C. Mahkûmun aleyhMahkumun aleyh fi’line hitâb taalluk eden mükelleftir. Ta’biri diğerle mahkumun aleyh fi’li sebebiyle kendisine hitâb olunan şahs-ı mükelleftir ki, o da ( ruh ve beden) den mürekkeb olan insandır. TeklifTeklif, ehliyet üzerine ve ehliyet dahi akl-ı bilmeleke üzerine mevkufdur. Teklif ki, taraf-ı şari’den ilzam-ı külfettir, mükellef olacak şahsın teklife ehliyet ve salahiyetine mütevakkıftır. Eğer şahs-ı mükellef teklife ehil olmaz, Salih bulunmazsa teklif vari olamaz, teklifin mevkufun aleyhi ehliyettir. Fakat teklife ehliyet ve salahiyet dahi akla mevkufdur. Demek ki, akıl olmazsa mükellef teklife ehil olmaz. Mükellef teklife ehil olmayınca teklif dahi teveccüh edemez. Zaten lâfz-ı (mükellef) gösteriyor ki, taraf-ı şari’den o şahsa teklif teveccüh etmiştir, insanda böyle bir teklife ehliyet görülmüştür de ilzam-ı külfet olunmuştur. Teklif için ilzam-ı külfet diyoruz. Çünkü me’mur olduğumuz tekalifi iltizam pek kolay bir şey değildir. Bunlara yerler, gökler, dağler tahamınül edemedi de (insan) kabul etti. Esteîzü billah ………. . Buyurulmuştur. İnsan bir kayd altına girmek istemez iken birçok kuyud içinde bulunuyor. . birçok umura me’mur bulunuyor ki, şu takyidat, hep semere-i teklifattır. Namaz kılacağız, oruç tutacağız, ebnay-ı cinsimize iyilik edeceğiz, daha birçok tekalif… lakin acaba bu alem-i şuhuda gelen her şahıs (mükellef) addolunabilir mi! Bu tekalif kimlere teveccüh eder, bunları bir mevkufun aleyhi var mıdır? İşte buralarını tetkik etmek istiyoruz. Diyoruz ki, teklif bir kere ehliyete mevkufdur. Mükellef olan şahıs mükellefiyete ehil olmalıdır. Eğer teklife ehil olmazsa onun hakkında teklif teveccüh edemez. Demek ki, ehliyet, teklifin mevkufun aleyhi yani şartıdır. Ehliyet, salahiyet ma’nasındadır. Bu ma’naya göre şahs-ı mükellefde tahmil olunan şeyleri tahamınül için salahiyet bulunmak lazım gelir. ( Hatta Araplar bir misafiri kabul ettikleri vakit ( ehlen ve sehlen) derler, bu ………. . ma’nasındadır ki, sen bir mekan-ı salihe geldin, burası emin bir yerdir. Bir haneye geldin ki, o hanenin sükkanı senin hüb ve musafat ve sadakatinle ma’mur ve müzeyyendir demektir. İşte Araplar ehlen ve sehlen sözüyle hem bu ma’nayı ifade hem de zairi tenşid ederler. Her kavmin müsaviri kabulde bir şetaret ve mesreret ibraz etmesi vardır ya. Araplar ad işte bu kelimelerle müsavirleri hakkındaki şetaret ve muhabbetleri ızhar ediyorlar. İndettahlil görüyoruz ki, buradaki (ehlen) sözünde dahi ma’nay-ı salahiyet mündemiştir.) Velhasıl ehliyet bulunmadıkça teklife salahiyet mevcut değildir. Fakat teklife ehliyet ve salahiyet dahi (akla) mevkufdur. Akıl olmadıkça bir insan teklife ehil olamaz. Teklife ehil olmayınca zaten teklif dahi teveccüh etmez. Lakin biz burada ehliyetin mevkufun aleyhi olan akıl ( bilmeleke) kaydiyle takyit ediyoruz. Bundan da anlaşılıyor ki, aklın bir takım meratibi var imiş de biz bunlardan menaf-ı teklif olan mertebeyi ihtiyar etmişiz. Şu halde ibtida akıln ne demek olduğunu söylemek sonra da meratib-i aklı ta’dad eylemek lazımdır. *** AkılAkıl nedir? Aklın bir çok ma’nası vardır. O derece ki, içinden çıkılır gibi değildir. Ba’zıları ( akıl bir cevher-i mücerrettir.) demişler, bazıları da ( akıl bir nurdur ki, onunla mebdei idrak-i havasın müntehası olan tarik zıyadar olur) suretinde ta’rif eylemişler. Ta’biri diğerle aklı, bir nurdur ki, o nur ile matlub ve maksada musil olan Tarık ziyade olur. Lakin o Tarık öyle bir tarıktır ki, mebdei, idrak-i havasın müntehasıdır. Meselâ buradan şu kapıya gideceğiz. Farz edelim ki, maksat ve matlubumuz şu kapıdır ki, bunun tarikı da şu güzergahdır. İşte akıl bir nurdur ki, bu tarik o nur ile zıyadar olur. Lakin bu tarikın mebdei olan şurası – yani rahle-i tedris – idrak-i havasın müntehasıdır. Şu halde, akıl, mebdei idarak-i havasın müntehası olan ve bir matlaba musil olan tarikı işrak eyleyen nurdur. *** Ta’rifdeki ( idrak-i havas) dan acaba maksat nedir? Bunu izah edelim: Ma’lumdur ki, insanda kuvay-ı hamse-i zahire vardır. Meselâ insanda ( kuvve-i basıra) vardır ki, mubsirat ve mahsusatı onunla görür. Kezâlik ( kuvve-i samia) ile mesmuatı ( kuvve-i şamıne) ile revayihi ( kuvve-i zaika) ile ma’tumatı ( kuvve-i lamise) ile de ecsamın linet ve gılzetini, haradet ve buduretini idrak eder. Zahiri olan bu beş kuvvet insanlarda da vardır hayvanlarda da vardır. Bir de kuvve-i hamse-i batına vardır ki, bunlarda ( hiss-i