ma'tuh-u baliğ, sabi'-i âkil hükmündedir. (Mecelle 978) diyoruz. Demek ki, gayr-i baliğ olanlarda dahi (ateh) mutasavver imiş.

Ma'tuh-ı baliğ, sabi-i âkil hükmünde olunca sabi-i âkil hakkındaki ahkâm tamamen bunun hakkında da câri olur. Meselâ bir sabi'-i âkil gayre vekil olabilirdi, ma'tuh dahi vekil olabilir. - şu kadar var ki, sabi'-i âki­lin

Kezâlik hükmen ona mümasil olan ma'tuh-u baliğin vekâletinde hukuk-ı akit, âkide değil müekkile raci'dir. Uhde tamamen müekkile aittir.

Nisyân

Nisyan, akılda hasıl-ı sureti adem-i mülâhazadır.

Nisyan, akılda hasıl olup mülâhaza şanından olan, kaabil-i mülâhaza bulunan suretleri adem-i mülâhazadır.

Geçende de söylemiştik, insanda ve hayvanda kuvay-ı hamse-i zahi­re ve batına var idi. Bunları müfredatı ile ta'dat etmiştik. Orada demiştik ki, Kuvay-ı hamse-i zahirenin mahall-i idraki olan (hiss-i müşterek) mahsusatı (hayale) verir. Orada bu suver-i mahsuse teşahhus eder. Ve o suret-i külliyede bunları (kuvve-i vahime) tahlil ederek ba'dehu (hafıza) ya verir. Bundan sonra kuvve-i mutasarrıfa, gerek hayâlde ve gerek ha­fızada mürtesem olan suretlerde istediği gibi tasarruf eder.

Bu havasda cemi'-i hayvanat müşterektir. Fakat insanda fazla olarak bir (akıl) vardır ki, saydıklarımız işte bu aklın, bu kuvvetin aletleri me­sabesindedir. Bunlar hep aklın muavinidir. Akıl bunları âlet makamında isti'mâl ederek meani-i cüz'iyelerinden meani-i külliye istintaç ve istihraç eyler. Meselâ: şurada 10, 15 kişi var. Bunların suretlerini görüyoruz. Hiss-i müşterek bunları alır. Hayale verir. Sonra bunların teşehhusatı var. Hiç biri diğerine uymaz. Fakat hepsinin teşehhusatından nazarı kat' ederek kuvve-i vahime bu suver-i mahsusadan bir mefhum çıkarır da hepsine birden (insan) der.

Kezâlik at, deve ve sair hayvanatı dahi teşehhusatından ayırır. Bun­lara da birer nevi (hayvan) der. Sonra akıl yine düşünür. Bunlarda bir his bulur. Bir hareket-i iradiye bulur. Ve bu iştirake Binâen insanlarla hay­vanları bir (küllî) tahtine dere ve cem' ederek umumuna hayvan-ı mut­lak tesmiye eder.

Artık (hayvan) denildi mi, onun tahtında insan da sair hayvanat, da münderictir. Zaten hayvan hayattan me'huzdur. Zaten hareket etmek dahi hayatın hasaisindendir. Binâenaleyh cümlesini bu isim altında, bu mefhûm-ı küllî tahtinde cem' eder. Nasıl ki, (insan) mefhûm-ı küllisi altında teşehhusatiyle birbirinden ayrılan insanları toplar.

İşte şu a'malâtta, zilmin şu cevelân ve idaresinde hâkim (fikir) dir. Bu cevelân ve i'malâtı da o (kuvve-i mutasarrıfa) veya (mütehayyile) vasıtasiyle yapar.

Mademki bir insan bir çok suver-i mahsuse görüyor. Bunlar hayâlde muntabı' oluyor. Hatta ikinci defa bunları gördüğü vakit, evvelce gördü­ğü suver olduğunu da biliyor. Fakat bazan o kadar- suver-i mahsusa için de insan gördüğü bir şeyi evvelce hafızasından geçen suretle tatbik ede­mez, İşte buna (sehiv) derler.

Eğer gördüğü şeyi kat'iyyen derhatır edemez, hafızasında böyle bir sureti hiç bulamazsa buna da (nisyan) derler.

