Geri

   

 

 

İleri

 

A. Hüküm

Mebhas-i Hüküm

Hükmün her ilimde mânası başkadır. Hüküm lûgaten bir şeyi diğer şeye isnat eylemektir.

Mantık istilâhinda hüküm; icap veya selp tarîkıyla bir şeyin diğer şey üzerine tevaıüdüdür. Meselâ (Zeyd kâtiptir) dediğimiz vakit vasfı kitabetin Zeyd'e nisbeti ve «Zeyd» kâtip değüdir.» Sözümüzde vasfı kitabetin Zeyd'e adem-i nisbeti bir hükümdür. Yâni nispetin vukuu veya adem-i vukuu hükümdür.

İlm-i usûl istılâhinda hüküm —yani hükm-i şer'i (şu halde hükm-i lügavi/hükm-i örfi ve hükm-i mantıki muarrefte dahil değildir.)— ilâve olunacak kuyutla taksimatından kat'-i nazar «efal-i mükellefine müteallik olan Hitâbullahın eseridir. Yoksa bazı Şafiiyyenin dediği gibi (nefs-i hitap) değildir.

Hitap: Lügatte ifham-ı meram için bir başkasına tevcih-i hitap etmektir. Sonra hitap bu mânadan alınarak tahatup kendisiyle vakî olan şey yani (müteveccih olan kelâm) mânasına nakledilmiştir. Binâenaleyh burada Hitâbullahtan maksat kelâm-ı nefsi-i ezelîdir. İşte kelâm-ı ne'fsi-i ezelinin eseri onun üzerine terettüp eden netice ve fayda bir hükümdür. Hükm-i şer'idir. Şu halde masiva-ullahın eser-i hitâbı muarreften hariç kalır. Şu kadar ki, mazhar-ı ........... Efendimizin sahib-i şeriat olan Nebiyyi Zişanımızın asar-ı hitâbatına da (hüküm) denileceği azade-i beyan olduğu gibi evamir ve iradatının muta' olması şari tarafından varid olan emr ile sabit olan sultanın asar-i hitâbatına da (hüküm) tesmiye olunur. Zira bunların muta' olması da hitâb-ı şâri'yle sabittir. Taraf-ı şâriden böyle emr olunuyor. Şu halde bunlar dahi hem hükümde ve hem de tarifte dahil olur.

Fakat her hitâb-ı ilâhinin eserine de hüküm idlâk olunamaz. Binâenaleyh hitâbı efali mükellefine müteallik diye tavsif ve takyit ediyoruz. Şu halde efal-i mükellefine taallûk etmeyip de zâtına, sıfatına, tenzihatına ve efaline taallûk eden hitâbat-i ilâhiyenin eserine hüküm tesmiye olunmaz. Zira bunlar itikadiyattandır. Meselâ ......... bir kelâm-ı nefsi-i ezelîdir. Hitâb-ı rabbanidir. Fakat bunun eseri itikadiyata tallûk ettiğinden hüküm değildir.

Bir de mükellefine muzaf olan efalden maksud, cins-i fiildir. Yoksa mükellefinin cemi-i efali değildir. Velhasıl hüküm efal-i mükellefine müteallik olan, bir şahsı mükellefin akıl ve bulûğ ile haddi teklife varan abdin efaline müteallik olan hitâb-ı şâriin eseridir. O hitap ile sabit olan şeydir. Meselâ namazın vacip olması bir hükm-i şer'idir ve bu hüküm bir fiil-i mükellef olan (namaz)a müteallik hitâb-ı ilâhinin eseridir. Yani vücubun namaza taallûk ve münasebeti vardır. Vücup bir şeydir ki, hitâb-ı şar'iyle sabit olmuş ve fiili mükellef olan namaza taallûk etmiştir.

Fakat tarifin bu derecesi henüz ağyarını mâni değildir, Çünkü bu tarifte mükellefinin ahval ve efalini mübeyyin olan kıssalar, onların amâline müteallik haberler dahildir. Meselâ ......... gibi hitâbat-ı ilâhiye hüküm değilken, tarifte dahil oluyor. Şu halde tarif ağyarını mâni olamıyor. Böyle bir tarif ise sahih olmaz. Binâenaleyh tarifi ikmal ve itirazatı men' için, mükemmel bir hale getirmek için ona bazı kuyut daha ilâve etmek lâzım gelir. Denilir ki,: hüküm; iktiza, tahyîr veya vazı' tarîkıyla efal-i mükellefine taallûk eden Hitâbullahın eseridir.

Şu halde her nev'i hitâbat-ı ilâhiyenin eseri muarrefte dahil olmayıp ancak iktiza tarikıyla veya tahyîr tarîkıyla veya vazı' suretiyle varit olan hitâbat-ı ilâhiyenin eseri hüküm tesmiye edilmiş olur.

(Taalluk-ı iktiza); Taallûk talep demektir. Yani şari' muhataptan ve mükelleften bir şey talep etmek suretiyle hitap ediyor. Hüküm dahi işte o hitâbın eseri oluyor. Bir de buradaki talep, fiili talep ile terk, fiili talepten ve taleb-i cazim ile taleb-i gayri cazimden eâmm olduğundan (iktiza) kaydı altında vücup, hürniet, nedip ve kerahet gibi Ahkâm-ı şer'iyye dahil oluyor.

(Taallûk-i tahyîr); Şari' muhatap olan mükellefi bir şeyde muhayyer kılıyor. O fiili yapıp yapmamakta muhatap muhayyer oluyor ki, hüküm eğer böyle bir hitâbın eseri olursa, o vakit, hüküm tahyîr tarîkıyla fiil-i mükellefe taallûk eden bir hitâbın eseri olmuş oluyor.

İşte Ahkâm-ı Şer'iyyeden olan (İbaha) dahi böyle bir hitâbın eseridir.

Meselâ (namaz farzdır) diyoruz. Farziyyet hitâb-ı-şâri' ile sabit bir şeydir. Bu hitap dahi fiil-i mükellef olan namaza mütealliktir. Namaz ile hitap arasında bir münasebet vardır. Bu taallûk ve münasebet dahi iktiza, yani talep tarîkıyladır. Yani hitâbın neticesi mükelleften bir şey talep etmektir. Namazla bir fiil talep olunuyor ki, terkinden delil-i kat'î ile men'i vardır. Bu surette namaz farz oluyor. Hitâb-ı şâri'den böyle bir eser ve netice yani hükm-i şer'i vücuda geliyor.

Kezalik (Salât-i vitir vaciptir) diyoruz. Vücup bir hükmü şer'idir. Fiil-i mükellef olan salât-ı vitire talep tarîkıyla taallûk eden bir hitâbın eseridir. Hitap ile salât-ı vitir arasında da münasebet mevcuttur. Zira hitap mükelleften o fiilin vücuda gelmesi talebini tazammun ediyor. Terkinden de delil-i zanni ile men' vardır. Binâenaleyh salât-ı vitir vacip oluyor. İşte burada da hitâb-ı şâri'den de böyle bir netice çıkıyor.

Kezalik katil haramdır diyoruz. Hürmet dahi bir hükm-i şer'idir. Fiil-i mükellef olan katil hakkında iktiza yani talep tarîkıyla tallûk eden bir hitâbın eseridir.

Kezalik (karz vermek, ebnay-i beni nev'ine muavenet etmek menduptur.) sözündeki mendup dahi bir hükm-i şer'idir, fiil mükellef olan karza yine iktiza yani talep tarîkıyla (fakat taleb-i gayri cazim ile) taallûk eden bir hitâbın eseridir.

Kezalik (av mubahtır) sözündeki ibaha dahi bir hükm-i şer'idir. Fiil-i mükellef olan ava taallûk tahyir ile taallûk eden hitâb-ı şâriin eseridir.

İşte tarife iktiza ve tahyir kayıtlarının ilâvesiyle muarrefimiz ağyarıni mâni oldu. Bir takım kısas ve ahbar hariç kaldı. Fakat yalnız bu kadarla kalırsa; bir takım ahkâm daha vardır ki, tarifimiz onlara şamil ve onlar dahi muarrefin efradından iken ta'rife dahil olamıyor.

Meselâ hitâb-ı izzetiyle Cenab-ı Hak, dülük-i şemsi vücûb-ı salâtta, zinayı vücüb-u hadde sebeb ve abdesti de namazın sıhhatine şart kılmıştır. Mademki salâtta nisbeten vaktin sebebi, namaza nisbeten ve nikâha nisbeten şühudun şartiyeti; necaset ve keşf-i avretin sıhhat-i salâtta mâni olması şâriin vaz’iyle olup ibadın bunda bir medhali yoktur. Şu halde bunlar da (hükm) ün tahtında dahil olmalıdırlar. Eğer bunlar hariç kalırsa muarref, cemi’ efradını şamil olamaz. Efradını cami’ olmayan ta’rifler ise sahih değildir. İşte buna mebnidir ki, ta’rif yalnız (iktiza veya tahyir tarîkıyla ef’âli-i mükellefine müteallik Hitâbullahın eseridir.) suretinde irad edilmeyip buna bir de vaz’ tarîkıyla kaydı ilâve edilmiştir. Şu tafsilâta nazaran: hüküm, ef’âl-i mükellerine taalluk-u iktiza-yani taalluk-u talep-ya taalluk-u tahyir veya taalluk-u vaz’ ile müteallik olan Hitâbullahın eseridir. Yoksa nefs-i hitap değildir ve yine bu ta’rife nazaran:

Hüküm iki nevi’dir: Evvelkisi: teklifi, ikincisi: vaz’idir. Eğer hükmü, yalnız iktiza veya tahyir tarîkıyla taalluk eden hitâbın eseridir suretinde ta’rif etseydik, hükmü böyle iki nev’e taksime hacet kalmazdı. Hükmün böyle iki nev’e ayrılmasının mebnası ta’rifde vaz’ tarîkıyla taallukun dahi ilavesi oldu. İktiza veya tahyir ile ef’al-i mükellefine taalluk eden hitâbatın eseri hükm-i teklifi, vaz’ tarîkıyla ef’al-i mükellefine taalluk eden asar-ı hitap hükm-i vaz’ide dahildir.

Teklifi: Bir şeyin şey-i ahara taalluku tarîkıyla olmayan hükümdür ki, (vücûb) gibi fiil-i mükellefin sıfatından veya şirâya nazaran (mülk) gibi ilm-i usûlde mebhusun anh olmayan (eser-i fiil-i mükellef) den ibarettir.

Hükm-i teklifi dahi yine ef’al-i mükellefine müteallik Hitâbullahın eseridir. Fakat bu hitap bir şeyin diğer şeye taalükuna mültebis olmayıp şey-i ahara taalluktan mücerret olan bir hitaptır. Ve hükm-i teklifi böyle bir hitâbın eserdir. Bir şeyin şey-i diğere taalluku ile olan hitâbatın eseri ise hükmi teklifi değil, hükm-i vaz’idir. Meselâ vaktin vücûb-ı sebebiyeti bir hükm-i vazîdir. Filvaki’ burada namaza taalüku vardır. Vakit müteallâk namaz mütealliktir ve bu müteallâk, müteallikte dahil olmayıp, hariç bulunduğundan vakit nisbetle nefs-i vücubun sebebi olmuştur çünkü buyurulmakla hitâbiyle sabit olan vücûb-ı dülük-i şemsin sebep olduğu müsteban olur.

Şu halde bu âyet-i kerimede iki hüküm vardır:

1-Vücûb-ı salâttır ki, hükm-i teklifidir.

2-Vaktin sebebiyetidir ki, hükm-i vaz’idir.

Bu hüküm öyle bir hitâbın eseridir ki,. O hitap vaktin taallukundan mücerret olmayıp belki vaktin taallukunu mütezamının ve ona mülâbis olan bir hitaptır. İmdi vaktin sebebiyeti, taharetin şarfiyeti ve sair ahkâm-ı vaz’iye kıyas-ı müctehidin ile sabit olamayıp sübutu delâlet-i nass iledir. Fakat bunlara delâlet eden nass, ef’al-i mükellefine bittalep veya bittahyir taalluk etmeyip belki bir şeyin şey-i âhâra taalluku ile taalluk ediyor. Ta’biri diğerle vaz’ suretiyle ef’l-i mükellefine taalluk ediyor. Demek ki, ahkâm-ı vaz’iyede ef’al-i mükellefine taalluk eden hitâbın (bir şeye diğer taalluku kaydına mülabis olması) mültezimdir. Nasıl ki, nefs-i vücubun sebebidir ki, buradaki sebebiyet vaktin taalluku kaydına mülâbis olarak varit olan hitâbının eseridir.

Halbuki ahkâm-ı teklifiye talep veya tahyir tarîkıyla doğrudan doğruya ef’al-i mükellefine müteallik hitâbatın eseri olup onda bir şeyin diğer şeye taalluku kaydi mültezim değildir. (Fakat ahkâm-ı unutmamalıdır ki, nefs-ül emirde taalluktan âzade hiçbir hüküm yoktur. Meselâ vücûb-ı salât ki,, bir hükm-i teklifidir, bunun hâkime, mahkümun bihe, mahkümun aleyhe şüphesiz bir taallukü vardır. Fakat ahkâm-ı teklifiyede iş bu taallukun fevzinde olarak ahkâm-ı vaziiyede olduğu gibi bir şeyin diğer şeye taalluku yani ikinci bir taalluk kaydı yoktur, yani bunlar rukniyet, şartiyet, illiyet ve sebebiyet gibi taalluklardan âzâdedir.) Mükellefinin ef’aline taalluk eden hitâbatın eseri olan ahkâm-ı teklifiye, iki kısma inkisam eder:

 (1) Vücûb ve emsali gibi fiil-i mükellefin sıfatı olan şeydir. Yani ahkâm-ı teklifiyenin bir kısmı fiil-i mükellefin sıfatı olan hükümlerdir. Meselâ namaza nazaran vücûb gibi namaz bir fiil-i mükelleftir, vücûb dahi bu fiilin sıfatıdır diyoruz.

Keza katle nazaran hürmet gibi, buda fiil-i mükellef olan katlin sıfatıdır ve her ikiside taleb-i câzim ile taalluk eden hitâbın eseridirler.

Keza nevafile nazaran nedip dahi böyledir, taleb-i gayr-i câzimle fiil-i mükellefe taalluk eden hitâbın eseri ve o fiilin sıfatıdır.

Keza istiyada nazaran ibaha fiil-i mükellefin sıfatıdır.

 (2) Mülk ve müteallikatı gibi, fiil-i mükellefin eseri olan şeydir ki, bu kısımdan ilm-i usûlde bahs olunmayıp mevzû-ı bahsı füru’dur.

 (Mülk) bir hükümdür. Zira hitâb-ı şâriin eseridir. Her ne kadar mülk eser-i şirâ olup eser-i hitap değilse de şirâ üzerine mülkün sübutu vaz-ı Şari’ ile olduğundan yine mülk hitâb-ı şâriin eseri demek olur. Şu kadar ki, bu hüküm, fiil-i mükellefin sıfatı değil eseri olan bir hükm-i teklifidir.

Kezâlik, hibe ve miras suretiyle bir adam mâl-i mevhube ve hisse-i irsiyesine malik oluyor. Burada da (mülk) bir hükm-i şer’idir. Ve ahkâm-ı teklifiyenin fiil-i mükellefin eseri olan kısmındandır. Zira bu mâlikiyet hibe ve tevrisin eseridir. (Mülk) nasıl fiil-i mükellefin eseri ise mülk-i müt’a, mülk-i menfa ve zimmette deyn’in sübutu gibi <müteallikat-ı mülk> dahi fiil-i mükellefin eseri olan birer hükm-i teklifidirler. Meselâ zevc nikâh ile Zevcesinin mülk-i müt’asına malik olur veyahut teserri ettiği cariyenin hem mülk-i rakabe ve hem de mülk-i müt’asına temellük eder.

İşte buradaki (mülk-i müt’a) dahi bir hükm-i şer’i teklifidir. Fakat fiil-i mükellefin sıfatı değil, eseridir. Zira hil-i istimta’, akd-i nikâh ile sabit oluyor, onun eseridir. Akd-i icare ile müste’cir me’curun menafine malik olur ki, buradaki (mülk-i menfaat) dahi bir hükm-i şer’iy-i teklifidir, fakat sıfat değil eserdir. Bir mal satın almak veya bir şeyi isticar etmek suretiyle zimmette bir deyn sabit olur ki, böyle zimmet müşteri veya müste’cirde akd-i şirâ veya icare sebebiyle (sübut-i deyn) fiil-i mükellefin eseri olan bir hükümdür. Bayi’ veya mücir o deyne, o zimmete malik oluyorki bu malikiyet dahi ahkâm-ı teklifiyenin fiil-i mükellefin eseri olan kısmındandır. Ancak fiil-i mükellefin eseri olan ahkâm-ı teklifiyeden ilm-i ısülde bahsolunmayacaktır. Onların mevzû-ı bahsi Mecellenin me’hazi olan füru-u fikhiyye kitaplarıdır. Nasıl ki, Mecelledeki hükümler hep bu kabildendir. Fiil-i mükellefin sıfatı olan kısımda dahi ya evvelen ve bizzat mekasıd-ı dünyeviye veyahut evvelen ve bizzat mekasıd-ı uhreviye mu’teberdir. Demek olurki fiil-i mükellefin sıfatı olan ahkâm-ı teklifiyenin mefhumunda ya (i’tibar-ı ülâ) ile yani doğrudan doğruya ve bilâ vasıta mekasıd-ı dünyeviye mu’teberdir veyahut bunlarda yine i’tibar-ı ûlâ ile mu’teber olan şey mekasıd-ı uhreviye yani âhirette hasıl olan maksatlardır.

İbadatta maksûd-ı dünyevi tefriğ-i zimmet ve muamelâtta maksud-ı dünyevi ihtisasat-ı ki, bu da ukut ve füsuha müterettip olan ağrazdan ibarettir. Bey’a nazaran mülk-i rakabe, nikaha nazaran milk-i müt’a, icareye nazaran mülk-i menfe’a gibi.

İbadatta i’tibar-ı ülâ ile mu’teber olan mekasıd-ı dünyeviye (tefriğ-i zimmet) tir. Şöyle ki, sıhhat-ı ibadetin mufhumunda evvelen ve bizzat mu’teber olan şey mekasıd-ı dünyeviyyeden olan tefriğ-i zimmettir ki, bu da o ibadetin tefriğ-i zimmeti mucip olur. Haysiyette, yani bervech-i sıhhat edâ ve ityanıyla hâsıl olur. İbadet öyle bir surette olmalıdır ki, onunla tefriğ-i zimmet hâsıl olmalı, bir daha iade ve kaza lâzım gelmemelidir. Demek ki, sıhhat-ı ibadetin mefhumunda i’tibr-ı ülâ ile mu’teber olan şey maksûd-ı dünyevi yani tefriğ-i zimmettir. Vakıâ sahih olan bir iabedet üzerine sevap dahi terettüp edeceğinden buna maksûd-ı uhrevi dahi tâbi oluyorsa da sıhhat-i ibadat üzerine sevabın terettübü evvelen ve bizzat maksut olmayıp bit-tabi’ maksut olmuş olur. Meselâ: Vücûb mekasıd-ı uhreviyyedendir. Ve mefhûm-ı vücuba i’tibar-ı ülâ ile mu’teber olan şey fiil üzerine sevabın, terk üzerine ikabın terettübüdür. Zira vücûb, fiilin ityanı üzerine sevap ve terki üzerine ikap terettüp edecek surette olmasıdır. Sevap ve ikap ise âhirette olacağından vücubun mefhumunda itibar-ı ülâ ile muteber olan şey maksûd-ı uhrevi olduğu tahakkuk eder. Maamafih maksûd-ı uhrevi muteber olmakla beraber bunda maksûd-ı dünyevi dahi muteber olabilir. Bununla tefriğ-i zimmet dahi hâsıl olabilir. Zira bir ibadet ki, fail onun fiiliyle müsap oluyor, elbette o ibadet (sahih) dir. Lâkin mekasıd-ı dünyeviyyeden olan sıhhatin tarifine tefriğ-i zimmet muteber olup sevap husûlü evvelen ve bizzat muteber olmadığı gibi mekasıd-ı uhreviyyeden olan vücubun tarifinde dahi tefriğ-i zimmet husûlü evvelen ve bizzat muteber olmayıp onda itibar-ı ülâ ile muteber olan şey fiil ile sevap, terk ile ikaptır.

Demek olur ki, fiil-i mükellefin sıfatı olan hükm-i sıhhatta (sevap) ve hümk-ü vücupta (tefriğ-i zimmet) muteber olursa da bunlar evvelâ ve bizzat muteber olmayıp ikinci derecede muteberdirler. İşte bunun içindir ki, biz mekasıd-ı dünyeviyyeden olan sıhhat-i ibadette evvelen ve bizzat mu’teber olan şey tefriğ-i zimmettir diyoruz.

Hülâsa, hükm-i şer’iye müteallik olan ef’âl-i mükellefin ya ibadat veya muamelât cümlesindendir. Gerek ibadat ve gerek muamelât olsun, onlarda evvelen ve bizzat ya mekasıd-ı dünyeviyye muteberdir veya mekasıd-ı uhreviye muteberdir. Meselâ: Namaz ef’al-i mükellefinden bir fiildir ki, buna müteallik hitâb-ı Şâriin eserine de hüküm derler. Hitâb-ı şâri’ ile burada sabit olan şey vücuptur. Vücûb ise, bir hükm-i teklifidir. Diğer taraftan namazın birde sıhhat ciheti vardır ki, buda ahkâm-ı şer’iyyeden bir hükm-i teklifidir. Fiil-i mükellefin sıfatı olan şu iki hükm-i teklifiden evelkisi olan vücupta i’tibar-ı ülâ ile mu’teber olan şey maksûd-ı uhrevi, ikincisi olan sıhhatta evvelen ve bizzat muteber olan şey maksûd-ı dünyevidir.

Sıhhat-i salâtta evvelen ve bizzat muteber olan maksûd-ı dünyevi ise (tefriğ-i zimmet) tir. Şöyle ki, erkân ve şeraitiyle edâ edebilirse artık o namazı iade ve kaza lâzım gelmez. Vücûb-ı salâtta ise evvelen ve bizzat mu’teber olan maksûd-ı uhrevi fiiliyle, müsap, terkiyle muakap olmaktır. Bununla beraber sıhhat-i salâtın mefhumunda maksûd-ı uhrevi dahi muteber ise de bu, maksûd-ı dünyeviye tabi’dir. meselâ: bir namaz ki, sahihtir ve onunla tefriğ-i zimmet hâsıldır. Elbette bazı kere onun üzerine sevap dahi terettüp eder. Fakat terettüb-ü sevap sıhhat-i ibadette maksûd-ı asli değildir. Nasıl ki, vücûb-ı salâtın mefhumunda maksûd-ı dünyevi dahi muteber ise de itibar-ı ülâ ile muteber değildir. Zira bir namaz ki, faili fiiliyle müsap olur. Elbette sahih olmak ve Binâenaleyh zimmet-i abd onunla meşgul kalmamak icab eder. Lâkin (tefriğ-i zimmet) mefhûm-ı vücubda itibar-ı ülâ ile muteber değildir. Şu tafsilâttan anlaşılıyor ki, vücûb, nedip, hürmet, kerahat gibi fiil-i mükellefin sıfatı olan ahkâm-ı teklifiyede doğrudan doğruya ve bilâ vasıta maksûd-ı uhrevi muteberdir. Sıhhat ve in’ikad gibi yine fiil-i mükellefin sıfatı olan ahkâm-ı teklifiyede ise i’tibar-ı ülâ ile maksûd-ı dünyevi muteberdir. Yani bunlarda muteber olan şey ibadatın vasfı olduğuna göre (tefriğ-i zimmet) ve muamelâttan olan fiil-i mükellefin sıfatı olduğuna göre (ihtisasat-ı şer’iyye) dir.

Dedik ki, ihtisasat-ı şer’iyye uküt ve füsuh üzerine terettüp eden garazlardır. Meselâ bey’de maksûd-ı dünyevi mülk-i rakabedir ki, bu, akd-i bey’ üzerine terettüp etmiş bir garazdır.

Kezâlik nikâhta maksûd-ı dünyevi mülk-i müt’adır ki, bu, akd-i nikâh üzerine terettüp eden bir garazdır, bir ihtisas-ı şer’idir. İcarede maksut, dünyevi mülk-i menfaattir ki, bu da akd-i icare üzerine terettüp eyleyen bir garazdır.

Keza talâkta maksûd-ı dünyevi beynunettir ki, buda fesh-i nikâhta mu’teber bir garazdır.

Keza ikale üzerine zeval-i mülkün sübutu, sıhhat-i kaza üzerine sübût-i hakkın terettübü, sıhhat-ı şehadet üzerine, lüzum-ı kazanın terettübü hep ihtisasat-ı şer’iyyeden ve uküt füsuh üzerine terettüp eden ağraz kabilindendir. Mademki ibadatta maksûd-ı dünyevi tefriğ-i zimmet ve muamelâtta ihtisasat-ı şer’iyye yani uküt ve füsuh üzerine terettüp eden ağrazdır. Şu nokta-i nazardan fiil-i mükellefi bazı aksama taksim icap eder. Şöyle ki,:

Mekasıd-ı dünyeviye itibariyle fiil-i mükellef-i sahih (mecelle: 108) ve batıl (mecelle: 110) ve faside (mecelle: 109) ve mün’akit (mecelle: 106) ve gayr-i mün’akit (mecelle: 107) ve nâfiz (mecelle: 113) ve gayr-i nâfiz (mecelle: 113) ve lâzım (mecelle: 114) ve gayr-i lâzime (mecelle: 115) taksim olunur.

 (Sıhhat) fiil-i mükellefin maksûd-ı dünyeviye kema yenbaği – yani erkân şerait ve evsaf-ı hariciyesi hasebiyle – müsil olmasına (sıhhat) ve o fiil de (sahih) tesmiye olunur.