müşterek) ( hayal) ( hafıza) (vahime) ve (kuvve-i mutasarrıfa) dır. Bu kuvvenin merkezi dimağda mıdır. Yoksa celv-i kalbde midir? Bu hususta etibba, hükema ve felasifenin bir çok akvali vardır. Fakat eşher olan kavle göre biz dimağda farz edelim. Bunlardan ( hiss-i müşterek) en ibtida kuvvay-ı hamse-i zahirenin müdrikatını cem’ eyler, o bunların sarikı gibidir, hepsini kapar toplar ( hayale) verir. Sonra hayal dahi bunları ( kuvve-i vahimeye) tevdi’ eder. Orada bunlar ayrılır, seçilir ve (kuvve-hafıza) ya tevdi’ olunur. Artık bunlar orada kalır ve kuvve-i mutasarrıfa veya mütehayyile istediği vakıt oradn suver-i mahzuneyi alarak istediği yolda isti’mal eder. Batıni olan bu kuvvetler dahi hayvanatta vardır. Fakat Cenabı Hakk bir akıl ve fikir ihsan buyurmuştur ki, hayvanlarda yoktur. Medar-ı temeyyüz-ü insaniyet yalnız odur. Hayvanat bizim gibi belki bizden ziyade hassas olabilirler. Meselâ bir koyun kurdu görür, onun deriçe-i çeşminden ayine-i hiss-i müşterekine kurdun sureti mürtesem olur. Bundan sonra kurdu ne vakıt görse ondan ürker. İşte akıl öyle bir yolu tenvir eder ki, o yolun mebdei şu saydığımız havas-ı idrakin müntehasıdır, akıl böyle bir tarikı zıyadar eder. Aklın eseri bu havas-ı müdrikede ki, tasarufatiyle nümayan olacaktır. Binâenaleyh matluba vusûl için işrak edeceği tarikın mebdei havasa taalluk eden müdrikatın müntehası olmalıdır. *** Muhtar olan ta’rife göre akıl: nefs-i insanin kendisiyle iktisam-ı ulum edeceği kuvvettir. Ta’bir-i diğerle akıl, nefs-i vasıta-i ktisab-i ulumu olan bir kuvvettir. Taraf-ı ilahiden nefs-i insaniyeye vedia kılınmış olan bu kuvvet vasıtasiyle insan, ulumu iktisap, ( yani tahsil) eder. Şimdi bu ta’rifin kuyudunu birer birer izah edelim: Akıl bir ( kuvvet) dir diyoruz. Acaba kuvvet nedir? Kuvvet bir şeydir ki, onunla diğer bir şey fail yahut münfeil yani müessir veya müteessir olur, demek ki, nefs-i insaniyede te’sir ve teessürü şamil bir halet vardır. Ve işte o halet insanı iktisab-ı uluma sevk ediyor. Acaba ( nefs) den maksat nedir? Nefisten maksut, ( ruh) tesmiye ettiğimiz nefs-i natıkadır. Acaba ruhun, ( nefs-i insaninin) te’sir ve teessürü şamil olan halet ( yani kuvvet) vasıtasiyle iktisap edeceği ulumdan maksat hangi ilimlerdir? Madem ki, iktisaptan maksut ( tahsil) dir. O halde buradaki ulumdan garaz kisb ve tahsile muhtaç olan ilimlerdir ki, onlar de nazar ve istidlale muhtaç olan ( ulum-ı nazariye) dir. İşte insan akıl dediğimiz kuvvet vasıtasiyle bedihiyat ve zaruriyat içinden meani istihraç ederek bu ulum-ı nazariyeyi iktisap ve tahsil eder. İşte bu meziyyet behayimde yoktur. Kainat içinde nüfus-u insaniye, işte bu meziyyet sebebiyle mevcudat-ı saireden mümtaz olarak eşref-i mahlukat ünvanını ihraz ediyor. Ve bu şeref ve imtiyaz istikmâl-i zate menut ve o da akıl gibi kuvaya muhtaç olduğu içindir ki, taraf-ı Celil-i Sübhaniden insana bumlar tevdi’ olunuyor. *** Yukarıda kuvveti, bir şeydir ki, onunla diğer şey fail yahut münfeil olur diye ta’rif etmiş idik. Bundan da anlaşılıyor ki, nefs-i natıkanın iki kuvveti vardır. 1- Mebde’-i idrak 2- Mebde’i fiildir. Kuvvetin mebde-i idrak manasına göre nefs-i insani, alem-i alaya, alem-i feyza, alem-i gaybe ( felâsifenin ta’birine göre akl-i fa’ale) müteveccihtir. İşte bu teveccüh ve ve alem-i agybden telakk-i envar-ı füyuzat neticesidir ki, nefis müteessir olarak zatında müstekmel olur. Demek ki, nefsin infiali bu cihettendir. Nefsin bu kuvveti ya ( kuvve-i nazariye) veya ( Akl-i nazari) veya ( hikmet-i nazariye) tesmiye olunur. Kuvveti mebde-i fiil manasına göre nefs-i insani alem-i şühuda müteveccihtir. Alem-i gaybden, alem-i aladan istifade ettiği envar-ı füyuzatı alem-i şühutta, mülk-i bedende neşr eder. İşte bu teveccüh neticesidir ki, nefis, müessir olarak mükemmel olur. Demek ki, nefsin faaliyeti de bu cihettendir. Nefsin bu kuvvetine ( akl-i ameli) veya ( kuvve-i ameliye) veya ( hikmet-i ameliye) yad olunur. Saydığımız iki kuvvetten kuvve-i nazariyenin zaruriyat ve bedihiyatta tasarruf ederek bunları iktisap – kemalat ve tahsil-i nazariyat etmek için tertip etmek hususunda dört mertebesi vardır: 1- Akl-ı heyulani’dir. Sureti kabul eden mevad-ı asliyeye heyula denilir. Meselâ şu oda bir suret-i mücessemedir. Bu bir takım tahtalarla, taşlarla vücuda geldi. İşte bu odanın, bu suretin heyulası, onun madde-i tekvini olan eczadır. Ecza böyle bir şekil ve surete girmeden, henüz yekdiğeriyle imtizac etmeden evvel yine böyle bir şekil ve sureti kabil imiş ki, ledelimtizac böyle bir şekli vücuda gelmiş akl-ı heyulani, nefs-i natıkanın mebde-i fıtratta bulunduğu mertebedir. Bu mertebede nefs ulumdan hali ve fakat ona kaabildir. İşte bu mertebenin ( heyulani) tesmiyesinin vechi de bu kabiliyet ve isti’dat i’tibariyledir. Meselâ şerefbahş-ı mehd-i şühud olan bir tıflın kitabete isti’dadı bu menzilededir. Ve bu isti’dat idrak ve fiilden hali olmakla beraber kuvve-i nazarşyenin eseri olup ibtiday-ı hilkatta tıflı, sair hayvanattan mümeyyizdir böyle bir isti’dat hayvanat-ı sairede mefkuttur. 