İşte akılda hasıl olan sureti adem-i mülâhazadan maksat budur. Hiss-i müşterekin hariçten ihtilas edip de hayâl deposuna verdiği suver-i mahsusa - ki, onlar hayalde mahfuz ve mahzundur -. İnsan ne vakit is­terse bilmüracaa oradan istediği sureti alabilecektir. Fakat ithalâtın kes­retinde hiss-i müşterekin lâ yenkatı' çahp çarpıp getirmekte olmasına Binâen bazan insan o kadar suver-i mahsusa içinde istediğini bulamaz. Bul­sa bile gâyet müşkil bulur.

İşte (nisyan) bu suretle akılda olan sureti adem-i mülâhazadır. Su­ver-i mahzune içinde suret-i matluba araya karışmış zihin bir türlü onu mülâhaza edip çıkaramıyor.

Vakiâ cevdet-i kariha ve kuvvet-i zihin bulunursa insan derhâl ha­yalindeki sureti bulur çıkarır. Fakat bu kudret ona min tarafillâh veril­miştir. Artık bu sırr-ı hilkate âit bir şeydir. Bazan bir insan bin kişi için­de bir aradığını bulabilir. Bazan da yine bir insan dört kişi içinde aradı­ğını bulamaz.

Bunun niçini olmaz. Çünkü: bu iktidarı verib vermemek yed-i hilkat-i sübhaniyededir. Cenabı Hak birine öyle, birine de böyle bir kuv­vet-i zihin ve kariha vermiş.

 (Nisyan ne vübûba münafidir. Ve ne de hukuk-ı ibadda özürdür.) Nisyan hukuk-ı meşruanın vücubuna münafi olamaz. Çünkü vücûb-ı hukuku celb eden (akıl) dır.

Akıl ise nâsdan zail olmaz. Aklı kâmildir. Binâenaleyh nisyan dahi vücûba münafi olmaz.

Kezâlik hukuk-ı ibadda nisyan özür de değildir. Meselâ bir adam kendisinin zanniyle veya komşusunun olduğunu unuta­rak bir koyun kesse yese de bü'ahire komşusu kendisine tazınin ettirmek istese (nisyan) ile i'tizar edemez.

Hukukullaha gelince: Eğer abdin bir taksiri var ise nisyan bunda dahi özür değildir. Fakat abdin bir taksiri yok ise o vakit nisyan özürdür.

Abdin taksiri bulunmak, mûcib-i tezekkür olan esbabın mevcudiye­tiyle hâsıl olur. O vakit abd ma'zur değildir. Meselâ namaz kılarken ye­mek yiyerek sonra da nisyan ile i'tizar câiz olmaz. Çünkü namazda bu­lunmak buna mani' olmalı idi. Namaz bu babda müzekkir ve müfekkirdir.

Fakat bir insan oruçlu iken nasiyen yemek yese, su içse; çünkü tab'-ı beşerde esasen yemek ve içmek için bir meyelân bulunduğu ve savın, salât derecesinde müzekkir olmadığı için (nisyan) özür olur. Nasıl ki, böyle bir nakz-ı savm üzerine kaza lâzım gelmez. Belki savmın alâ halihi itmamı icab eder. (Yukarıda mebhas-i mahsusunda tafsilâtı geçti.)

Maraz

Maraz, beden için mecray-ı tabiiden hariç bir halettir.

Maraz; bedenin ahvalinden bir halettir. - ki, mecray-ı tabiiden hariç­tir. Meselâ ma-i hayat şöyle cereyan edecek iken böyle cereyan ediyor. İşte hastalık budur. Sahibinin ahvalini bozar. Değiştirir. Ve sırf tabiata âid bir halettir. Tabib, hastaya karşı tabiatın muavinidir. Sıhhatta, ma­razda müdebbir-i aslî tabiattır. Tabib, hastanın sin ve mizacına göre tertib-i müdavat edecek. Bir takım vesait-i hariciye ile hastalığı teşhis ey­leyecektir.

Lâkin asıl müdebbir tabiattır. İşte şu tabiatın bozulması bir (maraz) dır, meselenin tabiata aidiyetine şu da delildir ki, âlemde bir çok hastalık­lar, arızalar, tabibsiz, hekimsiz zail oluyor.

Çünkü asıl beden-i insani de müdebbir-i tabiattir.

Maraz aczi mûcib olursa da ehliyete münafi olmaz. Vakiâ maraz, mariz olan şahs için bir aczdir. Fakat onun bu aczi ehliyete münafi olmaz. Gerek hukukullahdan olsun ve gerek hukuk-ı ibada müteallik bu­lunsun.