Gerek ibadet olsun, namaz ve emsali ve gerek muamelâttan olsun, bey’ ve sair üküt gibi ibadat nev’inden olan fiil-i sahih kazayı muskit ve muamelât nev’inden olan fiil-i sahih kendinden maksut olan semeratın terettübüne sebep olur.

 (Butlan) erkân, şerait ve evsaf-ı hariciyesinde halel bulunmak kasebiyle fiil-i mükellefin maksûd-ı dünyeviye aslâ müsil olmamasına (butlan) ve o fiil de (batıl) tesmiye olunur. (Abdestsiz kılınan namaz, mevcut olmayan şeyi bey’ ve iki hemşireyi nikâhan cem’ gibi) (fesat) erkân ve şeraiti itibariyle fiil-i mükellefin maksûd-ı dünyeviye müsil ve fakat evsaf-ı hariciyesi itibariyle gayr-i müsil olmasına (fesat) ve o fiile de (fasit) tesmiye edilir.

Şu üç kısım hem ibadat ve hem de muamelâtta muteberdir. Şu kadar ki, ibadatta ve min vechin ibadetten olan münakâhatta batıl ile fasit (müradif) tir. Gayr-i sahih olan bir ibadat için meselâ abdestsiz kılınan namaz ve eyyam-ı menhiyyede tutulan oruç ve bilâ şühut olan bikâh hakkında (batıl) denildiği gibi fasit dahi denir. Fakat muamelâtta (batıl) ile (fasid) in farkı vardır. Batıl aslen ve vasfen meşru’ olmayan, fasit ise ancak vasfen meşru’ olmayan bir fiildir. Yani fi nefsini meşru’ olup gayri meşru’ bir şeye mukarenetle meşruiyetten çıkan bir fiildir. Muamelâtta (sıhhat) , (butlan) , (fesat) tan başka bir takım ahkâm daha vardır ki, onlardan biri de: (İn’ikad) dır. İn’ikad, eczay-i tasarrufun – yani icap ile kabulün – müteallikinda eseri zâhir olacak veçhile şer’an irtibatıdır. Yaallük ettiği fiil de (münakit) tesmiye olunur. İşte buradaki irtibat dahi bir hükm-i şer’iy-i teklifi olup fiil mükellefin eseri değil, vasfıdır. Ve bu fiil de evvelen ve bizzat mu’teber olan şey maksûd-ı dünyevidir.

Muamelâttaki ahkâmdan biri de: (Nifaz) dır ki, mütealliki olan fiil-i mükellefe de (nafiz) tesmiye olunur. Nifaz, in’ikat üzerine eser terettübünden meselâ fiil-i mükellef bey’ ise ona mülk-i müterettep olmaktan ibaret olur. (Lüzum) dahi akd üzerine terettüp eden eserin ref’i mümkün olmayacak haysiyette olmasıdır. Mütealliki olan fiile dahi (lazım) tesmiye olunur.

Şimdi ahkâm-ı teklifiyenin şu aksamını bir misâl ile hülâsa edelim:

Meselâ fiil-i mükellef olan (bey’) ya mün’akittir veya gayr-i münakittir. Bay’-i gayr-i mün’akit bey’-i batıl demektir. Bey’-i mün’akide gelince: o da maksûd-ı dünyeviye kemâ yenbeği ya müsildir veya kemâ yanbeği müsil olmayıp, belki erkân ve şeraiti hasebiyle müsil ve evsaf-ı hariciyesi hasebiyle gayr-i müsildir. Bunlardan ikincisine fasit, evvelkisine de sahih tesmiye olunur. (1)

Bey’-i sahih dahi ya sahih-i gayr-i nâfizdir. bey’-in fuzuli gibi ki, sahih olup fasit değil ise de Mâlikinin iznine mevkuf olmakla nâfiz değildir. Yahut sahih ve nafizdir ki, bu da iki kısımdır:

Hıyarattan âri olan bey’-i nâfiz lâzım ve hıyarattan âri olmayan bey’-i nâfiz gayr-i lâzımdır. Şimdi biz bunlar arasında birer nisbet aramalıyız. Bunlar yekdiğerine ya mübayn veya husus min vechin bulunacaktır. Hangi fende olursa olsun mevzû-ı bahis olan iki şey beyninde iş bu neseb-i Erbaa câri ve mer’idir.

Bey’-i batıl ve bey’-i sahih ve yine bey’-i sahih ile bey’-i fasit arasında neseb-i erbaadan (mübaneyet) vardır. bey’-i mün’akit ile bey’-i sahih arasında ise umum ve husus-u mutlak vardır. Her bey’-i sahih mün’-akit ise de her bey’i mün’akit sahih değildir. Fasit dahi olabilir.

Bey’-i sahih ile nâfiz arasında dahi umum ve husus-u mutlak vardır. Bey’-i sahih eam, bey’-i nâfiz ehastır. Her bey’-i nâfiz, sahih olduğu halde her bey’-i sahih nafiz olmayıp bazen mevkuf dahi olabilir.

Kezâlik bey’-i nâfiz ile lâzım beyninde umum ve husus-u mutlak vardır. Her bey’-i lâzım, bey’-i nâfizdir, lâkin her nâfiz lâzım değildir.

Bir de malüm olmalıdır ki, sıhhat, butlan, fesat, in’ikat, nifaz ve lüzümdan ibaret olan şu ahkâm-ı site ile mukabilleri fiil-i ükellefin sıfatı olan ahkâm-ı teklifiyedendir. İktiza ve tahyir suretiyle ef’al-i mükellefine taalluk eden hitâb-ı Şâriin eseridir. Fakat bazılarına göre şu ahkâm-ı site (vücûb, nedip, ibaha, hürmet ve kerahet) den ibaret olan ahkâm-ı vaz’iyeden ve hatta bazılarına göre de bunlar ahkâm-ı akliyedendir.

Kezâlik bazen biz ef’âl-i mükellefini dahi hükümler, sıhhat veya fesat ile tavsif ediyor. Meselâ hüküm fasittir, batıldır diyoruz, hükümlerin dahi bu surette tavsifi ef’âle nazarandır. Yoksa, sıhhat, fesat ve emsali zaten birer hükümdürler.

Mekasıd-ı uhreviye itibariyle de fiil-i mükellef <Azimet> ve <Ruhsat’a> münkasem olur.

Yani fiil-i mükellef kendisinde maksûd-ı uhrevi mu’teber olan hüküm itibariyle iki kısma münkasem olur ki, evvelkisi (Azimet) ikincisi (Ruhsat) tır.

Azimet

A’zar-ı ibada mebni olmayarak ibtidâen meşru’ olan şeydir.

 (Azimet) kast ve teveccüh mânasınadır. İstılah-ı usûlde özre mebni olmayarak ibtidaen ve re’sen meşru’ olan şeye, hükm-i asliye (azimet) ıtlak olunur. Meselâ oruç tutmak alelumum mükellef olanlar üzerine vaciptir ki, işte bu (vücûb) hükm-i asliden ibarettir. Fakat yolcu ve mariz olanlar hakkında (ruhsat) vardır. Ramazanda oruç tutmazlar da sonra kaza ederler. İşte böyle bir kazanın meşruiyeti de (ruhsat) dır ki, bu da ahkâm-ı teklifiyeden, özre mebni sâniyen meşru’ olan bir hükümdür. Hükm-i asliden ibaret olan bir şeyin ya fiili terkine veya terki fiiline müreccahtır. Veyahut fiil ve terk’den biri diğerine müreccah değildir. Fiilin rüchanı suretinde terki delil-i kat’i ile memnu’ ise <Farz>, delil-i zanni ile memnu’ ise <Vâcib> dir. Terkten ne kat’i ve ne de zanni bir delil yoksa fiile nazar olunur: Fiil dinde tarikat-ı mesluke ise <Sünnet>, değil ise <Haram>ideğil ise <Mekruh> dur. Ve eğer fiil ve terk nazar-i Şari’de müsavi ise <Mübah> tır. Bir fiilin iktizaen veya tahyiren vücudunu talip olan (Hitap) emirlerdir. Ve terk ve ademini talip olan hitâb-ı nehiylerdir. Maamafih her emir kat’i olarak taleb-i fiili ve her nehiy kat’i olarak taleb-i terki müfit değildir. İşte görülüyor ki, (Azimet) yedi kısımdır:

Azimetin kısımları

1- (Farz) dır ki, vâcibin mâfevki bir mânadır. Çünkü burada fiilin terki, delil-i kat’i ile memnu’dur. Farz, ilmen ve amelen lâzımdır. Münkir ve müstehiffi gayr-i müslimdir. Bilâ özür târiki fâsık ve azab u ukubete müstehaktır. O da iki nevi’ olup biri Farz-ı aynı diğeri Farz-ı kifaye’dir.

2- (Vücûb) dur, burada fiilin terki delil-i zanni ile memnu’dur . Vâcip yalnız amelen lâzımdır. Cahidi tefsik olunacağı gibi târiki dahi azab u ukubete müstehak olur. Vacip bu i’tibar ile (farz-ı ameli) gibidir. Fakat farz-ı ameli’nin fevtiyle cevaz dahi müntefi olursa da (meselâ mesh-i re’s, salât-i vitir, farz-ı ameli kabilinden olup bunların fevatiyle 'salâat dahi müntefi olur.) Lakin vucup böyle değildir. Maafih bazen lâfz-ı (vacip) farza dahi ıtlak olunur. Bu halde vücûb, taleb-i câzimin yani emr-i kat’inin esri olmuş olur. Ahkâm-ı akliyeye nazaran te’diye-i deyn ve ahkâm-ı şer’iyyeye nazaran namaz ve emsali gibi.

3- (sünnet) dir. -ki, din’de farziyyet ve vücubu olmayarak meslük olan tariktir. Yani Nebiyy-i Zişan Efendimiz tarafından veya Ashab-ı Güzini taraflarından müttehaz olan meslektir. Şu halde buradaki (Sünnet) hem sünnet-i reslil ve hemde sünnet-i ulemadan eamdır. Zira buyurulmuştur. Fakat mezheb-i şafiye göre Sünnet, yalnız Nebiyy-i Zişan Efendimiz hazretleri tarafından sülük buyurulan tariktir. Buna mebnidir ki, salât-i teravih bize göre sünnet-i müekkede ise de onlara göre değildir.

Sünnet: (Sünnet-ül hüda) ve (Sünnet-üz zevaid) namiyle ikiye ayrılır: Sünnet-ül hüda: İbadet vechi üzere muvazabe buyurduklarıdır ki, (mükmil-i din) dir. Târiki müstehakk-ı levm olur, cemaatle namaz, ezan ve ikamet gibi. Sünnet-üz zavaid: Hazret-i Peyganberin âdei vech üzre muvazabet buyurduklarıdır ki, târiki müstehakk-ı levm olmaz, ekil, nevm ve libaslarındaki ahvâl-i hususiyeleri gibi.

4- (Nefil ve Nedid) dir. İtyanı râcih olmakla beraber terki hakkında men’ bulunmayan ve dinde tarikat-ı meslüke olmayan fiildir. (mendub) , (Müstehab) , (Merğubun fih) dahi denilir. Ahkâm-ı akliyeye nazaran (ihsan) ahkâm-ı şer’iyyeye nazaran nevafil kılmak ve tetavvuan sadaka vermek gibi. Faili müstehakı sevap olursa da tariki müsi’ addolunmaz ve fakat kasten şüru’ ile lâzım olur (Hatta nefil ve nedibde mânay-i teklif- ki, fiilin sevabı, terkin ikabı mücip olmasıdır- bu itibar ile tahakkuk eder.)

5- (Haram) dır. Terki racih olmakla beraber işlenmesinden men’varit olan fiildir. Şu halde (hürmet) nehi kat’inin eseri olmuş olur, faili mezmum ve muakab, tariki memduh ve müsâb olur.

Haram iki türlüdür:

1-) Haram-ı li-aynihi’dir. Eğer şürb-i harm ve bigayr-i hakkın katl-i nefs gibi menşe-i hürmet o haramın aynı olursa.

2-) Haram-ı li-gayrihi’dir. Eğer gayrin malını eki menşe-i hürmet o haramın gayri bir şey olursa.

6- (Mekruh) dur. Terki râcih olmakla beraber işlenmesi hakkında men’varit olmayan fiildir. Şu halde (kerahat) nehy-i gayr-i kat’nin eseri olmuş olur. Tariki memduh ve müsab ve faili melüm’dur.

Ahkâm-ı akliyeye nazaran su-i hulk ve ahkâm-ı şer’iyyeye nazaran namazda bilâ bakınmak gibi. Mekruh dahi iki türlüdür:

1-) Mekruh-u tenzihidir- ki, cihet-i hille kariptir.

2-) Mekruh-u talırimidir- ki, cihet-i hürmete kariptir.

7- (Mübah) dır. Nazar-ı Şari’de ityan ve terki müsavi olan fiildir, fail ve târikine bir şey terettüp etmez. Ahkâm-ı akliyeye nazaran malikin kendi mülkünde tasarruf etmesi ve ahkâm-ı şer’iyyeye nazaran muhrem olmayanın sayd etmesi gibi. İbaha da mânay-ı teklif zâhir değil ise de vücûb ve hürmet gibi o mâna kendilerinde zâhir olan kısımlar tağlib olunarak hepsine birden (ahkâm-ı ruhsat) farz ile sünnetten maadasına da (ahkâm-ı hamse) namı verilmiştir.

Ruhsat

Özre mebni saniyen meşru’ olan şeydir ve dört nevi’dir.

İki nev’ine (hâkikaten ruhsat) ıtlak olunur. Lâkin bu iki nevi’den biri dahi ruhsat olmak hususunda diğerinden ehaktır. Bâki iki nev’ine (mecazen ruhsat) ismi verilir. Lâkin bu iki nevi’den biri dahi

Kezâlik mecaziyette diğerinden etemdir. Ruhsat, bir hükm-i teklifi ve şer’i ise de hükm-i asli olmayıp özre mebni saniyen meşru‘ olan hükümdür ve dört nevi’dir.:

1-Delil-i muharremin ve hürmetin bekasiyle beraber müstebah olan şeydir. Mükreh olan kimse için kalbi mutmeinn-i bil’iman olduğu halde kelime-i küfrü lisanen icra etmek ve bilîkrah nehar-ı ramazanda iftar eylemek ve mâl-i gayri itlâf etmek veya bil iztırar mâl-i gayri ekl eylemek gibi.

İmdi bir adam ikrah-ı mülci ile kelime-i küfür icrasına icbar edilir ise lisanen bunu icraya ruhsat-ı şer’iyye vardır. Her ne kadar bunu icra mübah değil ise de hakkında mübah muamelesi icra olunur ve bundan dolayı mükreh muatep olmaz. Çünkü ikrar-ı billisan hüsn-ı lizatihi olan me’murun bihlerin hakikaten hüsün olan ve fakat sukut-ı teklifi kabul eden kısmındandır. Yoksa rukn-i asli olan tasdik gibi sükut-u teklifi kabil olmayan kısımdan değildir. Ya’ni ikrar-ı billisan imanın ruknü ise de rukn-i asli olmayıp rukn-i zaittir. Ve Binâenaleyh ademinden mahiyet-i imanın da ademi lâzım gelmez. İşte mükreh olan kimse için kelime-i küfrü lisanen icra etmekliğin cevaz ve istibahası bir hükm-i olmayıp özr-i ibade mebni derece-ı sâniyede meşru’ olmuş bir hüküm olmayıp özr-i ibade mebni derece-ı sâniyede meşru’ olmuş bir hükümdür. Ve bunun azimet ciheti kelime-i küfrü icranın hürmetidir ki, o özür ibade mebni olmayarak ibtidane meşru’ olmuş bir hükümdür.

Bu ruhsat enva’-ı ruhsatın kısm-ı evvelidir. Zira burada delil-i muharremin ve hürmetin bekasıyle beraber mübah muamelesi cereyan ediyor. Yani delil-i muharrem mevcuttur ki, o da hükm-i hürmet üzerine delâlet eden gibi edile-i şer’iyyedir. Mademki delil-i muharrem mevcut ve bâkidir. Hükm-i hürmetin de bekası zaruridir. Fakat özr-i ikraha mebni kelime-i küfrü lisanen icra hakkında mübah muamelesi icra olunuyor. İşte şu cevaz, şu meşruiyet hükm-i asli olmayıp bir ruhsat-ı şer’iyedir. Diğer taraftan burada mükreh için lisanen kelime-i küfrü icranın istibahası (dalil-i ruhsat) dır ve ruhsat olmağa da ehaktır. Zira hükm-i asıldan ibaret olan hürmet delil-i muharremin vücudiyle beraber kaimdir, yani (delil-i muharremin bekasiyle beraber) sözünde sebeb-i azimetin kıyam ve bekasına işaret vardır. Madem ki, sebeb-i azimet kaime ve bakidir. Bu ruhsat mecazen değil hakikaten ruhsattır.

Keza (hürmetin bekasiyle beraber) demekle de hükmün adem-i terâhisine işaret vardır. Mademki hüküm, yani hürmet mütarahi olmayıp ebeden kaim ve bâkidir. Hakikaten ruhsat olan bu kısım ruhsat olmakta kısm-ı sâniden ehaktır.

Kezâlik ikrah gibi bir özre mebni istibaha-i küfür, hükm-i asli olmak şüphesi de yoktur. Binâenaleyh özür ikraha mebni istibaha-i küfür ruhsat olmakta- âtide göreceğimiz kısm-ı- sâniden- ehak ve elyaktır.

Kezâlik gayrin malının ekl etmek haram iken açlıktan helâki mukarrer olan kimse için bil’akire tazınin etmek üzere ekle ruhsat ve müsaade vardır. Demek ki, şu cevaz ve istibaha derece-i s+aniyede meşru’ olmuş bir hükm-i teklifidir ve burada delil muharrem ve hürmet baki olmakla beraber bu fiil hakkında mübah muamelesi icra olunuyor ki, bu da enva-i ruhsattan nev’-i evvele dahildir. Görülüyor ki, bunlar hakkında (mübah) olan demiyoruz da (müstebah) olan, hakkında Mübah muamelesi icra edilen diyoruz. Zira mübah olan desek, iştima-i zıddeyn lâzım gelir, bir şeyde hürmet ile ibahanın ictimaı icap eder. Binâenaleyh bil iztırar gayrin malını ekl etmek mübah değildir, müstabahtır diyoruz. Eğer mübah olsa tazınini lazım gelmeyecek idi, halbuki sonra tazınini icap ediyor. Demek ki, bu fiil mübah değilmüstebah imiş. Şu halde demek olur kimükreh olan kimse için kelime-iküfrü lisanen icra yine haramdır. Zira delil-i hürmet bâkidir, fakat o kimse afv-ı ilâhiye mahzar olarak muahezeden masun kalmış ve âdeta özr-i ikrah üzerine kelime-ı lisanen icra hususunda mübah Muamelesi edilmiştir. Bu nev’in hükmü: Azimetle amel suretinde me’cur olmaktadır. Binâenaleyh kelime-i küfr ile tehtit edilen kimse ruhsatla amel etmeyip de azimetle amel etse me’cur olur. Zira nefsini din uğrunda bezl ediyor demektir.

2-) Azimeti mücip olan ve ruhas-ı talırim eden sebebin bekasiyle beraber terahi i hükmü mezunun fih olan fiildir. - Yani muharrem ve sebeb-i hürmet bâki ise de, hükm-i hürmet müterahidir. Müsafirin iftarı gibi.

Bir yolcu ramazanda iftara mürehhastır, fakat burada sebeb-i azimet yani savmı mucip ve iftarı muharrem olan sebep (ki, şühut-ı şehr’dir) bâki kaimdir. Hitâb-ı izzeti misafir olsun, mukim olsun her mükellefe şamildir. Lâkin sebeb-i azimetin hükmi ki, vücûb-ı savmden ibarettir. Misafir hakkında kavl-i kerimiyle müterahi olmuştur. Yani sebeb-i azimet kaim ve mevcut olmakla beraber o sebebin hükmü ki, vücûb-ı savmdan ibarettir. Misafir hakkında müterrahidir.

Nev’-i evvelde ise hürmet, sebeb-i muharremin kıyamiyle kaim ve devamiyle daim idi. İşbu nev’-ı sânide ise, sebeb-i muharrem kain olduğu halde hükmü olan hürmek ondan müterrahidir. Şu halde mânay-i ruhsat nev’-i evvelde daha zahirdir. Ve hakikaten ruhsat olmakta nev’-i evvel nev’-i Sâniden ehaktır.

Kezâlik misafir hakkında iftarın hükm-i asli olması şüphesine mahâl yoktu.

(Kısm-ı evvelin naziri bey’-i bat ve bey’-i muacceldir ki, akd-i bey üzerine bayisemene, müşteri mebie malik oluyor. Demek ki, burada ma’lül illetten infikâk etmiyor, kısm-ı sâninin naziri bey’-i bil’hiyar ve bey’-i müecceldir ki, illet-i fil’hâl kaim iken hükmü teehhur ediyor.)

Bu kısmın hükmü: mücib-i za’f olmadıkça azimet evlâ olmaktır. Zira buyrulmuştur. Madem ki, sebeb-i azimet, yani savmı mucip olan şuhud-u şehr kaimdir ve madem ki, misafirin iftarı teysiren meşru’olup, iş bu yüsr ise ruhsatta nasıl hasıl ise azimetle amel suretinde de öylece hasıldır. (Çünkü umum halkla beraber siyamda yüsr ve suhulet vardır.) Bu takdirde ahz-i bil-azime, azimete muhtas, sevaba mûsil ve ruhsata muhtas, yüsrü mutazamınin olmakla evlâ olur. Fakat azimetle amel za'fı mucip olur ise o halde fıtır evlâ olur. Hatta böyle bir kimse oruç tutup da ölse âsim olur. (Halbuki mukîm olan biı kimse ramazanda iftar etmek üzere cebr olunup da savmı nakz etmese ve buna Binâen katl edilse âsim olmayıp me'cur olurdu. Zira burada kati, saimden değil, mük-rihten sudur etmiştir.)

3 - Şerayi'-i salifede meşru' olduğu halde sıklet ve suûbetinden dolayı ümmet-i Muhamınediyeden merfu' olan bir takım şedait ve tekâlif-i şakkadır. Sıhhat-ı tevbede intihar meşru' olmak, katl-i hatada kısas-ı müteayyin olmak ve günah eden uzvu kesmek, mevzû-ı necaset kat' olunmadıkça tahir addedilmemek gibi, Ümmet-i islâmiyede bir kimse amden diğerini katleylese kısas lâzım gelir ise de veliyy-i dem onu afvedebilir. Halbuki ümem-i salifede kaatil kısastan afiv veya onunla bir mal üzerine sulh câiz değil idi.

Kezâlik bizde katl-i hata kısası mucip olmaz. Diyet lâzım gelir. Ümem-i salifede ise kısas terettüp eder ve veliyy-i demin katili afvetmesine veya onunla bir mal üzerine sulh olmasına tarik-ı cevaz dahi bulunmaz idi.

Keza a'za-i hatiayı kesmek dahi ümem-i salifede meşru' idi. Meselâ bir tokat için bir el kesilirdi. İşte bu gibi tekâlif-i şakanın bize göre meşru' olmaması ruhsata müşabih olduğundan bunların bizim için vâcip olmamasına ruhsat) tesmiye olundu. Lâkin sebeb-i azimet -ki, bunların ümem-i maziyehakkında vücubudur - bizim hakkımızda ma'dum ve bu ahkâm şeriat-ı İslâmiyede aslen hayr-i meşru' olmak hasebiyle şu kısm-ı sâlis hakikaten değil, mecazen ruhsat olmuş olur. Zira nefsülemirde azimet mutasavver olmayan yerde ruhsat bulunmaz. Bunlar eğer hakikaten ruhsat olsaydı bizim içinde ibtidaen azimet olarak mevcut olur. Sonradan müsaade edilir. Ruhsat verilir idi.

4 - Bazısı hakkında meşruyeti' bâki olmakla beraber bazı ahardan meşruyeti sakıt olan fiildir, (Selem) gibi. Şöyle iki selem fil'asıl bey'dir. Lâkin bey'de asıl olan a'yana mülâki olmak iken burada a'yana değil evsafa (yani deyn'e) mülhak oluyor. Maahaza bey'-i selem yine câiz ve meşru'dur. Yani bey'de mebiin mevcut olması meşrut ve meşru' olduğu halde selemde bu meşruyet sakıt olmuştur. Zira buyurulmuştur. Lâkin bu meşruyet ibtidaen sabit bir hüküm olmayıp ruhsat tarîkıyla meşru' olmuştur. Eğer bu muamele dahi azimet tarîkıyla meşru olmuş olsa idi, buyuün sair envaında dahi a'yana adem-i mülâkat asıl olmak icap ederdi. Bir de buradaki ruhsat hakikaten değil mecazen ruhsattır. Zira hakikaten ruhsat demek için evvelâ azimet cihetinin meşruiyeti lâzımdır. Halbuki selem'in selem olarak azimeti yoktur. Yani hem mebi' mevcut olsun ve hem de o akde yine (selem) denilsin. Böyle bir bey' yoktur ki, sonradan ruhsat verilmiş de deyn'e mülâki olması dahi tecviz edilmiş denilebilsin- Binâenaleyh selemin meşruiyeti hakikaten ruhsat değildir. Şu kadar ki, kısm-ı sâliste (yani şerayi'-i salifede meşru' iken bizden merfu' olan tekalif de) bizim için aslen meşruiyet bulunmadığı halde selemden maada bey'lerin yine a'yana mülâki olması hükm-i asli olarak meşru' olduğundan ve yalnız bey'-i selem a'yana mülâki olmayıp burada (yâyin) aslen meşru' olmadığından kısm-ı sâlis kısm-ı rabi'den daha ziyade (hakikat) dan bait ve Binâenaleyh mecazen ruhsat olmaktan kısm-ı sâlis, işbu kısm-ı rabi'den etem ve ekmelidir.

Hülâsa: Kısm-ı sânide hüküm sakıt olmuyor. Yalnız bir özür sebebiyle terahi ediyor. Kısm-ı sâliste hüküm sakıt oluyor. Ve artık meşru' olarak bâki kalmıyor. Kısm-ı rabi'de ise bazen meşru' olmakla beraber sakıt oluyor.