2 – Akl-ı bil-melekedir. Bu mertebede nefsin zaruriyat ve bedihiyatı idrak ederek tahsil-i nazariyata müsteit olduğu zamandır. Meselâ bir şahs-ı ümminin teallüm-ü kitabete isti’dadı bu menzilededir. Bunun da << vech-i tesmiyesi >> nefs için zarar ve ziyanı idrak ile nazariyata intikal melekesi bu mertebede hasıl olduğu içindir. 3 – Akl-ı bil-fiildir. Bu menzile, nefs-i natıkanın nazariyatı dahi idrak ederek istediği zaman ve bir kesb-i cedide muhtaç olmaksızın onları istihzara muktedir olduğu mertebedir. Mesele san’at-ı kitabeti bilip de yazı yazınayan kimsenin isti’dadı, bu menzilededir ki, istediği zaman yine yazınaya muktedirdir. - Bu kuvvet fi’le pek yakın olduğu için bu mertebede akla ( bilfiil) denilir. - 4 –Akl-ı müstefaddır. Bu mertebe nazariyatın nefs için tamamen müstahzar ve mekşuf olduğu menziledir. Aklın bu noktasında nazariyatın kâffesi göz önündedir. Bundan evvelkiler ya isti'dad veya bilip de yapmamak kabilinden idi. Bu ise kâtibin yazı yazarken bulunduğu menziledir. (Ve nüfus-u mukad-desenin enbiya ve evliyanın ukulü işte bu mertebededir) . Buna (müstefad) denilmesi böyle bir kuvvet-i kemalin mebde-i feyyazdan istifade edilmekte olmasına mübtenidir. İşte menat-ı teklif bu saydığımız aksam-ı akıfdan mertebe-ı sâniye olan (akl-ı bilmeleke) dir ki, hadd-i mutavassıttır. Çünkü akl-ı heyelânideki isti'dad-ı kemâle baittir. Akl-ı bilfüldeki is-ti'dat dahi kemâle karibtir. Akl-ı bilmeleke bunların ortasında bulunuyor, ne pek uzakdır, ne de pek yakındır. Görüyor musunuz ki, ahkâm-ı islâmiyenin kâffesinde daima bir i'tidâl ve nıfset meşhuddur. Akl-ı bilmeleke menat-ı teklif oluyor. Çünkü bu mertebe ile insan behayim derecesinden irtifa' eder ve bu mertebede mebdei idrak-i havasın müntehası olan minhas-ı müstakim nur-ı akl ile ziyadar olur. Artık bundan sonra: (Hikmet-i ameliye) veya (akl-ı amelî) tesmiye ettiğimiz kuvvetin dahi dört mertebesi vardır. 1 - İsti'mâl-i şeriat ile zahiri tathir. 2 - Melekât-ı redie'den batını tenzih. 3 - Füyuzat-ı ilâhiye ile tahalli etmek. 4 - Bütün kudreti iptal ederek kudret-ı ilâhiye karşısında her kudretin muzmahil ve her ilmin ilm-ı ilâhi'de müstehlek olduğunu tastık eylemektir, İşte hikmet-i ameliyenin de böyle meratib-i erbaası vardır. Lâkin akıl mütefavit olduğu için (Bulûğ) onun makamına ikame olunur. Biz menat-ı teklif olmak üzere akl-ı bilmelekeyi ta'yin ettik. Amma efrad-ı insaniyede aklın bu mertebesi o derecede mütefavittir ki, kâinattaki hiç bir şeyde bu kadar tefavüt mutasavver değildir. Meselâ bir cins at veya bir cins ağacın efradı arasında da tefavüt bulunabilir, fakat pek yesirdir. Hâlbuki bir insan ile diğer bir insan arasında ba'zan yerle gök kadar tef avut vardır. Bunun içindir ki, denilir şair bu hakikati tebyin sadedinde diyor. Hulâsa her ferd-i insan diğer efrada nisbetle mütefavit bir aklı haizdir meselâ şu odada, bir çok insan var. Elbette akıllarımız yek-diğerlerimize nisbeten mütefavittir. Bir derecede, bir kuvvette değildir. Akl-ı bilmeleke efrad-ı insaniyede hem hudus ve hem de beka cihetinden mütefavittir, Hudus cihetinden mütefavittir. Çünkü nüfus-u insaniye bihasebilfıt-ra kemâl veya noksanda mütefavittir. Bu da emzice-i ebdandaki i'tidalin tefavütüne tabi'dir. Mademki insanlarda bihasebilfıtra mizac-ı bedenin i'tidali mütefavittir. Ukul-ü beşerin de o nisbette mütefavit olması lâzım gelir. İ'tidâl-i mizaç berkemâl oldukça bedeni mükemmel olan nefs-i natıka dahi o nisbette telakki-i kemalât ve füyuzata kaabil ve hayrata mail olur. Şu hâlde i'tidâl-i mizacdaki kuvvet sebebiyle nefs ne kadar saf ve lâtif olursa envar-ı füyuzat ile o derece müstenir olur ve bu ma'naya göre nefs nuru kabul etmekde ayine gibidir. Ve bilâkis eğer mizaçda i'tidal-i berkemâl bulunmazsa bu hâlde mükemmel olan nefs-i natıka dahi rehin-i