Bir adam hastadır diye namazı, orucu, zekâtı sakıt olmaz. Hasta iken birisini katletse yine kısas lâzım olur.

Kezâlik mariz üzerine nafaka-i ez-vac, nafaka-i evlâd dahi vacip olur. Çünkü bunlar hep ehliyetin asarın-dandır. Maraz İse ehliyete münafi değildir. Zaten maraz, akla halel ver­mez ki, ehliyete münafi olsun. Binâenaleyh bir mariz evlense nikâhı, boşasa talâkı, velhâsıl ibareye teallûk eden kâffe-i tasarrufatı da sahih olur. Şukadar ki, hukukullahda teklif, bihasebilkadere meşruttur. Binâenaleyh bir marîz ayakta namaz kılamazsa oturarak kılar, onu da yapa­mazsa yattığı yerde kılar. Hasılı ima ile eday-ı salata kadar müsaade var­dır.

Lâkin bu maraz, mevte sebep oldukda hakk-ı varis ve garimin dahi taallûkuna sebep olacağından mevte ittisali halinde varis ve garimin haklarını sıyanete kâfil olacak miktarda marîzin hacrini mucip olur. (Me­celle 1598 ve 1601 ilâ 1605) .

Her marazdan mevt tehaddüs etmez. Binâenaleyh bir marizin malı­na maraz sebebiyle evvel-i emirde gayrın hakkı taallûk etmez ve mariz mahcur olmaz. Şu hâlde bir kimse mariz iken veresesinden birine, mal ikrar edib de sonradan o marazdan ifakat bulsa bu ikrarı mu'teber olur.

Fakat teradüf-i âlânı ile bu maraz, veresenin ve guramanın mâl-i ma­rize taallûk haklarının illeti olan mevte müncer olursa, hakk-ı vâris ile hakk-ı garimin taallûkuna da sebep olur. Ve bu surette maraz, o vakt-ı maraza müsteniden mariz hakkında hacri müstelzim olur.

Şöyle ki,: Ba'del-vefat mademki varis veya garim meyyitin makamına geçerek ona malda halef olacaklardır. Çünkü ehillet-i mülk mevt ile batıl olur. Ve nefisden meyyite en karibi malında halef olur. Ve

keza zimmet, mevt ile zail olur. Deynin mahall-i kazası olan mâl-i deyn ile meşgul oldu­ğundan garim dahi malında halef olur.)

Demek ki, mevt, gerek varis ve gerek garimin meyyitten halef olma­sına illettir. Hâlbuki bu mevte sebep, (maksudumuz olan) maraz-ı mevt­tir. Bu maraz varis ve garimin muris veya medyun makamına geçmesini mûcib olan illete (yani mevte) sebep oluyor. Eğer arada vasıtayı kaldırır­sak maraz-ı mevtin verese veya guramanın muris ve medyunları makamına kaim olmalarına illet olduğu tezahür eder. Bu surette maraz, aczi mucip olduğu gibi esbab-ı hacrden de olması lâzım gelir.

Şu kadar ki, marizin mahcuriyeti hakk-ı varis ile hakk-ı garimin sıyanet edilebileceği miktarda mu'teberdir. Bir kere marizin ihtiyacatı miktarı yine suret-i mutlakada kendisinindir. Bundan maadasına verese­nin hakkı taallûk etmiştir. Garimi olmaz da varisi bulunursa, mariz em­valinin sülüsanında mahcur olup sülüsünde suret-i mutlakada tasarruf edebilir.

Kezâlik eğer deyni cemi'-i emvalini müstağrak ise cem'-i emvalin­de ve müstağrak değilse miktar-ı deynde tasarruftan mahcurdur.

Lâkin bir mariz hakk-ı varis ile hakk-ı garimin taallûk etmediği na­faka, ücret-i tabib, mihr-i mislile nikâh gibi muhtaç olduğu şeyler hak­kında asla mahcur olamaz.