Hükm-i vaz'i

Bir şeyin hükm-i teklifiye taallukuyla hâkim olan - taallukuna mülabia olan - hitâbın eseri ve o şeyin bu taalüktan hasıl olan sıfatıdır. Rukniyyet, illiyet, şartiyyet ve sebebiyet gibi…

Meselâ ibadatta (kıyam) salâtın ruknüdür. Muamelâtta dahi icap ve kâbul meselâ bey' ile icarenin ruknüdür. Şimdi kıyamın salâta nazaran rukûn olması- yani şu rukniyyet- bir hükm-i şer'i ve vaz'idir, kıyamın salâta rukûn olması vaz'-ı şâri'ledir. Ne kıyamı n salâta rukûn olmasının ne de icap ve kabulün bey'a rukniyyetini biz ihdas etmedik, bunlar şer'in vaz'iyle rukûn oldular. Demek ki, kıyam ile icap ve kabullün rukniyyeti ahkâm-ı vaz'iyyeden birer hükm-i şer'idirler.

Burada bir de hükm-i teklifi vardır ki, o da (vücûb-ı salât) dır. Ve bu hükm-i teklifiye kıyamın elbette bir taâlmüke vardır. İşte bu taâlmuka, yani kıyamın salâta taallikuna mülâbis olan hiyabın eserine hükm-i vaz'i diyoruz. Ve burada kıyam için bir sıfat hasıl oluyor ki, oda ( rukniyyet) dir.

Keza (vakit) vücûb-ı salâta sebebtir. Yani vaktin vücûb-ı salâta sebebiyeti vardır ki, bu da bir hükm-i şer'i -i vaz'idir. Çünkü bu sebebiyeti şari'vaz' etmiştir.

Şimdi biz bir hitap bulacağız ki, vaktin hükm-i teklifiye - yani vücûb-ı salâta - taallukuna mülâbis ve şâriin o hitâbından vaktin vücüb-u salâta taalluku müstefat olsun. İşte bu hitâb dahi Esteîzübillah âyeti kerimesidir. Vaktin vücûb-ı salâta sebebiyeti şu hitâbın eseridir. Bundan anlaşılıyor ki, vakit, vücûb-ı salâta sebep oluyormuş- zira harfi tevkite mevzû'dur. -Sanki şâri ' bu hitâb ile (ben vakti namaza sebep kıldım) demiş oluyor. Meazalik, burada vaktin sebebiyeti öğle bir hitâb ile sabit oluyor ki,, o hitâb esasen vücûb-ı salâta yani bir hükm-i teklifiye müteallıktır. Demek ki,, vaktin vucub-u salâta bir taâllük ve münasebeti varmış. İşte bu münasebet vaktin vücûb-ı salâta (sebebiyeti) dir. Tâbir-i diğerle vaktin vücûb-ı salâta taallukundan bir sıfat hasıl oluyor ki, oda (sebebiyet) dir. Ve bu sebebiyet bir hükm-i vaz'dir.

Şimdi bunu tarifimize tatbik edelim:

Hükm-i vazi-i (meselâ sebebiyet) bir şeyin (meselâ vaktin) hükm-i teklifiye (vücûb-ı salâta) Taâlükuyla (yani münasebeti bulunması ile, mülâbis olmasiyle) hâkim olan hitâbının eseri o şeyin (yani vaktin) bu taalluktan (yani vaktin hükm-i teklifi olan vücûb-ı salâta mülâbis olmasından) hasıl olan sıfatıdır. (sebebiyet)

Dedik ki, hükm-i vaz'i, rukniyyet, illiyet, şartiyet, sebebiyet gibi şeylerdir. Yoksa (rukn) , ( illet) , (şart) , (sebep) değildir. Fakat rukniyyet, illiyet ve emsalini bilmek için rukn, illet, şart ve sebebin ne demek olduğunu izah etmek lâzımdır.

Hükm-i vaz'i ki, bir şeyin hükm-i teklifiye taallukuyla hakim olan hibabın eseridir. Bunda müteallik ve bir de mütaallak vardır. (Meselâ vakit ile sâlatı, nazar-ı itibara alırsak vakit müallik ve sâlat müteallâktır. Ve Binâenaleyh vaktin sâlata taallukuyla hâkim olan hitâbın eser-i ki, (sebebiyet) dir. Bu sebebiyet bir hükm-i vaz'idir.) Müteallik, müteallakda olmayıp da ondan hariç olursa nazar olur: müteallik müteallâkda ya müessir olur veya müessir olmaz, eğer müessir olursa, o şey'-i müteallik (illet) dir. Müessir olmaz ise yine nazar olunur: müteallâk, müteaalike ya müsil olur veya müsil olmaz. Eğer müsil olursa yine nazar olunur: müteallâkın vücudu müteallikin vücuduna ya tevekkuf eder. Veya tevekkuz etmez. Eğer şey'-i müteallâk, şey'-i müteallikin vücuduna tevekkuf ederse, o şey'-i müteallâk (şart) ve eğer tevekkuf etmezse (alâmet) dir. Bir şey diğer bir şeye taâllük ettikde şey'-i müteallık, şey'-i müteallâk da: Ya dahildir (Rukn 1) . Veya hariçtir. Bu halde dahi: Ya müessirdir (illet: 2) . Ya tarik-ı müsildir (sebep: 3) Veya müessir değildir. Bu halde dahi: Ya müteallık, müteallâkın vücuduna tevakkuf eder (şart: 4) . Veya tevakkuf etmez. (Alâmet: 5)

Rukn

Kendisiyle şey'i ahar tekavvun eden şeydir ki,, eğer kendisi müntefi oldukta o şey'-i aharın hükmü mu'teber olmazsa ona (rukn-i asli) ve mu'teber olursa ona (rukn-i zaid) denilir.

Rukûn bir şeyin kıvamında dahil olan bir şeyin cüz'ü olan şeydir. Her şeyin ruknü elbette o şeyin kıvam ve husûlünü mucip olur. Kıvamında dahil olan sözüyle ruknün şey'-i aharda dahil olduğu anlaşılır. Mesalâ bey'in ruknü icap ve kabüldür. Denilince icap ve kabül bey'in mahiyetinde dahildir. Hariç değildir.

Fakat bu rukûn iki kısımdır:

Eğer kendisi, (yani rukün) müntefi oldukta o şey'-i aharın hükmü mu'teber olmayacak ise ona (rukn-i asli) ve eğer rükun müntefi oldukta o şey'-i aharın hükmü yine mu'teber olacak ise ona (rukn-i zaid denilir. Meselâ imanı terkip eden iki cüz' vardır ki, biri kalb ile (tasdik) ve diğeri lisan ile (ikrar) dır, iman bunlarla tekavvum eder.

İman mevcut olmakl için bunların vücudu lâzımdır. İmanın kıvam ve husûlü bunlara mütevakkıftır. Binâenaleyh yalnız tasdik veya yalnız ikrar-ı bilinsan imanı takvim etmez. İkisinin ictimaı lâzımdır. Şey-i ahar dediğimiz (iman) bir tasdik ve bir de ikrar ile tekavvum eder. Fakat tasdik ile ikrar derece-i i'tibarda müsavi değildirler. Zira tasdik imanın rukn-i aslisi ve ikrar rukn-i zaididir. Şu halda eğer tasdik müntefi olursa iman dahi müntefi olur. Fakat ikrar müntefi olur ise iman müntefi olmaz. Meselâ bir adam ikrah ile tasdiki kalbinden silse imanı kalmaz. Halbuki tehdit ve ikrah ile bir adamın lisanı tebdil-i din eylese imanı tebeddül etmez. Çünkü ikrar rukn-i zait olduğundan intifasiyle mahiyet-i iman müntefi olmaz. Rukn-i zait iki türlüdür:

1-Bi-hasebil keyfiye zaittir - ikrar gibi.

2-Bi-hasebil kemmiye zaittir - ekser ile ekalden mürekkep olan şey de ekal gibi. Hatt (ekser için hükm-i kül vardır.) denilir. Meselâ mecalis-i idarede ekseriyet ararken asli, ekalliyet ararken zaittir. Halbuki o meclis ekseriyetle ekalliyetin hey'et-i mecmuasından terekküp eder.

İllet

İbtidaen kendisine vücûb-ı hüküm muzaf olan şeydir. (Mecelle 89, 912, 925) . İllet lügaten (Mugayyer) demektir. Maraza illet tesmiyesi mizac-ı beşeri tağyir etmesine mebnidir. İllet-i şer'iyyenin bu veçhile tesmiye olunması da bir hükm-i ademden vücuda husustan umuma tağyir etmesini mübtenidir. Hatta illet tekerrür ederse hüküm dahi tekerrür eder, illet bir şeyi ademden vücuda getiriyor. İllet olmayınca hüküm de yoktur. Demek ki, illet ma'dum bir şeye vücut veriyor. Halet-i asliye (adem) iken illet gelince o halet-i asliye bozuluyor, ma'dun olan hükmün ibtidaen muzafun ileyhi olan şeydir. Vakıâ sebeplerde, şartlarda dahi hükmün sübutu sebep ve şarta muzaftır. Amma onlarda (ibtidaen) izafe yoktur. Onlarda izafet bil-vasıtadır. Demek ki, doğrudan doğruya Bilâ vasıta hükmün kendisine muzaf olan şeye (illet) deyeceğiz. İlel-i akliyede olduğu gibi ilel-i şer'iyede dahi- kavl-i eksere göre- illet, ma'lülden terahi edemez. İlletin vücuduyla beraber ma'lül dahi vücuda gelir. Meselâ güneş doğduğu vakit nehar dahi mevcuttur. Güneş tâli' olsun da bir zaman sonra nehar mevcut olsun bu mutasavver değildir.

Keza ateş ihrakın illetidir. Ateş temas ile bir şeyi ihrak eder. Temas ile ihrakın vücudu arasında zaman hulül edemez, ateş bir zaman temas etsin de sonra ihrak vücuda gelsin tasavvur olunmaz. İşte ilel-i şer'iyyede dahi illet, ma'lüle zamanen mukarindir. Yani illet-i şer'iyyenin vücuduyla beraber hüküm ve ma'lül dahi tahakkuk eder ki, mezheb-i cumhur, bu merkezdedir. (Vakıâ eğer ma'lülün illetinden tehalüflü câiz olsa idi sübût-i illetle sübût-i hüküm üzerine istidlâl sahih olma zidi. Ve şâriin her hüküm için bir illet vaz'ındaki garazı batıl olur idi.)

Fakat bazı akvale göre ilel-i şer'iyede ma'lül illetten müterahi olabilir. Yani hükm-i şer2inin, illet-i şer'iyyeden tehalüflü mecazdır. Lâkin ekseriyete göre ilel-i akliyede olduğu gibi hükmün, illetten terahisi câiz olmaz,

Hakikat-ı illette üç şey mu'teberdir:

1-Hükmün illete muzaf olması - yani illetin evvel-i hükm için mevzû' bulunması -

2-İlletin hükmün vücudunda müessir olması.

3-Hükmün, illetle bir zamanda husûlüdür.

Birinci mâna itibariyle illete (illet-i imsiye) , ikinci mâna itibariyle (illet-i mâneviye) , üçüncü mâna itibariyle (illet-i hükmiye) tesmiye olunur.

İllet yedi kısımdır:

Yani yukarıda saydığımız meani-i itibariyle illet yedi kısma ayrılır:

1-İsmen, mânen ve hükmen illet'tir. Bey'-i mutlak gibi (Mecelle: 120) Yani bu kısımda (illet) hükme muzafun ileyh olmak üzere mevzû' olur, hükmün vücudunda müessirdir. Ve hüküm zamanen kendisinden terahi eylemez. Bu vasıfta olan bir illete de (illet-i hakikiye) tesmiye olunur. İşte (bey'-i mutlak) böyle bir illettir. Bir kimse malik olduğu bir şeyi hiyarattan âri olarak satsa şu bey' müşterinin mebie malik olmasına, yani müşteri için sübût-i mülke hem ismen ve hem de mânen ve hem de hükmen illet olur. Bir kere müşteri için (mülk) ifade eden şey iş bu (bey') dir. sübût-i mülk mahza bu bey'in eseridir. Müşteri için ma'dum olan malikiyeti vücuda getiren şey şu (bey') den başkası değildir. Demek ki, bey' sübût-i mülkiyet için (illet) olup mâ'lül olan mülkiyet dahi ibtidaen ve bilâ vasıta bey'e muzaf oluyor. (Filân adam bu şeye neden maliktir) diye soruldukta (çünkü onu filân kendisine bey' etti) derler. Filhakika müşteri için sübût-i mülkü izafet edecek bey'den başka da bir sebep bulamayız. Demek ki, bey'-i mutlak mülkün illeti imiş bu tahakkuk etti. Fakat biz diyoruzki bey'-i mutlak, mülkiyetin hem ismen, hem mânen ve hem de hükmen illetidir. Şu halde (ismen illet) , (mânen illet) , (hükmen illet) ne demektir. Bunu izah edelim:

Bir illet ne zaman ismen illet olur? Eğer illet bir hükmü isbata mevzû' olur ve bittabi' hüküm dahi o illete muzaf bulunur ise o vakit illet, (ismen illet) namını alır. İşte misalimiz olan bey'-i mutlak, mülkiyetin ismen illetidir. Çünkü bey', şer'an mülke mevzû'dur. Ve bey', isbat-ı mülke mevzû' olunca zaruri olarak mülk dahi bey'e muzaf olur. Bir illet nasıl olur ise mânen illet olur?Eğer illet isbat-ı hükümde müessir olur ise o vakit illete mânen illet tesmiye olunur. İşte misalimiz olan bey'-i mutlak, mülkiyetin mânen dahi illetidir. Çünkü bey'-i mutlak isbat-ı mülkde müessirdir. Mülkiyeti bey'den başkası icat etmemiştir, bey', i mutlak bulunsun da isbat-ı mülkde onun te'siri görülmesin bu vâki değildir. Bir illet ne vakit hükmen illet olur? Eğer hüküm illetten müterahi olmaz ise yani hüküm illete muttasıl olarak ve bilâ terahi sabit olursa o vakit illete (hükmen illet) deriz. İşte misalimiz olan bey'-i mutlak mülkiyetin hükmen dahi illetidir. Zira bey'-i mutlak sabit olunca akabinde mülk sabit olur. Mülk - ki, ma'-lüldür - bey'-i mutlaktan - ki, illettir - hiçbir zaman terahi etmez. Bey'-i mutlak vâki olsun da sübût-i mülk bir zaman sonra olsun bu, tasavvur olunmaz. İşte bu tafsilat ve izahat anlaşılır ki, bey'-i mutlak mülkiyetin hem ismen, hem mânen ve hemd e hükmen illetidir. Nikâh dahi hill-i mer'e için ismen, mânen ve hükmen illettir. - Yani nikâh, hile nazaran bir illet-i hakikiyedir. (İsmen illet) dir. Çünkü nikâh şer'an isbat-ı hile mevzû'dur. Ve hill nikâha muzaftır. (Mânen illet) tir. Çünkü akd-i nikâh, hill'de müessirdir, hilli vücuda getiren akd-i nikâhtır. (Hükmen illet) tir. Çünkü mülk-i müt'anın sübutu akd-i nikahtan terahi etmez ona muttasıl olarak vücuda gelir.

Katl-i amd kısasın ismen illetidir: Çünkü katl, şer'an kısasa mevzû' ve hükm-i kısas illet-i katle muzaftır. Mânen dahi illetidir: Zira katl-i amd kısasda müessirdir. Hükmen dahi illetidir: Çünkü katl sübut bulunca o anda hakk-ı kısas dahi terettüp edip hükm-i kısas illet-i katilden terahi ve infisâl kabul etmez.

2-İsmen ve mânen illettir. Bey'-i fuzuli gibi (mecelle: 112, 378) illetin iş bu kısm-ı sânisi hükme mevzû' ve vücudunda müessir olur. Lâkin hükmen illet olmadığı için ma'lül yani hüküm kendisinden terahi eder. Bu terahi dahi ister hakikaten ve zamanen teehhur tarîkıyla olsun ve ister terah-i rütebi kabilinden olarak illet ile ma'lül beynine diğer bir şey tavassut eylesin. İmdi iş bu kısm-ı sâniden nevi' illet müsteban olur.

1-Terahisi hakiki ve ve hükmi vaktin evveline müstenit olmakla beraber hükmünün husûlü kendisiyle mean hâdis olmayan bir vakte kadar teehhur eden illettir. Bey'-i mevkuf, hıyar-ı şart ile bey' gibi. Bey'-i mevkuf, mülkiyetin yalnız ismen ve mânen illetidir. Fakat hükmen illeti değildir. İsmen illetidir: Çünkü bey' şer'an isbat-ı mülke mevzû'dur. Ve mülk şu bey' e muzaftır. Mânen illetidir: Zira sübût-i mülkde müessirdir. Mülkü, vücuda getiren bey'dir. eğer bu mülke, bey' ifade etmiyor desek bey' ifade-i mülkde müessir değildir desek, müessir olacak başka bir şey bulamayız. Binâenaleyh bey'in mülkde te'siri teayyün eder. İşte buna mebnidir ki, eğer böyle mevkufen ve fuzülen satılan şey bir cariye olup da akd-i bey'i müteakip müşteri onu i'tak eylese mâlikin icazetine mevkufen sahih olur. Demek ki, bey'-i fuzuli isbat-ı mülkde müessirdir. Eğer müşteri için mülk sabit olmasaydı şu ıtkı batıl olmalı idi.

Kezâlik bir adam ben hiçbir şey satmam diye yemin edip de gayrin malını fuzulen satsa yemininde hanis olur. Çünkü bey'-i fuzuli dahi isbat-ı mülkde müessirdir. İte bey'-i mevkuf bu suretle sübût-i mülke nazaran ismen ve mânen illet ise de hükmen illet değildir. Çünkü mülkiyet bey' ile beraber vücuda gelmez. Belki illet olan bey' ile hâdis ve hâsıl olmayan bir vakte (yani milikin icazeti zamanına) , kadar teehhur eder. Demek ki, şerait-i icazet mevcut ve malik dahi müciz olursa o vakit bu beyîn hükmü olan mülkiyet sabit olacaktır. Fakat bu mülk acaba vakt-ı bey'e müsteniden mi sabittir, yoksa vakt-i icazete maksur olarak mı sabit olacaktır? Burada hüküm; nakt-i evvele muzaftır. Yani malın müciz olduğu surette mülk evvel vakt-i bey'e müsteniden sabit olur ve şu halde mebiin vakt-i icazete kadar hasıl olan zevaidi - gerek yün gibi zevaid-i muttasıla ve gerek kuzu gibi zevaidi munfasıla olsun - müşteriye ait olur. Bundan da anlaşılıyor ki, bey'-i fuzuli sübût-i mülke nazaran illettir. Yoksa sebep değildir. Sebep olsaydı bey'-i fuzuli üzerine bu ahkâm terettüp etmez ve müşteri o vakitten itibaren değil, belki vakt-i icazete maksur olarak zevaide malik olurdu.

Yukarıda işaret ettiğimiz veçhile hıyar-ı şart ile bey' dahi bu nev'e dahildir. Şöyleki bayi' üç gün muhayyer olmak üzere bir şey satsa şu bey' sahih ve nafiz ise de lâzım değildir. Ve bu bey' sübût-i mülke nazaran ismen ve mânen illettir. Hükmen illet olamaz. İsmen illettir. Çünkü bey' sübût-i mülke mevzû'dur. Ve mülk iş bu bey' e muzaftır. Mânen de illettir. Çünkü bu bey' isbat-ı mülkde müessirdir. Fakat hükmen illet değildir. Zira mülkiyet bey' ile beraber vücuda gelmez. Belki bey' ile hâdis ve hâsıl olmayan bir vakte (yani hıyar-ı şartın nihâyetine) kadar teehhur eder. Meazalik bey'-i bilhıyarın hükmü, yine o vakte müstenit olduğundan şart-ı hıyarın zevali zamanında vakit icap ve kabule müsteniden mülk-i sabit ve vacip ve müşteri dahi o müddet zarfında hâdis olan zevaide malik olur. Demek ki, bey'-i bilhıyar dahi bey'-i fuzuli gibi sübût-i mülke nazaran illettir. Yoksa sebep değildir. Eğer sebep olsa idi ancak zeval-i hıyardan sonraki zevaide mâlik olurdu. Şu kadar var ki, yalnız bir i'tibar ile bey'i bilhıyar bey'i mevkufdan iftirak eder. Bey'-i mevkufta müşteri aldığı cariyeyi vakt-i şırada i'tak etse icazete mevkufen şu i'tak sahih veled-i icaze nafiz olurdu. Fakat bey'i bilhıyarda bayi' muhayyer iken müşteri aldığı cariyeyi i'tak eylesede bilâhere bayi' hıyarını iskat etse, müşterinin ıtkı bafiz olmaz.

 Çünkü hıyar şart-ı ibtiday-ı hükme mâni ve ta'likı mutazamınındır. Şu halde demek olur ki, vakt-i takta müşteri o cariyeyi malik değil idi. Mülkiyeti muallâk bulunuyordu. Bey'-i mevkufta ise mülkiyet; sıfat-ı tevekkufle sabittir. Yoksa muallâk değildir. Meazalik hıyar-ı şart ile bey' dahi sübut-i mülkiyet için hükmen illet olmasiyle beraber icap ve kabül zamanına müsteniden hükmün vücubundan anlıyoruz.

Kezâlik anlaşılıyor ki, hıyar, şart-ı nefs-i bey'e değil, hükm-i bey'e dahildir.

Kezâlik anlaşılıyor ki, hıyar, şart-ı nefs-i bey'e değil, hükm-i bey'e dahildir. Bunun için akid hem sahih ve hem de hafız oluyor. Nefs-i bey'e dahil olamıyor. Çünkü bey' isbatat kabilindendir. Ta'lika mütehamınil değildir. Kıyas; bu itibar ile hıyarı tecviz etmez. Lâkin ibada terehhumen ve zarurete Binâen cevaz-ı hıyar sabit olmuştur. Zaruretler ise miktarlarınca takdir olunur. Mademki hıyarın hem hükme ve hem de nefs-i bey'e dahil olmasında hatar ziyadedir, yalnız hükme dühulünü kabul ile iktifa evldır. Bu halde ise hıyar-ı şart ta'lik olunduğu zamana kadar hükmün başlamasına mâni olacağından müşteri için aldığı cariye üzerinde hakk-ı mülkiyet sabit olmaz ki, hıyar esnasındaki i'takiyle ba'de sukut-ıl hıyar mes'ül olsun.

2-Terahisi hakiki ve hükmi vaktin evveline muzaf olmakla beraber hükmünün husûlü kendisiyle mean hdis olan bir vakte kadar teehhur eden illettir. Maraz-ı mevt gibi.

Maraz-ı mevt, tağyir-i ahkâma nazaran ismen ve mânen illettir. (Yani maraz-ı mevt, ahkm-ı mütegayyireye illettir. Onun malına veresenin hakkı taalluk eder. Ve haklarının taalluk ettiği miktarda-sülüsün maadasında-mariz;hibe, sadaka, vasiyet ve muhabat gibi teberriyattan mahcur ve memnu'olur.)

İsmen illettir. Çünkü maraz-ı mevt şer'an tağyir-i ahkâma mevzû'dır. ve marizin mahcuriyeti gibi ahkâm maraz-ı mevt e muzaftır. Mânen dahi illettir. Çünkü maraz-ı mevt şer'an tağyr-i ahkâmda müessirdir. O ahkâm-ı mütegayyireyi vücuda getiren meselâ marizin mahcuriyetine badi olan şey maraz-ı mevttir. Fakat hükmen illet değildir. çünkü bu tağyir-i ahkâm maraz-ı mevt ile beraber vücuda gelmez. Belki onunla hâsıl ve hâdis olan bir vakte yani zamanı mevte kadar teehhür eder. Meazalik mevtin sonradan tahakkukuyla beraber hükmün yine evvel-i vakte muzaf olur. Meselâ maraz-ı mevt ile mariz olan bir kimse malını şahs-ı ahere vasiyyet ederek müsiyyun leh dahi kabul ve ba'dehu müsi, müsirren alelvasiyye vefat eylese işbu vasiyyet adem-i icazet halinde ancak sülüs-ü maldan tenfiz olunur. Zira burada maraz-ı mevt tegayyür-ü ahkâmın yani vasiyetin tekmil mala bedel sülüse inkilabının illeti olmuş ve mevt ile beraber hükmün dahi terettüp etmiştir. Eğer bu adam sahihülbeden olsa idi malında keyfe mayeşa'tasarruf edebilirdi.

Keza bu adam hasta iken veresesinden birine bir mal hibe etse de aradan altı ay geçmeksizin vefat eylese şu hıbe ol vakte müsteniden batıl olur-zira maraz-i mevtinde hibe etmiş olmakla vasiyyet hükmünde olup vârise vasiyyet ise nass-ı Nebevi ile memnun'dur.

Velhasıl maraz-ı mevt, mevte muttasıl olunca hükmü dahi o vakt-i maraza muzaf ve müstenit olarak tahakkuk edeceğinden verese mürislerinin mâzâde alessülüs teberrüatını o vakte muzafen iptâl edebilirler. Demek ki, maraz-ı mevt tağyir-i ahkâmda meselâ sahih ve nafiz olan bir şeyi batıl veya mevkuf yapmakta illet oluyor. Fakat maraz-ı mevtin bu illiyeti yalnız ismen ve mânen olup hükmen değildir. Çünkü bu ahkâmın tegayyürü illet olan maraz ile beraber hâdis olan zaman-ı mevte kadar terahi ediyor. Hatta ba'delhibe vahib o hastalıktan ifakat bulsa ve sonra başka bir sebeple vefat eylese o maraz-ı mevt olmadığı sabit olacağından hibesi yine nafiz oluyor. Demek ki, bir marazın maraz-ı mevt olup olmadığı mevte ittisaliyle sabit olacağından ve şu halde marizin mahcuriyeti gibi ahkâm o vakte muzaf olsa bile vakt-i vefata kadar müterahi olduğundan maraz-ı mevt, tegayyür-ü ahkâma nazaran hükmen illet olamaz.