kemalât olamaz, İşte bu nefsin ma'nay-ı kûduret ve kesafetidir ki, nuru adem-i kabulde taşa benzer. Artık bu kaabiliyet ve hilkate âid bir meseledir. Hiç şüphe yoktur ki, nefis ne kadar ekmel ve akbel olursa taraf-ı feyyaz'dan kendisine işrak eden envar-ı füyuzat o nisbette ekser olur. Lâkin bir insan, kaabiliyet-i asliye ve fıtriyesini kendiliğinden ta'yin edemeyeceğinden benim hilkatim böyledir diye durmamalı ve ümitsizlik göstermemelidir. Çünkü herkes kaa-bil-i terakkidir, başkalarının terakkiyatmı görüp de insan kendi terakkisinden ümidi kesmemeli me'yus olmamalıdır, çalışmalıdır. îhtimâM o adam matmah-ı nazar kabilinden mertebeye vasıl olamaz, fakat eğer sa'-yederse bulunduğu mertebede dahi kalmaz ki, bu da tahliye-i zat için büyük bir muvaffakiyet ve mazhariyettir. Nur-ı feyyaz-ı ilâhi karşısında kaabiliyetin taşa mı yoksa ayineye mi benzediğini iyice anlamak için sa'y lâzımdır; çalışmak, çabalamak lâzımdır. Velhasıl insanın himmeti daima iktisab-ı fezail ve mehasine münhasır ve taleb-i gaye-i mekârim ve mealîde musir ve mekârim ve fezailin umumunu haiz olabilmek için en büyüğünü bile müstesgır olmalıdır. Hattâ fezailin mertebe-i nihayesine razı olmayıp, belki nazar-ı azın ü himmet daha ilerisine münatıf bulunmalıdır. Çünkü insan fevkinde daha bir mertebe bulunan bir derece-i fazilete rıza gösterince ebeden temam-ı insaniye sayrûret ve iktiran edemez. Akl-ı bilmeleke beka cihetinden de mütefavittir. Çünkü insan tahsil-i kemalâta ne kadar saî olursa o nisbette âlem-i füyuzat ile olan münasebeti artar. Ve bu münasebetin tezayüdü nisbetinde envar-ı füyuzat-ı ilâhiye eşi'apaş-ı irfan olur. Bu nisbet ve tenasübü ta'yin ise muteazzirdir. İşte aklın gerek hudûs ve gerek beka cihetinden menat-ı teklif olacak bir mertebeye iktiran edip etmediğini ta'yin bizim için kaabil olamayacağı içindir ki, bunu şer'-i şerif tahdit etmiş ve bulûğu akl-ı bilmeleke makamına ikame eylemiştir. Çünkü kemâl-i aklın esbap ve şeraiti o mertebede hasıl oluyor, insan ihsasat-ı cüz'iye ve idrakât-ı zaruriye ile hasıl olan tecarübünü o mertebede ikmâl ediyor. Havas-ı zahire ve batmaya taallûk eden kuvay-ı cismaniyesi tekâmül ederek bunlar vasıtasiyle istifaza-i kemalâta o mertebede iken muktedir olabiliyor. Binâenaleyh sefer meşakkat makamına ikame edildiği gibi istikmâl-i zat için matlûb olan esbabın zaman-ı zuhuru olan (bulûğ) dahi akl-ı bilmeleke makamına ikame olunmuştur. Şimdiye kadar gördüğümüz tafsilât ile anlaşıldı ki, teklif ehliyet üzerine ve ehliyet dahi akl-ı bilmeleke üzerine mevkufdur. Lâkin akıl mütefavit olduğu için bulûğ ve akl-ı bilmeleke makamına ikame olunmuştur. Şimdi ehliyetin envaını görelim. EhliyetEhliyet iki nevi'dir. 1 incisi: vücuba, 2 incisi: edaya ehliyettir. Nefs-i vücuba ehliyet: insan kendisiyle lehinde ve alehyindeki şeye ehil olur bir vasıftan ibaret olan zimmetle hasıldır. Yâni nefs-i vücuba ehliyet zimmetle hasıldır. Zimmet dahi insanın kendisiyle lehinde ve aleyhindeki şeye ehil olduğu bir vasıftan ibarettir. Ehliyet-i vücûb ki, - insanın kendi leh ve aleyhinde olan hukuk-ı meşruanın vücubuna, salâhiyettar bulunmasıdır. Bu kısım ehliyet, binefsihi insanda kaim bir vasf-ı ma'nevi olan (zimmet) le hasıldır. Şu hâlde afât ehliyetin şartı, mevkufun aleyhidir. Zimmet dahi ehliyetin sebebidir. (Nasıl ki, vuku'-u helâkda hafr-i bi'r şart ve meşy-i ikdam sebeptir.) Akıl olmadıkça ehliyet vücud bulmaz. Ehliyete "sebep " ve müsil olan şey ise (zimmet) dir. Buna mebnidir ki, (akıl ile zimmet bir şeydir) denilemez. Akıl, zimmetin aynı olamaz. Belki zimmette aklın medhali bulunur. İnsanda hem akıl vardır ve hem de zimmet vardır ikisi de ehliyetin mebniyyün aleyhidir., Şu kadar ki, akıl, ehliyetin şartı olmak üzere mefaniyyün aleyhidir. Zimmeb, sebebi olmak üzere mebniyyün aleyhidir, ehliyet şu iki şey üzerine müessestir. Meselâ bir adam malım yüz kuruşa sattı, bu yüz kuruşu edâ müşteriye vacip olur. Bir kere şu vücûb müşterinin aleyhindedir ve bu vücûb müşteriye leh ve aleyhindeki şeye kendisiyle ehil olduğu bir vasıftan ibaret olan zimmetle terettüb ediyor; eğer zimmetle hasıl olan ehliyet vücubu olmasa idi bu (100) kuruş müşteriye lâzım gelmezdi, işte bu veçhile ehliyet-i vücubda hukuk-ı meşruaya salâhiyettar olmaklığm sebebi zimmet olmakla beraber esas ehliyetin mevkufun aleyhi de akıldır. (Denilebilir ki, ehliyet akla tevakkuf eder, ehliyet vücûb için de zimmet bulunmalıdır.) Şu