Bir marazın maraz-ı mevt olup olmadığı ancak mevte ittisal ile ma'lûm olabilib, şekk ile hacr isbatı câiz olamayacağından marizin hibe ve bey'-i muhabat gibi fesha ihtimali olan her bir tasarrufu filhâl sahih olur. Çünkü ruknü, ehlinden sadır ve mahallinde vaki' olmuştur. Gerçi burada maraz gibi bir mani' varsa da henüz mütereddit olduğundan hükmü yok­tur. Bilâhire marazın mevte müncer olmasiyle bu tasarrufun nakzına ih­tiyaç görülürse nakz olunur. Fesha ihtimali olmayan tasarrufata gelince (meselâ i'tak gibi) bunlar dahi sahih olursa da ma'tukun sa'y ile mafevkas sülüsü varise veya tereke medyun ise tamam-ı kıymetini veya deyin mikdarını garime ve fazlasının sülüsanı dahi varise te'diye etmesi lâzım gelir.

Kıyasa nazaran mariz, sılaya yani hibe ve tasarruf gibi bilâ ivaz ma­lını gayre temlik hakkına ve hukukullah-ı maliyeden olan zekât ve sadaka-i fıtır gibi hukuk-ı edaya ve bunları vasiyyete kaadir olmamalıdır. Çünkü bunların cümlesi teberrüattan olup teberru'dan hacre sebep olan maraz dahi mevcuttur. Lâkin kıyas terk olunarak istihsanen bu gibi ta­sarruf atın sülüs malından tenfizi meşru' kılınmıştır. (Maamafih bu müsaade dahi terekenin müstağrak-ı duyûn olmamasiyle meşruttur.) Ta ki, hâl-i sıhhatinde vaki' olan bazı taksiratını bu tarik ile telâfi edebilsin.

İşte hükm-i istihsan bu hadis-i şerife müstenittir.

Varise vasiyyet batıl olur.

Gerçi bidâyet-i İslâmda varise vasiyyet meşru' idi. Esteûzübillâh ........ Buyurulmuştur. Lâkin varise vasiyyet beynel-verese bir takım münazaat ve münakaşatı mûcib olduğu için Âyet-i Celilesiyle bu hüküm nesh olunmuş ve

keza Resûl-i Ekrem Efendimiz hazretleri tarafından da ....... buyurulmuştur. Buna mebni terekeden bir malı vârise, semen-i misl'i ile veya muhabat ile satmak gibi (sureta) veya vereseden birine mal ikrar etmek gibi (ma'nen) veya vereseden birine bir mal vasiyyet etmek gibi (hakikaten) veya a'lâ bir malını yine o cins­ten edna bir mala mukabil satmak gibi (şübheten) olsun varise vasiyyet batıldır.

Mevt

Mevt bir acz-i halistir.

Mevt, hayatın zıddı olup onda asla kudret şaibesi yoktur. Rık, maraz ve sigar gibi sair avârız-ı semaviyede bir dereceye kadar şaibe-i kudret vardır. Mevt ise, sırf bir aczdir. Bu surette Meyyit dahî sırf âcizdir. Onda hiç eser-i kudret yoktur. Meyyitin gerek dünyaya ve gerek ahirete taallûk eden bir takım ahkâmı vardır. Vakiâ biz dersimizde ahkâm-ı dün­yadan bahsedeceğiz. Fakat ma'lûmat olmak üzere meyyitin ahirete taal­lûk eden ahkâmını da görelim.

Mevte taallûk eden ahkâm-ı ahiret dört nevi'dir:

1- Gayrın malında veya nefsinde veya ırzında etmiş olduğu taaddiden dolayi kendi üzerine vacip olan hukuktur.

2- Gayrın kendi malında veya nefs ü ırzında etmiş olduğu taaddiden dolayı o gayr üzerine vacip olan hukuktur.

3- İman ve tââtı sebebiyle mülâki olduğu sevap ve keramettir.

4 - Muas ve irtikâb-ı kabayih sebebiyle kendisine mülâki olan âlâmdır.

Ahkâm-ı ahirette mevt için hükm-i hayat vardır. Yani bu saydıkla­rımızı hep görecektir. Ne kendisinin gayr üzerine ve ne de gayrın kendisi üzerine vacip olan şeyler heder olmaz. Bunlar hakkında hayy addolunur. Şöyle ki, ahkâm-ı ahirete nisbetle meyyit için (kabir) hayat-ı dünyaya nisbetle tıfl için (rahm ü mehd'e) benzer. Henüz rahm-i maderde olan cenin için ahkâm-ı dünyaya raci' olan şeylerde nasıl hükm-i ahya verilir­se kabirde olan meyyit için dahi ahkâm-ı ahirete raci' olan şeylerde hükm-i ahya verilir. Meselâ cenin için hibe vasıyyet-i sahihtir.