Müci-i mevt olan cerh dahi kısasın hem ismen ve hem de mânen illeti ise de hükmen illeti değildir. İsmen illetidir: çünkü bu yolda bir cerh kısasa mevzû'dur. Manen illetidir: zira hak kısasın vücudunda müessirdir. Hükmen illeti değildir: zira hakk-ı kısas böyle bir cerh ile bir zamanda vücut bulmaz. Belki cerh ile hasıl olan mevt zamanına kadar teehhür eder.

3-Hükmü vaktin evveline muzaf olmayıp izafet-i tahkikiye veya takdiriye zamanına maksur olan illettir. Bir vakte muzaf icaplarla icarede olduğu gibi. Vakte muzaf olan bir icap, ismen ve mânen illet olup hükmen illet değildir. Meselâ bir kimse Zevcesine (sen yarın boşsun) dese yarın hulül edince Zevce boş olur. (Bu izafet-i tahkikiyeye misâldir.) zevcin şu sözü hükm-i talâk bu söze muzaftır. Mânen de illettir: çünkü şu söz vuku'u talâkta müessirdir. Lâkin hükmen illet değildir. Zira vuku'-u talâk muzaf-ı ileyh olan vakte kadar müterahi olup o vakt-i tekellüme dahi müstenit değildir. Vakte muzaf olan icareler dahi mülk-i menfaata nazaran ismen ve mânen illettir. İsmen ilettir: çünkü akd-i icare ser'de mülk-i menfaata mevzû'dur. Ve mülk-i menfaat şu akde muzaftır. Mânen illettir: çünkü akd-i icare mülk-i menfaatta müessirdir. (Hatta bunun içindir ki, icarede ücreti ta'cil sahih olmuştur.) Fakat hükmen illet değildir: çünkü icarede asıl ma'kudun aleyh olan menfaat ma'dum olduğundan hüküm- ki, mülk-i menfaattır. -akd-i icareden müterahi ve menfaatın zaman-ı vücuduna kadar muallâk olur. Demek oluyor ki, akd-i icarenin tesiri manfaatın tehaddüsü zamanında zâhir olmakla-yani ma'lül istifay-ı menfaata kadar müterahi olmakla icare-i muzafa mülk-i menfaata nazaran hükmen illet olamaz. Tâbir-i diğerle burada hüküm vakt-ı evvele değil izafet-i takdiriye zamanına maksur olur.

İş bu nev'-i illete (sebeb-i şibh-i illet) tesmiye olunur. Çünkü hükmü vakt-ı izafete maksur oluyor. Bundan evvelkilerde ise hüküm o vakte istinad ediyordu. (Bir de icare-i muzafe için izafet-i takdiriye diyoruz. Çünkü ma'kudun aleyh olan menfaat, takdiri olarak hâl-i akide mevcut farz olunup, fakat müstakbele izafe ediliyor. Halbuki hâl-i akide asıl ma'kudun aleyh olan menfaat ma'dumdur. Şu halde böyle bir şeyi müstakbele izafe takdiren olur. Zaten icarede a'yan menâfi' makamına ikame olunarak akd filhâl tashih olunuyor ise de esasen mülk-i menfaat hakkında icare, menfaatin vücudu zamanına muzaf olarak mün'akit olur. Sanki icare- in'ikad-ı icare, istifay-ı menafie mukarin olamk için- vücud-ı menfaat hininde münakit olur. İşte meşayih-i islâmın "icare bir takım ukud-u müteferrikadır ki, onların in'ikadı menfaat hâdis oldukça teceddüt eder. "Sözlerinin mânası budur.)

4-Terahisi hakiki olmayıp rütebi (yani krndisiyle ma'lül beynine diğer bir vasıta tavassut eden) illettir. Itk'a nazaran (Şira-i karib) gibi. Hadis-i şerifi "hükmünce her kim hem zi rahmi ve hem de malıremi olan bir karibine malik olur ise o memlük derhal azat olur. Şimdi bir adam böyle bir karibini iştira eylese, bu şira o memlükün ıtkı hakkında hem ismen ve hem de mânen illettir. Lâkin hükmen illet değildir. İsmen illettir. Çünkü bir şeye, muzafa muzaf;o şeye muzaftır. Yani şiraya muzaf olan, mülke muzaf olan ıtık yine şiraya muzaf demektir. Filhakika yalnız şira veya yalnız mülk-i ıtka mevzû'değil iseler de (Şira-i kârib) veya mülk-i karib şer'an ıtka mevzû'durlar.

Kezâlik şira-i karib ıtkın mânen dahi illetidir. zira mademki şira-i karib ıtıkta müessir olan mülk hakkında müessirdir. Itık hakkında dahi müessir olmak lâzım gelir. Fakat şira-i karib ıtkın hükmen illeti değildir. Eğer hükmen dahi illeti olsa idi o vakit şira-i karib ıtkın illet-i hakikiyesi olurdu. Hükmen illeti değildir. Çünkü hükmün illete muzaf olmasına bir tavassut mâni oluyor. O da mülktür, fakt burada ma'lülün-yani ıtkın illetten yani şira-i karibden terahisi hakiki olmayıp rütebidir. Yalnız araya bir vasıta girmekten ibarettir.

3- Mânen ve hükmen illettir. İki cüzden müterrekkip bir illettin cüz-i âhiri gibi. Meselâ (karabet) le (mülk) ün mecmuü, ıtka nazaran illettir. -bunu izah ettik-fakat karabet ile mülkden müteehhir olanı dahi mânen ve hükmen illet olup yalnız ismen illet olamaz, şöyle ki,: Aslen Çerkez olan bir rakik iktisab-ı hürriyet ve servetten sonra kız kardeşini satın alsa bu cariye hemen azad olur. Gerçi illet-i ıtık;karabet ile mülkün mecmuü ise de bunlardan (karabet) mukaddem olduğundan ancak muahharen sabit olan (mülk-i ıtka) nazaran mânen ve hükmen illet olur. Tâbir-i diğerle müşteri olan kimse zirahm malıremi olduğu evvelce sabit olan karibine malik olunca (karabet) mukkadem (mülk) müteehir olmakla beraber muahharen sabit olan şu cüz-i illet (yani mülk) ıtka nazaran yine mânen ve hükmen illet olmuştur. Bazan da (mülk) mukaddem ve (karabet) muahhar olur. Meselâ iki kimse müştereken mechulün neseb bir cariye satın alsalar sonra müşariklerden biri cariye ile konuşurken bunun kız kardeşi olduğunu anlasa cariye derhal azad olur. (Yani ıtık tecezzi kabul etmeyeceğinden cariyenin tamamı azad olur ise de iddiay-ı karabet eden kimse şerikinin hissesini zamın olur) . İşte mülk ile karabetin mecmuu ıtka nazaran illetti tâmme illeti hakikiye olmakla beraber mülk mukkadem karabet muahhar olunca cüz-i âhir olan iş bu karabet ıtka nazaran ancak mânen ve hükmen şillet olur.

Şimdi bu iki misali izah edelim: Birinci farzımızda (karabet) mukkadem ve (mülk) muahhar olup, ıtka nazaran şu cüz-i âhir mânen ve hükmen illettir demiştik. ( Mülk) , ıtka nazaran mânen illettir. Çünkü mülk, ıtka müessirdir. Zira kudret-i ıtk mülkden müstefaddır. Bir adam mâlik olmadığı bir cariyeyi i' tak edemez. (mülk) ıtka nazaran hükmen dahi illettir. çünkü müşteri karibine malik olmakla beraber o zirahm malırem azad olur. Şu halde hüküm zamanen illete mukarin olup ondan terahi edemez. Fakat: (Mülk) ıtka nazaran ismen illet değildir. zira mutlaka (mülk) ıtka mevzû'değildir. Ve ıtık yalnız mülke muzaf olamaz. Belki kudret-i ıtık mülkden, nefs-i ıtık ise karabetten müstefat olmakla bunların mecmuü ıtka mevzû'dur. İkinci farzımızda (mülk) mukaddem, (karabet) muahhar olup bu halde ıtka nazaran karabet mânen ve hükmen illet olur demiştik. Karabet ıtka nazaran mânen illettir. Zira karabet ıtıkta müessirdir. Çünkü karabetin (sıla) da tesiri vardır, sıla ve ihsan ise Vâcibâttandır. Hatta bir adamın üzerine yakın olan akrabasının nafakası vacip olur. madem ki, karabetin sıla ve ihsanda te'siri vardır. Itıkta dahi müessirdir. Zira o da sıla ve ihsan cümlesindendir. Halbuki rakik olmak sıla ve ihsanı kat'eder. çünkü rıkk, malikin tegallübünü müstelzim ve bineanleyh mezelletti mûcibdir. İmdi karabet, sıla ve ihsanı icab ederken rıkk, zillet ve hakareti istilzam ettiğinden bir kimse karibini iştira ettiği vakit ıtık vâki olmasa bir taraftan karabet münasebeti ile sıla ve ihsan ile muamele etmek icap eder. Diğer taraftanda rikkiyet hasebi ile memlükün zelil ve hakir kalması iktiza eder, bunlar ise bir yerde içtima'edemez.

İşte karabet sılada müessir olduğu için Şari’-i teâlâ ve Takaddes sılada müessir olan karabeti ednay-ı rıkkiyet olan nikah ile bile katı’dan sıyanet buyurmuştur. Şöyle ki, bir adam mehariminden birini nikâh edemez. Çünkü nikâh bir hürreyi istirkak demektir. Ve bu itibar ile nikâh, alâ hilâfilkıyas sabit olmuştur. Fakat tevalüd ve tenasül için, nev’-i insanın vakt-i mukaddere kadar bekası için alâ hilâfilkıyas nikâh meşru’ olmuş ve şu kadar ki, karabet sıla ve ihsanı müstelzim, nikâh ise züllü müsteveip olduğundan sıla ve ihsanı kat’dan sıyanetten zi rahm-ı malırem olan ekaribin istinkâhı tecviz buyurulmamıştır.

İşte nikâh ki, rıkkın edna mertebesidir. Çünkü onda yalnız rıkk-ı istimta’vardır. Bununla sıla ve ihsanı katı’dan zi rahm himaye olunur, şayan-ı hıfz ve sıyanet görülürse kendisinde bir de rıkk-ı rakabe bulunan rıkkiyyet sebebiyle sıla ve ihsanı katı’dan zi rahmin himaye olunacağı ve bunların muhafaza ve sıyanet-i ilahiyeyeşayan olacağı evleviyette kalır. İşte şu tafsilât ile sabit oldu ki, karabet, ıtıkta müessirdir. Ve Binâenaleyh ıtka nazaran mânen ilettir. (Karabet) ıtka nazaran hükmen dahi ilettir. Çünkü hükm-i karabetin sübutiyle beraber tahkik edip ondan asla müterahi olmaz. Fakat (karabet) ıtka nazaran ismen illet değildir. Çünkü yalnız karabet ıtka mevcu’ değildir, karabetin şer’de mânası başka, ıtkın dahi başkadır. (İki cüz’den müterekkip olan bir illetin cüz’i âhiri mânen ve hükmen illet olursa da ahar-ı şahidin, hükm-i hâkime nazaran mânen ve hükmen illet değildir. Meselâ ibtida bir kimse şehadet edip sonra da diğer biri şehadet eylese hüküm şehadet-i âhireye muzaf olmaz;belki mecmu’-u şahidine muzaf olur. Binâenaleyh şahidinden herhangisi rücu’ederse mahkumun bihin nısfını zâmin olur. Çünkü ba’deşşehade kaza ile amel tertip mu’teber olmaksızın mecm’-u şahidin iledir. Ve Binâenaleyh şahidinden birinin sâbık ve diğerinin müddeinin istihkakını mütemmim olması mutasevver değildir. Velhasıl hüküm hâkimin illeti şahadet ise de şahadet-i illet-i münferide olmayıp illet-i müterekkibedir. Ve Binâenaleyh şahidinden birinin sâbık ve diğerinin müddeinin istihkakını mütemmim olması mutasevver değildir. Velhasıl hüküm hâkimin illeti şahadet ise de şahadet-i illet-i münferide olmayıp illet-i müterekkibedir. Ve burada illet, cüz-ü ahir olmayıp belki iki şahidin mecmuudur. Zira tertip muteber olmadığı için şahitlerden birini evvel, diğerini sonra itibar eylemek mutasavver olmaz. Ve şu halde cüz-ü ahir mânen ve hükmen illet olamaz.)

4-İsmen ve hükmen ilettir. Müsebbep makamına kaim, sebep ve mediul makamına kaim delil gibi. Ma’lumdur ki, yolcu ve hastalar hakkında bir takım ruhsatlar vardır. meselâ kasr-ı salât, nakz-ı savm, temdid-i mesh ederler. Halbuki bu sayılan şeyler birer hükümdür ki, illeti, sebebi sefer ve marazdır. Yani maraz ve sefer şu müsaadat hakkında olduklarından sebep olmakla beraber hükme dahi illet olurlar. Şöyle ki, sefer ve maraz hükm-i ruhsatın ismen ve hükmen illetidir. İsmen illettir. Çünkü maraz ve sefer şer’an o hükme mevzû’dur. Ve hüküm bu illete muzaftır. (Filân niçin oruç tutmuyor?) denilince (hasta olduğu için) denilir ki, işte bundan da marazın şer’an hükm-i ruhsata mevzû’ olduğu anlaşılır.

Keza, maraz ve sefer ruhsatın hükmen dahi illetidir. Çünkü hükm-i ruhsat, illet-i maraz ve seferden terahi etmez. Meselâ yolculuk tahakkuk etsin de bir zaman sonra ruhsat verilsin tasavvur olunmaz. Lâkin maraz ve sefer hükm-i ruhsatın mânen illeti değildir. Zira hükm-i ruhsatta müessir olan şey maraz ve sefer değil, belki (meşakkat) dan ibarettir. Asıl tesir meşakkatadır. Şu kadar ki, gerek maraz ve gerek sefer meşakkata dai ve sebep olduklarından işbu sebepler, müsebbib (yani nefs-i meşaşat) makamına ikame ediliyor. Binâenaleyh burada olduğu gibi müsebbib makamına kaim ne kadar sebepler var ise hep ismen ve hükmen illet olup mânen illet değildirler. Sübût-i nesebe nazaran niâh illettir. Yani bir menkuhadan doğan çocuğun nesebi babasından sabittir.

İmdi sübût-i neseb ki, bir hükm-i şer’idir. Bunun ismen ve hükmen illeti nikâhtır. Burada nikâh yalnız mânen illet değildir. İsmen illettir. Çünkü nikâh, şer’an sübût-i nesebe mevzû’ ve sübût-i neseb nikâha muzaftır. Hükmen illettir. Zira hüküm illetten terahi ve infisâl kabul etmez. Nikâh ile neseb arasına başka bir vasıta girmez. Lakin: Mânen illet değildir. Çünkü nikâh nesebte mütessir olmayıp onda asıl müessir olan şey vatı’dır. İşte burada da sebeb-i-dâi - yani vat’a sebep olan akd-i nikâh- müsebbib meduvvün ileyh-yani vatı’-makamına ikame edildi.

Kezâlik şehvet ile mess ve takbil gibi deva’-i vati, hürmet-i musahereyi icap hususunda vatı’ makamına ikame edilmiştir. Şöyle ki, bir adam mezniyesinin usûl ve fürunu alamadığı gibi halvet-ı sahiha vukuundan evvel bile menkuhasının vâlidesini tezevvüc eyleyemez. Hatta bir kimseye şehvetle mess ü takbil eylediği kadından usûl ve furuu haram olur. Demek olur ki, mess ü takbil gibi devai-i vatı’ dahi vücûb-ı hürmet-i icap hususunda nefs-i vatı’ makamına ikame edilmiştir. İmdi vat’ın mukaddimatı, hürmet-i musahereyi icaba nazaran ismen ve hükmen illettir.

İsmen illettir: Çünkü devai-i vatı’ dahi şer’an vücûb-ı hürmet-i musahareye mevzû’dur. Ve vücûb-ı hürmet mukaddimat-ı vat’a muzaftır.

Hükmen de illettir. Zira hürmetin vücubu vat’ın mukaddematından terahi ve infisâl etmez. Lâkin mukaddimat-ı vatı’ hürmet-i musaherenin vücubuna nazaran mânen illet değildir. Çünkü hürmet-i musaherenin vücubunda müsebbib-i med’uvvün ileyh makamına ikame edilmiştir. Bir de medlül makamına kaim deliller vardır ki, onlar dahi ismen ve hükmen illet olurlar. İhbar-ı ma fizzamir gibi. Meselâ zevç Zevcesine (Senin bana buğz-u adavetin var ise boş ol) deyip de o dahi meclis-i mükâlemede (Evet sana adavetim vardır.) derse Zevce, boş olur. İşte burada vukû’-ı talâkın illeti, Zevcenin şu sözüdür. Ve bu söz vukû’-ı talâk, bu sözle beraber sabit olur. Lâkin bu söz mânen illet değildir. Çünkü bu söz vukû’-ı talâkta müessir olamyıp onda müessir ancak (buğz u adavet) tir. Yalnız kadının sözü buğz u adavete delildir. İşte burada delil, medlül makamına kaim oluyor. Yani talâk, Zevcenin haberiyle sabit oluyor ki, bu haber medlül olan buğza delil olduğundan nefs-i buğz u adavet makamına ikame olunuyor. Çünkü adavet ve muhabbet gibi şeyler umûr-ı kalbiyendendir. Umûr-ı batınada da delil-i buğz u adavet olan haber. medlül olan zat-ı adavet yerine ikame ediliyor. Yalnız, haber vukû’-ı talâkta müessir olamıyor. Eğer müessir olsa idi Zevcenin bu ihbarı mânen dahi illet olmak lâzım gelirdi. Fakat söylediğimiz gibi burada olan buğz u adavet makamına ikame edilmiştir.

Acaba niçin sebebi, müsebbep ve delili, medlül makamına ikame ediyoruz? Buna dai olan hal. 1-def’-i zaruret veyahut;2-def’-i harc veya;3-ihtiyattır. Meselâ buğz u adavet gibi umûr-ı kalbiyenin bu ihbarı halinde hakikat-ı illet olan buğz u adavete ıttılâ’bizim için müteazzirdir. Binâenaleyh bu ihbarı, nefs-i adavet yerine ikamede ma’zuruz.

Keza sübût-i nesebe nazaran akd-i nikâhı vat’ makamına ikame dahi böyledir.

Keza uyku, naim için hades makamına ikame edilmiştir. Zira mefasılin gevşemesi demek olan halet-i neimde vuku’ veya adem-i vukû’-ı hadese ıttılâ’ müteazzir olduğundan zat-i nevm, hades makamına ikame edilmiştir. Ve böyle yapmakta ümmet için ihtiyaç vardır. Binâenaleyh (def’-i zaruret) sebebiyle sebeb, müsebbep veya delil medlül makamına ikame olunmuştur. Veyahut sefer ve marazda olduğu gibi hakikat-i illet olan meşakkate vukuf ve ıttılâ muteassir olur. Binâenaleyh (def ‘-i harc) sebebiyle burada dahi sebep müsebbep makamına ikame edilmiştir. Deva-i vat’ın, hürmet-i musahereyi mucip olması ise ibadatta evlâ olan (ihtiyat) neticesidir.

5- Yalnız ismen illettir. Şarta muallâk icap gibi (Mecelle: 625) Ne kadar şarta muallâk icabat-ı şer’iyye var ise bu kısım illete dahildirler. Meselâ bir zevç, Zevcesine (filânın evine girersen benden boş ol) diyor. Eğer Zevce o eve girerse talâk vâki olur, girmezse olmaz. İmdi vuk’-u talâk bir hükümdür ki, onun elbette bir illeti vardır. Burada illet (ta’lik-ı sabıktır.) ve vukû’-ı talâka nazaran şu tâlik-ı sâbık yalnız (ismen illettir.) çünkü bu söz şer’an talâka mevzû’dur. Ve talâk dahi işbu ta’lik-ı sabıka muzaftır. Vukû’-ı talâk başka bir yere bir söze nisbet edilemez. Fakat (mnen illet değildir) zira ta’lik-ı sabık, idar’e duhulden evvel vukû’-ı talâkta müessir olmaz. Eğer illet, hükümde müessir olsa idi zevç, bu sözü söylemekle beraber Zevcenin boş olması icap ederdi. Halbuki kabled duhulüddar talâk vuku’ bulmaz. (Hükmen dahi illet değildir.) Çünkü vukû’-ı talâktan ibaret olan hüküm, ta’lik-ı sabıktan müterahidir. Şart vâki olmaz. Demek ki, hüküm, şartın vücuduna kadar terahi ediyor.

Kezâlik bir adam (Eğer bu hizmetkâr senden bir şey çalarsa ben zâminim) diye birine kefil olsa, bu sözle kefalet-i muallâka vücut bulur. Binâenaleyh hizmetkâr eğer efendisinin bir şeyini çalarsa, bihasebilkefale o kimse mesruku tazınin eder. İmdi şu zıman bir hükm-i şer’idir. Ve illeti de şu ta’lik-ı sabıktır. Be hükm-i zımana nazaran ( Bu ta’lik ismen illettir.) Zira böyle bir ta’lik şer’an vücûb-ı zımana mevzû’ ve vücûb-ı zıman işbu ta’like muzaftır. Fakat ta’lik-ı sabık vücûb-ı zımanda müessir olmadığı için (mânen illet olamadığı gibi) vücûb-ı zımandan ibaret olan hüküm, ta’lik-ı sabıktan müterahi olmakla hükmen dahi illet değildir.

6-Yalnız mânen illettir. İlleti teşkil eden iki vasıftan birisi gibi. Şöyle ki, ribada olduğu veçhile bir illet, eğer iki vasıftan terekküp ederse bu iki vasfın mecmuu hüküm için illet-i tâmmedir. Yani ismen ve mânen ve hükmen illettir. Fakat bu iki vasıftan her biri dahi ayrı ayrı illet olabilirse de illet-i tâmme ve hakikıye değil, yalnız mânen illet olur. Meselâ illet-i riba – bize göre kadr-i maalcins’dir ve ikisinin mecmuu, illet-i tâmmedir. Lâkin yalnız (kadr) veya yalnız (cins) dahi illet olabilirse de illet-i tâmme olamazlar. Ancak mânen illet olurlar. (Bunlar yalnız başlarına illet olabilirler. Çünkü cüz’-ü illettirler. Meselâ icap ve kabulün her ikisi takvim-i ukudda illet-i tâmmedirler. Mamafih yalnız icap veya yalnız kabul dahi cüz’-ü illettirler. Cüz’-ü illet dahi illet olabilir. Zira küllü teşkil eden, müessir-i tamı vücuda getiren tine o cüzü’lerdir. Vakıâ bunların bir illet-i tâmme kadar kuvveti olamaz, tabiidir ki, zaiftirler. Fakat kendi za’fiyetleriyle mütenasip olan ahkâm-ı zaifeyi ispatta bunların tesiri görülür.)

Dedik ki, yalnız (cins) veyahut yalnız (kadr) – bab-ı ribaddaki (kadr) keyl ü vezn ile müfessirdir. Yalnız onlara şâmildir – mânen illet olabilirse de ismen ve hükmen illet olamazlar. İsmen illet olamazlar. Çünkü yalnız (kadr) veyahut yalnız (cins) şer’an hürmet-i ribaya mevzû’ değildir. Hükmen de illet olamazlar. Çünkü hüküm yalnız kadr veya yalnız cins üzerine terettüp etmez. Lâkin her biri - min gayr-i tertip ve lâ aletta’yin –mânen illet olabilirler. Zira her bir cüz’ün, tesirde medhali vardır. İllet-i riba (kadr) ile (cins) den terekküp ettiği için her bir cüz’ün hükm-i hürmette tesiri inkâr olunamaz. Şu halde yalnız (kadr) veya yalnız (cins) için (şüphe-i illiyet) sabit olur. Binâenaleyh bunlardan her biriyle kendisinde (şüphe-i fazl) bulunan nes’enin –yani vâde ile satışın – hürmeti sabit olur. Şöyle ki,: İllet-i riba olan keyl ve cins nerede müçtemian bulunursa illet-i riba tam olarak orada bulunmuş olacağından böyle yerlerde (fazl)yani hakikat-ı riba- haram olduğu gibi (şüphe-i fazl9 yani nes’e dahi haram olur. Ve eğer illet-i ribayı teşkil eden her iki vasıf ma’dum olur ise hem fazlın ve hemde şüphe-i fazlın hürmeti zail olur. Ve eğer şu iki vasıftan yalnız biri bulunup diğeri bulunmazsa – meselâ cins bulunur. Kadr bulunmaz. Veya kadr bulunur, cins bulunmazsa (fazl) helâl ve fakat şubhe-ü fazl haram olur. İşte kaide-i külliyemiz budur. Fakat bu kaideyi müsallerle izah edelim: Bir kilo darıyı iki kilo darı ile mübadele câiz değildir. Çünkü illet-i riba olan (keyl ve cins) burada müçtemian mevcuttur. Şu halde buradaki fazl (yani bedelsiz kalan) bir kilo haramdır ki,, onun illeti keyl ve cinstir. Ve (keyl ve cins) bir illet-i hakikiyedir ki, onunla akvay-ı hürmeteyn – yani fazlın memnuniyeti – sabit olur.