hâlde böyle bir vücuba ehil olacak kimsede hem akıl ve hem de zimmet bulunmalıdır. Akıl lâzımdır. Çünkü ehliyetin şartıdır. Zimmet lâzımdır, çünkü ehliyetin sebebidir. Zimmet insanları hayvanat-ı saireden mümtaz kılan bir hususiyetdir ki, insan yalnız akıl sebebiyle hayvanat-ı saireden mümtaz olmuyor, belki kendisini leh ve aleyhindeki hukuk-ı meşruaya ehil eden bir vasıf ile de mümtaz kılınıyor. (Zimmet) lügaten (ahid) demekdir. (Hatta ahdi nakz etmek mûcib-i zem olduğu için zimmet tesmiye olunmuştur.) Cenabı Hak, insanı din-i mübin ve şer'-i eminden ibaret olan emanetine mahal olarak halk eylediği için onu akıl ve zimmetle tekrim eylemiştir. Hattâ bu sebeple insan menfaat ve mazarrata ait bir çok hukukun vücubuna ehil oluyor. Ve bununla insan için hukuk-ı ismet ve hürriyet ve malikiyet sabit oluyor. İste bu zimmete, insana mahsustur. İnsanın kendisinde akıl ile sair kuva ve müşairin terkibi mu'teber olan bir hususiyetidir ve bu hususiyete mebni kuvay-ı cismaniyeden âri, ecsam-ı nuraniyeden ibaret olan meleklerle akıldan mücerret olan hayvanat sahib-i (zimmet) addolunmazlar. (Nitekim insan bu hususiyet sebebiyledir ki, arz ve cibalin tahamınül edemediği emanet-i Sübhaniyeyi kabul ile haiz-i ihtisas olmuştur) . *** İnsanın kendisiyle leh ve aleyhdeki hukuka ehil olduğu (zimmet) ki, hususiyet-i insaniyeden ibaret olduğunu söyledik. Bir ahd-i ezelî neticesidir ki, (I). Vakta ki, Cenab-ı Hak nesl-i Âdemden gelecek bütün ebnay-ı beşeri halk eyledi. Bunların umumu, huzur-ı ilâhîde, Emr-i Halik-ı Yezdan'a müterakkıb oldular. Kendilerine (Ben sizin Rabbiniz değil miyim) diye suâl buyuruldu. (Evet Rabbimizsin) dediler. Şu suretle vahdaniyet-i tabiyeyi ikrar ederek nefisleri üzerine de işhat edildiler. Bu işhat delâlet eder ki, onlar bu ikrarları mûcibince hukuk-ı vâcibenin adem-i edâsı halinde muahaze olunacaklardır ve bundan dolayı rûz-ı kıyametde i'tizar eylemeyeceklerdir. İşte henüz hilkat-i neviye zamanında Halik ile ibadı arasında böyle bir muahede cereyan etmiş ve zimmet dediğimiz hususiyet dahi bunun neticesi olmuştur. Zira insanlara mutlaka böyle bir hususiyet isbat etmelidir ki, onunla leh ve aleyhlerindeki Vâcibâta ehil olabilsinler. Mahlûkat-ı saireden medar-ı temyiz-i insan olan bu ahid ilâ kıyamissaa bakidir. Ahid bulunmadığı vakit meselâ muharip olan bir devlet yakar, yıkar lâkin muahede akdolunduktan sonra her şey mahfuzdur. Bu selâmeti te'min eden de taahhüddür, muahededir. İmdi bizim de Halika karşı bir ahdimiz vardır. Ve o ahdin eseri olmak üzere cümlemizin bir hususiyeti (yani zimmeti) vardır ki, onunla biz leh ve aleyhimizdeki hukukun vücubuna salâhiyyettar oluyoruz. Cenabı Rabbülâlemin ile ibadı beyninde vesile-i tevsik olmuş ve Vâcibülvücud insanları sair hayvanat arasında leh ve aleyhindeki hukuk-ı meşruanın vücubuna salâhiyettar olacak bir surette temyiz buyurduğu için insanın böyle bir vücuba kendisiyle ehil olabileceği bir hususiyetle dahi mümtaz olması lâzım gelmiştir. İşte zimmetten maksudumuz bu hususiyettir. (Bu bahsin mühim bir hulâsası olmak üzere muallim-i muhteremin bundan sonraki ders mukaddimesindeki takrirleri dahi bervech-i âti tezyil olundu) . Kâinatta mutasarrıf Cenabı Haktır. Bunda zerre kadar şek ve şüphe yokdur istediği gibi mülkünde tasarruf eder. İşte bu cümle-i tasarrufatından biri de hayvanatın his ve hareketi iradiye ile ecnas-ı saireden mümtaz buyurulmasıdır. Kezâlik cins-i hayvan içînde bulünan lnsan dahi başkaca (akıl) ve (zimmet) ile mümtaz buyurulmuştur. His, hayatın hasaisinden olduğu için bunda insanlar hayvanat-ı saire ite müşterektir. Fakat nev'-i insan, kendi cinsinde dahil olan sair hayvanattan akıl ve zimmet ile mümtaz olmuştur. İnsan akıl ile müteessir ve müessir olacak bir: kuweti haiz olduğu gibi lehinde ve aleyhinde olan hukukun vücubuna kendisiyle kesb-i salâhiyet edecek bir hususiyeti de haizdir. Sair hayvanatta bunların ikisi de yoktur. Keza bunların her ikisi de birer şeref-i azimdir. Acaba bu şeref ve imtiyaz sair hayvanata verilmiyor da niçin yalnız insan bu şerefi haiz oluyor. Bu şeref ve imtiyaz insanın hizmet-i ubudiyetine mukabil bir mükâfat-ı ilâhiyedir. İnsan bu hizmet-i ubudiyeti bir ahd-i ezelî neticesi olarak müteahhiddir. Nev'-i beni Âdem daha evvel fıtratta iken Halik-ı Zi-şanlarına karşı muahede ettiler. Ve Cenabı Vâcibül-vücudun Vahdaniyet ve Rübubiyetini tasdik eylediler. Şu hâlde nev'-i beşer, semevat ve