Kezâlik mirastan hissesi tevkif olunur. İşte bu cenin için hükm-i ahya verildi ki, delildir. Çünkü bir tıfıl ilelebet rahim ve mehid'de kalacak değildir.

Kezâlik meyyit dahi kabre ilelebet kalmak üzere girmemiştir. Oraya çıkmak ve ba'delfena bir âlem-i ebedide hayat-ı sâniyeye nail olmak için girmiştir. İşte o hayata nisbetle kabir, hayat-ı dünyaya nisbetle mehd-i etfâl menzilesindedir. Cenin veya tıfl-ı mehd nişin için nasıl ki, hükm-i ahya verilirse kabirde bulunan meyyit için de hükm-i ahya mukarrerdir. Mevte taallûk eden ahkâm-ı dünya dahi dört nevi'dir:

1— Bab-ı tekliften olan savm, salât ve zekât gibi ibadattır.

Mevt bu kabil tekâlifi iskat eder. Çünkü tekliften maksat; an ihtiyar edadır. Ta ki, maksut olan ibtilâ husûl bulsun. Cenabı Hak bir teklifin edâ edilib edilmeyeceğini bilirse de bize karşı bu bir imtihandır. Acaba vu-ku-u teklif üzerine a'mâl-ı hâseneyi i'mâl ile müsab veya terk ile muakab olacak mıyız, olmayacak mıyız, bu anlaşılacaktır. Meyyitte ise bu ibtilâ mutasavver olmaz. Binâenaleyh teklif kabilinden olan şeyler kendisinden sakıt olur.

Namaz, oruç, hacc, zekât bunlar hep gider. Hattâ zekâta müsait malı var iken ve henüz zekâtını vermeden meselâ sene nihâyetinde vefat ediverse zekât, terekesinden çıkarılıp da edâ olunmaz. Velhasıl bütün teklifat-ı bedeniye ve maliye sakıt olur. Şu kadar ki, bunların adem-i edâsındaki (âsâm) yine bakidir. Zira âsâm ahkâm-ı âhirettendir. Akâm-ı âhirette ise meyyit için hükm-i hayat vardır.

2— Kendi üzerine gayrın haceti için meşru' kılman şeylerdir ki, bu da üç kısma taksim olunur.

 (I) Sıla'dır ki, teberrüat demektir. Meselâ meyyit üzerine hayatta iken vâcib olan nafaka-i maharim mevt ile sakıt olur. Çünkü za'f-ı zim­met hususunda mevt (rık) dan akvadır. (Rık) vücûb-ı sılaya münafi olunca mevtin de münafi olması evleviyette kalır.

Şu kadar ki, enva'-ı sıladan olan vasiyyet müstesnadır. Zira - evvelce de söylediğimiz veçhle - hacet-i meyyite mübteni olan müsaade-i şer'-i şe­rif ile meyyitin sülüs-i emvalinde veresenin hakkı münkatı' olmuştur. Binâenaleyh eyyam-ı ömründe vaki' olan taksiratını tedarik için meyyitin ahir-i hayatında vuku' bulan vesayası sıla, yani teberrüat kabilinden olduğu hâlde mevt bunu iskat etmez.

 (II) Zimmetindeki deyn - ki, meyyitten bu da sakıt olur. Zira deyn mevt sebebiyle zaif olan zimmetten mücerret olarak baki kalamaz.

Kezâlik te'cil dahi sakıt olur. Meğer ki, zimmete deynin kendisiyle te'diye olu­nabileceği bir mal veya (zimmeti te'kit edecek) bir kefil inzİmâm eyleye. İşte mal veya kefil olmadıkça zimmetteki deyn sakıt olacağı içindir ki, Hazret-i İmam mal veya kefil bırakmaksızın vefat eden müflise tekeffülü tashih etmemişdir.

 (Fakat İmameyn hazeratına göre "Kefalet teberru' kabilinden oldu­ğundan müflis meyyitin deynini, birisi teberruan ifa eylediği hâlde bil-ittifak sahih olacağı cihetle malı veya kefil olmadığı hâlde vefat eden müf­lise kefaletin dahi sahih olduğuna kail olmuşlardır. Mecelle 633 üncü maddeyi mutlak bıraktığı için İmâmeynin kavlini kabul etmekte olduğu anlaşılıyor.)