Lâkin bir kilo buğdayla ve berveçh-i peşin mübadele etsek şu bey’ câiz olur. Vakıâ burada illet-i riba mevcut ise de talırim ettiği (fazl) ve şüphe-i fazl mefkuttur. Fazl yoktur, çünkü bir kilo bir kiloya tamamen mukabil ve muadildir. Şüphe-i fazl da yoktur, , çünkü bedeleynden her ikiside muacceldir. (İşte illet-i riba – yani mecm’-u illet – hem fazlı ve hemde şüphesini talırim ettiğinden nâşidir ki, emvâl-i ribeviyenin cinsi cinsine mübadelesinde mümaselet-i bedeleyn ve tekabuz meşrut olmuştur.) Bir kilo buğdayı bir kilo buğday ile berveçh-i peşin mübadele nasıl câiz ise – bedeleyn muaccel olmaz üzere- bir kilo buğday ile bir kilo, iki kilo, üç kilo arpayı mübadele câiz olur. Zira burada illet-i ribayı terkip eden iki vasıftan yalnız (kadr) vardır, (cins) yoktur, yalnız (kadr) da ancak (şüphe-i illiyet) bulunur. Şüphe-i illiyet ise fazlı haram edemez. Onun talırim edeceği şüphe-i fazl ise – bedeleyni muaccel farz ettiğimiz için – burada mütehakkik değildir.

Lâkin bir kilo buğdayı selem tarîkıyla bir kilo buğday veya bir kilo arpa ile mübadele câiz değildir. Burada illet-i tâmme-i ribadan yalnız (keyl) vardır. Keylde ise şüphe-i illiyet bulunmakla her ne kadar fazlı talırim edemezse de şüphe-i fazlı talırim eder. Burada ise şüphe-i fazl mevcuttur. Zira muaccel olan buğdayı muaccel olan arpayı veya buğdaya satıyoruz – yani peşin buğday ile veresiye arpa alıyoruz – halbuki veresiye mal almakta fazl şüphesi vardır. Çünkü bir adam malını peşin para ile yüz kuruşa satacaksa veresiye yüzyirmiye satar.

Kezâlik bir tüccar köylünün mevcut buğdayının kilesine yüz kuruş verirse selem tarîkıyla alacağı buğdayın kilesine ancak doksan kuruş verir. İşte muaccel ile müeccelde böyle bir fark-ı mütearif olduğundan müaccelin müeccel üzerine bir meziyeti darkâdır. Binâenaleyh veresiye pazarlıkta şüphe-i fazl’n vücudu tahakkuk eder ki, – kendisinde illiyet bulunan kadr veya cins dahi işte bu şüphe-i fazlı talırim eyler.

Kezâlik – bedeleyn muaccel olmak şartiyle – bir top Şam kumaşını aynı cinsten birkaç top kumaş ile veyahut eeli arşın lüvi çuhasını aynı arşın lüvi çuhasiyle mübadele câiz olur. Burada illet-i ribanın bir vasfı (yani cins) mevcut ise de illet-i tâmme olmayıp şüpheli bir illettir. Şüpheli bir illetle yalnız şüpheli bir fazl sabit olur. Burada da o yotur. Fakat bir top kumaşı aynı cinsten bir top ile veyahut elli arşın Lüi çuhasını elli arşın Lüi çuhasiyle veresiye olarak mübadele câiz olmaz. Çünkü illet-i ribanın burada bir vasfı (yani cins) mevcuttur. Cinste ise şüphe-i illiyet bulunmakla şüphe-i fazlı talırim eder. Burada da şüphe mütehakkiktir. Çünkü bedeleynden biri müecceldir. Velhasıl hürmet-i kaviye – ki, fazlın hürmetidir – şüphe-i illet ile sabit olamayıp ancak illet-i hakikiye ile sabit olursa da şüphe-i fazlın hürmeti yalnız kendisinde illet şüphesi bulunan (cins) ile tahakkuk eder.

Hülâsa-i kelâm, illet-i kaviye ve illet-i hakikiye ile hürmet-i kaviye sabit olur. Ve Binâenaleyh kadr-i maalcins emvâl-i ribeviyyede hakikat-i fazlı talırim eder. Demek ki, hakikat-i fazlı yani elli kiloyu altmış kilo ile, yirmi kıyyeyi otuz kıyye ile mübadeleyi talırim için emval-i ribeciyyede iki cüz’ün müctemi’ olmazı lâzımdır. Şüphe-i fazla gelince bu yalnız bir cüz’ün vücuduyla dahi sabit olabilir. Binâenaleyh yalnız cins veyahut yalnız kadr ile hakikat-ı fazl sabit olamazsa da (çünkü zaif olan bir şey kavide tesir edemez, kavi kavide müessir olduğu gibi zaif dahi zaifte müessir olur) . Bunların vücudu şüphe-i fazlı – yani velev ki, miktarda müsavat olarak aynı cinsten olan emvalin veresiye olarak bey’i – talırim eder. Mademki bunlarda şüphe-i illiyet vardır. Şüpheli illettirler, bunlarla şüpheli bir hüküm isbat edilebilir. (arşınına göre bezi verirler, işte bunlar da onun gibidir.)

İllet-i ribayı teşkil eden iki vasıftan her biri yalnız mânen illet ve mecmu’-u vasfeyn hakikaten illet olduğu gibi muamelâtta her akdi terkib eden (icab) ile (kabul) den her biri de yalnız mânen illet ve mecmuu illet-i tâmme olur. (bunlar yalnız mânen illettirler.) Çünkü her biri müessir-i tâmmm olan akdi mukavim olduğundan tesirde medhali vardır. Yani hükme tesirde, onu vücuda getirmekte icabın da, kabulün de tesiri vardır. Bunların her biri (ismen ellet olamaz) . Çünkü hüküm yalnız birine muzaf değildir. (Hükmen de illet olamaz) . Çünkü yalnız biri üzerine hüküm terettüp etmez, diğer cüz’ün ittisaline kadar terahi eyler.

7- Yalnız hükmen illettir. İllet hükmünde olan şart gibi. Meselâ bir adam gayrin mülkünde veya tarik-i âmde bir kuyu kazıp da oraya bir şey düşerek telef vukua gelse hâfire zıman lâzım gelir. İşte bu hükm-i helâk – yani zıman bir hükümdür ki, elbette bunun bir illeti, bir müessiri vardır. İşte bu illet için (hafr-i bi’r) dir diyoruz. Fakat hafr-i bi’r hükm-i zımana nazaran (ismen) ve (mânen) illet olmayıp yalnız hükmen illettir. İsmen illet değildir. Çünkü kuyu kazınak şer’an telef-i nefse mevzû’ değildir. Mânen de illet değildir. Çünkü hafr-i bi’r telef-i nefsde müessir değildir. Eğer müessir olsa idi her kuyu kazıldıkça telef-i nefs vâki olmak lâzım gelirdi. Belki telef-i nefsin müessiri cism-i sakıt’ın sıkletidir. –Lâkin tafsilâtı mebhas-i mahsuısunda görüleceği veçhile – bu illet, bu müessir, izafe-i hükme Salih olmadığından hükm, i telef şart-ı bukuu icat eden hafr-i bi’re muzaf olmuş ve Binâenaleyh hafr-i bi’r yalnız hükmen illet olmuştur.

Sebep

 (Sebep) Lügaten :

1-Tarik mânasına gelir. Esteîzübillâh: ..... âyet-i kerimesinde bu mânayı mütezammindir.

2-Habl mânasına gelir. Esteîzübillâh: ..... âyet-i celilesinde bu mânayı müştemildir.

3-Bab mânasına gelir. Esteîzübillâh: ..... kavl-i keriminden bu mâna münfehimdir.

Hatta muallekat-ı seb’adan bir parça olan (Züheyrin) şu beytinde sebep hem tarik ve hemde baba mânasına isti’mâl edilmiştir. İşte bu beytin birinci mısrasındaki (esbap) turuk ve ikinci mısra’daki esbap dahi (evbap) mânasına kullanılmıştır. (Mefhûm-ı beyt: ölümün sebeplerinden – yani ölüme müsil olan yollardan korkan kimse er geç ölüme vasıl ve mülâki olur. Velev ki, o kimse esbab-ı semaya- yani ebvab-ı semaya merdivenle neyl ü süut eylesin! Yani ne kadar taharrüz eylese tedbir ittihaz olunsa yine faide vermez!) Fakat gerek (tarik) ve gerek (habl) ve gerek (baba) için bir cihet-i câmia vardır ki, oda mânay-ı isalde müşterek olmalarıdır. İşte lügaten sebep bu mânalara geldiği ve mânay-ı isalde her üç mâna birleştiği halde istilâl-ı ilm-i usülde: Sebep yalnız hükme tarik olan şeydir. Demekki sebep lügatta mutlaka tarik mânasına geldiği halde ıstılâhen yine bir tarik mânası var. Amma bu tarik, bir tarik-i mukayyettir. Bit tarik-i mahsustur. Şöyle ki, sebep yalnız hükme müsil olacak bir tariktir. Yoksa hükme (mevzû’) olmadığı gibi hükümle (müessir) dahi’ değildir. (Nitekim turük-u hissiyede dahi vaz’ ve tesir görülmez. Meselâ şu tarikten doğruca Ayasofya Cami’-i Şerifine gidilir. Lâkin bu yol Ayasofya cami’-i şerifinin hey’et ve mevcudiyetinde (müessir) de değildir. Ayasofya’nın hey’et-i müessiresi, hey’et-i mürekkebesi binasının taşı, toprağıdır. Tarik yalnız oraya salikini isal eden bir yoldur. İşte esbab-ı şer’iye dahi kasıdını ahkâm-ı şer’iyyeye böylece vaz’ ve te’sir bulunmaksızın isal eder.) Velhasıl sebep, müsebbep olan maksuda mevzû’ olmadığı gibi onda müessir de değildir. Yalnız terik-ı müsildir. İster sebebin fiile – yani hükme – taallukunda mükellefin sun’u bulunmasın. Vücûb-ı salâta nisbetle vakit gibi. Meselâ (vakit) vücûb-ı salâtın sebebidir. Fakat vaktin vücûb-ı salâta mevzû’ olmadığı gibi vakit, vücûb-ı salâta müessir de değildir.

Ve ister sebebin fiile taallukunda mükellefin sun’u bulunmakla beraber nazar-i şâri’de sebebin vaz’ından garaz o fiil bulunmasın, mülk-i müt’a’ya nazaran şirâ gibi. Bir adam bir cariye satın alsa, mülk-i rakabenin illetidir. Çünkü şirâ ona mevzû’dur. Ve müessirdir. Lâkin şirâ mülk-i müt’a’nın sebebidir. Şirâ eğer mülk-i müt’a için de illet olsa idi, her şirânın mülk-i müt’a’yı da tazammun etmesi icap ederdi. Halbuki bazı kere mahal mâni olur. (Kitabı olamayan cariyeyi istifraş veya karibini iştira gibi) gerçi şirâ mülk-i müt’a’ya dahi mevzû’ ve mülk-i müt’a şiraya muzaf oluyor ise de Şâriin sebep olan şirâyı esas vaz’ından garazı mülk-i müt’a değildir. Demek ki, sebebin fiile taalükundan mükellefin sun’u bulunmakla beraber mülk-i müt’a’nın şirâya izafeti Şâirin vaz’ı cihetinden olmuyor. Binâenaleyh hadd-i zatında fiil kendisine muzaf olsa bile mademki bu izafe vaz’ cihetinden değildir. O yine illet olamıyor da sebebe dahil oluyor. Maazalik sebebin bir de mânay-ı eamını vardır. Bu mânaya göre sebep, bir hükm-i şer’iyi muarrif olmasına edile-i sem’iyyenin delâlet ettiği şeydir. Bu mânaya göre sebep ilel-i şer’iyyeye dahi şamil olur.

Hükmü tarik olan şeyki sebeptir. Bu dört kısma taksim olunmuştur. Çünkü: Bu sebep ya filhâl hükme mufzi ve musil olur veyahut mealen yani istikbalde hükme müsil olur. Eğer sebep mealen hükme mufzi olursa, ona (sebeb-i mecazi) denilir. Filhâl hükme mufzi olur ise, o vakit bakılır: kendisiyle hüküm beynine tehallül eden vasıta ya o sebebe muzaf olur. Veya muzaf olmaz. Eğer kendisiyle hüküm beynine tehallül eden illet (1) sebebe muzaf olmazsa o sebebe, (sebeb-i hakiki) tesmiye olunur. Ve eğer illet-i mütehallile sebebe muzaf olursa o vakit yine nazar olunur. Ya hüküm o sebeple beraber sabit olur. (Şu şartlaki sebep o hükme mevzû’ olmayacak, zira mevzû’ olsa illet olurdu.) yahut kendisinden -yani sebepten- sonra sabit olur. Amma yine bilâ terahi yani derhâl sabit olur ki, bu iki surette olan sebebe dahi (hükm-i illette olan sebep) tesmiye olunur. Ve eğer hükm-i sebebin vücudu vaktinde sabit olur ise, buda iki surette olur:

1-Ya sebebin vakt-i vücudunda vaktinde sabit olur, amma hükmün terahisi sahih olur.

2-Yahut vakt-i vücud-ı sebepte sebep ile beraber hüküm sabit olur amma o sebep illet-i mütehallileye mevzû’ olmadığı gibi illeti mütehallile dahi hükme mevzû’ olmaz. Yani bir hüküm eğer hükme mevzû’ olmayan illet-i mütehallileye mevzû’ olmayan bir sebeple sabit olur ise öyle bir sebebe de (kendisi için şüphe-i illet bulunan sebep) ıtlak olunur. İşte sebebin dört kısmını bulduk, şimdi bunları birer birer izah ve teşrih edelim:

Kısm-ı evvel: sebeb-i hakikidir ki, hükmün vücubu veya vücudu vaz’ cihetinden kendisine muzaf olmayarak ve hükümde tesiri müteakkil olmayarak hükme tarik olan şeydir. Hükmün vücubu kaydiyle (illet) hariç kalır. Çünkü illet şer’an vücûb-ı hükme muzaftır.

 (1) Şurası bilinmelidirki sebep ile hüküm beynine mutlaka bir illet tehallül edecektir. Bu çaresizdir. Sebep denilince mutlaka bu anlaşılır. Eğer illet girmeyecek olsa o vakit sebep dediğimiz illet olurdu. Sebebin bir mizanı da işte budur.

Hükmün vücudu kaydiyle de (şart) hariç kalır. Çünkü vaz’an şartın sübutu halinde de vücudu lâzım gelir. Vaz’ cihetinden sebebe muzaf olmayarak: Binâenaleyh mülk-i müt’-a’nın şirâya izafesi misilli min gayr-i vaz’ hüküm kendisine muzaf olan sebepler; sebeb-i hakikinin tarifinde dahil olur. Ve hükümde te’siri müteakkil olmayarak: bu kayd ile de sebebin bundan sonraki aksamı tariften hariç kalır. Çünkü onlarda hakikat-ı tesir veya şüphe-i tesir müteakkildir. Hükme tarik olan şeydir kaydiyle de alâmetten ihtiraz olunur. Zira (alâmet) hükme tarik olmaz. Tarik hükme delâlet eder.

Kezâlik bu kayd ile (sebeb-i mecazi) den dahi ihtiraz olunuyor. Zira sebeb-i mecazi hükme tarik değildir.

Sebeb-i hakikinin hükmü: eser-i fiil kendisine muzaf olmayıp belki illet-i mutavassıtaya muzaf olmaktır. (mecelle: 90-91-93) . Binâenaleyh sirkat veya katl üzerine mücerret delâlet-i zımanı mücip olmaz. Bir adam bir hırsıza yol gösterse de bu sayede hırsız bir fiil-i sirkat ika’ eylese, sarık muaheze olunursa da mücerret delâletinden dolayı o adama zıman lâzım gelmez. Çünkü hükmün vücûb ve vücudu bu delâlete muzaf değildir. Eğer delâlet zımanı mücip olsaydı sebep değil illet veya şart olacaktı.

Keza bu delâletin hükümde- itlâf-ı mâl’de tesiri de müteakkil değildir. Eğer bu delâlete (illet) diyecek olsak ya ismen veya mânen veya hükmen illet olacak, ismen illet olamaz. Zira dellet sirkata mevzû’ ve sirkat dellete muzaf değildir, mânen de olamaz. Zira sirkatte müessir değildir. Sarikde; mahal-i sirkatte fiil-i sirkatı irtikâbı üzerine terettüp ediyor. Asıl sirkatte müessir olan şey sârikın fiil-i sirkatıdır. Yalnız bu (delâlet) ; hükme bir tarik-ı müsil oldu.

Demiştik ki, her sebeple hüküm arasına bir (illet) in tehallülü vaciptir. İşte burada da delâlet-i hükm-i sirkat (yani sebeple hüküm) arasında bir illet-i mütehallile vardır. Binâenaleyh hüküm sebebe değil o illet-i mutavassıtaya yani fail-i muhtar’ın su-i ihtiyarına muzaf olur. Ve delâlet eden kimseye bir şey lâzım gelmez. Velhasıl burada sebep ile müsebbip arasına failin fiil-i sirkati giriyor ki, hükümde müessir olan illet de budur. Halbuki delâletin hükümde tesiri yoktur. Delâletsiz dahi fiil-i sirkat vücut bulabilir. Şu halde eser-i fiil illet-i mutavassıtaya muzaf olur da yalnız sârika zıman lâzım gelir. Katle delâlet dahi bu kabildendir. Eser-i fiil illet-i mütehallileye muzaf olur. Sebebe muzaf olmaz.

Keza bir kimse bir çocuğa tutmak üzere silah verse de çocuk kendini veya başkasını öldürse silâhı veren kimseye zıman lâzım gelmez. Zira sabinin bu fiili, ihtiyaridir. Çocuk için aklı yoktur denilemez. Zira aklın in’idamı ihtiyarın da in’idamını müstelzim olmaz. Hiç aklı olmayan behayim bile zira sabinin bunda ihtiyarı yoktur. Ona silâh vermek teaddi olduğundan helâkinin illeti hükmünde olur.

Kezâlik çocuğa (şu ağaca çık, meyvesini silk de ye, veya yiyelim) deyip de sabi çıkarak, ağaçtan düşse âmire zıman lâzım gelmez. Zira sabinin hareketi ihtiyariyle ve kendi menfaati içindir. Burada sebep ile illet müctemi’ olmuştur. Hükümde asıl olan illete izafesidir. Bu asıl şüphe ile sakıt olmaz. Lâkin ağaç meyvesini yalnız kendisi için silktirip de sabi düşerek telef olsa zıman lâzım gelir. Zira burada sabiyi bir âlet gibi kendi menfaatinde isti’mâl etmek teaddidir. Sebep dediğimiz şey burada illet hükmüne girer. Fakat bazı sebepler vardır ki, mübaşeret menzilsindedir. Meselâ izale-i emniyeti mücip olan sebepler böyledir. Nitekim bir müstevda’ ; nezdinde vedia olarak mahfuz olan altınların yerini sarika haber verse zamın olur. Vakıâ yine bir illet-i mütehallile vardır amma ved’-i hıfızda teaddi, taksir ve emniyeti izale etmiştir.

Kısm-ı sâni: hükm-i illette olan sebeptir ki, kendisiyle hüküm beyninde mütehallel olan illet kendisine muzaf olan sebeptir. Yani illet hükmünde olan sebep öyle bir sebeptir ki,, illet-i mütehallile yani kendisiyle hüküm arasına tehallül ve tasavvut eden illet kendisine muzaf ve illet-i mütehallile o sebeple hadis olur. Fakat o sebep o illet-i mütehallilenin hükmüne mevzû’ olmaz. (Eğer sebep illet-i mütehallilenin de hükmüne mevzû’ olsa o vakit illet olurdu) . İllet hükmünde olan sebebin hükmü: eser-i fiil kendisine muzaf olmaktır. Tarik-ı âmde saik ve kaidin fiileri gibi (Mecelle: 993) . Böyle bir sebepde eser-i fiil – hükm-i fiil – mütehallil olan illete değil o illetin muzaf olduğu sebebe muzaf oluyor. (Çünkü sebebe muzaf olan illete muzaf olan hüküm yine o sebebe muzaf olur.) Binâenaleyh bir kimse tarik-ı âmde hayvana râkip olup giderken veyahut küd ve sevk ederken hayvanın mümkinütteharrüz olan ziyanını zâmin olur. Çünkü hayvan râkip veya kâid sâikın tabiatına göre meşyeder.

Burada telefin illeti hayvanın çarpmasıdır. Sebebi de rukûb veya kûd ve şevktir.

Birincisi illettir, çünkü müsademesi hükm-i telefe mevzû’dur ve hükm-i telef bu müsademeye muzaftır.

İkincisi sebeptir. Çünkü bu saydıklarımız hükm-i telefe mevzû’ olmayıp belki teleften vikaye ve sıyanete mevzû’durlar.

Fakat bu öyle bir sebeptir ki, illet hüküm ve kuvvetini haizdir. Çünkü illet-i mütehallile ki, hayvanın müsademe ve isabetidir. Bu illet rukûp veya sevk ve kûddan ibaret olan sebebe muzaftır. Zira hayvanın meş-yi umûr-ı ihtiyariyeden olmayıp rakip ve kâidinin iradesine tâbi’dir. O âdeta bir mükreh gibidir. Binâenaleyh eser-i fiil mükrihin mükrehe intikali gibi hayvanın her fiili de sevk ve kûd neticesi olduğundan eser-i fiil işbu illet-i mütehallilenin muzaf olduğu esbaba muzaf ve müntekil olur.

Zira bir şeye muzafa muzaf o şeye muzaf demektir. Binâenaleyh sebebe muzaf illete muzaf olan hüküm sebebe muzaf olur.

Burada mübaşir, ile mütesebbip içtima’ ediyor. Mübaşir hayvan, mü-tesebbip de rakip veya saik ve kâittir. Hayvanın mübaşereti keenlem-yekün oluyor. Çünkü hayvanın meşy ü hareketi kâidinin tab’ u ihtiyarına tâbidir. Binâenaleyh alelusûl hükm-i telef mübaşir üzerine terettüp etmek lâzım gelirken mütesebbip muaheze olunuyor.

Fakat mütesebbibin muahezesi biz-zarûredir. Çünkü sevk ve kûd hükm-i telefe mevzû’ değildir. Zaruretler ise miktarlarınca takdir olunacağından sâik ve kâide ancak cezay-i tesebbüp olan bedel-i mahâl yani zı-man lâzım gelir. Yoksa cezay-i mübaşeretle de mahkûm edilmez. Meselâ böyle bir hayvanın bir adam öldürmesiyle râkip ve kâide kısas lâzım gelmez. Ve hayvan, mûrisini telef eylese mirasından malırum olmaz. Zira bunlar mübaşeretin cezasıdır. O ise katle mübaşeret etmemiştir. Eğer bu sebeb-i hüküm illette olmayıp da (illet) olsa idi cezay-i mübaşeret dahi lâzım gelirdi.

Kezâlik kandilin ipini kesmek; derûnunda bir mayi’ bulunan tulumu yırtmak, tarîka şehnişîn çıkarmak, taş koymak, tekaddümden sonra hait-ı maili ıslâh etmeyerek alâ halini bırakmak, hayvanını başkasının mez-ruatına bırakıp telef ettirmek, hep- illet hükmünde olan esbap kabilindendir. Bunların kâffesinde asıl illet izafe-i hükme salih olmadığından biz-zarûre hüküm, sebebe muzaf olur da eser-i fiil, fail-i mütesebbip üzerine lâzım gelir. Fakat fail-i mütesebbibin fiili (mübaşeret) addolunamaz. Ve Binâenaleyh mübaşire mahsus olan cezaya müstehak olamaz. Yalnız şu misallerde sebep hükm-i illete mevzû’ olmadığı halde, illet-i mütehallile sebebe muzaftır. Bir şeye muzafa muzaf o şeye de muzaf olacağından hükm-i zaman mütesebbip üzerine vâcip olur.

Kısm-ı sâlis: kendisi için şüphe-i illet olan sebeptir ki, (1) gayrin mülkünde hafr-i bi’r gibi, terahi sahih olmak üzere vakt-i vücudunda yani sebebin vakt-i vücudunda hüküm kendisine (sübut cihetinden) muzaf olan (Mecelle: 927) veyahut (2) Zevce-i kebirenin zırra-i sagire-sini teamınüden ırzaı gibi kendisi hükme mevzû’ olmayan mütehallile gayr-i mevzû’ olduğu halde kendisiyle hüküm sabit olan sebeptir. Ve hükmü: teaddi şartiyle eser-i ful kendisine muzaf olmaktır.

Üçüncü kısım: kendisi için şüphe-i illet bulunan sebeptir ki, bu da iki kısımdır:

1) Terahi sahih olmak üzere (sebebin) vakt-i vücudunda sübut cihetinden hüküm kendisine muzaf olan sebeptir ki, illet-i hükümden şartını icad etmek bu kabildendir. Gayrın mülkünde kuyu kazınak gibi.

Bir adam tarik-ı âmde veya gayrin mülkünde bir kuyu kazsa da oraya bir insan veya bir hayvan düşüp telef olsa hayvanın kıymeti veya insanın diyeti kuyuyu kazana tazınin ettirilir.

Şimdi şu (zıman) bir hükümdür, her hükmün de bir illete muzaf olması zaruridir. Mümkün değil, bir hüküm bulununca mutlaka onun bir illeti, bir müessiri bulunacaktır. Zaten kaide-i esasiyedir ki, mevcut bir hüküm görülünce o hüküm mutlaka bir müessire izafe olunacaktır. _İza-fe-i hükme salih olan şey ise derece-i ulâda (illet) tir. Çünkü "hükümde asıl, müessir olan odur, fakat illet yok ise" veyahut hüküm için muzaf un ileyh olmağa salih değil ise hükmü (sebebe) muzaf kılarız. Bunda da ib-tida mizafun ileyh olacak sebeb, (illet hükmündeki sebep) dir. İkinci derecede (kendisi için şüphe-i illet olan sebep) arar, sebep de yok ise (şarta) , o da yok ise (alâmaete) muzaf kılarız.

Velhasıl hüküm için mu-zafun ileyh olmak nokta-i nazarından derece-i kuvvette:

(1) illet,

(2) sebep,

(3) şart,

(4) alâmet gelir.