Arz'ın tahamınül edemeyeceği bir emanete, tahamınül etmiş olduğu için mükâfaten kendileri dahi (akıl) ve (zimmet) ile mümtaz edildi. Mademki insanlar Hakka karşı bir takım vezaif kabul ettiler. Buna mukabil taraf-ı haktan da akıl ve hususiyet (yani zimmet) le taltif edildiler. Akıl ile hususiyetin fevait ve netayici pek azimdir. Akıl insanı bir takım kabayih ve zemaimden men' eder. İstikmâl-i zata en büyük sebep ve vesile olur. Ehliyetle dahi insan lehinde ve aleyhindeki hukukun vücubuna salâhiyettar olur. Bununla ne insanın gayre karşı vuku' bulan taaddiyatı heder olur, ne de gayrın insana karşı olan taaddiyatı heder olur. Cümlesi mahall-i suâl ve medar-ı mesuliyettir. İşte böyle gayre isâl-i zararı ve gayrın kendisini mutazarrır etmesini men' edecek kuvvet bu enliyet'tir. Bu hususiyettir. *** İnsan daha henüz rahm-i maderde iken bile zimmet ile muttasıf ise de bu zimmet ancak lehindeki vücuba şalin olup! aleyhindeki vücuba salih değildir. Hattâ cenin için velisi bir şey iştira eylese. 'semeni ocenin üzerine vacip olmaz. Zimmet akla mukaddemdir. Binâenaleyh insan henüz rahm-i mader de bir cenin iken yine zimmeti vardır. Çünkü yevm-i misakdaki muahede de o da dahildir, henüz ma'nada iken o müteahhidînden idi. Şimdi o ma'na teşehhus etti. Ve tecelliyat-ı ezeliyenin zaman-ı zuhuru ve insanın suret-i Ademiyeti vakt-ı iktisası hulul eyledi. Vakiâ o henüz rahm-i mader de bir cenin ise de bu hâl onun zimmetle ittisafına mani' olmaz. Şu kadar ki, bu zimmet ancak ceninin lehindeki vücuba salihdir. Yoksa aleyhinde ki, vücuba salih değildir. Meselâ sağır, irs, vasıyyet ve subut-ı neseb gibi lehinde olan hukukun vücubuna salihdir. Fakat velinin cenin için iştira ettiği şeyin semeni gibi aleyhindeki vücuba salâhiyeti yoktur. Bundan anlaşılıyor ki, insanın rahm-i maderdeki ehliyet ve salâhiyeti kaasırdır. Tam değildir. Çünkü: Cenin dahi bir insan-ı tam addolunamaz. Cenin bir i'tibar ile validesinin cüz'üdür. Çünkü validesinin intikaliyle müniikil, . sükûn ile müştekin, karan ile müstekirdir. Kezâlik cenin bir i'tibar ile de nefsinde müstekildir. Çünkü hayat ile müteferrit ve infisale müttebidir. Mademki ceninde hem cüz' olmak ve hem de nefs-i müstekil bulunmak gibi salâhiyetîni haleldar edecek i'tibarat vardır. O hâlde kendisi için ispat edilecek salâhiyet dahi kaasır olmak lâzım gelir. Eğer min vechin acz ü noksanına karşı kendisini aleyhinde olan hukukun dahi vücubuna ehil yaparsak gadir etmiş oluruz. Amma ba'delvelâde gerek lehinde ve gerek aleyhindeki hukukun vücubuna salih zimmet-i mutlâkası vardır. Çünkü artık min küll-i vechin nefs-i müstekil olmuştur. Hatta ba'delvelâde zimmet-i mutlâkası olunca baliğ üzerine her ne vacip olursa bunun üzerine de vacip olmak lâzım gelir. Şu kadar ki, insan mebadi-i neş'etinde zaif bünyesinden dolayı edaya na ehil bulunduğu ve vücûb ise bizahiti maksut olmayıp belki vücuptan maksut ancak"edâ olduğu cihetle insanın Vâcibâtı kendisinden edâsı mümkün olan hukuka muhtas olmuştur. Vakiâ ba'delvelâde insanın zimmet-i mutlâkası vardır. Fakat mebadi-i neş'et ve fıtratında bünyesi zaif, aklı zaif olduğu için edaya, ehil değildir. Eğer her hâlde onu vücuba ehil addetsek kendisi için edâsı mümkün olmayacak şeyleri ispat etmiş oluruz. Hâlbuki vücûb bizatihi, binefsihi maksut olmayıp maksut ancak edadır, vücûb olsun da edâ bulunmasın, bunda bir faide bulunmaz. Binâenaleyh bu devrede insanın Vâcibâtı kendisinden edâsı mümkün olan hukuka muhtas olmuştur. Hulâsa, eğer bir şey mümkinül edâ ise sağir için vaciptir. Değil ise vacip değildir. Fakat acaba bunun âlâ vechil-külli bir zabıtası yok mudur? Vardır. Binâenaleyh sabi üzerine velev ki, üzerine düşerek bil inkilâb itlaf eylediği malı zıman gibi (Mecelle 913) Gurm (yani guramat) Semen ve ücret gibi (ivaz) Ve ekaribinin nafakası gibi, meunete ve Zevcesinin nafakası gibi (Mecelle 799) . İvaza müşabih (sıla) kabilinden olan şeyler vacip olur. Bir kere sabi üzerine vacip olan şey ya hakk-ı abddir. Veya hakkullahdır. Hukuk-ı ibaddan sabi üzerine vacip olan şeyler: 1- Guramattır. Velev ki, üzerine düşerek devrilerek kırmış olsun, bir sabi mâl-i gayrı itlaf ederse kendisine zıman lâzım gelir, zira özür mahallin ismetine münafi olmaz. 