 (III) Vedayi' ve gasûb gibi ayn'e müteallik hukuktur ki, bunlar mevt ile sakıt olmaz.

Meselâ ayn-i mağsub veya ayn-i emanet veya ayn-ı me'cur yedinde olan kimse vefat etse mücerret öldü diye mağsûbun minh veya mevdu' veya müst'e'cirin hukuku sakıt olmaz.

Meyyit eday-ı ma veceb'e muktedir değildir. Binâenaleyh bu gibi hu­kuk dahi sakıt olmalı idi, denilemez. Çünkü bunlarda meyyitin fi'li mak­sut değildir. Belki hukuk-ı ibadda maksut olan şey bir ayn'ın sahibine nazaran selâmetidir. Bunun içindir ki, bir adam malına zaferyab olsa biz­zat onu derdest edebilir.

3 - Meyyitin kendi haceti için meşru kılınan şeylerdir ki, mevt bun­ları iskat etmez. Çünkü meyyit bir mahlûk-u muhtaçtır. Mevt ise acz ol­duğundan hacete münafi olmaz. Binâenaleyh meyyitin muztar ve muhtaç olduğu şeyler onun mülkü hükmünde olmak üzere ibka olunur. Vakiâ suret-i zahireye bakılırsa mevt ile bir şahıstan malikiyete ehliyet sakıt olacağından meyyitin artık hiç bir şeyde hakk-ı temellükü kalmamak lâzım gelirdi. Fakat mevt, bir acz-i halis olup meyyit dahi âciz bulunduğundan nazar-ı re'fete şayan görülmüş ve bu re'fet ve şefkat asarından olmak üzere havayic-i zaruriye-i zatiyesinin kaza olacağı miktar hakkında mülkiyet-i hükmiyesi kabul edilmiştir.

Meyyitin muhtaç olduğu şeylerin de meratibi vardır. Şöyle ki,: (I) Teçhiz ve tekfindir ki,, bu onun akvay-ı ihtiyacıdır. Binâenaleyh deyne takdim olunur. Nasıl ki, bir adamın libası, hâli hayatında deynine mukaddemdir. Bir medyunun her şeyi satılır da libası kalır. Cihaz ve kefen dahi libas gibidir. Hiç bir ihtiyaca ehemmiyet verilmez de birinci de­recede malından işbu haceti kaza olunur. Çünkü teçhiz ve tekfine müte­allik hâl, onun mülkü hükmündedir. Bir adam bir şeye malik olunca onda keyfe mayeşa' tasarruf edebileceği gibi burada da meyyitin teçhiz ve tek­finine müteâllik malında hükmen tasarrufu meşru' ve mu'teberdir.

Şu kadar ki, bu cihaz ve kefenin aynına gayrın hakkı taallûk etme­melidir. Meselâ meyyitin kefen yapacak bir şeyi yok imiş ve yedinde vedia olarak bir top bez bulunuyormuş. Meyyit muhtaçtır diye bu topdan kefen yapılamaz. Böyle bir aynı teçhize sarf etmekten ise sahibine teslim ehakdır. (Zaten gayrın bu hakkı yukarıda ta'dat ettiğimiz aksamdan vecdâyi ve gasûb gibi ayn'e müteallik hukuk cümlesindendir ki, mevt bunları iskat etmez. Ve bunlarda meyyitin mülkiyeti de sabit olmaz ki, hacetine sarf edilsin.)

 (II) Kazay-ı düyundur. Meyyitin derece-ı sâniyede ihtiyacı kazay-ı düyundur. Bu da vasiyyete mukaddemdir. Zira deyn kendisi ile Rabbi beyninde mülakata hail olur. Binâenaleyh teçhiz ve teklifinden sonra muhtaç olduğu şeylerin akvası budur.

 (III) Tenfiz-i vesayadır - ki, sülüs-ü malından mu'teberdir. Meyyitin buna da ihtiyacı vardır. Belki berhayat iken hasbelbeşeriyye bir takım kusurlarda bulunmuştur da onların tedariki için, onlara mukabil a'mâl-ı hâsene ibrazı için böyle bir tasarrufta bulunuyor. Binâenaleyh bu ihtiya­cı da malı veresesi beyninde taksim olunmazdan evvel ve fakat sülüs-ü mâl'i nisbetinde nazar-ı i'tibara alınır.