Şimdi biz misalimizi bir bir saydıklarımızla tatbik edelim. Hükm-i zımanı intaç eden ahvale bakalım:

Bir kere nâfirin hafri hükm-i telef için illet değildir. Zira illet ibti-daen vücûb-ı hükmün muzaf un ileyhidir. Halbuki burada ibtida ve bilâ vasıta hüküm, hafre muzaf olmuyor. Hafr ile vukû’-ı helâk arasına diğer bir illet tehallül ediyor. Eğer hafr, hükm-i telef için illet olmuş olsaydı, ne vakit hafr tahakkuk etse ma’lûl olan hükmen dahi o vakit tahakkuku lâzım gelirdi, halbuki hafr tahakkuk eder de ma’lûl tahakkuk etmez.

Fakat mademki asıl olan hükmü illete izafe eylemektir, bizim için de ibtidaen (illeti) teharri lâzimeden olur. Görüyoruz ki, burada illet maşinin sıkletidir.

Eğer maşinin cisminde sıklet bulunmasaydı elbette kuyuya düşmeyecek idi.

Pekâlâ hükmü bu illete muzaf kılalım, biz bunu yapmıyoruz da illet sebebe izafe ediyoruz? Çünkü burada illet izafe-i hükme salih değildir Salih olmadığı içindir ki, biz-zarûre sebebe gidiyoruz. Zira bu illet umûr-ı tabiîyedendir. Fezada bulunan bir cism-i sakîlin kanun-ı sukuta ittibaı zarurîdir. Hüküm, umûr-ı ihtiyariyeden olmayan böyle bir illete muzaf olamaz. Lâkin telef olan bir mâl-i mütekavvimi, bir nefs-i ma’sumu heder etmek de câiz olmaz. Binâenaleyh hükmü imkân dairesinde bir şeye izafeye sa’yeyleriz. İşte bu mülâhazaya mebni illetten vaz geçer, izafe-i hükme salih bir sebep ararız.

Görüyoruz ki, önümüze iki sebep çıkıyor: l - - sebeb-i mahzdır. Se-beb-i mahz, vukû’-ı helâka nazaran maşinin kuyuya doğru meşy ü hareketidir. Lâkin biz acaba hükmü bu sebebe izâfe edebilir miyiz? Hayvan için de, insan için de meşy ü hareket bir fiil-i mübahtır. Biz ise zıman-ı ûdvanı istinat ettirecek bir nokta arıyoruz, mübah ve me’zunun fih olan bir şey hükm-i zımana sebep ve müstenit olamaz.

2) Kendisinde illet şüphesi bulunan sebeptir ki, vuku’ ve hükm-i helâku nazaran hafirin hafridir. İste hükm-i telefi bu sebebe izafe edebiliriz.

Bir kere hafirin, hafri sebeptir. Çünkü hafr-i bi’r vukû’-ı helak için kuyuya düşüp telef olmak için bir tariktir. Eğer kuyu kazılmasa idi içine bir şey düşmezdi.

Lâkin hâfirin hafri telefin illeti değildir. Zira telefte müessir olmayıp onda müessir olan şey sıklettir. Fakat bu sebepte bir de illet şüphesi vardır. Zira telef vâki olduğu vakit o telefin vukuu hafre muzaf oluyor. Yani acaba hayvanın sıkletinden mi, yoksa meşyinden mi yoksa yol üzerinde bir kuyu kazılmış olmasından mı telef vukua geldi; diye araştırdığımız vakit telefin hafr-i bi’rden ileri geldiği görülüyor. Halbuki bu yalnız sebep olsaydı tabiî hüküm kendisine muzaf olmayacaktı.

Hülâsa icra ettiğimiz tetkikat ile tahakkuk ediyor ki, gayrin mülkünde veya tarîk-ı âmda hafr-i bi’r ve vukû’-ı telef halinde hükm-i telef hafre muzaf oluyor, hüküm bu hafrin nezdinde hasıl oluyor.

Zira kuyu hafri oraya hayvanın sukutunun tarîkini icat etmektir. Tâbir-i diğerle hafirin hafri hükm-i telefe nazaran illet-i hükmün şartını icattır. Çünkü fiil-i hafr olmasa idi) vukû’-ı telef tahakkuk edemezdi.

Zira arz müstevi olacaktı. Arz muka’ar olmayınca oraya bit-tabi’ bir cism-i sakîl sakıt olamazdı. Demek ki, cism-i sakilin sukutuna sebep olan şey arzın muka’riyetidir. Sukuta mâni olan şey istivayi arzdır, hâfir arzı hafr ile o manii ref’ etti, şart-ı vukuu icat eyledi

Kezâlik vukuu hükme mâni olan şeyi ref ile şart-ı vücud-ı hükmü de meydana çıkarmış oldu, hülâsa hâfirin hafridir ki, o telefi meydana getirdi. Ma’lûlü vücuda getiren onu icat eden şey ise illet demek olacağından bu veçhile vukû’-ı helâka tarîk olan bu sebepte şübhe-i illet dahi tahakkuk etmiş oldu.

İşte gayrin mülkünde kuyu kazınak kendisinde illet şüphesi bulunan sebeplerden olduğu içindir ki, vukû’-ı telef üzerine terettüp eden zıman fiil-i hafre muzaf oluyor, yani hafr-i bi’r telefin şart-ı vukuunu icat demek olduğundan hükmün dahi vücut ve vukuu sebebe muzaf oluyor. Tâbır-i diğerle telef vâki olduğu vakit, hafre izafe ediliyor. Ve böyle vücud-ı hükmün sebebe izafesi de ta o sebebin vücudu zamanından mu’teberdir. Şöyle ki, kuyu kazılmasiyle beraber oraya bir şeyin düşüp telef olabilmesi esbabı i’dat edilmiş, İndelhafr sebeb-i telef mün’akit olmuştur, sebep münakit olunca elbette bir hüküm mutasavverdir.

Çünkü sebep mün’akit oldu sözü hükmü kendisine izafe edecek bir hal hin-i hafrde vücut buldu mânasındadır. İzafe-i hükme sâlih olacak bir keyfiyet vakt-i vücud-ı sebepte teessüs eyledi demektir. Şu halde hafr-i bi’r zamanından itibaren vukû’-ı telef hafre izafe olunabilir. Fakat kuyu kazılır kazılmaz bir hayvan düşmek lâzım gelmez, bir müddet sonra da düşebilir. Yani hüküm hin-i hafrde vukua gelebildiği gibi bir müddet sebepten terahi de edebilir. Binâenaleyh hükmün vücut ve sübut cihetlerinden sebebe izafesi âlâ vechitterahidir, vücud-ı illetin sebepten terahisi sahihtir, illetin vücudu sebepten terahi ederse bit-tabi’ hüküm de terahi eder. Çünkü terahi-i illet terahi-i hükmü müstelzim olur.

İşte su ahvale nazaran hafr-i bi’r kendisi için illet şüphesi olan bir sebeptir, yoksa ne illettir ve ne de sebeb-i mahzdır.

Vakt-ı vücudunda âlâ sıhhatıtterahi hükmün vücudu kendisine muzaf olan sebeplerin hükmü:

Teaddi şartiyle eser-i fiil kendisine muzaf olmaktır. Binâenaleyh gayrin mülkünde veya tarik-ı âmde bir kimsenin kazdığı kuyuya bir hayvan veya insan düşüp telef olursa hâfir üzerine zıman vâcip olur.

İşte bu teaddi-şartı, bu kısım sebepten mânay-ı illiyetin noksaniye-tine mübtenidir. Ve hatta bunun içindir ki, böyle bir sebebi ika’da cezay-ı mübaşeret olan kıssas, kefaret, hırman-i irs gibi şeyler lâzım gelmez.

Binâenaleyh öyle bir kuyuya hâfirin mûrisi düşse onun diyetini ödemesi lâzım gelirse de mirasından malırum olmaz. Diyetini verir, çünkü vücûb-ı diyet, cezay-ı fiil değil, bedel-i mütlefdir. Bitarıkitteaddi hafr-i bi’rde ise âlâ sıhhatıtterahi vakt-i vücud-ı sebepten itibaren kendisine muzaf olan telef hasıldır.

Fakat bir kimse kendi mülkünde veya izn-i veliyyülemr ile tarik-ı âmda bir kuyu kazıp da oraya bir şey düşse bunda teaddi bulunmadığından zıman lâzım gelmez.

Hatta bir kimse bir şeyin telefine sebep olan bir işi işlemiş olduğu halde araya bir fiil-i ihtiyarî haylûlet etse birinci sebepte aslâ illet şüphesi bulunmayacağından fiil-i ihtiyari sahibi olan fail-i mübaşir zamın olur.

Burada illetle sebep içtima’ ediyor, mademki izafe-i hükme salih bir illet mevcuttur. Fıkdani-i illet veya izafe-i hükme adem-i kaabiliyet zaruretiyle sebebe, sayrûrete mahâl kalmayacağından hükmü illete izafe eder ve zıman mübaşir üzerine vacip olur deriz.

(Arapça yazı) arasında ne fark vardır?

Birincisinde illet mânası daha ziyadedir.

İkincisinde ise mânay-ı illette kusur vardır.

Hükümde tesiri, birincisi kadar müteakkil değildir. Çünkü kuyu kazınakla sukuta mâni olan türabı ref’ü def bulunduğu için hafr-i bi’r sukuta sebep olursa da vücud-ı illet yani cism-i sakîlin sukutu o sebepten terahi eder. Eğer mânay-ı illette kusur olmasa idi akib-i hafrde sukut ve telef tahakkuk edecekti, nasıl ki, kandilin ipini kat’ ve tulumu şakk fiillerinde sebebin icadiyle beraber sukut veya seyelân terettüp eyler.

Bir de ipi kat’ ve tulumu şakk fullerinde sebep ile hüküm arasında yalnız umûr-ı tabiiyeden -olan: sıklet ve seyyaliyet tehallül ettiği halde hafr-i bi’r misalinde hem illet ve hem de sebeb-i hakiki giriyor, ki, birisi sıklet diğeri meşy ü harekettir.

Dedik ki, kendisi için illet şüphesi olan sebepler iki suretle olup su-ret-i evveli dahi âlâ sıhhatütterahi vakt-ı vücud-ı sebepte sübut cihe-, tinden hüküm kendisine muzaf olan sebeplerdir. Şimdi kendisinde illeti şüphesi bulunan sebeplerin ikincisine gelelim:

2 Kendisi hükme mevzû’ olmayan mütehallile gayr-i mevzû’ ol-duğu halde kendisiyle hüküm sabit olan sebeptir.

Zevce-i kebirenin zırra-i sağîresini teamınüden ırzaı gibi kendisi için şüphe-i illet olan bir sebep dahi öyle bir sebeptir, ki, o sebeple hüküm sabit olur.

Fakat ne halde kendisiyle hüküm sabit olur? Kendisi illet-i müte-hallileye gayr-i mevzû’ olduğu tâbir-i aharla o-sebep illet-i mütehalli-leye mevzû’ ve illet-i mütehaüile ona muzaf olmadığı halde lâkin o illet-i mütehallile de nasıl illet-i mütehallile olacak?

O illete mütehallile/hükme mevzû’ olmayacak. . Her sebeple hüküm arasına mutlaka bir illet tehallül edecek ya. İşte burada da sebep ile hüküm arasına tehallül edecek illet, hükme gayr-i mevzû’ bulunacak.

Farz edelim ki, zaten müteehhil olan bir adamın süt emen bir de çocuğu var. Sonra bu adam sekiz dokuz aylık bir kız bulmuş. Henüz süt emen bir çocuk iken bu kızı da istinkâh etmiş. Bu istinkâh bir kere câizdir. Olabilir ki, o adam böyle bir kızın parasına veyahut ileride fevkalâde bir şey olacağına tama’ etmiş, onu almıştır. Lâkin Zevce-i kebire bakıyor, ki, eğer bu kız yaşar, sekiz on sene geçerse bir âfet-i devran kesilecek, kendisinin pabucu dama atılacak. Kıskançlık beliyyesi olarak bu kızı zeveine haram etmek için tutsa da onu emziriverse hem o kız, ve hem de kendisi Zevce haram olurlar:

Artık Zevce-i kebire ile süt emen kız beynini cem’, haram olduğu gibi her birini ayrı ayrı tezevvüc dahi haram olur. Her ikisini de cem’ haram olur, çünkü zırra-i sağire Zevce-i kebirenin süt kızı olmuştur Zevç nikâh ile ana ile kız beynini cem’ etmiş olur ki, bu, haramdır, infiraden de haram olur. Zira Zevce-i kebire Zevce-ü sagirenin süt validesi olmuştur, Zevcenin süt anasını tezevvüc ise haramdır.

Keza Zevce-i sağire Zevce-i kebire tarafından ırza’ olunca artık o kız zevcin süt kızı olmuştur. Süt kerimeyi tezevvüc ise haramdır. Bir de bunların her ikisinin Zevce haram olmasında ırzaın kasde makrun olması da lâzım değildir, Zevce-i kebire müteamınide’ olsun olmasın bu ah-kâm-ı fer’iyye cereyan eder. Yalnız teamınüdde fark şudur ki,:

Zevce-i kebire Zevce-i sağireyi ırza’ ile Zevce haram edince kabled-duhûl firkat vâki olduğundan nısf-i’ mihrî sagirenin velisine edaya zevç mahkûm olur. Halbuki buna sebebiyet veren kebirenin âmden ırzaıdır. Yani kebirenin sağireyi (ırza etmesi) (lüzûm-ı mihre) sebep olmuştur. Her sebep ile hüküm arasına ki, burada hüküm, lüzûm-ı mihrdir, elbette bir illet tehallül edecektir, burada da tehallül eden illet (nikâhın ifsadı) dır.

Sebep olan ırza’ ile hüküm olan lüzum -u mihir arasına tehallül eden illet, ifsad-ı nikâhtır. Zira nikâh fasit olmasa idi, mihir lâzım gelmeyecek idi. Mademki ırza’, lüzûm-ı mihre sebeptir. Hüküm-ı zîman işbu sebebe nisbet olunur da zevç, sağirenin nısf-ı mihrini ğarim olduktan sonra, Zevce-i kebireye rücu’ eder. Şu kadar ki, bu rücu’-Zevce-i kebirenin teamınüden ırzaile meşruttur. Hataen sehven ırza’ etmiş olursa. rücu’ salâhiyeti kalmaz,

Vakıa bu meselede bir çocuğun irzitaı bir de Zevcenin ırzaı bir de ifsad-ı nikâh bir de lüzûm-ı mihr var.

Asıl illet çocuğun irtizasiyle hasıl olan ifsad-ı nikâhtır. Fakat bir çocuk irtizaa mecburdur, onun bu fiili ihtiyari olamaz. Binâenaleyh asıl olan bu illete izafe-i hüküm kaabil değildir, "illet hükme muzaf olamayınca sebep aramak lâzım gelir. Sebep ise- (irza) dır. Fakat bu sırf bir sebep değildir, öyle bir sebeptir ki, onda illet şaibesi vardır. Bakınız bunu ta’rifimize tatbik edelim:

Zevce-i kebirenin zırra-i sagiresini irzaı bir sebeptir ki, o sebebin musil olduğu hüküm nısf-ı mihrin lüzûmudur. Ve şu hüküm sebep olan irzaı’ ile sabittir. Fakat irza’ ile lüzum-ı mihr ne halde sabit oluyor? Öyle bir halde ki, bu sebep, kendisiyle hüküm arasına tehallül eden illete yani irtiza’ sebebiyle vücut bulan (ifsad-ı nikâha) mevzû’ değildir.

Elbette İrza’, ifsad-ı nikâha mevzû’ olamaz. Bilâkis irza’ veledi terbiyeye onu beslemeye mevzû’dur. Şer’-i şerif irzaı nikâhı ifsad için değil terbiye-i veled için vaz’ etmiştir.

Velhasıl irza’ öyle bir sebeptir ki, hüküm ile kendi arasına giren ifsad-ı nikâha mevzû’ değildir.

Diğer taraftan illet-i mütehallile olan bu ifsad-ı nikâh, lüzûm-ı mihr olan hükme dahi mevzû’ değildir.

Çünkü Zevceye bir mihir veriliyor ki, o; istifraştan husûle gelecek menfaat mukabili, istimtaın karşılığıdır.

Halbuki esasen mülk-i müt’a dediğimiz muamele-i şer’iyye umûr-ı mütekavvimeden değildir. Eğer mülk-i müt’a nefsülemirde mütekavvim olsa idi icare-i âdemî misillu herkes kadınları bilâ nikâh müddet-i muayyene için isticar ederek istîfa’-i menfaat eylerdi. Bununla beraber şer’-i şerif bir kadın bir erkeğin daire-i hilline, harim-i zeveiyatına dahil olurken; onun mevzı’-i istimtaını mütekavvim addediyor, ona bedel olarak bir mihr takdir ve tâyin olunur. Fakat bu kadın zevcin daire-i hillinden çıkarken şer’-i şerif artık onu mütekavvim addetmiyor. Mütekavvim olmayınca da hâl-i huruçta Zevcenin bedel-i kıymeti lâzım gelmez. İfsad-ı nikâh ise daire-i failden çıkmak demek olduğundan ve hâlet-i huruçta bız’ı gayr-i mütekavvim olduğundan ifsad-ı nikâh, lüzûm-ı mihre mevzû’ ve onda müessir olmamış olur. Yani illet-i mütehallile hükme mevzû’ değil demek olur.

***

Kısm-ı râbi’: Sebeb-i mecazîdir ki, hükmün istikbalen tarîki mûsıliolan sebeptir. Tatlik-ı muallâkın, cezaya ve yemm-i ‘billaâhın kefarete sebebiyeti gibi.

Bu dördüncü kısım" seoep, hakiki sebep değildir. Mecazî bir sebeptir. Vakiâfeinci re üçüncü kısımlar dâhi mecazi idi. Amma onların ha kikaten "yine birer münasebetleri vardır. Çünkü onlarda ifza ve îsal (halen) dir. Bunda ise noksan-ı hakikat ziyadedir. Çünkü ifzası mealen ve istikbalendir.

Sebeb-i mecazî öyle bir, sebeptir ki, hükme tarik-ı mûsildir. Lâkin halen degîl mealen mûsildir. Meselâ zevç Zevcesine (sen babanın evine girersen boş ol) dese Zevce de o eve girse boş olur.

İşte Zevcenin mutalleka olması bir hükm-i şer’idir ki, bu hükm-i şer’inin sebebi de zevcin ta’laikıdır. Ve işte bu ta’lik sebebin mecaz kısmına dahildir. Zira derhâl hükme mûsil bir tarîk olmayıp ancak ileride yani şartın tahakkuku zamanında vukû’-ı cezaya mûsil oluyor. Ta’lik mün’akit olduğu halde Zevce eğer o eve girmezse talâk vâki olmuyor. Zevce dâr’e girerse ta’lik-ı sabık hükm-i talâka mûsil oluyor ki, işte bu ifza’ ve îsal mealindir.

Burada ta’lik-ı sabık bir sebeb-i mecazî olup hükm ile sebep arasına tehallül eden illet ise (duhûl) dür, şartın vukuudur.

 (Sen şu isi yaparsan hürsün, filân buraya gelirse şu kadar gün oruç tutmak nezrim olsun) gibi ta’likat dahi hep sebeb-i mecazidir. Çünkü i’taka ve lüzûm-ı savme ancak şartın vukuu zamanında mûsildir.

Bir kimse (vallahi filân şeyi yapmam) diye yemin edip de yapsa hanis olur. Ve kefaret lâzım gelir.

İmdi kefaret bir hükümdür ki, yemin onun illeti değildir. Kefarette müessir olan (hins) dir, şartı da değildir. Zira kefaretin vücudu, yeminin vücuduna muallâk değildir. Bu ancak sebeptir. Fakat sebeb-i hakiki veya emsalî olmayıp ancak sebeb-i mecazîdir. Zira vakt-i in’ikad-ı yeminde hükme ki, kefarettir mûsil ve müfzî olmayıp ancak istikba-len yani halif hanis olduğu zaman hükme mûsildir. Burada da sebeb-i mecazi ile hüküm arasına tehallül eden illet (hins) dir. Hâlifin, yemininde hânis olmasıdır.

Ulemay-ı usûl (sebeb-i mecaziler için şüphe-i hakikat yani min hay-silhüküm hakikat olmak şüphesi vardır) derler.

-İşte buna mebnidir ki, talâkı selâseyi tebhiz. ta’likı ibtâl eder. Meselâ bir kimse haremine filân eve girersen benden boş ol dedikten sonra ve henüz Zevce o eve girmezden evvel üç talâk ile haremini boşasa da ba’dettahlil yine taht-i nikâha aldıktan sonra kadın o eve girse ta’lik-ı sabıkın hükmü kalmayacağından talâk vaki’ olmaz. Bu da sebeb-i mecazilerin şüphe-i hakikat mânasını haiz olmasından ileri gelir. Gerçi bunlar mealen hükme mufzi iseler de yine bir dereceye kadar kendilerinde hakikaten sebep mânası vardır.

Tafsilât-ı saire için kütüb-i aidesine müracaat buyrula!

Şart

Lûgaten (şart) alâmet-i lâzime manasınadır.

Cem’i (şurut) gelir. Hatta alâmet-i tevessuk ve te’minat olduğu için sicillât-ı muhakeme (şurut) tesmiye olunur.

Râ’nın fethiyle şart bu da alâmet mânasına ise de cem’i eşrat gelir.

Eşrat-ı sâât denilir ki, alâmat-ı kıyamet demektir ıstılâh-ı ilimde:

Şart: bilâ te’sir ve ifza’ kendisi üzerine vücud-ı hüküm tevekkuf eden şeydir.

Yukarıdan beri görüyoruz ki, ahkâm-ı şer’iyyeden her hükmün bir şeye taallûk ve münasebeti vardır. Şu münasebet bazan (rukniyyet) ba-zan (illiyet) ve bazan (sebebiyet) ve bazan da (şartiyet) tarîkıyla oluyor.

Meselâ mülk ile şirâ beyninde bir münasebet vardır ki, (illiyet) ta-rikıyledir.

Kezâlik bir adam bir cariye iştira etse, bir kere onun rakabesine malik olur ki,, bununla şirâ arasındaki münasebet yine (illiyet) tarikıyledir. Ağleb-i ahvâlde müşteri o cariyenin mülk-i müt’asına da malik olur ki, bu halde mülk-i müt’a ile şirâ arasındaki şu münasebet de (sebebiyet) tarîkıyladır.

Kezâlik bir nikâh şahitsiz vücuda gelemez (Arapça yazı) buyurulmuştur. İşte bundan şuhudun nikâh ile bir münasebeti anlaşılıyor ki, bu da (şartiyet) sebebiyledir.

Şu mukaddimeden anlaşılıyor ki, (şartiyyet) dahi ahkâm-ı vaz’iyeden bir hükm-i şer’idir. Ve şart dediğimiz de bilâ te’sir ve ifzaen kendisi üzerine vücud-ı hükm tevekkuf eden şeydir.

Bila te’sır: kaydından müsteban olur ki, şartın hükümde tesiri yoktur, hükümde tesiri olmaksızın (vücud-ı hüküm) kendisi üzerine terettüb eder

Eğer şart hükümde müessir olsa idi, ‘ (illet) olurdu.

İşte bu kayda Binâen anlaşılır ki, bir şeyin şarty o şeyin ( vücud ve husûlünün) mevkufun aleyhi olan şeydir.

Yoksa (sübut ve vücubunun) (1) mevkufun aleyhi olan şey değildir.

Bilâ ifza kaydiyle de şartın hükme musil bir tarik olmadığı da anla-şılır, eğer şartda (ifza’) bulunsa idi (sebep) olurdu.

 (Ahkâm-ı hissiyeden şartın bir misali: şu odadan bizim dışarıya çık-maklığımız lâzım gelse, bu fiil-i hurucun husûlü şu kapıyı açmaklığımıza tevakkuf eder. Demekki kapıyı açmak, fiil-i hurucun şartıdır. Yoksa kapıyı açmak ne huructa müessir ve ne de huruca mûsildir.) Şart beş kısımdır:

1- Şart-ı mahzdır. Şart-ı mahz kendisinde sıhhat-i izafet ve ifza mülâhaza blunmayıp, belki mücerret hüküm veya in’ikad-ı illet-i hüküm onun üzerine tevakkuf eden şeydir ki, bu da nikâhta vücudu mütehattem olan şühud gibi ya (hakiki) veya siga-i şârtiye ile irad olunan ta’likat-ı mükellef gibi (ca’li) olur.

Şart-ı mahz öyle bir şarttır ki, kendisinde sıhhat-i izafet mülâhaza olunmaz yani illette olduğu gibi hüküm kendisine muzaf olmaz.

Keza şart-ı mahzda sıhhat-i izafet dahi mülâhaza olunmaz yani (sebep) te olduğu gibi hükme müfzi ye mûsil değildir işte bu suretle kendisinde mânay-ı illiyet ve sebebiyet bulunmaksızın kendisi üzerine ya hüküm veyahut hükmün illetinin in’ikadı tevakkuf eden şey (şart-ı mahz) dır.

Mademki bazan hüküm, bazan da in’ikad-ı illet-i hüküm şart-ı mah-za tevakkuf ediyor. Şu halde şart-i mahz iki kısmı olmuş olur.

1- Bir şeye eğer (hüküm) tevakkuf ederse, , ‘o şey (şart-ı hakiki) ve eğer:

2- Bir şeye hükmün illetinin in’ikadı tevakkuf ederse, o şeye (şart-ca’li) tesmiye olunur.

Şart-ı hakiki: nefsülemirde veya nazar-i şer’de şey’-i ahar kendisi üzerine tevakkuf eden şarttır. O şart bulunmadıkça gerek asla ve gerek onun hâl-i teazzüründen maada yerlerde hüküm sahih olmaz.

Şart-ı mahzın bu kısmına misâl olmak üzere (nikâhta- şuhudun-vücudu şarttır) diyoruz. Şimdi bu şartı tetkik edelim:

Akd-ı ni’kah ile şâhitler beyninde acaba ne münasebet vardır? Acaba huzur-ı şuhud sıhhat-i-nikâhın illeti midir, sebebi midir, şartı mıdır? Bir kere şuhud akd-i nikâhta (illet) değildir? Akdin illeti, tarafeyn veya vekillerinin icab ve kabulüdür

 (l) Subut vücûb mânasınadır. Bazan vücut mânasına da müsta’meldir. Fakat teballüf etmez bir haysiyette hükmün sübutu kast olunursa bu halde mânay-ı vücubda kullanılmış olur ki, burada da şu mânay-ı ahirde isti’mâl edilmiştir.