2 - İvaz'dır. Meselâ süt ninesinin ücreti veya hanenin kirası sabinin malından vacip olur. 3- Sıla'dır ki, bu da ikiye taksim olunur: 1- Ekaribinin nafakası gibi, meunete müşabih bir sıladır. Bir sabi, eğer gani ise malından ekaribi için nafaka takdir olunur. Ve bu nafaka sabi icin vacîp olur. Fakat bu nafaka meunete müşabih bir sıladır. Şimdi bu nafaka bir kere sıladır, çünkü bir lütufkârlıktır, ihsan ve atıfettir. Fakat sırf bir ihsan değildir çünkü eğer sırf atiye olsa idi sabi cebredilmezdi. Kezâlik bu sırf, meunet de değildir - çünkü mukabili yoktur. Gani olan bir adama ekaribinin muhtaç olduğu nafaka, kendi nefsine âid nafaka gibidir, bir mukabili yoktur. Bir (meunet-i yesar) dan ibarettir. Zaten eğer sabi zengin olmasa idi malından böyle bir nafaka ta'yin olunmayacak idi. Demek ki, borçluya para vermek kabilinden bir meunet değildir. 2 - Zevcesinin nafakası ivaza müşabih sıladır. Bir sabinin malından Zevcesi için nafaka takdir ve bu nafaka dahi onun için vacip olur. Fakat bu nafaka ivaza müşabih bir sıladır. Bu nafaka bir kere sıladır - çünkü sair ukud-u muavazada olduğu gibi tesmiye sabit olmaz. Kezâlik, sıla olduğu içindir ki, müddet geçince o müddete âid nafaka dahi sakıt olur. Lâkin bu nafaka ivaza da müşabihdir. Çünkü bu nafaka, cezay-ı ih-tibasdır. Kadın nefsini haps ettiği için zeveinden nafaka alarak i'tiyaz etmiş oluyor. Semen, mebia mukabil olduğu gibi bu nafaka da cezay-ı haps olarak sabit olur. Kezâlik ivaza müşabih olduğu içindir ki, iltizam ile lâzım olur. Meselâ müddet geçmekle beraber zevç, nafakayı iltizam etse kendisi için edâ vacip olur. İşte saydığımız Vâcibâtın kâffesinde sabî için ehliyet vardır. Çünkü sahib-i zimmettir. Ve bu hukuk sabi için edâsı mümkün olan haklardandır. Çünkü sabi tarafından ve sabinin malından bunların binniyabe edâsı kaabildir. Fakat kısas gibi ukubet ye murisini kati ile hırman-ı irs gibi (Mecel-e 99) cezay-ı ef'âl vacip olmaz. Çünkü bunların sabi tarafından ne asaleten ve ne de niyabeten edâsı mümkün olmaz. Sabî için kısas veip olmaz. Çünku kısas cezayi fiilidir halbuki sabinin fiili muahazaya mahal olmaz. Kezâlik sabi için mulisini katl ile hırmanı irs vacip olmaz. Bu da mûcib-i katidir. Mûcib-i kati ise özr-ü sahavetle sakıt olmuştur. Kezâlik bu hırman ukubet tarîkıyla sabit olacaktır. Hâlbuki fi'l-i sabi, ukubet için sebep olmaya salih değildir. Çünkü sagire hitâb teveccüh etmediğinden onun fi'linde ma’naya cinâyet kaasıdır bunların sabi tarafından bin niyabe edâsıda mümkün değildir. Çünkü ukubatta niyabet câri olmaz. Hukukullahdan dahi öşür ve haraç gibi kendisinden edâsı sahih olan teklifat-ı maliye Kezâlik vacip olup namaz ve oruç gibi ibadet-ı halisa ve hudûd-ı şer'iye gibi ukubat-ı şahsiye vacip değildir. Hukukullaha gelince bunların dahi teklifat-ı maliye kabilinde olanları sabi için vacip olur Çünkü edâsı mümkündür. Vakiâ öşür ve haraç gibi hukukda ma'nay-ı ibadetle beraber ma'nay-ı ukubet dahi vardır. Lâkin asıl maksut bu ma'nalardan kat-ı nazar (mal) dır. Malda ise veli, sabiye naib olabileceğinden sabi için vücubuna mani' kalmaz. Lâkin bedene mütaalik olan namaz ve oruç ve mala taallûk eden zekât ve hembedene hem de mala taallûk eden hacc gibi ibadat-ı halisa sagir hakkında vacip olmaz. (Velev ki, salata nazaran vakit ve savma nazaran hilâl-i ramazan ve zekâta nazaran nisab ve hacce nazaran istitaattan ibaret olan esbab ile bunların mahalli olan zimmet kaim olsun) çünkü ibadet, an ihtiyar ve âlâ sebilit-ta'zim hâsıl olur. Bu ise sabi hakkında mutasavver değildir. Kezâlik hudûd-ı şer'iye gibi ukubat-ı şahsiye dahi vacip olmaz. Çünkü fi'l-i sabi mahall-i muahaze değildir. Ehliyetin nev'-ı sânisi olan, Ehliyet-i edaya gelince bu da kaasır ve kâmil olur. Ehliyet-i kaasıra üzerine sıhhat-ı edâ ve ehliyet-i kâmile üzerine vücûb-ı edâ mübteni olur. Ehliyet-i kaasıra, kudret-i kaasıra ile ve kudret-i kaasıra, akl-ı kaasır ile sabit olduğu gibi ehliyet-i kâmile kudret-i kâmile ile ve kudret-i kâmile akl-ı kâmil ile sabittir. Sabî ve ma'tuhun aklı kaasır ve baliğ-i gayr-i ma'tuhun aklı kâmil olduğundan kudret ve ehliyetleri dahi bu suretle mütefavittir. Ehliyet-i edâ Mahkûmun aleyhin şer'an mu'teddünbih ve mu'teber olabilecek veçhle kendinden fiil suduruna salâhiyettar olmasıdır. Bu da iki türlüdür: (1) ehliyet-i kaasıra (2) ehliyet-i' kamiledir. Ehliyet-i kaasıra akl-ı kaasır ile sabit olan kudret-i kaasıra ile sabit olur. Sabi ile ma'tuhun aklı gibi) ehliyet-i kâmile, akl-ı kâmil ile sabit olan kudret-i kâmile ile sübut bulur. (Baliğ-i gayr-i ma'tuhun aklı gibi) . *** Evvelâ ma'lûm olsun ki, ( edâ) iki kudreti taalluk eder. 1- Kudret-i fehm-i hitaptır ki, bu (akıl) iledir. 