Velhâsıl gerek teçhiz ve tekfin ve gerek kazay-ı düyun ve gerek sü­lüs-i mâlden tenfiz-i vesayada hiç kimsenin rızasına bakılmaz. Meyyitin bu ihtiyacatı ifa edilmedikçe malına kimsenin hakkı taallûk etmez. Binâenaleyh teçhiz ve tekfin hususunda ne dayinin ve ne de musiyünleh ve va­risin rızasına bakılmayacağı gibi kazay-ı deyn için musiyünlehhin ve sü­lüs-ü mâlden vasiyyet için de varisin rızasına ihtiyaç yoktur. Esasen bun­ların hepsi meyyitin acz-i mahzına Binâen meşru' olmuştur. Zira en ziya­de müsaade, âcizedir, acz kuvvet buldukça muvasat dahi o nisbette artar.

İşte bu muvasat neticesidir ki, meyyitin işbu ihtiyacatı nazar-ı şer'de muhterem olmuştur.

4 - Bakiyye-i emvalinin beynelverese (ve alâ tarikılhalefiyye) tak­simidir.

Bu da meyyitin hacetine taallûk eden şeylerdendir. Acaba niçin mey­yitin bakiyye-i emvali beytülmale verilmiyor da varislere veriliyor? Beytül-mâlden intifa' edecekler arasında verese dahi dahil değil midir? Aca­ba bunun hikmet-i akliyyesi nedir? Çünkü nasın meyyite en akrebi veresesidir. Onların malından intifa' etmesi, kendisinin intifaı gibidir. Bu­nunla beraber ahlâfımn si'a-i halini te'min ile su-i halini imha etmek va-zaif-i beşeriyedendir. Binâenaleyh saydığımız üç hacetin kazasından son­ra meyyitin bakiyye-i emvali veresesi beyninde taksim olunur.

Şu kadar ki, veresenin bu maldaki mülkiyetleri halefiyet tarîkıyla sa­bit olur. Yoksa ibtidaen temellük değildir. Hatta meyyit ba'delmevt yine hayy olsa mâl-ı mevcudu eyadi-i vereseden istirdat eder. Çünkü varis mal hakkında onun halefi idi. Asıl, mevcut olunca halefin hükmü kalmaz.

***

5 - Meyyitin kazay-ı hacetine salih olmayan şeylerdir. Meyyiti katle­denin kısası gibi. İhtiyacatına salih olan şeylerde meyyit için edilen müsaadatı gördük, lâkin kazay-ı hacetine salih olmayan şeylerde müsaade­ye mahal yoktur. Meselâ katili kısas etmek meyyitin ihtiyacına salih değildir. Zira kısas teşeffi-i sadr ve ahz-i intikam için meşru olmuştur. Hal­buki meyyit artık bu gibi şeylere ehil değildir.

Kezâlik kısas, düyununu kaza ve vesayasım tenfiz gibi havayicinin kazasına da salih değildir. Binâenaleyh ihtiyacatına salih olmayan şeylerden meyyitin alâkası külli­yen münkati olarak bu gibi hukuk ibtidaen ahlâfımn hakkı olmak üzere vacip olur. (Esteîzü billâh: ........ Âyet-i celilesi dahi kısasın ibtidaen veliye âid bir hak olduğunu müeyyeddir.)

İşte vâris, hakk-ı kısasda meyyitten naib olmadığı belki bu hak ibti­daen varise sübut bulduğu içindir ki, murisi henüz berhayat iken katilini kısastan affedebilir. Ve ba'de vafatül-muris artık katili kısas ettiremez. Eğer bu niyabeten hakkı olsa idi afvi sahih olmazdı.

Hâlbuki murisin hâl-i hayatında dayin varisi deynden ibra etse, şu ibra' sahih olmayacağından murisin vefatından sonra dayin yine verese­sinden da'va edebilir. Verese, sen bizi ibra ettin, şimdi de da'va ediyorsun, tenakuz vardır diyemezler. Zira deyn ibtidaen zimmet-i variste sübut bul­mamıştır ki, şu ibra mahallinde vaki' olmuştur, diyelim. Belki garimin hakkı medyunun zimmetine veya malına taallûk etmiştir. Murisin vefa­tından sonra varis halefiyet tarîkıyla malına vaz'-ı yed edince hakk-ı mutalebe kendisine teveccüh edeceğinden ibra dahi ancak o vakit mu'teber olur.