Huzur-ı şuhud sıhhat-ı nikâhın (sebebi) de değildir. Zira sebep olunca hüküm, sebeple kendi arasına tehallül eden illete yani icap ve kabule muzaf olacaktı. Halbuki biz sıhhat-i nikâhı huzur-ı şuhuda mütevekkıf bulunduruyoruz. Demek ki, huzur-ı şuhud sıhhat-i nikâhın (şartı) oluyor. Fakat acaba şartın hangi kısmındandır? Şart-ı mahz mıdır yoksa kendilerinde bir dereceye kadar ma’nay-ı illiyyet ve sebebiyet bulunan şartlardan mıdır. Diyoruz ki, huzur-ı şuhud (şart-ı mahz) dır. Çünkü bunun tarifine tetabuk ediyor.

İşte; şart-ı mahz yani nikâhta huzur-ı şuhud bir şeydir ki, kendisinde sıhhat-i izafet mülâhaza olunamaz. Yani ‘nikâh, şuhuda muzaf değildir. Eğer nikâh sunuda, (muzaf) olsa şuhud dahi nikâha (mevzû’) olacaktı. Ve o vakit şuhud nikâhın müessiri, illeti sayılacaktı

Kezâlik şart-ı mahz yani nikâhta huzur-ı şuhud bir şeydir ki, kendisinde sıhhat-i ifza dahi mülâhaza olunamaz.

Eğer ifza bulunsa idi şuhud nikâha tarîk-ı mûsil yani sebep olacaktı, sebep olduğu surette de Hüküm, illet-i mütehallileye izafe edilecek idi. Halbuki biz burada hüküm olan sıhhat-i nikâhı şahide izafe ediyoruz.

İşte tarifin burasına kadar misalimizi tatbik ettik ve huzur-ı şuhudun, nlkahîn şart-ı mahzı olduğunu anladık, fakat şart-ı mahz da iki kısım idi.

Birinde hüküm, şarta tevakkuf ediyordu.

Birinde in’ikad-ı illet hük-ü şarta mütevakkıf bulunuyordu.

Hüküm kendisi üzerine tevakkuf eden şarta, şart-ı hakiki diyor idik ki, işte nikâhta huzur-ı şuhud bu kısma dahildir. Çünkü nazar-ı şer’de nikâhın sıhhati vücud-ı şuhuda mütevakkıftır. Şuhud olmaksızın akd-i nikâh asla sahih olmaz. Şer’-i şerif böyle i’tibar etmiştir.

Kezâlik ( taharet) namazın şartıdır. Namazın sıhhatinin mevcudiyeti abdeste tevakkuf eder. Ve bu şart, şart-ı mahzdır. Zira kendisinde mânay-ı illiyet ve sebebiyet mülâhazası yoktur.

Keza şart-ı mahzın da ksım-ı evvelindendir. Zira burada hüküm ki, namazın sıhhatidir nazar-ı şer’de işbu şarta mütevakkıftır. Hatta taharet bulunmaksızın sa-lât asla sahih olmaz. Meğer ki, su veya teyemmüm ile taharette teazzür buluna. . .

Şart-ı câ’li: mükellefin i’tibar ettiği ve tasarrufatını ona ta’lik eylediği şarttır.

Bu da iki kısımdır:

1- Siga-i şartı irad ile olan ta’likattır.

Ve bu kısım şart hem muayyende ve hem de gayr-i muayyende câri olur. Meselâ bir kimse karısına eğer babanın evine girersen benden boş ol dese Zevce de oraya girse boş olur. Lâkin girmezden evvel boş olmaz.

Burada bir (hüküm) bir (illet) bir de (şart) vardır.

 (Talâk bir hüküm) dür ki, bunun illeti (boş ol) sözüdür, şu ta’lik sabıktır Ve talâkın vukuu duhûl-i dâr’e mevkuf olduğundan duhûl-i dâr vukû’-ı talâk için (şart) dır. Fakat bu illetin mün’akid olması yani (boş ol) sözünün talâka illet olabilmesi Zevcenin o eve duhulüne mütevakkıftır. Binâenaleyh dar’e duhûl vukû’-ı talâka nazaran (şart) Çünkü talâkın vukuu duhûl-i dâr’e mütevakkıftır. (Şart-ı mahz) dır, zira kendisinde illiyet veya sebebiyet mânaları yoktur. Lâkin şart-ı hakiki olmayıp (şart-ı ca’li) dir. Çünkü ta’likat-ı mükellef kabilindendir.

Ve bunun üzerine mütevakkıf olan şey ancak hükmün illetinin in’-ikadıdır. (Yoksa şart-ı hakikide olduğu gibi hüküm değil) (ve sigaten şarttır) çünkü kelime-i şart ile irad edilmiştir.

Kezâlik filân kimse senin malını sirkat ederse ben zamınim sözünde hükm-i zıman, vukû’-ı sirkate ta’lik edilmiştir.

Burada (zıman) bir hükümdür ki, illeti- (ben zamınim) sözüdür. Lâkin ta’lik ile bu illet mün’akit olmuyor. Şartın tahakkukuna kadar tevakkuf ediyor. Demek ki, burada da şart-ı in’ikad illete, hükmün illetinin in’ikadına mâni oluyor. Lâkin. "sirkat vuku’ bulunca o mâni mürtefi’ olarak zıman lâzım geliyor. Sirkatin vukuundan evvel o söz bir şeye yaramıyor, bu söz müessir olabilmek için vukû’-ı sirkat - - kişattır. Onun tahakkuku lâzım geliyor.

Keza burada sirkâtin vukuu (şart ı cali) dir, çünkü cailin ca’liyle şart olmuştur. Halbuki nikâhta huzur-ı şuhud mükellefin ca’liyle şart olmamıştır. Orada cail şer’dir.

Keza bu şart (sigaten şart) tır. Çünkü kelime-i şartı isti’mâl ile irad edilmiştir.

Bu kısım şartın gayr-i muayyende dahi cereyanına misâl: eğer ben bir kadın tezevvüc eder isem boş olsun sözüdür. Burada da talâka nazaran vukû’-ı tezevvüc şarttır, şart-ı mahzdır ve şart-ı ca’li ve sigaten şarttır. Ve gayr-i muayyende câri olmuştur.

2- Şart-ı ca’lilin ikinci kısmı da (delâleten şart) tır ki, bunda siga-i şart bulunmayarak kelime-i şart manası melhuz olur. .

Meselâ (filânda sabit olacak alacağına kefilim) dedikde (filânda alacağın sabit olur ise) demiş olacağı için borcun sübutu halinde kefil metalib olur. Şart-ı ca’lide muallâkun aleyh olan şart muhâl olmamak ve henüz mevcut olmayıp âtide vücud ve ademi mütereddit olan şeylerden bulunmak lazımdır. Şart-ı kâine ta’lik dahi tencizdir. Zaten ta’lik, bir cümlenin mazmununun husûlünü diğer cümlenin mazmununun husûlüne rabt eylemektir.

2 – Şart-ı fi hükm-il-illedir. İllet hükmünde olan şart izafet-i hükme salih bir illet kendisine muarız olmayan şeydir. Tarik-ı âmda veya gayrın mülkünde kuyu kazınak ve içinde mayiattan bir şey var iken tulumu yarmak ve kandilin ipini kesmek gibi. İmdi bir kimse tarik-ı âmda veya gayrin mülkünde bir kuyu kazsa da oraya bir adam veya bir mâl-i mütekavvim düşüp telef olsa hâfir, bunların diyet ve kıymetini zamin olur. Şimdi kuyu kazınakla hükm-i telef arasındaki münasebeti tetkik edelim: Hafr-i bi’r acaba vukû’-ı telefin illeti midir? Sebebi midir? Şartı mıdır? Diyoruz ki, fi’l-i hafr, vukû’-ı telefin şartıdır. Fakat bu şart, şart-ı mahz olmayıp illet hükmünde olan bir şarttır, çünkü kendisiyle telef arasındaki izafeten hükme salih olmayan bir illet tehallül etmektedir. Hafir’in harfiyle telef arasında bir illet vardır ki, o da cism-i sakilin sukutudur. Lâkin hüküm, bu illete muzaf olamaz ( yani bu illet hafr-i bi’r fiiline muarız değildir) Zira sukut umûr-ı ıztırariyedendir. İllet telefi yed-i ihtiyarında olmadığı halde sukut eden şahsa izafet ederek sahib-i sukutunun muahazesi ve hükmün dahi işbu sukuta nisbeti câiz değildir. Bir cism-i sakîl, mani’ olmadıkça, elbette sukut edecektir. Bu, umûr-ı tabiyedendir. Her şeyin ka’r-ı zemine inmesine mani’olan müske-i arzdır. Nakl-i türab ile bu mani’ ref’ olunursa her cism-i sakil sukut eder. Binâenaleyh sakıta bir hüküm nisbet etmek, telefi bu sukut yapmıştır, demek mümkün olmaz. Hükmü illete izafe sahih olamayınca ( sebep) yahut ( şart) arayacağız. Burada bir ( sebeb-i hakiki) mevcuttur ki, o da hayvanın kuyuya kadar meşyidir. Hatta şarttan akreb olduğu için illetten sonra izafe-i hükme Salih olması iktiza eden şey de ( sebep) dir. Lâkin bu sebep umûr-ı mübahadandır. Biz ise zıman-ı udvan ile uğraşıyoruz. Mübahat üzerine de zıman-ı udvan terreeüb edebilir mi?

Görüyoruz ki, burada ( illet-i mütehallile) şarta muarız olmuyor –meğer ki, hayvanı kasten bir şahs-ı ahar kuyuya ilka ede., Bu hâlde kuyu kazana zıman lâzım gelmez. Zira kuyu kazınak gerçi izale-i mani’ olmak sebebiyle vuku-u telefin şartı ise de araya izafet-i hükme salih bir illet şartımıza muarızdır.

Kezâlik misalimizde ( sebep) dahi şarta muarız olmuyor, çünkü umûr-ı maübahadendir. – Meğer ki, bir adam yürüyüp dururken bıktım bu candan deyib de kendini böyle bir kuyuya ilka eder. Bu hâlde dahi hafire zıman lâzım gelmez. Zira umûr-ı ihtiyariyeden olan bu ika’ izafe-i hükm için şarttan evlâ bir illettir. Binâenaleyh şartımıza muarızdır. Peka’lâ, burada bir suâl kalıyor, acaba hayvanın şu meşyine, ( illet) namı veremez miyiz? Veremeyiz. Çünkü meşy olmaksızın da sukut hasıl olabilir. Eğer meşy illet olsa idi meşysiz sukut hasıl olmamak, zıman terettüb edememek icab ederdi, farz edelim ki, bir adam toprak üzerine yatmış uyuyor: bir kimse de altından toprağı kazınaya başlasa uyuyan şahıs yine düşer, demek ki, burada meşiy yok iken telef yine vaki’ oluyor. Şu hâlde meşiy illet olamıyor, sukut illet oluyor. İşte şu izahat ile anlaşıldı ki, hükm-i telefi ne illete ve ne de sebebe izafe kabil değildir. Şu hâlde bir şart kalıyor ki, o da hafirdir. Ve vuku-u helâki icad eden bu harfdir.

Kezâlik içinde bir mayi’ bulunan tulumu şakketmek, bir kandilin ipini kesmek dahi bu kabildendir. Tulumun içindeki mayii tutan o tulumun eczasının i!tilâfı idi. Şakk ile bu ecza dağıldı, mayi, akmaya başladı. Vakia burada asıl illet mayiin seyelânıdır. Veyahut kandile nisbetle onun sikletinden naşi sukutudur, fakat bunlar izafe-i hükme Salih olmayan, şarta muarız olmayan umûr-ı ıztırariye ve tabiyedendir. Binâenaleyh hükm-i telef bunlarda dahi şarta izafe olunur. Velhasıl bu şartlardan her biri izale-i mani’ kabilinden olduğu için illet hükmünde olan şartlardır. Ve şu hâlde gerek hafr ve gerek şakk ve kat’ ile şart-ı vukuu icad eden kimseye zıman lâzım gelir.

İllet hükmünde olan şart, hem hafr-i bi-ı ve hem de şakk ve kat’misallerini getiriyoruz. Acaba bunlar arasında fark yok mudur? İzafe-i hüküm i’tibariyle bunlar arasında fark yok ise de kuyu kazınakta terahi-i hüküm mutasavver olduğu hâlde. İpi kesmek veya tulumu yarmakta terahi-i hüküm mümkün değildir. Bir de görüyoruz ki, ba’zı misaller aksm-ı sebepteki misaller ile karışmıştır, fakat bunda bir beis yoktur. Çünkü bir misâl bir i’tibar ile sebep fi hükm-ille olur da diğer bir i-tibar ile de (şart-ı fi hükm-il-ille) i tibar olunur. Fakat tarika taş yığmak, yola şehnişin çıkarmak, hait-i maili ba det-tekaddüm hali üzere terk etmek, illete mülhak esbabdandır. Zira bunlar izale-i mani’ kabilinden değil, belki telefi mufzî umûr-ı sübutiyedendir. Çünkü yolda taşın bulunmaması o mevki’de sukut ile helâk vukuuna mani’ olmaz. Diğer bir sebep ile de vuku-u helâk kabilidir. Amma bir yerde kuyunun bulunmaması böyle değildir. Zira kuyunun fıkdanı ka’r-ı arza sukua mani’ olur. Ve bunu ihdas etmek manii izale ile şart-ı vukuu, şart-ı helâki icattır.

3- Şart-ı fi hükm-is-sebeptir. Sebep hükmünde olan şart-ı hükm ile kendi arasında fail-i muhtarın kendisine gayr-i mensup fi’li haylûlet eden bir emr-i sabıktır. Kafesin veyahut ahırın kapısını açmak gibi. ( Mecellede hilafi müctehettir. 922 inci maddeye bak!) Sebep ma’nasında olan şart öyle öyle bir sabıktır ki, onunla hüküm arasına fail-i muhtarın bir fi’li haylûlet ediyor. Ve fakat şu fi’l-i muhtar o emr-i sabıka – yani şarta mensup olmuyor. Ta’bir-i aharla şart-ı fi hükmis-sebep öyle bir emr-i mütekaddem, öyle bir emr-i mütekaddim, öyle bir emr-i sabıktır ki, kendisiyle hüküm arasına fail-i muhtarın şarta – yanı o emr-i sabıka – gayr-i mensup olan bir fi’l-i ihtiyarisi haylûlet ediyor. Ta’rifde şart-ı fi hükm-is-sebep bir emr-i sabıka – gayr-i mensup olan bir fi’l-i ihtiyarisi haylület ediyor. Ta’rifde şart-ı fi hükm-is-sebep bir emr-i sabıktır diyor. Ve bununla şart-ı ta’likden ihtiraz ediyor. Çünkü sebep ma’nasında olan şart da şart ile hüküm arasına izafe-i hükme Salih bir illet haylület ediyor. Ve Binâenaleyh şart illet üzerine tekaddüm eyliyor, hâlbuki şart-ı illet ile hüküm arasına girdiğinden orada illet mütekaddim ve şart müteehhir oluyor. Meselâ bir zevç, haremine eğer şu dâr’e girersen boşsun diyor. Hükm-i talâkın illeti işte bu tâ’lik-ı sabıktır. Ya’ni zevcin şu sözüdür. Ve illetin in’tikadı duhül-u dâr’e mütevakkıf olduğundan ta’lik-ı sabıktan müteehhir olan duhül dahi hükm-i talâka nazaran şarttır.

Şart ile meşrut beynine haylület edecek fiil, fail-i muhtarın fi’li olmalıdır. Diyoruzki bununlada mayiin seyelânı misilli umûr-ı ihtiyariyeden olmayan ya’ni izafet-i hükme Salih bulunmayan illetler hariç kalıyor. Velhasıl sebep ma’nasında olan şartlarda kendisinde – ya’ni o şart gayr-i mensub olmak üzere bir fi’l-i ihtiyari haylület etmesi şartının ma’nay-ı illette olmaması için ve şartın o fi’l-i ihtiyari üzerine sabık ve mütekaddim olması da şartın ma’nay-ı sebepte olması için muktezidir. (zira bir sebep, müsebbep üzerine daima mukaddemdir.) O fi’l-i muhtar şarta mensup olmayacak, diyoruzki bununla da kuşu ürkütecek surette kafesin kapısını açıp da o kuşun huruc ve firar etmesi hali, ta’riften hariç kalır. Zira kafesin kapısını açıp da içindeki kuşu da ürkütürse o vakıt bu fiil sebep ma’nasında bir şart değil, illet ma’nasında bir şart olur da kuşun kıymetini zamın olur. İşte bu ta’rifteki şu kuyudu izah ettikten sonra bunu misalimizle tatbik edelim: Bir adam bir kuş kafesinin veya bir ahırın kapısını açsa da içindeki kuş veya hayvan kendiliğinden firar etse, şeyheyn hazeratına göre o adama zıman lâzım gelmez. Zira kafes veya ahır kapısını açan adama zıman lâzım gelmesi tabii fi’linde teaddi bulunduğu surettedir. Her ne kadar onun fi’linde bir dereceye kadar teaddi varsa da (çünlü kafesin açılması telefin vukuunu icattır.) burada telef ile şart arasına izafe-i hükme salih bir illet haylület etmiştir, bir hükmü evvel emirde illete izafe ise asıldır. Binâenaleyh kafesin kapısını açan kimseye zıman lâzım ta’bir-i diğerle kapıyı açmak öyle bir şarttır. Kendisiyle (ya’ni o şart ile telef olması – arasına fail-i muhtarın (yani kuşun) öyle bir fi’li gifiyorki o fiil kendisine (şarta, kapıyı açan kimseye) nisbet edilemez. Hülâsa, kafesin kapısını açmak bir emr-i sabıktır, uçmağa sabık ve mukaddem bir fiildir ki, kendisiyle hükm-i telef arasına fail-i muhtar olan kuşun kafesi açana nisbet edilemeyecek bir fi’li, fi’l-i huruç ve tayeranı haylület ediyor. Binâenaleyh hüküm illete, yani fail-i muhtar olan kuşun fi’line nisbet edilir de açana zıman lâzım gelir.

Şimdi hallolunacak bir mesele var, hayvan acaba fail-i muhtar mıdır? Evet, fail-i muhtardır, zira aklın in’idamı, ihtiyarın da in’idamını mucip olmaz. Her ne kadar hayvanın aklı yok ise de hissi vardır. Hattâ hayvanatta his, zevilukül olan efrad-ı beşerden ziyadedir. Lâkin akıl başka his yine başkadır, biri cüz’iyata diğeri külliyata teallük eder. Hayvanda akıl yoktur. O zihninde tertib-i mukaddemat ederek bir şey istintaç edemez. Vakıa çok ebleh vardır ki, hayvandan daha bedbahtır, lâkin ibret nev’adir, şahsa değildir, nev’-i insan, eşref ve ekmel-i mahlükattır, zaten bu söylediklerimiz bedihiyyüs-sübut ve pek sathi şeylerdir. Hayvanda akıl yoktur. O nefs-i nâtıka sahibi değildir, külliyatı idrak edemez, lâkin hissi vardır. Bir koyun bir kurt gördüğü vakit kurdun şekli onun hayalinde mürtesem olur tekrar o kurdu gördüğü vakıt deriçe-i çeşminden kuvve-i hayaliyesine nüfuz nüfuz eden bu şekilden daima ürkmeye başlar. Lâkin o koyun nev-i insan gibi kuvay-ı zâhire ve batıneyi cem’edemez, bir takım mukaddemat ile neticelendiremez, şart-ı te’lif-i mukaddematı bilemez, bunlar hep aklın levazımındandır. Hayvanda ise akıl yoktur, lâkin aklı yoktur diye ihtiyarı da mün’adim olmak lâzım gelmez, aklın in’idamı ihtiyarın in’idamını mucip olmaz. İhtiyar hisse âittir, hayvanatta ise his vardır diyoruz. Hayvanda eğer hisse müstenit olan ihtiyarıda mün’adim olmak lâzım gelmez, aklın in’idamı ihtiyarın in’idamını mucip olmaz. İhtiyar hisse âittir. Hayvanatta ise his vardır diyoruz. Hayvanda eğer hisse müstenit olan ihtiyar bulunmasa idi bir hayvan tehlikeyi görünce yürümekten eba etmezdi. Bir çok ahvâlde hayvanatın asar-ı ihtiyarı meşhuddur. (amma bu ihtiyarın (sahih) olan kısmı yine hayvanatta yoktur. İhtiyar-ı sahih yine akla munettur.) Meselâ bir hayvan ahır veya kafes kapısını zaten açık bulub da kaçacak olsa tabiidirki bu firar onun ihtiyarı neticesidir.

Keza kapıyı açık bulduğu hâlde kaçmak istemese buda onun ihtiyarı eseridir, imdi mademki hayvanatta hisse müstenit bir ihtiyar vardır, şu hâlde firar ile telef vukuu takdirinde hüküm, illete muzaf olur da sebep hükmünde olan şart muzaf olmaz. Yani firar ve telef kuşa izafe edilip de kafesin veya ahırın kapısını açan kimseye zıman lâzım gelmez. Lâkin İmam Muhamıned hazretlerine göre o kimseye zıman lâzım gelir ki, mecellenin 922 inci maddesinin dördüncü fıkrası bu ictihada muvafık surette yazılmıştır. Zira müşarün ileyhe göre kafesin kapısı açılınca kuşu firarı onun cibiliyet-i zaruriyesi iktizasındandır, bu onun âdetidir. Bir mayın seyelanı ve muâllâk olan cism-i sakilin sukutu nasıl umûr-ı tabiyeden ise hayvanın firara isti’dadı da öylece ef’âl-i tabiiye menzilesindedir. Eğer bunlar firara müstait ve meyyâl olmasa idi ahır ve kafes yapmaya lüzüm görülmezdi. İmdi kuşun veya hayvanın firaraı umûr ve ef’âl-i tebiiye menzilesinde addolununca şu ef’âl-i izafet-i hükme Salih olamayacağından, hüküm kafesin veya ahırın kapısını açan kimseye izafe olunur ve bu takdire göre o kimsenin bu fi’li sebep hükmünde olan bir şart değil, tulumu şakk ve kandilin ipini kat’ gibi illet hükmünde olan bir şart olur. Fakat yukarıda da söylediğimiz gibi ahırın veya kafesin kapısını açan kimse kuşu veya hayvanı ürkütecek olursa yani kapıları alâ vechittefrir açacak olursa o hâlde bil-ittifak o kimseye zıman lâzım gelir. Bu surette kafesin veya ahırın kapısını açmak hiçbir ictihada göre sebep hükmünde olan şart olmaz, illet hükmünde olan şart olur. Ve fail-i muhtarın fi’li artık izafe-i hükme Salih olamayarak hüküm, şarta muzaf kılınır.

 (Bir kimse diğerinin mukayyed olan kölesinin bağını çözüp de abd firar etse o kimseye zıman lâzım gelmez. Çünkü hall-i kayt bir şarttır ki, sebep ma’nasındadır ve bu şart ile hüküm arasına fail-i muhtar olan abdin o kimseye nisbet edilemeyecek bir fi’li ya’ni firarı haylület etmiştir ki, hüküm iş bu fi’-i muhtara izafe olunup yoksa şarta muzaf olmaz. İşte burada illet-i telef olan firara mütekaddim olan hall-i kayt, sebep ma’nasında olan bir şarttır. (zira sebep müsebbeb üzerine mütekaddim olduğu gibi bu şart da illet üzerine mütekaddimdir) ve bu şart illet ma’nasında değildir. Çünkü illet-ki, abdin firarıdır- bu makamda bir emr-i müstakil olup ne sebebe muzafdır ve nede sebeple hâdistir. Hâlbuki sevk-i dâbbe bunu hilâfınadır. Orada hayvan kerhen saikın tab’ı üzerine hareket ettiğinden fi’l-i telef mükrihden mükrebe intikal eder. Fakat bir kimse diğer kimsenin kölesine firar ile emredip o da bu emre imtisalen firar eylese amir zamın olursa da şu zıman, amirin abdi isti’mal, gasb ve istihdam menzilesinde bulunmasından neş’et eder.)

4-İsmen şarttır.

İsmen şart: hükmü ta’lik olunan iki şarttan evvelâ vücuda gelen şarttır. Evvel-i emirde şu kaideler ma’lüm olmalıdır ki, (bir hüküm, iki şarta ta’lik olunsa, ceza şart-ı sâni vukuunda nazil olur.) şart dahi ma’lüm olduğu üzere lügatta alâmet-i lâzime ma’nasınadır. Istılâhı-ı şer’de şart bir şeydir ki, te’sir ve ifza olmaksızın diğer bir şeyin vücudu ona tavakkuf eder. Ta’lik dahi bir cümlenin mazmununun husûlünü diğer bir cümlenin mazmununun husûlüne rabt etmektir ki, rabt olunan şeye muâllâkun bışşart ve ceza ve merbutun ileyh olan şeye muallâkun aleyh ve şart denir.

Kezâlik cümle-i ulâya (cümşe-i şartiye) ve cümle-ı sâniyeye (cümley-i cezaiye) derler. Meselâ bir kimse haremine (sen babanın evine girersen boşsun) dese birinci cümle, cümle-i şartiye, ikinci cümle cümle-i cezaiyedir. Eğer bir hüküm iki şarta ta’lik edilmiş ise o halde ceza ancak şart-ı sâni vukuunda nazil olur. Meselâ bir adam haremine (babanın ve amcanın evine girersen boşsun) dese Zevce her iki eve girmedikçe talâk vaki’ olmaz. Birisine girip de diğerine girmese yine boş olmaz. Meğer ki, her ikisine de girmiş ola o surette boş olur. İmdi burada iki şart vardır ki, birincisi: (babanın evine girersen) ikincisi: (amcanın evine girersen) cümle-i şartiyeleridir. Bunların evvelkisi ismen, sureten şarttır. Yani suret-i zahirede bir şarttır. Şöyle ki, bir hüküm böyle iki şarta ta’lik olununca o hüküm ibtida vücuda gelen şarta taâllük eder, fakat evvelâ vücuda gelen bu şart hükmen –yani ma’nen şart değildir. Çünkü bu şartın vücudu indinde sübut cihetiyle hüküm o şarta muzaf olmuyor. Şart-ı evvelin sübutu zamanında hüküm sabit olmuyor.