2- Hitap ile amele kudrettir ki, bu da (beden) ile olur. Bir insan evvel-i ahvalinde bu iki kudrete dahi mehcurdur. Maazalik bu iki kudretten her birini derece derece yükseltecek, bir isti'dadı yine haizdir. Lâkin henüz o dereceye iktirandan mukaddem ba'zan hem kudret-i fehm-i hitâb ve hem de kudret-i amel ikisi de kaasırdır. (Sabi-i gayr-i mümeyyizlerde olduğu gibi) . Veyahut yalnız kudret-i amel kaasırdır. Kablelbülûğ (sabi-i mümeyyizde olduğu gibi) Kezâlik, bazan ba'del-bulûğ bunlardan biri kaasırdır. (Ma'tûn-ı Baliğde olduğu gibi.) Gerçi ma'tuh kaviyyül-beden olabilirse de aklı kaasırdır. Derece-i kemale iktiran halinde ise her iki kudreti de haizdir. (Baliğ-i gayr-i ma'tuhda olduğu gibi) . *** İşte görülüyor ki, Sari', akl-ı kaasır sebebiyle sabit olan kudret-i kaasıra ile sübut bulan ehliyet-i kaasıra üzerine yalnız (min gayr-i lüzum) sıhhat-ı edayı ve akl-ı kâmil sebebiyle sabit olan kudret-i kâmile ile sübut bulan ehliyet-i kâmile üzerine vücûb-ı edâ ve teveccüh-i hitâbı mübteni kılmıştır. Sebebi şudur ki,: Derece-i kemâle iktirandan mukaddem, ehliyeti kaasır olan şahsa vücüH-u edayı ilzam-ı haraçtır. Bu ise memnu'dur. Binâenaleyh akl ü kudreti ve Binâenaleyh ehliyeti! kaasır olan şahsa yalnız sıhhat-ı edayı ispat muvafık-ı hikmet olur. Cins-i beşerde vakt-i i'tidâl hakikatine ıttıla' mu'tezir olacak surette mütefavit olduğundan Sari' galiben zaman-ı i'tidâl-i aklolan bulûğu aklın i'tidali makamına ikame etmiş ve bulûğdan evvel kemalin vücudunu ve bulûğdan sonra da noksanın bekasını tevehhüm, i'tibardan sakıt olmuştur. Binâenaleyh ba'delbulûğ mu'teber olan akl-ı kâmil ile sabit olan kudret-i kâmile ile ehliyet-i kâmile dahi sübut bulacağından vücûb-ı edâ ve teveccüh-i hitâba hiç bir manî kalmamıştır. İşte sabi ve ma’tuhun aklı kaasır olduğu içindir ki, kudret ve ehliyeti dahi kaasır oluyor, baliğ-i gayr-i ma'tuhun aklı kâmil olduğu içindir ki, kudret ve. ehliyeti de kâmil oluyor. Bit-tabi' aralarındaki şu tef avut ahkâmın dahi tefavütünü mûcib olur. Küdreti kaasıra ile "sabit" ahkâmın Hukukullahdan aksamı sabiden bllâ lüzum edâ sahihtir. Hakk-ı abd'de dahi nef'-i mahz ise sahih ve zarar-ı mahz ise gayr-i sahih ve nef'ü zarar beyninde dair ise re'y-i velî ile sahihtir. (Mecelle 967) Kudret-i kaasıra ile sabit olan ahkâm ya hukukullahtır. Veyahut hukuk-ı ibaddır. Hukukullah dahi ya sırf hasendir. Kabiha hiç ihtimali yoktur, (îman gibi) veyahut sırf kabihtir, hüsn'e ihtimali yoktur. (Küfür gibi) veyahut ikisi beyninde dairdir (Salât ve Siyam gibi) . Bunlar için hüsün ve kubuh beyninde dair diyoruz. Zira arz-ı mağ-subda namaz edâ olunsa mekruh olur. Keza hayz ve nifas halinde eday-ı salât câiz olmaz. Kezâlik eyyamı menhiyede siyam; haramdır. Demek ki," bunların bu i'tibarat ile kubha da ihtimalleri vardır.) İşte hukukullahın her üç kısmının sabi tarafından edâsı bilâ lüzum sahihdir. (Zaten namaz hakkında Hadîs-i şerifi varit olmuştur.) Çünkü birinci ile üçüncü kısımda esasen sabi hakkında nef'-i mahz vardır. Şari'-i hakim bunlardan ibadını hacretmez. Binâenaleyh edâ sahih olur, heder olmaz. Hatta bir sabi ba'delbülûğ tecdid-i iman külfetinden de müstağnidir. Sırf kabin olan kısmına gelince, sagir tarafından bunun da ikaı sahihtir. Binâenaleyh bir sabi irtidat etse Zevcesi mübane ve va-ris-i müslimenin mirasından malırum olur. Çünkü sabi irtidat hakkında baliğ menzilesindedir, küfür öyle bir mahzur-u azimdir ki, hiç bir vech ile meşruiyete muhtemel ve hiç bir özür ile sakıt olmaz. Hukuk-ı ibad dahi üç kısımdır: Ya nef -i mahzdır - ki, edâsı sahihdir velevki velisi icazet vermemiş olsun (kabûl-ü hibe ve sadaka gibi) . Veyahut zarar-ı mahzdır- ki, bunun edâsı sahih değildir. Velev ki, velisi icazet vermiş olsun (hibe, tatlik, ikraz ve i'tak gibi) Veyahut nef ile dairdir - ki, bu da izn-i veli ile sahihtir, (bey'ü şirâ, icare ve nikâh gibi) bunlarda ribh'a ihtimâl bulunmasına mebni (faide) ve hüsran ihtimaline mebni. (zarar) mutasavver olduğu için sıhhati, velinin icazetine mevkuftur. Görülüyor ki, bunlarda hep sağirirî kudret-i kaasırasına bu sebeple kaasır olan ehliyetine müraât olunuyor kendisine menfaat bulunan şeyler için ehliyeti kifâyet ediyor, Meselâ istîhab edebilir. Fakat diğerlerinde yaptığı muamele ya külliyen batıl oluyor veya icazet-i veliye müftekır kalıyor. Çünkü ehliyeti, henüz o dereceye yükselmemiştir. |