***

Velhâsıl kısas varis için ibtidaen bir hak olmak üzere sabit olur. Mal ise murisin vefatından sonra halefiyet tarîkıyla sabit olur. Binâenaleyh bir varis, mecruhun vefatından mukadem katilini kısastan afvedebilir. Zaten katilin şu fi'li min vechin vereseye karşı bir cinâyettir. Zira katil onların mûrisleriyle olan intifa'larını kat' ediyor.

Keza eğer kısas edilme­yecek olursa intikam korkusuyla veresenin dahi hayatına kast etmesi muhtemeldir.

İşte bu i'tibarat ile katilin fi'li min vechin kendilerine raci' bir cinâyet olduğundan kısas ibtidaen onların hakkı olmak üzere sübut bulur da afivleri dahi sahih olur.

Lâkin sebeb-i kısas meyyit için mün'akit olduğundan bu i'tibar ile mecruhuu dahi afvi sahihdir.

Yani kısas ibtidaen verese için vacip bir hak ise de sebeb-i vücubu yine meyyit için mün'akit olmuştur, çünkü itlaf olunan şey kendi nefsidir, hayatıdır. Meyyit veresesinden ziyade kendi hayatiyle intifa' ediyordu. Katil böyle bir hayatı telef etti. İşte bu i'tibar ile mecruh dahi hâl-i hayatında veresenin rızasına muhtaç olmayarak carihi afvedebilir. Çünkü afiv onun için de bir fi'l-i mendubdur. Bikaderilimkân tashihi lâzım gelir.

Demek ki, sebep meyyit için mün'akit olduğundan hâl-i hayatında kendisi ve kısasa ibtidaen veresenin hakkı taallûk ettiğinden yine hâl-i hayatında varisi katili kısastan afvedebilirler.

***

Kısas mevrus olur mu olmaz mı? Onda siham-ı verese câri midir değil midir. Bu da muhtelifün fih bir meseledir. İmâm-ı A'zama göre kısas-da siham-ı verese câri olmaz. Ve vereseden bazısı diğer bazısı tarafından hasım olmaz. Varis hazır-ı kısas hakkmda ikame-i beyyine edip de katil hapsolundukdan sonra varis-i gaip çıka gelse iade-i beyyine ile mükellef olur. Ve kableliade ikisi için kısas ile hükmolunamaz; zira kısas ibtidaen ikisi için sabit olup her biri hakk-ı kısasda münferittir. Biri hakkında kısasın sübutu, diğeri hakkında da sübutu demek olmaz. Lâkin mâl-i mevrus böyle değildir. Onda vereseden biri diğeri tarafından hasım olabilir Çünkü malda tevarüs ve siham caridir.

Meğer ki, kısas gerek sulh ile ve gerek bazı veresenin afviyle ve gerek şüphe ile mala münkaüp olursa bu hâl ibtidaen meyyit için sabit olur. Ba'dehu meyyitten bitarikıl halefiyye veresesine intikal eder. Hatta ondan meyyitin düyunu edâ ve vasiyyetleri tenfiz olunur. Çünkü kısas dahi esasen meyyit için vacip olmak lâzım gelir ki, meyyitin hacetine salih olmadığından verese için vacip olmuş idi. Mal ise meyyitin hacetine salih olur.

***

İşte bu kadar tafsilâtın hulâsası şudur :

Mevt bir acz-i halisdir ki, ahkâm-ı dünyada teklif kabilinden olan şeyle, meyyit üzerine gayrın haceti için meşru' umurdan gayr ez vasiyyet sılaya, ve zimmete mal munzam olmadıkça zimmetteki deyni iskat edip vedayi' ve gasûb gibi ayn'e müteallik hukuku ve hacet-i meyyit için olan meşruatı iskat etmez.

Hacet-i meyyiti kaza eden tereke hükmen mülk-i meyyit üzerine bakî kalacağı cihetle meyyitin cihazı, düyununa ve düyunu vesayasına takdim ve sonra mirası taksim olunur.

Amma kazay-ı hacetine salih olmayan şey meyyit için ispat olunamaz.

Bu surette kısas ibtidaen verese için vâcib ve Binâenaleyh kablel-mevt veresenin afivleri sahih olur. Lâkin sebep, meyyit için mün'akit olduğundan bu i'tibar ile mecruhun dahi afvi sahih oldu.