Bir kere biz buna şart diyoruz. Zira hüküm kendisine tevakkuf ediyor. Fakat şartın ikincisi tahakkuk etmedikçe birincisinin i’tibarı mefkud olduğundan bilcümle değil ancak filcümle hüküm, bu şart-ı evvele tevakkuf ediyor. Şu halde hükmün böyle iki şarta ta’lik olunduğu yerlerde cezanın nazil olması için- misalimizde Zevcenin boş olması için- şart-ı sâni –ki, Zevcenin amcasının evine girmesidir –mu’teberdir. Fakat bu gibi yerlerde cezanın nüculü için şart-ı sâni vukuu zamanında şârıtın mülkiyet sabit olmak- yani zevc şart-ı sâni zamanında, amcasının evine de duhül anında Zevcesine malik buklunmak icap eder. Demek oluyorki zevc Zevcesine mülk-i nikah ile malik iken Zevce babasının ve amcasının evine girerse bil-ittifak talâk vaki’ olur. Zevç Zevcesine (babanın ve amcanın evine girersen boşsun) diyor. Sonra Zevcesini ibane ediyor. İddeti münkazi oluyor. Sonra kadın her iki eve giriyor. Bununla Zevce boş olmaz. Zira zevç cezanın nüzulü zamanında Zevcesine mülk-i nikah ile malik değildir. Zevç Zevcesine yine böyle dedikten sonra ve henüz Zevce dareyne duhül etmezden evvel aralarına talâk-ı bayin vukuu gelse sonra yine Zevcenin o iki dar’e duhulünden evvel zevç Zevcesini tekrar taht-ı nikahına alsa da bilhare Zevce hem babasının ve hemde amcasının evine girse bu surette de bil-ittifak talâk vaki’ olmaz. Her ne kadar cezanın nüculü zamanında zevc Zevcesine mülk-i nikah ile malik ise de bu mülk değildir, evvelki ta’lik münhal olmuş bitmiştir – gerçi yemin batıl olmaz. Fakat müntehi olur. -

Zevç Zevcesine, yine böyle diyor. Henüz nikahında iken kadın babasının evine giriyor sonra zevç haremini talâk-ı bayin ike tatlik ediyor, kadın bu hal-i iftirakta iken amcasının evine giriyor. Bu surette dahi bil-ittifak talâk vaki’ olmaz. Zira ceza şart-ı sâninin vukuu zamanında nazil olur. Kadın amcasının evine girdiği vakıt ise zevç ona mülk-i nikah ile malik değil idi. Vukû’-ı ceza ise vücud-ı mülke müftekirdir. Onun için şart-ı sâni vukuunda bil-ittifak talâk vak’ı olmaz. Zevç Zevcesine babanın ve amcanın evine girersen boşsun dedi. Fakat Zevce o evlerin hiç birine girmeden zevç haremini ibane etti. Ba’dehu Zevce hal-i iftirakta iken babasının evine girdi. Sonra zevç Zevcesini yine aldı, bu defa da Zevce amcasının evine girdi, işte bu surette bize göre talâk baki’ olur. Fakat İmâm-ı zaferle İmâm-ı şafiye göre talâk vaki’ olmaz. Bize göre talâk vaki’ olur. Çünkü cezanın nüzulü zamanında –ki, şart-ı sâninin vukuu anıdır- zevç Zevcesine mülk-i nikah ile maliktir. İmâm-ı züfer diyorki : şart-ı evvel kadın zevcin mülk-i nikahında iken vücud bulsa da şart-ı mülkün bulunmadığı bir anda tahakkuk etse talâk vaki’ olmuyordu. İşte burada da şart-ı evvel mülk-i nikah bulunmadığı vakıt, şart-ı sâni mülk-i nikahda iken tahakkuk ediyor. Bunlar arasında ise fark yoktur.

Biz deriz ki,: bunların farkı vardır şartın mevcut olduğu zamanda mük-ü nikah şarttır. Bu mülk-i nikahın da üç şeyden ileri gelebilir.

1-Şartın vücudu sahih olmak için

2-Yemin baki kalsın için

3-Vücud-ı ceza, nüzül-ü ceza sahih olmak için

bir kere şartın vücudu zamanında mülkü şart olması şartın vücudunun sıhhati için değildir. İşte bakınız boşandıktan sonra kadın iki eve de giriyor da talâk vaki’ olmuyor. Demek ki, şartın vücudu sahih olmak mülke müftekir değildir. Eğer şartın vücudu zamanında mülkün meşrutiyeti şartın vücudu sahih olmak için olsa idi Zevce iki eve girdiği vakıtta da mülk-i nikah olmadığı hâlde şartın vücudu tahakkuk etmez. Yemin müntehi olmazdı. Halbuki şartın vücudu yine tahakkuk ediyor. Ve yemin müntehi oluyor.

Kezâlik şartın vücudu zamanında mülkün şart olması yeminin bekası için de şart değildir. Çünkü yemin, halifin zimmetindedir. Halif ve zimmeti baki oldukça yemini de bakidir.

Şu halde ne kaldı? Şartın vücudu zamanında mülkün şart olması vücud-ı ceza nüzül-ü ceza sahih olmak için lâzım geldi. Burada ise ceza ikinci şarta taâllük etti, ikinci şart zamanında ise mülk mevcuttur. Binâenaleyh yalak dahi vaki olur. Halbuki sizin kıyas etmek istediğiniz meselede ikinci şartta mülk meveüt değil idi. İşte bu son misâlde şart-ı evvel – yani Zevcenin babasının evine girmesi sureten şarttır. Çünkü filcümle hükme illet oluyor. Fakat yalnız babasının evine duhül ile talâk vaki’ olmadığından ve vukû’-ı talâk için şart-ı sâninin inzİmâmı – yani amcasının da evine duhül – lâzım geldiğinden bu şart hükmen ve ma’nen şart olamaz. Hulâsa-i kelâm evvel-i şarteyn bihasebilvücud ismen şarttır. Çünkü vukû’-ı talâk filcümle ona mütevakkıftır. Hükmen şart değildir. Zira evvel-i şarteynin vücuduyla hüküm tahakkuk etmiyor.

5- Alâmet ma’nasına olan şarttır. Bu şart dahi hafâsiyle beraber nefs-i illetin veya

Kezâlik hafâsiyle beraber sıfat-ı illetin tahakkukunu mazhar olan şarttır. İmameyn Hazeratı indlerinde neseb için velâdet gibi. Hatta İmâmeyn-i müşârün-ileyhüma kaabilenin alelitlâk velâdete şehadetiyle sübût-i nesebi re’y ettiler. Lâkin İmâm-ı A’zam hazretleri indinde velâdet, nesebin şart-ı mahzı olduğundan neseb gibi ancak hüccet-i kâmile - ki, iki er, yahut bir er ile iki hatunun şehadetleri ile sabit olur. Alâmet ma’nasına olan şart öyle bir şarttır ki, ya nefs-i illet olur da onun hafasını izale ederek tahakkukunu beyan ve izhar eder veya illetin sıfatı hafif olur da sıfatın tahakkukunu izhar eyler. Zaten bir şeyin alâmeti, o şeyin muarrefi demektir. Muarrefe ihtiyaç ise ancak kendisinde nev-i hafa bulunan şeydedir. Nasıl ki, kast umûr-ı batınadan olduğundan delil-i zahirisi onun makamına kaim olur. İmdi ahkâm-ı şer’iyeden bir hükmün şartı, eğer hafi olan nefs-i illetin veya sıfat-ı illetin tahakkukunu mazhar olursa, böyle bir şarta – mademki illeti veya sıfat-ı illeti muarreftir – alâmet ma’nasına olan şart tesmiye olunur. (Şart) tesmiye olunur; çünkü hükmün tahakkuku illetin tahakkukuna tevakkuf ediyor, illetin thakkuku da o şartın thakkukunu mütevakıf bulunuyor. Şu halde aradan vasıtayı kaldırınca hükmün tahakkuku, şartın tahakkukuna tevakkuf ediyor demek olur. Zaten kavaid-i usûliyedendir ki, mevkufa o şeye de mevkufdur. – yani şarta mevkuf bulunan illetin tahakkukuna mütevekkıf olan hüküm aradan vasıta kaldırılınca o şart mevkuf olmuş olur. - Diğer taraftan bu şey (alâmet) dir. Çünkü bu şey hakikatte tahakkuk-u illetin veya sıfat-ı illetin tahakkukunun şartıdır. Yoksa hükmün şartı değildir. Ve bununla beraber nefs-i illeti veya sıfat-ı illeti muzhir ve muarriftir. Şimdi alâmet ma’nasına olan şartın nefs-i illetin tahakkukunu muzhir olan kısmını bir misâl ile izah edelim: Bir adam, müteveffa pederinin oğlu ve Binâenaleyh varisi olduğundan bahisle müteveffanın veresesine karşı neseb da’vasında bulunsa, diğer taraf dahi bunu mühkir olsa, müddeinin şu da’vası ancak hüccet-i kâmile ile sabit olur. Şu kadar ki, habl-i zâhir veya firaş-ı kaim - yani nikâh-ı filhâl kaim ve sabit - veyahut zevç habl’i mukir olursa yalnız kaabilenin ta’yin-i veled hakkındaki şehadetiyle de neseb sabit olabilir. (zaten bu hâlde sübut-i neseb ya kaim olan nikâha veya zevcin ikrarına muzaf olur.) Hâlbuki yanız kaabilenin şehadetiyle - imre-i vahide-i müslime- i hürre-i adlenin şehadetiyle – (velâdet) sabit olur. Gerek habl-i zâhir veya firaş-ı kaim veyahut zevcin habli ikrarı mevcut olsun ve gerek mevcut olmasın. Demek oluyor ki,, veladetin sübutu için, hüccet-i kâmileye ihtiyaç yoktur. Yalnız kabilenin şehadetiyle velâdet sabit olur. Lâkin velâdet sabit olunca nesebin de sübutu zaruri olduğundan adeta bir kadının şehadetiyle neseb dahi sabit olmuş olur. Mesalâ bir adam haremini tatlik ediyor, Zevce-i mutallâka iddet içinde bir çocuk doğuruyor, sonra zeveinden nafaka da’vasında bulunuyor. Zevç çocuğu inkâr ediyor şimdi kadın nesebi isbat etmelidir ki, bu da hüccet-i kâmile ile olur. Lâkin nesebi isbat için şahit bulamıyor da kadının bu çocuğa kendisi doğurduğunu kabilenin şehadetiyle isbat eyliyor. İşte İmâmeyne göre yalnız kabilenin bu şehadetiyle de velâdet sabit olur. (Velev ki, umûr-ı selâse müntefi olsun.) İmdi kaabilenin velâdete şehadetiyle velâdet sabit olunca neseb dahi sabit olur.

Şimdi biz velâdet ile nesebi mukayese edelim ve velâdetin nesebe nazaran illet, sebep, şart veya alâmet nokta-i nazarından münasebetini ta’yin eyleyelim: <Bir kere velâdet, nesebin illeti olamaz. > zira bunun illeti (Ulük) dur ki, bu da veledi tekvin eden ve rahm-i mader’e yapışan kan bulaşığı, yumurtacıklar, beyza-i müvellidedir – sübût-i nesebin illet-i müessiresi ulük olunca velâdetin sübut-i neseb hakkında illet olamayacağı tezahür eder. Fakat ulük - yani rahim-i maderdeki maddeten mükevvene - bir emr-i hafidir ki, onu ancak delâletle bilebiliriz, kadın doğurduktan sonra anlıyoruz ki, (Ulük) var imiş.

<Velâdet nesebin illeti olamadığı gibi sebebi de değildir. > Zira sebep hükme müsil olan bir tarik olup velâdet ise nesebe müsil bir tarik değildir. Eğer velâdet nesebe mufzi ve müsil bir tarık olsa, bir çocuk doğmasiyle beraber nesebinin validinden sabit olması icap ederdi. Hâlbuki evlâd-ı zinanın nesebi zanilerden sabit olamıyor. Demek ki, velâdet nesebe nazaran sebep de değil imiş. Velâdet nesebe nazaran şart-ı mahz da değildir. Zira şart mevkufun aleyh demek olmakla velâdet, nesebin şartı olsa ancak velâdetin tahakkuku indinde nesebin tahakkuku icap eder. Hâlbuki karabet-i nesebiye velâdetin tahakkukuna mevkuf olmaksızın sabit olur. Belki velâdet, nesebe nazaran alâmet ma’nasına olan bir şarttır. Yani velâdet nesebe nazaran hem şarttır, hem de alâmettir. Ma’lümdur ki, alâmet daima umûr-ı hafiyyeye delâlet eden şeydir. Bazı yollarda yolun hizasınca bazı taşlar dikilir ki, bunlar orada bir yol olduğuna alâmettir. Vakıa o taşların esasen oraya niçin dikilmiş olduğunu biz bilemeyiz. Fakat onların orada bir yolun vücuduna delâlet ettiğini anlarız.

İşte burada da velâdet, nesebe alâmettir. Zira nesebin vücudunda müessir olan bir illet-i hafiyye var ki, onu meydana çıkarıyor. Yani illetini ızhar ediyor. Eğer velâdet olmasa idi, biz madde-i tekviniyenin vücudunu bilemez idik. Diğer cihetten velâdet, nesebin şartıdır. Çünkü filcümle mevkufun aleyhi velâdettir. Filhakika nesebin asıl mevkufun aleyhi Ulük’dur. Bu i’tibar ile veladet ulükun şartı olmalı idi. Fakat ulükun tahakkuku da veledete mütevakkıftır. O hâlde neseb dahi velâdete mevkuf olur. Zira mevkufa mevkuf o şeye de mevkuftur. (Nasıl ki, müsaviye müsavi o şeye de müsavidir.) (Şöyle ki, b=c ve c=e olunca b=e olur) ve muzafa muzaf o şeye de muzaftır, kaideleri ilm-i usülde kavaid-i mukarreredendir ve buna kıyas-ı müsavat denilir. Madem ki, velâdet neseb için şart-ı mahz olmayıp alâmet ma’nasına olan bir şarttır, bu takdirde yalnız kabilenin velâdete şehadetiyle neseb dahi sabit olur. Çünkü (velâdet) alâmet olup illet veya şart olmadığından ve alâmetlerin sübutu ise hüccet-i kâmileye muhtaç bulunmadığından kabilenin şehadetiyle velâdet sabit olur. Velâdet sabit olunca umûr-ı hafiyyeden olan ulük dahi tahakkuk eder. Ulükun tahakkuku ise - illet olmasına göre - nesebin sübutunu icap eyler. Şu halde İmâmeyn hazeratı indlerinde yalnız kaabilenin alelitlâk - yani yukarıda söylediğimiz umûr-ı selâseden biri bulunsun bulunmasın - velâdete şehadetiyle neseb dahi sabit olmuş olur. Eğer velâdet nesebe nazaran (şart-ı hakiki) ma’nasını mütezamının olsaydı, O vakit yalnız bir kaabilenin şehadetiyle neseb isbat olunamazdı. Çünkü bu şehadet o hâlde <illete şehadet> demektir. Ve onunla bir hüküm isbat olunacaktır. Böyle bir şehadetin ise kavi olması lâzım gelir. Zaif olan bir şey kaviyi isbat edemez.

Lakin İmâm-ı A’zama göre velâdet, nesebin alâmet ma’nasına olan şartı değil, şart-ı hakikisidir, Vakıa velâdet nesebe nazaran alâmet ise de bunun alâmet olması umûr-ı batıneyi hafayay-ı gaybiyeyi bilene, ilm-ı ilâhiye göredir. Fakat biz ki, daima zahire binay-i hükmederiz, nesebde müessir olan ulüku bilmeye bizim için hiçbir tarık yoktur. Çünkü kadının ne habli zahirdir ve ne de nikâh-ı filhâl sabittir ve ne de zevç hamli mukirdir. Şu hâlde - yani madde-i mükevvene göre nesebde müessir olamayacağından neseb, emr-i zahiri olan velâdete muzaf olur, ta’bir-i diğerle madde-i mükevveneye ıttılâ’ için bizim bir tarikımız olmadığından nesebin sübutu, velâdetin sübutuna tevakkuf eder. Bu i’tibar ile ve ilm-i beşere nisbeten velâdet, nesebin şart-ı mahzıdır. Yani ilm-ı ilâhiye nazaran nesib; ulüka. . Ve fakat bize göre velâdete muzaf olur. Ve Binâenaleyh hükmün dahi da’vay-ı nesebde olduğu gibi bu şartın vücudunu isbat ile kıyamı lâzım gelir ki, bu da ancak hüccet-i kâmile ile mümkün olur. Zira buradaki şart, ilm-i beşere nisbetle adeta illet mekamına kaim olmuştur. Burada da akd-i bey’ gibi şahitlerin miktarı nisab-ı şehadete baliğ olmalıdır. Hâlbuki yukarıda söylediğimiz gibi İmâmeyne göre velâdet, illet hükmünde değil alâmet ma’nasında bir şart olduğundan yalnız kâabilenin velâdet şehadetiyle neseb dahi sabit olur. Müşarün İleyhima’ya göre velâdet bize ulüku bildiriyor – bir madde-i mükevvene var imiş ki, çocuk doğdu, eğer kadının rahminde öyle bir madde olmasaydı çocuk doğmazdı = demek ki, velâdet yalnız mevcut ve fakat hafi olan ulüku bildiriyor. Yoksa velâdet, nesebi icad etmemiştir. Nesebin asıl illeti Ulüktur. O madde-i mükevvenedir. Velâdet yalnız bize rahimde çocuğu vücuda getiren maddenin meveüd olduğunu bildiriyor.

– Lâkin İmâm-ı A’zam ulûka ehemmiyet vermiyor, o umûr-ı batınadandır diyor. Hüküm onun delil-i zahirisi olan velâdete istinad ettirileceğinden burada velâdet (nesebin sübutu ve velâdetin sübutuna tevakkuf eden) bir ma’nada olarak şarttır, şart-ı hakikidir; yoksa yanız alâmet ma’nasına şart değildir.

Sıfat-ı illeti muzhir olan şartın misali dahi ihsandır. İhsan, zınanın hükm-i şer’iye illiyetinin mevkufun aleyhi olan sıfatı ızhar ettiği ve bu cihetle ihsan hükm-i şer’-i zinanın ayn-i alâmeti bir şartı bulunduğu için şahadetlerinden rücu’da şühud-u ihsana zıman lâzım gelmez. Şimdi de alâmet ma’nasına olan şartın vasf-ı illetin tahakkukunu muzhir olan ikinci kısmını izah edelim: İhsan, recme nazaran alâmet ma’ nasına olan bir şarttır ve nefs-i illetin tahakkukunu muzhir olmayıp vasf-ı illetin tahakkukunu muzhirdir. Zaten ihsan – ki, müslim olan bir erkekle kadın beyninde nikâh- sahih zımnında duhulün husul ve vukuu demektir - zinanın öyle bir sıfatı müzahirdir ki, zina o sıfatla beraber recme illet oluyor. Binâenaleyh bu i'tibar ile ihsan, recme nazaran alâmettir. Zira ihsan, sıfat-ı illeti muarriftir.

Sıfat-ı illetin - yani zinanın nikâh-ı sahih ile duhul her ikisi için de hasıl olduktan sonra zina etmiş bir racül-i müslim ile bir imree-i müslime beyninde vukuunun - emmaresidir.

Diğer taraftan ihsan recme nazaran şarttır. Zİra recmin vücubuna ilim illetinin (yani zinanın) sıfatını (yani zinanın müslimin ve lezzet-i cimaı müstevfin olan bir erkekle kadın arasında vukuunu) bilmeye tevakkuf ediyor. İllet-i recmin sıfatını bilmek de ihsanı (yani zani ve zaniyeden her ikisinde de İslâm ve nikâh ile duhûl haletlerinin vücudunu) bilmeye tevakkuf ediyor. Şu hâlde aradan vasıtayı kaldırınca recmin vücubuna ilim ihsanı bilmeye tevekkuf eyliyor; demek olacağından ve şart ise zaten mevkufun aleyh demek olduğundan bu i'tibar ile de ihsan recme nazaran şart olmuş olur.

Velhasıl vücûb-ı recm bir hükümdür. Her hükmün de bir illeti olacaktır. Hükm-i recmin asıl illeti (zina) dır. Fakat bu zina mutlak bir zina değildir. Bir sıfat ile mevsuftur ki, o da zinanın nikah-ı sahih ile duhul her ikisi için de hasıl olduktan sonra lezzet-i cimaı istifa etmiş bir racül-i Müslim ile bir mer’e-i müslime beyninde ika’edilmiş bulunmasıdır. Böyle olursa zina recme illet olur.

İşte illet-i recmin bu sıfatını muzhirdir ve böyle bir illetin sıfatını muzhir olan şeye de biz alamet ma’nasına şart dediğimiz için de alamet ma’nasına şarttır diyoruz. İhsan sıfat-ı illeti ızhar ediyor, çünkü zani ile zaniyeden her ikisinin de Müslim olması ve nikah-ı sahih zımnında duhulün husûle gelmiş bulunmasıdır mûcib-i recm olan zinanın sıfatını muzhir ve mübeyyindir. İşte zina bu sıfatla recme o ukubet-i azimeye illet oluyor.

Fakat bu ihsan recme nazaran alamet ma’nasına bir şart olup yoksa şart-ı mahz olmadığı içindir ki, şuhud-u ihsan yani zani ile mezniyenin muhsin ve muhsine olduğuna şehadet eden kimseler şehadetlerinden rucu’ eyleseler recm olunan şahsın diyetini mutlaka zamın olmazlar gerek şuhud-u zina ile beraber rucu’ etsinler ve gerek şuhud-u zina şehadetlerinden rucu’ etmedikleri halde yalnız bunlar rucu’ eylesinler ve gerek kablel kaza velhüküm rücd’etsinler ve gerek ba’del kaza velhüküm rücu’ eylesinler. Zira onlar hükme illet olan bir şeye şehadet etmişlerdir. Nasıl ki, bir adam teehhül etse de kabledduhul harenine dese veledilinkar işbu ta’lik ile duhul-ü dar ayrı ayrı sabit olsa talâk vaki’ ve nısıf-ı mihr zevc üzerine lazım olur. Fakat duhulü dar’e şehadet edenler rücu’ ederlerse onlara bir şey lazım gelmez. Çünkü hükm-i talâk onların şehadetlerine ibyina etmemiştir.

Alâmet

Alamet lügaten emare ma’nasındadır. Meyl ve minare gibi, Meselâ bir tarikı irae için taşlar rekz ederler ki, bunlar birer alamet ve emaredir, yolun çıkmaz bir yol olmadığını gösterir.

Kezâlik bir yerde görülen minare orada bir cami’-i şerif bulunduğuna alamet ve emaredir. Fakat şer’an alamet, hükmün vücûb ve vücudu kendisine taalluk etmeksizin hükmü muarrif olan, hükmü ta’rif ve beyan eyleyen şeydir.

Alamet dört kısımdır:

1- Alamet ya alamet-i mahza’dır. Bir kimsenin zevcesine hitâben sen ramazandan bir ay evvel benden boş ol diye söylediği söze ibaresi gibi.

Bu kısım alamet, aksam-ı bakiyedeki şevaibden ari ve bir emr-i hafinin vücuduna dâl olan alamettir. Meselâ (tekbir) alamet-i mazhadır. Zira namazda bir rukûnden diğerine intikal olduğuna dair emaredir.

Kezâlik zevcin Zevcesine hitâben neb ramazandan bir ay evvel benden boş ol sözündeki dahi alamet-i mazhadır.

2-Veya şart ma’nasına alamettir. Murur eden ihsan ve veladet gibi tafsilat yukarıda geçti. Ve bunların ne i’tibar ile şart ve ne i’tibar ile alamet oldukları görüldü.

3- Veya illet ma’nasına alamettir. İlel-i şer’iyye gibi.

Meselâ bey’i mülke nazaran illettir. Fakat illet-i akliye olmayıp vaz-ı şari’ ile vücut bulduğundan illet-i şer’iyyedir.

Kezâlik nikah hile nazaran illet-i şer’iyye, katl dahi kısasa nazaran illet-i şer’iyyedir.

Fakat mûcib-i hakiki Cenabı Hak olup te’sir dahi Canib-i Şari’den olmakla bey’ ve nikah gibi ilel-i şer’iyye bize göre birer emri hafi olan mülkiyet ve hillin vücudunu muarrif ve onun için birer emare sayılmış olur.

4- Veyahut mecazen alamettir. İlel-i hakikiye ve şart-ı hakiki gibi.

Meselâ tulu’-u afitab vücud-ı nehara illet olduğu gibi sıhhat-ı nikaha alamet ve emare de olabilir.

Fakat bunlar mecazen alamettirler, mamafih bihasebili’tibarat, velhaysiyat, ahkâm-ı vaz’iyyenin aksam-ı muhtelifesinin bir yerde içtimaında bir münafat yoktur. Meselâ emr-i vâhid hükümde müessir olmak hasebiyle hükme mufzi olmak cihetiyle sebeb-i hükmün mevkufun aleyhi olmak i’tibariyle şart ve hükmü muarrif ve muzhir olmak nokta-i nazarında da alamet olur. Binâenaleyh diyebiliriz ki, nazar-i şari’de nikahın sıhhatı şuhudun vücuduna mütevakkıf olmakla nikaha nazaran şühud şart-ı hakikidir.

Keza şühud sıhhat-ı nikahı muarrif olmakla alamettir.